Şampiy10
Magazin
Gündem

Mesele başkanlık sistemi değil “Eşcinsel Başkan” diyebilmek

Amerika Birleşik Devletlerini lanetlemek, eleştirmek kolay! Dış politikalarını namuslu ve insani bulduğumu da söyleyemeyeceğim.

Ancak bazen “özgürlük” namına öyle güzel şeyler de oluyor ki bu ülkede hayran kalmamak mümkün değil. Son örneği Newsweek dergisinin son kapağı!



Barack Obama geçen haftalarda eşcinsel evlilikleri desteklediğini söyledi. ABD’de eşcinseller bazı eyaletlerde evlenebiliyor bazı eyaletlerde evlenemiyor. Obama, evlilik serbestisinin yurt sathında genellenmesinden yana.

Barack Obama eşcinsel konseptiyle “Newsweek” dergisinin kapağında yer aldı. Hem de ne kapak! “İlk eşcinsel Başkan” başlığı ile!!!

Şok geçirdiniz değil mi? Evet derginin de amacı bu zaten.

Eşcinsel evlilikleri desteklediğini ilk kez belirten Obama’nın başının üzerine, eşcinsellerin sembolü gökkuşağı renklerinde bir hare kondurmuşlar.

Hakaret maksatlı değil! Dergi yorumunda Obama’nın hayatıyla eşcinsel toplulukların hayatı arasında benzerlikler olduğuna değiniyor.

Mesela bir yerinde şöyle diyor: “Obama’nın önce siyah kimliğini keşfetmesi daha sonra ise bu kimliği beyaz ailesiyle bağdaştırması gerekiyordu. Tıpkı eşcinsellerin yaptığı gibi.”

Şu ana kadar ne Beyaz Saray’da kıyamet koptu, ne derginin editörüne baskı uygulandı ne de Obama mahkemeye başvurdu.

Derginin kapağına bakıp yorumları okurken şunu düşündüm. Acaba Türkiye’de bir başbakan veya bir bakan veya bir belediye başkanı eşcinseller lehinde bir açıklamada bulunsa idi ve bir Türk gazetesi ya da dergisi Newsweek gibi bir kapak yapsa ne olurdu?

ABD veya AB’yle aramızdaki dağlar kadar fark işte budur! Milli Gelir hesabı ile ölçülmez. Milli gelir farkı yirmi bilemedin otuz yılda aşılır. Fikir özgürlüğü ve fikri telaffuz etme özgürlüğü farklı şeydir ve biz o konuda toplum olarak ağır ilerliyoruz bile demeyeceğim HİÇ ilerlemiyoruz.

Başkanlık sistemine geçince biz de böyle kapaklar yapabilecek miyiz esas mesele bu... Başbakan başkan olmuş ne fark eder aynı nobranlık devam ettiği sürece...

Yazının devamı...

Organik pazarda bir top model!

Herkes şampiyonluk maçıyla kafayı yemişken ben size başka bir konudan söz etmek istiyorum.

İstanbul Bomonti’de her cumartesi organik pazar kuruluyor. Kaç aydır gitmek istiyordum, bir türlü kısmet olmuyordu.

Dün gittim sonunda. Mine, sabahın 7’sinde uyandırdı beni. Meğer bu organik pazarlara öyle canının istediği saatte gitmek olmazmış. Sabah erkenden gidecekmişsin, sonra bir şey kalmıyormuş.

Şişli’nin boğucu, daracık sokaklarında pır pır döndükten sonra nihayet yeri bulabildik.

Sabahın köründe bizden başka kimse olacak mı acaba derken ilk şokumu yedim. Pazarın yanındaki otopark ağzına kadar dolu! Organik meraklısı (haklı olarak) bayağı bir insan varmış.

Otoparkta sağa sola, içeri dışarıya derken bir başka organik meraklısıyla ufak bir hırlaşma yaşadık. Demek ki organik gıda vücuda iyi geliyor ama sinirlere iyi gelmiyor. Haksız olan bendim tamam ama sabah sabah o kadar bağırması gerekiyor muydu?

(Bu arada aklıma geldi. Madem GDO’lu gıdalar memlekete de girmeye başladı ve kaçmak mümkün değil, o zaman Türkiye için özel “genetiğine sakinleştirici yerleştirilmiş” gıdalar yapılabilir mi? Ne bileyim mesela “Lustralli buğday” falan. Zira bu ülkenin en büyük sorununun aşırı öfke olduğunu düşünüyorum. Başbakandan başla, ana okuldaki velede kadar herkes asabî. Bari GDO’nun bir faydası olsun..)

Sonunda bir boşluk buldum ve park edebildim. Mutlulukla “otopark altı” organik pazarıma ilerledim. Aman dikkat! Organik pazarda torba yok! Zerzevatı kesekâğıdı içinde veriyorlar. Filenizi, bez torbanızı veya pazar çantanızı yanınıza almaya unutmayın!

