Şampiy10
Magazin
Gündem

Yeni moda: Bir kadın 2 erkek

Aklınıza bir seks pozisyonu gelmesin. Yunanistan’ın saygıngazetesi “To Vima” enine boyuna bu konuyu işlemiş.

Gazetenin haberinde göre Yunanistan’da iki hatta üç erkekle beraber ilişki kuran kadınların sayısı giderek artıyormuş.

Esas ilginç olan ilişkide olan erkekler kadının diğer ilişkilerinden haberdar! Yani yalan, kaçak, göçek yok. Yıllar evvel Almanya’yı karıştıran bir kitap yayınlanmıştı: “BirErkek Yetmez!” (Ein Mann Ist Nicht Genug) Psikolog olan yazar Regina Schneider, kadınların zeka ve duygusal evriminin, erkeklerin evriminden çok daha hızlı olduğunu, bu yüzden de pratikte bir erkeği asla yetmeyeceğini iddia edip milleti ayağa kaldırmıştı. Dediği şu: Kadınlar kendi ayakları üzerinde durmaya başladıklarından beri ilişkiden beklentileri eskiye göre hem çok farklı hem de çok çeşitli. Günümüz erkeği bu ihtiyaçları karşılayacak kadar evrimleşmiş değil.

Yani “bu kadınlar ne istiyor anlamadım kardeşim yeaaa” aslında kadınların karmaşıklığını değil erkeklerin eksikliğini gösteren bir geyik. (Yoksa regl öncesi hariç- anlaşılmaz değiliz.)

Schneider, pratikte bir adet erkeğin kadına yetmeyeceğini pek güzel anlatmıştı. Duygusal, seksüel, entelektüel ihtiyaçlarımız asla birerkekte toplanamıyor çünkü.

Fakat bu “durumun” Yunanistan’da fiiliyata geçeceğini hiç tahmin etmezdim doğrusu!

Yunan Gazetesi To Vima’daki makaleden öğreniyoruz ki Yunan kadınlarının bazıları “birinde para, öbüründe seks, başkasında da zekâ var” diyerek paralel ilişkiler kuruyorlar. Hatta AYNI evde yaşayanlar da varmış! (“Ohaa”larınız buraya kadar geldi...)

Bu kadınların hiçbiri hafif meşrep veya ezik değil. Aksine başarılı, eğitimli, maddi durumu da iyi kadınlar. Mesela Maria durumu şöyle izah etmiş: “Mükemmel erkek,mükemmel ev gibidir: Yani yoktur. O zaman ben de kışlık ev ile beraber bir deyazlığım olsun dedim.”

42 yaşındaki Nadia ise hem Vasili hem de Markos ile beraber. Niye? Biri çocuğuna babalık yapıyor biri ise evin neşesi! Markos yanlarına taşınabilmek için yalvarıyormuş!

Şimdi bizim Türk erkekleri eminim hemen çıkıp diyecekler ki “Yunan erkekleri kadınları tatmin edemiyorlar.”

Hadi Yunan erkeği krizden dolayı diyelim “iktidarını” kaybetti peki bunun Amerika Birleşik Devletleri’nde de moda olmaya başladığını söylesem?! Yani bizim bu taraflarda “erkekler 4 kadınla evlensin” denirken orada iş tersine dönmüş!



Malumatfuruş ablanızdan bir Pazar bilgisi daha gelsin ve konu kapansın:

Yunanistan yarımadası tek kadın-çok erkekli yapıya çok da yabancı değil aslında.

Spartalıları bilirsiniz. Tek dertleri dayanıklı savaşçı yetiştirmek olan acayip bir kavim. (bkz: 300 Spartalı) Çocukları doğduktan sonra üç gün doğanın ortasında bırakıyorlar ki sağlam olmayanlar ölsün, sadece dayanıklı olanlar yaşayıp üresin diye. Doğal ayıklamayı kendileri yapıyor yani.

İşte yine aynı zihniyetle aynı kadınla 3 hatta 4 erkeğin sevişmesine izin verirlermiş. Zina değilmiş bu! Mükemmel çocuğun doğabilmesi için!

Antik Atina’da ise (yani 2500 yıl önce) genç kadınlarla evlenen zengin yaşlıların, karılarının başkası ile sevişip çocuk yapmasına izin verdikleri oluyormuş. Ki nesil sağlam olsun..



Alaçatı’nın yeni güzelleri

Vintage: Geçen sene açılmış çok hoş bir küçük otel. Yeri ana caddenin (Kemalpaşa) hemen başında. Sahipleri genç ve güzel bir çift: Yeliz ve Akın.Yeliz bizim gazetenin de avukatlığını yapmış bir hukukçu. Benim kim bilir kaçdavama baktı, Tuğçe Baran’ın kim bilir ne kadar kahrını çekti, yıllar sonraburada karşılaştık iyi mi! Akın ise emlakçi. O da sıkılmış şehir hayatından. Sonra çok süper bir karar almışlar ve Alaçatı’ya yerleşmişler. Eski bir evi kiralayıp baştan aşağıya yeniden yapmışlar. Şimdi süper mutlu bir çift olarak, senin benim gibi şehir yorgunlarını mutlu ediyorlar.

