Şampiy10
Magazin
Gündem

Pazar sendromu

Hayatım boyunca Pazar günlerini sevmedim.

Şimdiki çocuklar bilmez Pazar günler hem banyo hem çamaşır yıkama günüydü.

Evin her tarafı çamaşır olurdu.

Kaloriferler, sandalyeler...

Camlar buğulanır, evin için deterjan ve yumuşatıcı kokardı.

Dahası...

Tembel bir öğrenciydim.

Ödevlerimi son dakikaya bırakırdım.

Hepsi yığılırdı. Hem sınavlara çalışılacak hem ödev yapılacak hem banyo yapılacak hem çamaşır yıkayan ve durmadan dırdır eden anneye yardım edilecek...

Pazar akşamları felaketim olurdu, ağlardım.

Ağladığım tek şey çamaşır ve ödev buhranı değildi.

Dul bir kadının çocuğu olarak yaşadığımız yalnızlığa da ağlardım.



Pazar günleri en çok yalnızlar unutulur.

Dullar...

Bekârlar...

Boşanmışlar..

Kocası askerde olanlar...

Sevgilisi uzakta olanlar...

Kimsenin aklına gelmez bu insanlar pazar günü ne yapar diye...

Eşine, çoluğuna, çocuğuna dalan unutur yalnızları..

Nedendir bilinmez, aynı yalnızlık çarşamba veya perşembe koymaz da...

Pazar koyar.

İlle de pazar...

İlle de pazar ister insan başkalarını görsün..

İlle de pazar ister insan etrafında çoluk çocuk insan cıvıltısı olsun.

İlle de pazar ister insan “oh yapayalnız da değilim, beni gömecek, cenaze namazımı kılacak dostlarım var” diyebilsin...



Pazar sendromu başka bir şey.

Ne yaparsan yap tesellisi yok.

Annem “Pazar günü kimse aranmaz” diyen püritanlardandı.

Bu çok ayıp ama ayıp olmanın da ötesinde “zavallı” bir harekettir.

Hah işte tam da bu yüzden benim çocukluğum “zavallı” hareketler edilmesin diye “zavallı” geçmiş binlerce pazarla doludur.



Pazar günlerinden yine nefret etmeye başladım.

Zira sevgilim uzakta yaşıyor, neredeyse imkânsızı başarmaya çalışıyoruz.

Atina İstanbul hattında bir ilişki yaşatmaya çalışıyoruz.

Annem evli dullardandı ben de sevgilisi olan bekârlardan.

Evinde etsen kahvaltıyı hüzünlü oluyor, dışarıda etsen “mutlu aile manzaralarına” tahammül etmek zorundasın. Zaten tek kişi olunca seni daima en kötü yere oturtuyorlar. Yani “mutlu aile manzaralarına” üstelik de en dipteki, en soğuk, en garson uğramaz masadan tanık olmak zorunda olmak zorundasın.



Bu yazıyı ne zaman okuyacaksınız bilmiyorum. Belki pazar sabahı, belki akşamı, belki ertesi gün.

Oturun ve etrafınızdaki yalnızların listesini yapın.

“Onun çok arkadaşı var, bunun kalabalık ailesi var” diye düşünmeyin.

Yalnız yalnızdır ve pazar sabahları ne yapacağını en kalabalık görünen kişi bile bilmeyebilir.

Listenizdeki yalnızları sırayla pazar kahvaltısına çağırın.

İster tek tek, ister ikili, üçlü..

Emin olun size de iyi gelecektir.

Yazının devamı...

Dinsiz din olabilir mi?

Başbakan sordu:

“Dini ve milli değerlerle yetişen bir nesil arzulamanın nesi yanlış?”

Sonra da devam etti. “Ne yani tinerci mi yetiştirelim?”