7 maddede Magazin Organik

- Burası Türkiye’nin “rüya köşesi” olmalı. Bir pazar yerinde asla duymayacağınız diyaloglar burada: “Günaydın Şaban Bey” “Günaydın Semra Hanım” “Ben iki adet kereviz rica edeceğim.” “Hay hay. Buyrun keseniz. Siz seçin” “Bir adet maydanoz da alabilir miyim?” “Elbette, ne demek!” Satıcıların kibarlığı gözlerimi yaşarttı. Demek ki sinirlere iyi gelen organik gıda yemekten ziyade satmakmış.

- “Rüya” dedik, devam ediyoruz. Bir baktım, esnafın eli ayağı dolanmış bir yere bakıyor. Başımı döndürdüm, saçları varoş sarısı, çok uzun boylu, paspal gri eşofmanlı bir genç kadın.... Dikkatlice baktım, aaa! Tuğçe Kazaz! Pazarda yan yanayız! Ben “özgür dolaşan tavuk” ve “oval bahçe domatesi” alıyorum o “doğayı kirletmeyen deterjan” ve “saçı onaran kına özlü organik şampuan” alıyor. Vay be! Organiğin marifetine bak! Top modelleri pazara getiriyor! (Edit: Sonra baktım internete, Tuğçe Kazaz meğer organik gıdalara hep meraklıymış. Dahası Kırıkkale Hasandede beldesinde iş ortağı ile organik tarım yapacaklarmış. Saçlarını da Kenan İmirzalıoğlu ile beraber oynadığı film için sarıya boyatmış. Bu da magazinorganik!)

- Burada sanki her şey anti-Türk. Erkekler mesela rengârenk pantolonlar giyiyor, önlerine astıkları kangurularında (ismi büyük ihtimalle “Doğa” veya “Ada” olan) bebişlerini taşıyor, sigara içmiyor; kadınlar saçlarını bellerine kadar uzatıyor ama beyazlarını boyatmıyor, üzerlerinde her tür renk var ama asla makyaj yapmıyor... Otoparkta hırlaştığım adamla ilgisi olmayan, sakin güler yüzlü insanlar.

- İstanbul’da kadın pazarcı görmek ne kadar mutluluk verici! Alaçatı’da, Bodrum’da, Selçuk’ta hatta Bartın’da bile vardır kadın pazarcı (Bartın’daki pazarın adı bile “gallaapazarı”. Yani karılar pazarı) bir İstanbul’da yoktur. Gözüm gönlüm açıldı bacılar!

- Gözlemenin kepeklisi? Eh o da ancak organik pazarda olur. Üstelik otlu, çökelekli, organik biberli... Doğrusu beyaz undan yapılandan çok daha güzel bir gözleme. Keşke her yerde olsa!

- Şu an dolabımda koca bir adet (bir zamanlar özgür) bir tavuk, sekiz adet (nasıl soyacağımı bilmediğim) kabuklu enginar, (nasıl bitireceğimi bilmediğim) koca bir leğen yoğurt, bir kilo kurtlu elma (şaka şaka, yok kurt murt), nereye dikeceğimi bilemediğim 15 fidem var. Fidelerden biri de “kudret narı” iyi mi? Manyaklık lan bu! Bahçem yok ki benim!!!

- Ekolojik yaşamı destekleme konusunda öncü projelerin yaratıcısı, Buğday derneğinin kurucusu rahmetli Viktor Ananias’a selam olsun. Keşke görseydi... Keşke kepekli otlu çökelekli gözlememizi paylaşsaydık.. Ruhu şad olsun... Pazarcı da asmış pankartını: “Attığın tohumları yeşerteceğiz”. İnşallah..

Yazının devamı...

Yunanistan’ın “siyah tişörtlü” delikanlıları

Faşizm, krizleri bekler. Yunanistan’daki korkunç krizin de elbette “faşist bir yavrusu” olmalıydı.

Yunanistan’da pazar günü yapılan seçimlerde kendilerine “Altın Şafak” (Hrisi Avgi) ismini veren aşırı milliyetçi bir parti oyların yüzde 7’sini aldı. Bu da 300 sandalyelik mecliste 21 sandalye demek. (Yunanistan’da seçim barajı yüzde 3)

Partinin daha amblemine bakınca ne menem oldukları anlaşılıyor: Gamalı haçın farklı bir versiyonu. Zaten sakladıkları bir şey de yok. Açık bir şekilde yabancı düşmanlığı yapıyorlar. Parti lideri Nikos Mihaloliakos “Ülkemden çıkın! Evimden hemen çıkın!” diye bas bas bağırdı seçim zaferinden sonra. Kime diyor bunu? Ülkedeki göçmenlere.

Peki bu nasıl başarılacakmış? Şöyle cevap veriyor:

“Hayal gücünüzü kullanın!”