Arkada küçük ama ferah bir bahçeleri var. 20 çeşnili kahvaltılarını orada veriyorlar. Fakat esas hadise odaları. Acayip seksi odaları var: Bir ikitanesinde küvet odanın tam ortasında! www.gezginsincap.com/vintage-otel

Morro: Buraya da bayıldım! Yine ana caddenin bittiği yerde, sessiz sakin bir sokakta tam bir Alaçatı evi! Nefis bir bahçe, harika bir havuz. Amabeni tavlayan kocaman mutfakları oldu...

Mutfak insanı diye bir tür varsa ben oyum. Kalbim mutfaklara çarpıyor. Mutfak oturulur bir yer olsun, yemeği pişerken göreyim, koklayayım. Morro’nun mutfağı tam böyle. Hayat var, neşe var bu mutfakta. Görür görmez dedim buradan kötü bir şey çıkamaz. Vedat, İstanbul’daki Morro ve Pidos restoranlarının daişletmecisi. Zeyneple çok güzel bir yer yapmışlar. www.gezginsincap.com/Morro-Alacati

Yazının devamı...

Otun da festivalini yaptılar

Otun festivali mi olur? Kime desem aynı şeyi söylüyor. Tabii bunu soranlar Egeli olmayanlar. Bir Egeli içinse “ot ayları” başlı başına bir festival zaten. (bkz: Mezarıma şevketibostan ekin) (bkz: Gül yerine bir demet radika ile gel sevgilim)

Hafta sonu Alaçatı’daydım. 3. Alaçatı Ot Festivali için.. Duydum ve apar topar gittim.. Pazar günü “şaşkın yolcu maceralarımı” okudunuz zaten. Açıkçası, çok ama çok güzel bir hafta sonuydu. TRT belgesel hazırlayacakmış, o yüzden cumartesiden başladı faaliyet.

Ben, cumartesi akşamüstü, Hacı Memiş Camii’nin bahçesindeki klasik müzik konserine yetiştim. Güneş tatlı tatlı batıyordu, karnım çok fena acıkmıştı. Hemen az ileride, memleketin en güzel, en heyecanlı yemeklerini yapan “Asma Yaprağı”na oturdum. Bir yandan balkabağından yapılabilecek en güzel zeytinyağlı yemeği yerken, bir yandan Pachelbel’in Canon in D’sini dinledim. Bir yandan kırmızı mercimek fava kaşıklarken, bir yandan Vivaldi’nin İlkbahar’ına ritim tuttum. Bir yandan frig pilavı yerken (ve her bir taneyi ağzımda çıt çıt ederken), bir yandan Boccherini’nin Minuet’ini yönettim... Sallamasyon tabii!

Sadece bunun için bile o bol rötarlı yolculuğu yapmaya değerdi. Dokuz Eylül Üniversitesi Oda Orkestrası içimizi açtı, mutluluk verdi.

Güzellik ertesi gün devam etti. Caminin etrafındaki meydanda tezgâhlar kurulmuş, bin bir çeşit ot satılıyordu. Şevketibostanlar, radikalar, ebegümeciler, yabani kuşkonmazlar, rezeneler, kekikler...

Sadece ot da değil! Ot kavurmalar, otlu börekler, otlu mısır ekmekleri, otlu levrek, hatta hatta şevketibostan tohumu bile! Ek, evinde yetiştir.. Az kaldı alacaktım! Hatırlatırım: benim bir bahçem yok!

Ama asıl olay yarışmaydı. En güzel otlu yemek yarışması.. Sunuculuğunu TV8’den Erkan Tan’ın yaptığı yarışmanın jüri üyeleri Ayhan Sicimoğlu’ndan başlıyor, ot yemeklerinin bir başka uzmanı olan, Zeytinbağ Oteli’nin sahibi Erhan Şeker’e kadar gidiyordu. İşin güzeli, katılımcılar arasında Alaçatılı Hatice teyzeler de vardı, Sakız Adalı Dimitris’ler de Alaçatı’ya yerleşmiş, Amerikalı Mendy’ler de..

Üçüncü gelen Mendy Kirk’ün rezene, pırasa, kekik ve haşhaşlı tartını merak etmedim değil.

Düzenleyen ve katkıda bulunan herkesin eline sağlık. Ve şaşırarak gördüm ki insanların böyle şeylere ilgisi çok büyük. Alaçatı sokakları, sezon dışı olmamıza rağmen acayip kalabalıktı. Demek akıllı işlerle sezon uzatılabiliyor.

Bu hafta sonu da (15 Nisan 2012) “Uçurtma Festivali” var yine Alaçatı’da.



Kuzugöbeğine buyrun!

13-14-15 Nisan’da ise Fethiye’nin Yeşilüzümlü beldesinde buna benzer bir festival var. Kuzugöbeği Festivali.