Başbakanın aforizmaları hakikaten çok zihin açıcı lTinerciler dinsiz ve milli duyguları eksiktir

Çok tartışıldığı ve kabak tadı verdiği için bir laf etmeyeceğim.

Daha önce de demiştim. Benim dinim de milliyetim de vicdanım. Dindar ve milliyetçi olmak yerine daha çok vicdanlı olsaydık keşke.



Zihin açması bakımından Alain de Botton’un son kitabını okuyorum.

“Ateistler İçin Din”

Saçma mı geldi? Ateist dediğin zaten dinlere karşı olduğu için ateist olmamış mıdır?

Dinsize din nasıl olacak o zaman?

Botton, Yahudi bir ailenin oğlu. Ama annesi de babası da dini reddeden bir çift. Çocuklarını da böyle yetiştirmişler.

Alain de Botton halen inançsız ve fakat tinerci değil.

Tinerci olmadığı gibi bazı çok bilmişler küçümsese de şimdiye kadar zihin açıcı onlarca felsefi kitap yazmış bir yazar. (Favorim: “Statü Endişesi” Sel Yayınları)

Babasının ölümünden sonra dinle ilişkisine başka bir bakış açısı getirmiş.

Dinin dogmatik yanları var evet, çoğu tahammülfersa şeyler evet ama güzel yanları da var. Tanrı katında eşit olma, sınıf ve statü ayrımı olmaksızın yabancılarla (mesela bir kilisede ve ya camide) bir araya gelebilme, paylaşma, merhamet etme...

Bir ateist neden bu güzel yanlardan eksik kalsın?

Şehirdeki hayatların kaotik olmasını da tam bu nedenlerle, yani dinlerin güzel taraflarının es geçilmesi yüzünden olduğunu düşünmeden edemeyen Botton, “din olmayan bir din olabilir mi?” diye düşünmeye başlamış.

Nedir dinlerin hayranlık uyandırıcı tarafları diye bir liste yapmış. Kilisede ayin geleneği başlamadan çok önce ilk Hıristiyanların bir araya gelip yemek yemelerine verilen isimden yola çıkarak “Agape” (Yunanca “sevgi” demek) dinini hayal etmeye başlamış.

Ve olaylar gelişmiş.

Kitabın çok başındayım. Fakat heyecan verici bir şekilde devam ediyor. Devam ettikçe notlarımı paylaşacağım sizinle...



Nereden geldik bu konuya?

Hem dindar hem milliyetçi hem bilgili hem barışçıl...

Olunabilir mi sorusundan.

Evet ama hangi milliyetçilikten söz ediyoruz?

Ben de bu ülkede gereğinden fazla dindarlık, gereğinden fazla milliyetçilik ama gereğinden çok çok çok az vatan severlik olduğunu düşünüyordum.

Kimse bu vatan toprağını sevmiyor.

Kuşu, böceği, börtüsü, balığı ölsün yok olsun umurunda olmadığı gibi bazen (lüferin yok olmasını isteyen balık satıcısı gibi) mutlu bile oluyor.

1912’den beri, yani tam 100 yıldır, milli değer diye bize kakalanan vatan toprağını sevmek değil...

“Ben ve benim gibiler haricinde herkes ve her şey ölsün”dür.

“Milli değer” dediğimizin altı da üstü de budur.

Ne fazla ne eksik. Bütün fikir budur ve her şey bunun üzerine kuruludur.

Görüyorum ki değişen bir şey de yoktur.

Bu nedenle bu ikilide bazılarını dindarlık rahatsız ederken beni de bana göre vatan severlik olmayan mevcut milliyetçilik rahatsız ediyor.



Daha da zihnim açılsın diyorsanız bir de Richard Dawkins’in “Tanrı Yanılgısı” kitabı var. Neden ateistin tinerci olmayacağını pek güzel anlatıyor. Bir ara yasaklanmaya kalkılmıştı. Sonra her halde zaten okuyan bir avuç insan deyip peşini bıraktılar. (Kuzey Yayınları.)