“Hayal gücü” dediği “kas gücü”. Bildiğimiz şiddetten söz ediyor.

Atina şehir merkezinde terör estiriyorlar. Pakistanlı, Arnavut gördükleri anda girişiyorlar. Göçmenlerin evlerine girip ortalığı dağıtıyorlar.

Aralarında bir milletvekilinin lakabı “Lagos”. Yani tavşan. Sebebi de Atina şehir merkezinde dolaşırken onu gören kaçak göçmenlerin tavşan gibi koşup kaçmalarıymış. Onları çok dövmüş zamanında.

Parti başkanı Mihaloliakos’a “Führer” (Hitler’in lakabı. Almanca lider demek) diyorlar. Seçimden sonraki ilk basın toplantısında gazetecileri “Lider geliyor!” diye zorla ayağa kaldırmaya, itip kakmaya kalktılar. Yunan gazeteciler salondan çıktı. Kalıp ayağa kalkanlar sadece yabancı gazeteciler oldu.

Çok da fedakarlar! Altın Şafak Partisi’nin milletvekilleri 5000 euro’luk vekil maaşlarının sadece 2800 euro’sunu alacakmış. Zira ülkenin genel kurmay başkanı da bu maaşı alıyormuş. Geri kalan miktarı partiye bağışlayacaklarmış. Peh peh peh...



Mihaloliakos “Bu başarıyı siyah tişörtlü delikanlılara armağan ediyorum” deyince beni bir merak aldı. Kimdir bu “siyah tişörtlü delikanlılar”?

Meğer olay şuymuş: Hepsi dalyan gibi, hepsi iri yarı ve hepsi İŞSİZ gençlerden ekipler kurmuş parti. Hem de Yunanistan’ın her şehrinde. Dört haneli özel telefon hattı açmışlar.

Peki kime hizmet veriyor bu delikanlılar? Mesela yaşlı emeklilere. Bankaya gidip emekli maaşını mı çekeceksin? Ama göçmenler saldırır ve paranı alırlar diye mi korkuyorsun? Arıyorsun, parti evine bir genç yolluyor, beraber bankamatiğe gidip parayı çekip yine beraber eve dönüyorsun.

Sitelerinde delikanlıların cep telefonları da var: “Ne zaman isterseniz arayın, sizi biz hastaneye götürelim; hırsız girdiğinden şüphelenirseniz, arayın, biz halledelim..” “Halledelim” çok yönlü bir kelime. Mesela şehir merkezindeki evini yabancı göçmenler işgal mi etmiş? Yine Altın Şafak’ı arıyorsun, goriller gidip evi “temizliyorlar”.

Sonra da arayıp şöyle diyorlar: “Kilidinizi de değiştirdik. Gelin anahtarınızı alın. Kusura bakmayın boyayamadık çünkü çok yoğun temizlik işlerimiz var.” Şehir efsanesi gibi geliyor ama değil. Arkadaşımın arkadaşı anlatıyor.

Peki para? Para istemiyorlar. Delikanlının cebine biraz bahşiş koy, olsun bitsin.

Delikanlı memnun, vatandaş memnun. Devletin boşluğu işte böyle dolduruluyor.

Bu fenomeni devletin boşluğu ve işsizlik yarattı. 18-25 yaş arası seçmenlerin yüzde 13,5’i “Altın Şafak” partisine oy vermiş. Aynı yaştaki işsizlik oranı yüzde 48. (Toplam yüzde 22)



En ahlakçı, en yabancı düşmanı partinin liderinin karısı Eleni Zarulia da milletvekili seçildi.

Ama her faşistin bir ek yeri vardır biliyorsunuz. Ve gazetecilerin en büyük zevki de bunları bulmaktır.

Mihaloliakos’un karısı Atina şehir merkezinde Yunanların “pembe otel” dedikleri bir otelin sahibiymiş. Yani odaların bir iki saatliğine kiralandığı otellerden. Peki resepsiyonda çalışan nereli? Pakistanlı. Buyrun buradan yakın! “Irkçıyım ama ucuz iş gücünü de kaçırmam..”



Mihaloliakos’un sloganı şu: “Bizden olmayanlar bizim düşmanımız olacaktır.”

“Taraf olmayan bertaraf olur” cümlesini hatırlattı bana. Baklavadan başka, seçim taktiklerini ve sloganlarını da ihraç ettik demek.

Yazının devamı...

Sözün bittiği yerde nişan hazırlıkları başlar

Yok ben evlenmiyorum. “Bağımlılık yapan sözler” kitabından. Yazan Avedis Aktenoğlu. Asıl işi tasarımcılık. 2 yıldır bu kitabı yazmak için uğraşıyor. Hepsi kendi aforizmaları. (aforizma: Vecize, özlü söz, tanımlama, sınırı belirleme. Aforoz da aynı kökten geliyor) Kitap Gita yayınevinden çıktı. Bir kaç söz seçtim:



- “İçim yanıyor” beni anlıyor musun dediğimde, “tabii anlıyorum hayatım, soda iç geçer” diyen bir partnerin varsa, vay haline...