Kuzugöbeği bir çeşit mantar. Latincesi Morel. Yediğim en şahane mantarlardan. Yeşilüzümlü Dikencik Evleri’nden Ayşe Hanım da olağanüstü güzel pişiriyor.

Ben iki sene önce 2’sine gitmiştim. Nefis geçiyor. Hep beraber mantar toplamaya çıkılıyor, kazanlarda mantar çorbası pişiriliyor, tepedeki antik kent Kadyanda’ya yürünüyor, 2000 yıllık tiyatroda güzel bir klasik müzik dinletisi oluyor. www.kuzugobegifest.com

Şunu anladım. Uzun tatillerdense böyle iki günlüğüne, üstelik de bir amaç için bir yerlere kaçmak insana çok daha iyi geliyor.

Yazının devamı...

Acımasız tıp gerçekleri: Modern tıbbın karanlık yüzü

Carl Elliot Amerikalı bir hekim. Babası da hekim. Hayatı doğduğundan beri tıp dünyası içinde geçmiş.

“Beyaz Önlük Siyah Şapka: Modern Tıbbın Karanlık Yüzüne Yolculuk” isimli kitabını okuyorum. İlaç endüstrisinin sağlımız üzerinde nasıl at koşturduklarına dair çok ama çok ürkütücü bilgiler içeriyor.

- Denekler ne kadar sağlıklı?

İlaçlar biliyorsunuz önce denekler üzerinde deneniyor. Peki bu denekler kimlerdir? İlaç prospektüslerinde şöyle bir cümle geçer: “Gönüllü denekler üzerinde yapılan testlerde...” Peki aklı başında kim üzerinde ilaç deneyi yapılmasına izin verir? Para verirsen işler değişiyor! İlaç kobaylığı bilhassa Amerika Birleşik Devletleri’nde profesyonel bir iş haline gelmiş durumda. İlaç şirketleri deneklere çok cazip miktarda paralar vermekteler. İlaç ne kadar riskli ve deney süresi ne kadar uzunsa o kadar çok para kazanılıyor. Bu kişilerin çoğu işsiz. Kimi çalışma iznine sahip olmayan kaçak göçmenler. Bir kere alışan, yan etkileri ne olursa olsun devam ediyor. Yılda en az on deneye katılıyorlar. Vücudu kimyasalla dolu bir insan bize ne kadar sağlıklı sonuç verebilir?

- Deney endüstrisi

Eskiden ilaç deneyleri tıp fakültelerinde yapılırdı. Şimdi yüzde 80’i, özel sektör tarafından ücret karşılığında yapılıyor. Yani ilaç deneyleri ciddi bir iş dalı. Kur firmanı, bul bin kişi, tut bir gözlerden uzak motel, yap deneyini. Bu firmaların yaptığı işler ABD’de bile adam gibi denetlenmiyor. Hangi koşullarda, etik ve sağlık kurallarına uygun mu, belli değil. Denetim kâğıt üzerinden.

- Denek olduğunu bilmeyen azgelişmiş ülke hastaları

Nijerya gibi azgelişmiş ülkelerde hastalar iyileşmek için bazen denek olmaya razı oluyorlar. Ama bazen haberleri bile olmuyor kobay olduklarının! Vahşi çark şöyle işliyor: Tedavi edilmeye çalışılan gruplarından birine eski ama işe yarar ilaç veriliyor, bir gruba yeni ilaç. Fakat eski ilacın dozu eksik veriliyor ki rapor sonucu yeni ilacı kullanan grubun lehinde çıksın. Hastaların bazılarının göz göre göre iyileşmediği yetmiyormuş gibi, bize de o sonuçlara göre “A bak bu daha iyi!” diye yeni ilaçlar kakalanıyor.

- Hayalet makale yazarları

Hani tıbbın olmazsa olmaz makale yazarlığı var ya.. Saygın tıp dergilerinde bir jürinin onayından geçmiş makalen yayımlanmamışsa adamdan sayılmıyorsun. Bunu bilen ilaç şirketleri elemanlarına makaleler yazdırıyor, sonra bir profesöre para teklif ediyorlar, kabul ederse makale onun ismiyle dergide yayımlanıyor. Başka doktorlar da oyunun farkında olmadan bunu ciddiye alıyor.

- Saklanan yan etkiler

İşte bu hayalet yazarların yazdığı makalelerde bazen ilaçların yan etkileri ustaca saklanabiliyor veya önemli değilmiş havası verilebiliyor. Veya aslında genel olarak işe yaramayan bir antibiyotik, çok tali bir bakteriyi öldürdüğü için göklere çıkartabiliyor.

- İlaç mümessillerinin kıskacındaki doktorlar

İlaç şirketlerinde tanıtım elemanları çalışır ve ilaçları tanıtmak için sık sık doktorları ziyaret ederler. Bu ilaç mümessilleri doktorları ilacı reçetelerine yazmaları için ikna etmeye de çalışır. Ama bu çoğu zaman ilacı övmekle değil, hediyelerle oluyor. ABD’de doktor başına 2,5 tanıtım elemanı düşüyor şu an. Yani doktordan çok reprezant var. Bu ne demek? Yakışıklı, güzel ve cana yakın reprezantların doktor ziyaretleri kesinlikle ve kesinlikle kâr olarak geri dönüyor. Hesap ortada: İlaç sektöründe tanıtım için harcanan her 1 dolar, ilaç şirketine 10,25 dolar olarak geri dönüyor.