- Dünyanın en eski mesleğinin ‘fahişelik’ olması onların çocuklarını ilk çağlardan beri başımıza musallat etti.

- İnsan çirkin olduğunu bile kabul eder de ‘akılsız’ olduğunu asla!!

- Siz iyisi mi dünyada nüfus patlaması varmış gibi göründüğüne bakıp da aldanmayın. İnsanlığın nesli tükenmek üzere çünkü.

- Yüreğim teflon tava gibi çizilmiş bir kere, bundan böyle kullananı zehirlerse şaşırmam.

- Geleneklerine sıkı sıkıya bağlı bir yaşam şekli, hayatını full hd seyretmek varken ‘siyah beyaz’ izlemekle yetinmek gibidir.

- Bir yerde kavga çıkmışsa nedenini sakın sormayın, çünkü konu nasılsa ya para ya da karşı cinstir.

- Çiçekçilerin cirosu artınca, bilin ki baharla birlikte herkes aşka gelmiştir.

- “Neden kalbime ok saplanmıyor?” diyenlere... Eros’un Olympos Dağı’ndaki işinden istifa edip, yurdumuzda iç çamaşırı sektörüne atıldığını hatırlatmak isterim!!

- Dünyada en çok talep gören kek, ER-KEK’dir.

- Dünyanın en büyük haber alma teşkilatının adı, DEDİKODU’dur.

- Sözün bittiği yerde, nişan için hazırlıklar başlar.

- Biri size bedavadan bir şey vermek isterse, muhtemelen vereceği o şey, nasihattir.

- Akıllı olacak kadar çılgın olmak, delilikten başka bir şey değildir.



Şike’nin etimolojisi

Aylardır “şike” “şike” denilip duruluyor ya... Futbol ilgi alanıma girmiyor ama kelimeler giriyor. Dün kelimenin kökenini merak ettim. Fransızca bir kelimeymiş. “Chiqué”. Dalavere demekmiş. Ama onun kökeni de bize “şık” diye geçen “chic” kelimesinden. Peki o ne demekmiş? “Becerikli, hünerli, iyi giyimli”.

Fakat durun bitmedi! Kelime bize 1800’lerin son çeyreğinde Fransızca telaffuzuna uygun olarak “şik” şeklinde girmiş. Peki o zamanki anlamı neymiş? Ahmet Vefik Paşa’nın 1876 basım Lugat-ı Osmanî’sinde şöyle diyor: “Pek yosma ve alafranga”. (Kaynak: Sözlerin Soyağacı)



Bu arada küçük bir soru: Bütün maçların şikeli olduğunu bildiğiniz halde nasıl oluyor da hâlâ maç seyredip gollere sevinebiliyorsunuz? Dahası “uğurlu” kazağınızı giyiyor, “uğurlu” pozisyonunuz alıyor ve dualarınızı ediyorsunuz? Mesele sizin duanıza değil bavulun büyüklüğüne bağlı.

Bu arada bilgi notu: Şike olmayan tek lig Japonya ligiymiş.



Tüm zamanların en güzel twiti:

Bebek kokusu = Sütlü insan tatlısı! (@cuneytozdemir)

Allah analı babalı büyütsün

Maviş’i..

Yazının devamı...

Bütün doğa çiftleşti bir ben kaldım!

Karşı çatımda bir martı karı koca kuluçkaya yatmıştı hatırlarsınız. Üç gün önce baktım anne martı yerinde yok! Üç haftadır yerinden bir saniye bile kıpırdamayan anne (veya baba) nerede? O İstanbul’u yerle bir eden fırtına sırasında bile yerinden kıpırdamamıştı kahraman anne martı!

Eyvah dedim! Eşolueşşek diğer martılar yedi yumurtaları! Yapmadıkları şey değil. Kuşlar âlemi vahşi. Daha doğrusu bütün hayvanlar âlemi vahşi. Yavrular daima tehlike altında.

Sonra çıktı anne ortaya. Çatıda geziniyor. Baktım peşinden iki de mini mini civciv geliyor! Martı civcici! Yumurtadan çıkmış, badi badi yürümeye başlamışlar bile! Allah’ım nasıl sevimli, nasıl çikin, nasıl keltoş, nasıl kara kuru ve nasıl anti-martı bir şeyler! Bıldırcın yumurtası gibi: bej üzerinde kahverengi benekleri olan hap kadar bir tüy topu . O hap kadar şeyin vahşi yakışıklı bir uçma ve av makinesine dönüşeceğini kim tahmin edebilir? Ama oluyor işte. İşin garibi martı yavruları çok geç öğreniyor uçmayı. Öğreninceye kadar kök söktürüyorlar ana babalarına. Hani ite kaka derler ya tam öyle bir öğrenme süreci. Bacaya çık, peşinden gelsin, bacadan it, düşerken uçmaya çalışsın... Tekrar bacaya çık, peşinden gelsin... Önümüzdeki günlerde çok eğleneceğim.