- Doktorlar aksini iddia etse de hediyeler işe yarıyor!

Doktorlar tabii ki “Bir kalem, bir defter veya bir Antalya gezisi uğruna hastalarımın sağlığını tehlikeye atmam” diyeceklerdir. Ama kazın ayağı öyle değil. Bir hastanenin kardiyoloji bölümü topluca tatile götürülmüş. Tatil boyunca hiç ilaçlarından söz edilmemiş. Doktorlar döndükten sonra bu ilaç firmasının iki ilacını çok daha fazla yazmaya başlamışlar. Hediye dışında reprezantın cana yakınlığı da önemli. Çoğu doktor sevdiği mümessilin ilacını yazıyor!

Nasıl? Çok güzel değil mi!

Yazının devamı...

Git bakalım büyük kız.. Çiçekle karşılasın seni yine..

Meral Okay’la iki kere röportaj yaptım.

“Gel bakalım küçük kız” demişti ilk karşılaşmamızda. Mesleğe yani başladığım dönemdeydi. 16-17 yıl önce. Hangi konuda röportaj yapmak için gittiğimi hatırlamıyorum şimdi. Zaten beş dakika sonra bir önemi kalmamıştı. Hayata, aşka, geleceğe, geleceksizliğe dair o kadar güzel, o kadar dürüst, o kadar bana değen sözler ediyordu ki büyülenip kalmıştım orada...

Günlerce düşünmüştüm söylediklerini. Röportajı çözdükten ve yayınladıktan sonra tekrar dinlediğim tek ve muhtemelen son söyleşimdir...



“Ara beni” demişti.

Aramamıştım. Bir daha beni hatırlamaz diye düşünmüştüm.

Yıllar sonra başka bir röportaj için buluştuk. Görür görmez yine “gel bakalım küçük kız” demişti. “Niye aramadın beni?”

Çok ama çok şaşırmıştım. Unutmamıştı. Ne beni ne arama sözümü.

Ama işte ben, asosyal eşek kafa ben, yine arayamamıştım. Çok istediğim halde.



Neden bu kadını bu kadar sevdik diye düşünüyorum..

Neydi ondaki olağanüstülük?

Neden tanıyan herkes büyüleniyordu ondan?

Tek tek röportajlarını okumaya başladım.

Bir imbik gibi duruyordu işte karşımızda.

Tek bir sözü, tek bir cümlesi yoktu ki öylesine edilmiş olsun.

Ama bizi en kıskıvrak yakalayan, İsa’nın haçı taşıdığı gibi yüklendiği ölümsüz aşkıydı galiba. Ve o ölümsüz aşkın karşısındaki kendi duruşu.

“En zoru bir ölüye âşık kalmak” demiş dokuz yıl önce Ayşe Arman’a.

“Bir şölen gibi, bir lunapark gibi sevdalık yaşayınca, bu görkemi taşımayan her şey bir çadır tiyatrosu gibi geliyor insana” demiş bir başka yerde.

Galiba kendimizi en zavallı, en küçük, büyük bir aşk karşısındayken hissediyoruz. Büyük aşklar, kendi çadır tiyatrolarımızın sefilliğini yüzümüze vuruyor. O ta en içimizi yakıyor...



“En başa çıkamadığım yaşamak” demiş sonra yine bir yerde.

Haklıymış. Henüz 53 yaşındayken aramızdan ayrıldı.

Git bakalım büyük kız...

Çiçeklerle karşılasın gene seni Yaman’ın. Yaşarken her gün yaptığı gibi.

Yazının devamı...

Şaşkın bir yolcunun Pazar notları

- Günün sorusu: “Dünyanın En Şaşkın Yolcusu Ödülü” diye birşey var mı? Veya “İbiş Yolcu Oskarı/Nobeli” falan? Varsa ciddi ciddi adaylığımıkoymak istiyorum. Ödülün ismi de “Boş Kontuar Ödülü” olsun. Zira hayatımkontuarları boş bulmakla geçiyor. Ya çoğu zaman olduğu gibi çoktan kapanmışoluyor veya bugün olduğu gibi açılmasına 3 saat! Uçağım 10.30’da imiş amanedense benim aklımda 8.30 kalmış. ‘Hadi bu sefer yürek kalkımı olmasın’, ‘kalbimsıkışmasın’ diye ekstra ekstra erken DE gitmeyeyim mi? Uçak da 2 saat rötaryapmasın mı? Beş saatim hıyar gibi havaalanında geçti... Ödülü alnımın akıylahak etmiyor muyum allasen?

- Bu arada Atatürk Havaalanı İç Hatlar çarşısı yeterincezengin değil. Şapşal yolcu sinirini abuk subuk alışveriş yaparak çıkaramıyorefendim! (Esnaf, duy sesimi!)