Şarabi atkestanesinin güzelliği

Erguvan dedik durduk ama bir ağaç daha var çiçeklerini çok beğendiğim. Atkestanesi! Bunun meyvesi bir halta yaramaz ama çok güzel çiçek açar. Minik çam ağaçları şeklinde çiçek açıyorlar ve bugünlerde tam zamanı. Genelde beyaz oluyor ama dikkatli bakarsanız arada şarabi renkte de olan var. İstanbul Bebek Parkı’nda var mesela bir tane. Kıpkırmızı ve o kadar güzel ki...



Nikâh fabrikaları çalışmaya başlamış!

İnsanların da çiftleşme mevsimi başlamış. Pazar günü arkadaşların kokteylprolonjnikahlarına giderken Hasanpaşa’da nikâh salonu önünden geçtik. Aman Allah’ım! Mahşer yeri gibiydi. Binlerce insan evleniyor, yüz binlerce insan da onlara altın dağıtıyor!

Bir an bir fabrikaya baktığımı sandım. Sosis fabrikası. Bekâr iki şaşkın olarak giriyorsun, kaynana, kaynata, görümce, baldız, kayınbiraderli, iki çocuklu, ev, araba, okul taksitli, işinden istifa edemeyen, tatile gidemeyen iki yorgun savaşçı olarak çıkıyorsun! Ne len bu?



Yeni kariyerim: Kuş yuvası tasarımcılığı

Kumrugillere yuvalarımı beğendiremedim... Gidip gidip en olmayacak yere yuva yapan bu sersemsepetlere, sepet olsun, saksı olsun, yoğurt kabı olsun hatta eski bir terlik olsun bir sürü alternatif sundum ama beğenmediler. Ülen az daha eve girip koltuğumun üzerine yuva yapacaktınız koyduğum sepetlerimi niye beğenmediniz?

Sonra anladım. Rüzgâr sevmiyorlar. Yuvayı rüzgârsız yere yapmak istiyorlar. Demek ki bir dahaki bahar için rüzgar almayan bir kumru yuvası model geliştirmem lazım. (Yazar, eli çenesinde “Hmmmm...” der bir kaşı hafaya kalkarken)



Amatör ornitolog olma yolunda kafayı sıyırmaya az kaldı.

Çatımın çıkıntı yapan kısmı kırlangıçlar için çok uygun diye düşünüyorum. Oraya çok şahane kırlangıç yuvası yapılabilirmiş gibi geliyor bana. Kırlangıçları çekmek için yapılacak bir şey var mıdır? Hani benim gibi çiçek, kuş, börtü meraklısı olup da bir yöntem geliştirmiş olanınız olabilir mi?

Peki daha normal bir soru sorayım: Bu yapı marketlerde falan satılan kuş yuvaları bir işe yarar mı? Kuşlar o yuvalara gelip yuva yapıyor mu? Evet ise en sevilen model nedir?

Şimdilik bu kadar. Bir dahaki “doğa coştu, Mutlu sıyırdı” programımıza kadar hoşça kalın...

Yazının devamı...

Yıkanmak istemeyen çocukların büyümüşü: Evlenmek istemeyen adam!

Otuzlarının sonlarında bir çift. Dört yıldır aynı evde oturuyorlar. Çok da iyi anlaşıyorlar. Şahane seyahat hayalleri, çiftlik hayalleri kuruyorlar.

Bir akşam kadın, erkeğin sevinçle kabul edeceğinden emin “hadi evlenelim!” der. Erkek “ben evliliğe hazır değilim” der...

Evliliğe hazır olmayan adam dört yıldır evliden farksız bir hayat sürmektedir. Her akşam evine geliyordur, alışverişi yapıyordur, balkondaki çiçekleri suluyordur, televizyon karşısında beraber film seyrediyordur. Yeri geldiğinde sevgilisinin karnına sıcak su torbası koyuyordur ama sıra nikâha gelince “evliliğe hazır değildir”.

Kadın şoke olmuştur. Çatalı bıçağı elinden yavaşça masaya bırakır. Adamın hayatında değişecek bir tek şey var: Parmağında bir alyans!

Kadın “neden?” diye sorar, adam “öyle işte” der...

Kadın şunu düşünmeye başlar: Sevgili pozisyonunda yeterlidir ama karısı olmaya layık görülmüyordur. O pozisyon daha “üstte” bir kadın için rezerve edilmiştir.