- İzmir’e vardım sonunda velâkin şaşkın yolcunun maceralarıbiter mi? Bitmez. Metroya bineyim dedim yanlış yöne binmişim. Üçyol’a Cumaovasıüzerinden giden tek insan ben isem, “Şaşkın Yolcu” ödülümü duble istiyorum!

- İzmir’in erguvanları çoktan açmış! Niye kimse habervermiyor? Ortalık harikulade bir şekilde mosmor! Hâlbuki İstanbul’dakiler dahatomurcuk halindeler. Bu arada İzmir’in erguvan nüfusu da hiç azımsanacak gibideğilmiş.

- İzmir’de bir İstanbulluyu nasıl anlarsınız? Herkesin tiriltiril giysilerle dolaştığı sokaklarda siyah kalın mus çorabıyla dolaşan birKezban varsa bilin ki İstanbullu. (bkz: ben)

- Peki İzmir ve İstanbul’un 38 bedeni nasıl bu kadar farklıoluyor biri bunu bana açıklayabilir mi? “Gevrek”, “darı”, “tomat”, “çiğdem”ianladık da aslında 34 beden pantolonları 38 beden şekline etiketlemek neyinnesi? Üzerimdeki “kış Kezban”ı kıyafetlerimi değiştireyim dedim, Üçyol’da birmağazaya girdim, kendimi resmen morbid obez gibi hissettim! Ulan tek bir çaputolmadı iyi mi! Tezgahtar kız “size laaarç olur ancak” deyince nara ataraksokağa attım kendimi.

- Neyse ki sonunda hedefe varabildim. Alaçatı. Sebep de “OtFestivali”. Velâkin geldiğimde tezgahlar çoktan toplanmıştı. Yarın yineaçacaklarmış. Umarım ibişlik laneti devam etmez de iki laf yazabilirimburaya...



Okur köşesi: Canan Karatay şiiri

Bilirsiniz, çok fazla okur mektubu yayınlamam. Fakat İzmir’den yazan Alper Göncü’nün “Karatay Şiiri” çok hoşuma gitti. Resmen bayıldım. Pazarneşemiz olsun...

KARATAY

Denedik bir heves Atkins’i, Dukan’ı

Hizaya getirir bunlardan bıkanı

Kimine gül, kimine deve dikeni

İnsanı şekle sokar Karatay diyeti



Çorba, bakliyat bir de imambayıldı,

Günde üç öğün lokmalar sayıldı,

Hocanın namı tüm âleme yayıldı

Farkla öne çıkar Karatay diyeti



Geçit yok simit ile beyaz ekmeğe,

Kursağımız alışır üç beş lokmaya

Gerek kalmaz kolesterole bakmaya

Sonucu aşikar Karatay diyeti



Bir avuç çerez ve Mürdüm eriği,

Yok saydık abur cubur, öte beriyi

Sebat etmek diyetin temel direği

Tabuları yıkar Karatay diyeti



Ara öğünleri hepten kaldırınca,

İki yumurtayı suya daldırınca,

Terazi düşük sıklet bildirince

Suni gıdaya takar Karatay diyeti



Kemere iki delik daha deldirdik,

Bülbül çanağına iştahla saldırdık

Leptin direncini ortadan kaldırdık,

Yağları tez yakar Karatay diyeti

ALPER GÖNCÜ/İZMİR

Yazının devamı...

Acımasız tuvalet gerçekleri


- Dünyanın yarısının tuvaleti yok. Yani 3,5 milyar insan,bulduğu en yakın boşluğa yapıyor.

- En çok ölüm tuvaletsizlik yüzünden meydana geliyor. İshal yüzünden her 15 saniyede bir, bir çocuk ölüyor. Veya şöyle diyelim: Her iki saatte bir, çocuk dolu bir jumbo jet yere çakılıyor.

- Alaturkcılar haklı! Çömelerek yapmak daha sağlıklı. Oturak yapıldığı zaman kalın bağırsağın son boğumu ‘gerekli düzlüğe’ kavuşmuyor. Hesap etmişler çömelerek yapanlar 51 saniyede işlerini görürken, oturarak yapanların 130 saniyeye ihtiyaçları olmuş. Basur ve kabızlığın bir nedeni de oturarak yapmakmış.

- İlk paralı tuvalet 1851’de Londra’daki “Büyük Fuar” sırasında tesisatçı George Jennings tarafından açılmış. Bir penny ile çalışan tuvaleti 827 bin 280 kişi kullanmış. Jennings süper zengin olmuş.

- Dünyada 17 milyon kişi “utangaç mesane sendromu”dan mustarip. Ne demek bu? Umumi tuvaletlerde (yani başkalarının yanında) işini görememek. Patlıyorlar ama yapamıyorlar.

- Sifonlu tuvaletin icadı 300 yıl öncesine gidiyor. Tavana yakın bir yerde, ipe bağlı bir kovayla başlamış. Altına da koku geri gelmesin diye S boru konulmuş. O günden bu güne sistemde değişen bir şey yok. Suyu kıt bölgeler için tümüyle manasız.