Mutlulukları hızla bozulur. Kadın için başka hiçbir şeyin önemi kalmamıştır. Adamın, onunla evlenebilme ihtimali dışında hiçbir tarafı artık ona ilginç gelmiyordur. Daha önce her konuda tatlı tatlı konuşabilen çiftin sohbetleri artık evlilik dışında bir konu üzerinde olamıyordur. Evlilik adam için “yine mi bu konu?” iken kadın içinse dünyada başka hiçbir bir konu yoktur. Mönüdeki tek yemek artık budur.

Kadın hata yaptığını anlar ama artık geri dönüşü olmayan bir yola girmiştir. O pozisyonun kime rezerve edildiğini düşünmekten, neden kendisinin layık görülmediğine kafa yormaktan bitap düşer. İşine dikkatini vermez, fena halde çuvallamaya başlar.

Adam ise sevgisinin evlilikle “sınanmasından” rahatsızdır. Sevgilisine sadıktır, ona iyi davranıyordur, bu evlilik işi nereden çıktı?

Kadın her gün adamın eve bir yüzükle gelmesini beklemeye başlar. Gönül gözü o kadar kapanmıştır ki adamın her akşam getirdiği en güzelinden peyniri, organik domatesi, çok seviyor diye aldığı pirzolayı, çikolataları görmez de onun yerine torbaların içinde yüzük arar. Bulamayınca gözyaşlarına boğulur. Hiç bir hediye, uyduruk bir yüzükle rekabet edemez. Papatyalar teselli ikramiyesinden başka bir şey değildir.

Muhteşem cinsel hayatları bıçak gibi kesilir. Kadın, sevgilisinin çok sevdiği süsü püsü bırakır. Ne makyaj yapar ne tırnaklarına oje sürer. Alelade giyinmeye başlar. Yatakta sırtını dönüp uyur.

Akşamları mutlulukla döndükleri evleri azap yuvasına döner. Arkadaşları bir bir evlendikçe, kadının sinirleri daha da bozulur. Hepsinden önce bulmuştur ruh ikizini ama en geride o kalır.

Adam, durumun nasıl oldu da bu hale geldiğini katiyen anlamaz. Kendini spora verir. Kadın giderek hırçınlaşır, adam giderek suskunlaşır.

İlişkileri altı ay kadar daha devam eder. Kadın neden bu fikre takılıp kaldığını anlayamaz. Kurtulmak ister, başaramaz. Ne bir adım ileriye, ne bir adım geriye gidebilir. Her sabah umutla uyanır, istediği cümleyi duyamaz, kendini “zaten evlenmek isteyen kim?” fikrine alıştırır.

Sonra kadın kendine bir ev tutar. Bir daha kimseyle bu kadar iyi geçinemeyeceğini bile bile geri adım atmaz, atamaz, eşyalarını toplar. Adam, bir daha kimseye bu kadar âşık olmayacağını bile bile teklifini yapmaz, yapamaz, kadının usulca gitmesini izler...

Çok güzel bir ilişki biter...

Buradan çıkan sonuçlar

- Kadın ve erkek için evliliğin manası taban tabana zıt. Erkek beraber olmak için evlenir, kadın evlenebilmek için beraber olur.

- O nedenle bir erkek bir kadının “zaten beraberken” neden evlenmek istediğini bir türlü anlamaz. Kadın ise “zaten beraberken” erkeğin neden evlenmek istemediğini...

- Evlilik, düğün, gelinlik, zurna, davul, kokteyl, prolonj... Hepsi kadınların yarattığı ve önemsediği zırvalıklar. Dünyada düğün hayali kuran tek bir erkek yoktur! Düğün fotolarında yakışıklı görünsün diye kilo vermeye çalışan, dişlerini beyazlatan, korse giyen erkek de...

- Hiç bir erkek, Amerikan filmlerindeki gibi elinde bir yüzükle gelip, başını köpek yavrusu gibi yana eğip “benimle evlenir misin?” demez. Diyemez! Bu onların “yıkanmayı sevmeyen çocuk” doğalarına aykırı. Diyebilenler “iyi eğitilmiş” olanlar...

- Kadınlar, adamla kafalarında kurdukları projeye âşık oluyor. Adamlar kadının o anki haline. Kadınlar “bu adam niye değişmiyor?” diye kızar, adamlar “bu kadın niye değişti?” diye.

- Sevgiyi imtihan etmek ilişkinin katilidir. Güven tazeleme ihtiyacı kanser gibi yayılan bir şey. Papatyaların kıymetini bilmek lazım.

Yazının devamı...

Halkın değerleriyle daha çok kim alay ediyor?

Başbakanımızın en sevdiği cümle bu olsa gerek. Konuyla ilgili olsun olmasın, kendisini sıkışmış hissettiği an bu cümle çıkıyor ağzından: “Halkın değerleriyle alay edemeyeceksiniz artık”

İktidarının ilk zamanlarında, hani “göbeğini kaşıyan insanlar” “bidon kafalılar” lafları utanmazca edilirken, başı örtülü insanlar apartmanın kapıcı sanılırken, bu laf nispeten doğruydu. Birileri hakikaten halkın bir bölümünü hor görüyordu.

O günlerde buna en çok karşı çıkanlardan biriydim. İçinde bulunduğum kesimin (laikçiler diyelim) onları (muhafazakârlar diyelim) tanımadan, tanımaya zahmet etmeden cahil, vizyonsuz, kıt kanaatli diye yargılamasına kızıyordum. Kızdığımı defalarca da yazdım. “Eleştirmeden önce kendine bak önce: Sen ne kadar entelektüel, ne kadar demokrat, ne kadar insan haklarına saygılısın?” Bu yazılarıma benim cephemdekiler çok kızıyor, arkadaşlarımla aram bozuluyordu. Uzaktan yakından bir ilgim olmadığı halde sırf bu yüzden adım AKP’liye çıktı. Halen de böyle olduğumu sanan çok...

Hâlbuki hiçbir zaman anlatamadım: Benim meselem partilerle ilgili değil. Ben halk içindeki bu ırkçılığa dayanamıyordum. Halkın halka ettiği zulümdü beni üzen. Her iki taraf da memleketin rengini kaçırıyordu.



Aradan on yıl geçti. Bana sorarsanız çok hızlı bir on yıldı bu. Türkiye’nin fikriyatının belki de en çok değiştiği bir on yıldı. İyi kötü birbirimizi tanıdık.

Muhafazakâr kesimden gelenlerin illa da şeriatçı, illa da kör kütük cahil, illa da cumhuriyet ve demokrasi düşmanı olmadığını gördük, anladık. Kimi takdir ettik, kimini sevdik, kimini eleştirdik.

Başörtülüleri artık caz konserinde de görüyoruz, 5 yıldızlı Antalya Golf otellerinde de ciddi düşünce kuruluşlarında da gazete köşelerinde de 1 Mayıs mitinginde de... Hatta 10 Kasım’da da... Herkesin bir başörtülü arkadaşı, değilse de tanışı, değilse de sınıf arkadaşı, değilse de komşusu oldu.

Bu iyi bir şey. Başörtülü görüp irkilen herhalde birkaç İzmirliden başkası kalmadı.



Şehir Tiyatroları’nın yönetimine daha fazla bürokrat sokma meselesine itiraz gelince, bildik kart çıkıverdi ortaya...

Tiyatrocular itiraz ederek Başbakan’a göre “halkın değerleriyle alay etmiş”.

Hâlbuki ortada ne alay var ne konuyla ilgili bir halk var ne de bağlantılı değerleri.

Tiyatrocular alınan son kararı eleştiriyor, Kenan Işık da istifa ediyor.

Bu kadar.

Millet ayaklanmış da “biz bu oyunları istemiyoruz, şunu istiyoruz, bunu istiyoruz, yönetime el konulsun!” demiş de hükümet de bu yönde karar almış da tiyatrocular ona mı itiraz etmiş?

Hayır. O zaman hangi halktan ve değerlerinden söz ediyoruz?

Boş, klişe, doldurma lafı diye es geçmek de mümkün.

Ama sonra şunu düşündüm:

Son on yıla bakınca halkın değerleriyle alay etmek denince akla ilk laikçiler mi gelir yoksa kendisi ve kabinesi mi?

Sanırım sık sık unutuyor. Bu ülkede çeşit çeşit insan var ve hepsi halk dediğiniz o havuzu oluşturuyor. Ve o havuzun sadece yarısı ona oy verdi. Ona oy vermeyenler de halk ve başka değerlere sahip olabilirler. Dahası ona oy verenlerin de farklı değerleri ve öncelikleri var.

İç İşleri Bakanı’nın ettiği lafları daha geçen gün listeledim. Her lafı halkın bir başka bölümünü hedef alıyordu ve son derece rencide ediciydi.

Başbakan’ın kendisi de defalarca halkın bazı bölümlerini aşağılayan, küçümseyen, horlayan, laflar etmiştir.

Çevrecilere vatan haini, beyinsiz, dindar olmayanlara tinerci, sanatçılara zavallı...

Bu hakaretlerin bir çoğundan ben de nasibimi aldım, kah çevreci enerjilerden yana olduğum için, kah dindar olmadığım için, kah ana dilde eğitimi savunduğum için, kah çocuksuz olduğum için, kah gazeteci olduğum için, kah bekar olduğum için.. Say say bitmez...

Hayatım boyunca değer ve önceliklerimle hiç bu kadar doğrudan alay edilmemiştir herhalde.

Sabah ayrı bir ayar, akşam ayrı bir ayar.