- Tuvalete en düşkün olanlar Japonlar. Evlerin yüzde 72’sinde ergonomik, ısıtmalı, sıcak suyla yıkamalı, buharla kurutmalı, hatta dışkı ve idrar analiz yapan klozetlerden var. İşin garibi, 70 yıl öncesine kadarJaponlar taharetlenme diye bir şey yok! Tümüyle bir pazarlama dehasının işi.

- Amerika Birleşik Devleti’nde ilk rezervuarlar 17 litre imiş. Çok su harcıyor diye devlet 9 litreye düşürmüş rezervuar hacmini. “Bu kadarcık su yeterince temizlemiyor” diye bazı Amerikalılar Kanada’dan kaçak tuvalet getirtmiş.

- Bangladeş’in başkentinde sadece 17 adet umumi tuvalet mevcut. Nüfus 15 milyon. Peki durum İngiltere’de farklı mı? 500 bin kişilik Manchester’da sadece bir adet umumi tuvalet var. Londra’da 16 bin kişiye bir adet umumi WC düşüyor. İngiltere’de milyonlarca yaşlı insanlar, tuvalet bulamayacakları korkusuyla evlerinden dışarı çıkamaz olmuş. Ve buna da “mesane tasması” deniyor.

- Belediyelerin en başa çıkamadığı şey sokağa işeme olayı. Sidney Belediyesi her yıl 10 milyon Avustralya dolarını sokakları söz konusu sıvıdan temizleme için harcıyor. Paris Belediyesi işeyene idrarını geri püskürten şekilli duvarlar koymuş sağa sola. Londra belediyesi cumartesi geceleri ve maç çıkışlarına portatif tuvalet yerleştiriyor. Hindistan’da Mumbai belediyesi ise tuvalet yapmak yerine dinî hassasiyete güvenmiş. Duvarlara sıkaralıklarla her dinin sembolünü asmış. Olay anında durmuş. (Parası olmayan Belediyelerimize öneri)

- Kadınlar tuvalette erkeklerden iki kat daha uzun vakit harcıyor. Buna rağmen ısrarla eşit sayıda tuvalet yapan mimar, mühendis, müteahhitleri neyapmak lazım dersiniz?

- İnsanlar kakadan iğrenir. Bu hayati bir reflekstir, böylece kendimizi hastalıklardan daha iyi koruyabiliriz. Ancak anne olunca iş değişiyor! Yapılan bir çalışmada, annelere kirli bezler sunulmuş ve anneler her seferinde, hangisi kimin bilmeden, kendi bebeklerinin kakasını diğer bebeklerinkinden “daha az iğrenç” diye notlandırmış! Tüyleriniz diken diken oldu di mi? Allahın işi deme de dur!

- Bir ailenin yıllık “malum madde” üretimi: Bir ton. Lifli besinler yerseniz daha çok, rafine ve proteinli yiyecekler yerseniz daha az.

- Kendi dışınızı yemek istemiyorsanız sifonu çekmeden önce mutlaka tuvalet kapağını kapatın! Sifon çektikten sonra oluşan su zerrecikleri 1,8 metreye kadar gidebiliyor. Açıkta diş fırçanız varsa ki vardır- üzerine ‘ne’ konduğunu ben söylemeyim, siz söyleyin...

- Son söz: istediğiniz kadar temizleyin tuvaletiniz bir bakteri yuvası. Onları evinizin başka yerlerine taşımak istemiyorsanız çözüm yine klasik Türk ailesi çözümü: Tuvalet terliği ayrı, ev terliği ayrı, teras terliği ayrı he mi çocuuum...

(Kaynak: Colors Dergisi)

Yazının devamı...

Dindar değil YAŞAYAN bir nesil yetiştirin Başbakanım!

Tarım ilaçları konusu hiç ama hiç masum bir konu değil. Anlı şanlı yazarlarımız siyasetle uğraşmaktan başka bir şey bilmiyor. Memleketi öyle kurtaracaklarını sanıyorlar.

İsterdim ki bu konu herkesin gündemi olsun. İsterdim ki manşetlerimiz bu konuda olsun. İsterdim ki milletvekillerimizden bir taneciği olsun Türkiye’deki Tarım İlaçları ve kanser konusunda bir araştırma yapıp meclise sunsun. İsterdim ki Başbakanımız “dindar bir nesil yetiştirmek istiyoruz” yerine “kanser olmayacak olan, sağlıklı bir nesil yetiştirmek istiyoruz” desin.

Ama yooook. 4 artı 4 laiklik eder mi, 12 Eylül davasına kim müdahil olsun, okullarda Kuran dersi olsun mu...

Salı günü yazdım. Tarım ilaçları rastgele kullanılıyor ve anne sütü dâhil her tarafımıza bulaşmış durumda! Nükleerin, GDO’nun olası zararları tartışılıyor ama an itibarıyla yaşadığımız felaket kimseyi ilgilendirmiyor.

Ülkede kanser vakaları almış başını gidiyor, kanser olma yaşı 25’lere düşmüş durumda biz hala 4 artı 4 mü olsun 5 artı 3 mü olsun diyoruz!

Bu çocuklar okullarından kanser olmadan mezun olabilecek mi acaba?

Esas mesele budur hanımlar, beyler!

Salı günü tarım ilaçlarının bilinçsiz veya KASTEN yanlış kullanımı nedeniyle oluşan sağlık problemlerinden söz ettim.

Sadece o kadarla kalmıyor. Bizimle beraber bütün canlılar etkileniyor.

“Bilinçsiz Tarım İlacı Kullanımı Engellenerek Üretimin Her Aşamasında İzlenebilirliğin Sağlanması; Çevre, Sağlık ve Pazarlama Sorunlarının Ortadan Kaldırılması” konusunda proje yapan ve yaşadığı Alaşehir Manisa’da 185 çiftçiyle çalışma yapıp, sağlığa zararlı olmayan ürün yetiştirmelerini sağlayan Ziraat Mühendisi Sami Çeltikoğlu durumu şöyle özetliyor:



1- Toplu balık ölümleri

Azotlu gübreler fazla kullanıldığında bu azot yağmur veya sulamalarla yeraltı sularına karışarak göl ve denizlere ulaşır. Bu azot güneş ışınlarına maruz kalınca fotosentez yapan canlıların (fitoplanktonlar, algler gibi) sayısı bir anda büyük sayılara ulaşır. Bu olaya “alg patlaması” denir. Gün ışığında büyük sayılara ulaşarak suya oksijen veren bu algler; güneşin batması ile birlikte oksijen üretmek yerine oksijen tüketerek karbondioksit üretmeye başlarlar. İşte bu yoğun alg nüfusu sudaki bütün oksijeni tüketir ve suda oksijene ihtiyaç duyan balık, yengeç vb. canlıların tümü bir anda ölür. Ayrıca çoğalan algler güneş ışınlarını da gölgelediği için diğer canlılara yuva, doğumhane, besin görevi yapan tabandaki bitkiler de fotosentez yapamaz ve ölür. Bu ölü bitkiler çürürken de oksijen tüketerek karbondioksit üretirler. Son olarak azotu bitiren algler de açlıktan ölür. Ve o suda neredeyse hiç canlı kalmaz. Bkz: Bafa Gölü

2- İçme sularının kirlenmesi

Bilinçsiz kullanılan tarım ilaçları içme suyu kaynaklarını da kirletmektedir. Bu durumdan başta insanlar olmak üzere doğadaki tüm canlılar olumsuz etkilenmektedir. Ayrıca çiftlik hayvanlarının tükettikleri kirli sular ile et, süt, yumurta gibi hayvansal ürünlerle sağlığa çok zararlı ağır metaller insanlara geçebilmektedir.

3- Hava kirliliği

Aşırı tarım ilacı havaya karışarak havanın doğal yapısını bozar ve özellikle akciğer dokuları tahrip eder. Her yıl tonlarca kükürtdioksit (SO2) çeşitli kaynaklardan yayınlanarak, atmosfere karışmaktadır. Bunun sonucu olarak bronşit, anfizem ve diğer akciğer hastalık semptomları meydana gelir.

4 Boş tarım ilacı kutuları

Tarım İlaçlarının bu kadar etkisi olduğu gibi birde diğer problem boş tarım ilacı ambalajlarıdır. Çoğunlukla birçok kamu kurum ve kuruluşunun halının altına süpürdüğü bir olay olan tarım ilacı atıklarının imhası aslıda kronikleşen ve birçok felakete sebep olan bir problemdir. Çünkü üretici bu konuda o kadar bilinçsiz ki, boş tarım ilacı ambalajını suda yıkayarak kendisine içme suyu sürahisi yapacak şekildedir. Hatta bulunduğumuz bölgede boş tarım ilacı ambalajlarındaki su birikintisinden su içen hayvanlarda ölümler gözlenmektedir.



Dr. Yavuz Dizdar’ın dün Mine Şenocaklı’ya söyledikleriyle birleştirince bu ülkenin en büyük sorunun TARIM VE HAYVANCILIK AHLAKSIZLIĞI olduğunu düşünüyorum.

Ve soruyorum: Devlet ne işe yarar?

Yazının devamı...

GDO’yu bırak tarım ilacına bak!

Mine Şenocaklı’nın Dr. Yavuz Dizdar ile yaptığı, dün başlayan ve bugün de devam eden röportajını okuyorsunuz umarım. Umarım Tarım Bakanımız da okuyordur. Dr. Dizdar, arkadaşlarını zehirleyip istifra etmelerine neden olan portakalı analiz ediyor ve portakalın az önce tarım ilacına batırılıp gibi tarım ilacı kalıntısı taşıdığını fark ediyor.

Kaç zamandır benim da aklımda bu konuda yazmak vardı, Greenpeace’nin Türk meyve sebzeleriyle ilgili uyarısından sonra Mine’nin röportajına benim de katkım olsun istedim.