Başbakan o gün dinleniyorsa bir bakan seve seve hakarete devam ediyor.

Tekrar soruyorum: Son on yıla bakınca halkın değerleriyle alay etmek denince akla ilk laikçiler mi gelir yoksa kendisi ve kabinesi mi?



Günün twiti:

Beşinde okula gönder, onunda meslek seçtir, lisede evlendir, sütle zehirle, tecavüzüne göz yum... Bu çocuklar size ne yaptı yahu? Bi sevseniz..

Yazının devamı...

Bir aceminin 1 Mayıs izlenimleri

İstanbul Emniyeti “güvenlik önlemlerini” her geçen yıl daha çok abartıyor. Güvenlik çemberi o kadar genişlemiş, o kadar genişlemiş ki Taksim Meydanı’na ulaşmak için vatandaşın en az 40 dakika yürümesi icap ediyor. Hadi trafiği 5 kilometrelik bir çemberde her yerden kestin; araç girmesin, karışıklık olmasın dedin. Metroyu niye kesiyorsun? Devrimci vatandaş spor yapsın diye mi? Göbeklerimiz erisin diye mi? Ne diyeyim Allah razı olsun... Bayramın adını da “1 Mayıs Spor ve İşçi Bayramı” yapalım o zaman. Seneye güvenlik çemberini 10 kilometre yapın bari tam olsun.

DÜNYA BARİYER KARDEŞLİĞİ

- Miting alanına girmek ayrı dert, çıkmak apayrı dert. Her yer bariyer. Kilometrelerce bariyer! Memleketin bütün bariyerleri İstanbul’a mı getirildi kardeşim? Onlar normal zamanda nerede duruyor merek etmedim değil. Ama daha önemli soru: Kimi kimden koruyorlar? Esnafı mitingcilerden mi? Mitingcileri provokasyonlardan mı? Provokasyoncuyu simitçiden mi?

ABDESTLİ KAPİTALİST İSTEMİYORUZ

- Bu yılın en heyecan verici grubu İhsan Eliaçık yönetimindeki “Antikapitalist İslamcılar”dı. AVM inşaatlarında, tersanelerde, maden ocaklarında ölen, çadırlarda yanan, barajlarda boğulan işçiler için Fatih Camii’nde gıyabi namaz kıldıktan sonra Taksim’e yürüyen Devrimci İslamcı kortej, assolist edasıyla alana son gelenlerdendi. Basının da en çok ilgisini onlar çekti.

- Kapitalizimle Mücadele Korteji’nin sloganlarından bazıları: “Abdestli kapitalist istemiyoruz” Tevbe suresinden: “Kenz (biriktirme) ateştir” “İşçiler değil patronlar yanacak” “Kula kulluk edene yazıklar olsun” “İşçi ırgat değil ortaktır”. “Mülk Allah’ındır”... Zaten İhsan Eliaçık’ın birkaç yazısını okuyunca insan anlıyor: antikapitalist İslamcı da olmak pekâlâ mümkün. Bu durumda İslamcı Sol da mümkün..

POMAKLAR, ÇERKEZLER, KIZILBAŞLAR, EŞCİNSELLER...

- 1 Mayıs’ta herkese yer var! İşçi olmaya gerek yok. Ezilmiş olduğunu düşünen herkes oradaydı. Hafif bir devrimci sos ver, kap pankartını çık meydana! Hak mücadelesi değil mi! Öyle. O zaman buyurun kimler ne istiyor:

- Çerkezler ana dillerinde eğitim istiyor. Ve çok hakikatli bir slogan üretmişler: “Bu topraklar daha kaç dile mezar olacak? Asimile olmak istemiyoruz!”

- Hemen arkalarından gelen Pomakların da sanırım aynı talebi var ama Kiril alfabesiyle yazdıkları için ne istediklerini tam anlamadık.

- Kızılbaşlar anladığım kadarıyla saygınlık istiyor.

- Eşcinsel, biseksüel ve travestiler ise “Patronsuz Pezevenksiz Bir Dünya İstiyoruz” ve “Heteroseksizme Teslim Olmayacağız! Ya Eşitlik Ya Hiç!” pankartlarıyla en cesur gruptu. Ben görmedim ama “İbneysem ne olmuş yani” diye bir pankart da varmış. Helal olsun...

AYŞE ARMAN’IN DEVRİMCİ KOSTÜMÜ

- Mitingde Ayşe Arman da vardı. Kargo pantolonu, off-road botları, siyah tişörtüyle fazla özenilmiş miting kostümünü giymişti. İzlenim mi yazacak yoksa “türbanlı”, “obez” , “eşcinsel” tecrübesi serisine “devrimci” bölümünü de mi eklemek istedi halk şiddetle merak etti. “Che tişörtüyle daha başarılı olabilirdi” dedi bol bıyıklı sendikacı bir ağabeyim. Seneye o da olur inşallah...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.