Sami Çeltikoğlu ziraat mühendisi. Ailesiyle Manisa Alaşehir’de yaşıyor ve dededen kalma arazilerinde çiftçilik yapıyor. Annesi kanser oluyor. Doktor il olarak nerede yaşadıklarını soruyor. Tarım bölgesinden geldiklerini öğrenince “muhtemelen tarım ilacından” diyor.

Çeltikoğlu zaten bildiği konu üzerinde bilimsel araştırma yapıyor ve Türkiye’de tarım ilaçlarının gereğinden kat be kat fazla kullanıldığını rapor ediyor.

Tarım Bakanı Mehdi istediği kadar Greanpeace’a “iftira atıyorlar” desin gerçekler hiç de onun arzu ettiği gibi değil.

Buyrun kaynağından cevaplar...

TARIM İLAÇLARI NASIL KULLANILIYOR

Tarım ilacının faydalı olup ve zararlı olmaması için üç kural çok önemlidir: Doğru ilaç, doğru doz ve doğru zaman. Peki Türkiye’de nasıl işler nasıl yürüyor?

- Bu ilaçlar bakanlığın tavsiye ettiği ilaçlar olabilir de olmayabilir de. Zira denetim yok. Reçetede A ilacı yazar ama üreticiye B ilacı da verilmiş olabilir. İş ilaç şirketlerinin yönetimine geçmiş durumda.

- İlacın nasıl kullanılacağını üreticiye bayii anlatır. “Gece sıkılacak”, “100 litreye 20 gr ilaç atılacak” vs.

- Fakat üretici çoğu zaman söylenenden daha fazla ilaç kullanır. İlacın kullanım talimatında yazan bilgileri dikkate almaz ve “bu kadarı bu böceği öldürmez” diyerek diyelim 20 gr yerine 25 gr atar. Doğru doz kuralı ihlal olmuştur.

- Çiftçi için doğru zamanlama her zaman “yağmurdan sonra”dır. Her yağmurdan sonra üretici ilaçlama yapar. ANCAK her yağmurdan sonra ilaçlama yapılacak diye bir şey yok. Hastalığın ve zararlının durumuna göre yapılması lazımdır. Çiftçi “acaba yağmur yıkamış mıdır?” diye aynı ilacı yeniden basar. Fakat aynı böceğe aynı ilacı durmadan sıktığınız zaman böcek ilaca dayanıklı hale gelmeye başlar. Bu sefer 100 litreye 30 gram koyar.

- İlaçlama ile hasat arasında da mutlak bir bekleme süresi var. Diyelim üzüm yetiştiriyorsun ve 35 günlük bekleme, parçalanma süresi olan bir ilaç sıktın. 1 Nisan’da ilaç attıysan ancak 5 Mayıs’ta hasat yapabilirsin. Fakat o anda bir tüccar geliyor, iyi fiyat veriyor ve ürün tarladan kaldırılıyor. İlaç hooop soframızda.

- Üreticinin tarım ilaçlarının zararları hakkında hemen hemen hiç bir bilgisi yok. Kimse de anlatmıyor.

- Tarım İl Müdürlükleri bürokrasiyle uğraşmaktan tarlalara gidemiyor.

- Köylü ilaçlama yapmaya ne zaman karar verir? Kahvenin önünden ilaçlama aleti takmış bir traktör geçtiği zaman. Halbuki Ali’yle Mehmet’in tarlasının durumu aynı değil. Belki ürünleri bile aynı değil.

- Ve şimdi en çarpıcı bilgiyi veriyorum: Tarım Bakanlığının çıkardığı bir kitap var. Kitapta her zararlı için kullanılması gereken ilaç ve dozlar yazıyor. İlaçlamayı üç gruba ayırmış: Avrupa Birliği’ne ihraç edecekseniz için şu ilacı kullanmayın, Rusya’ya ihraç edecekseniz şu ilacı kullanmayın, Amerika’ya ihraç edecekseniz şu ilacı kullanmayın diye. İç piyasa? İç piyasa için hiç bir bilgi yok. Tarım bakanlığı Rusu Almanı düşünüyor ama Türkü düşünmüyor! Onlar daha değerli!



Anne sütünde bile var!

- Şu an anne sütü dâhil tarım ilacı kalıntısı bulunmayan hiç tarafımız yok!

- Tarım ilaçlarının büyük bölümü yağda eriyor. O nedenle çoğunlukla vücudumuzun yağ dokusunda depolanırlar.

- Birikmeyi en sevdikleri organlarımız: Tiroit, karaciğer, pankreas, testis, bağırsak, yumurtalık, beyin ve kemik iliği.

- Birikim, zaman içinde kansere sebep olur.

- Kanser olmayan kişilerin ameliyatlarından elde edilen yağ dokularında bile yüksek miktarda tarım ilacı bulunmakta.

- Tarım ilaçları direkt DNA hasarına neden oluyor.

- Böcek ilaçları, vücuda girdikten sonra zehirsiz hale getirilip atılamıyor.

- Dozdan ziyade maruz kalma süresi önemli.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.