Yazının devamı...

Çatı üstü hayvanat bahçesi

Ne dedik dün? Bu memleketin kurtulacağı yok.

Vızvızlık etmenin alemi yok. Meyhane köşelerinde içip içip kahrolmanın da.. Öyleyse hayata bakalım..

Yeni evim, çatılara bakıyor. Arnavutköy’ün klasik yan yana, dip dibe yapılmış evlerinden biri.

Taşındığımdan beri en büyük zevkim kuş beslemek. Yamaçta oturduğum için önümdeki ev daha alçağımda kalıyor. Hemen önümdeki iki evin çatısına ekmek atabiliyorum yani. Önce benden arta kalanları atıyordum, sonra bakkallardan bayat ekmek toplamaya kadar vardı iş. İki günde bir, üst sokağımdaki Meydan Market’ten koca bir torba ekmek getiriyorum eve. Yani olay “fırsat buldukça”dan düzenli ve meşakkatli bir vazifeye dönüşmüş durumda. (bkz: adım adım Kaplan Emel olmak)

Altı yedi aydır, bir çeşit kuş gözlemcisi oldum çıktım. Şimdi kuş gözlemcilerine haksızlık etmeyeyim. Soğuk mu soğuk bir hafta sonu, bir grup kuş gözlemcisiyle Erzurum’lara, Aşkale’lere, Çoruh Vadi’lerine gitmişliğim var. Elde dürbün, soğuğa sıcağa aldırmadan dere tepe dolaşıyorlar. Zor yani işleri. Benimkisi diyelim “emekli diş doktoru Şekip Amca stil” kuş gözlemciliği olsun.

Amatör gözlemlerim:

- Kuşlar arasında sarsılmaz bir hiyerarşi var. Hiyerarşinin en tepesindeki martı. Tam bir mafya! Martılar beslenirken katiyen başka bir kuş konamıyor çatıya. Diğer kuşlar önceden gelmiş dahi olsa (ki bu çok nadir bir durum) havalanıp başka çatılara gitmek zorunda kalıyor. Çok nadiren, cesur bir yalnız karga yandan yandan iş olmaya çalışıyor ama martılar onu anında püskürtüyor.

- Bir öncü martı var. Çatıdaki ekmekleri görüyor ama hemen konmuyor. Bir tur atıp öyle konuyor. O tur atarken başka martılar geliyor. Ya “haberci” ya da “keriz”. Bilemedim. Fakat sonra o öncüyü de pataklıyorlar.

- Martılar çok da uyanık. Aralarına karışıp çaktırmadan iş olmaya çalışan cesur kargayı cesaretinden dolayı ödüllendireyim dediğim ve ekmekleri önüne atmaya çalıştığım zaman, çevik bir martı niyetimi anlayıp havada kapıyor ekmek parçasını.

- Martıların yavruları kahverengi benekli oluyor ve henüz “kra kra” sesini çıkartamıyor. Aksine “çip çip çip” diye gayet masum taklidi yapan bir ötüşleri var. Fakat buna mukabil yavru martılar yetişkin martılardan çok daha vahşi. Yani çıkardıkları sesin verdiği intibaın aksine son derece benciller, yırtıcılar ve kavgacılar. Önünde koca bir somun ekmek var diyelim, attığım öbür parçayı da kaptırmamak için etrafındakileri şiddetle gagalıyor. Bazen bir çatı üstünde tek bir yavru martının kaldığı oluyor. Anlamadığım şey yetişkin martılar nasıl oluyor da buna izin veriyor. Şımarık kolej çocuklarını tepelerine çıkaran (ve sırf bu yüzden beni çocuktan soğutan..) beyaz Türk anne babalar gibiler. (Teallah tepenizden baksın..)

- Kargaları ben daha cesur bilirdim ama hem martıdan hem insandan ciddi olarak çekiniyorlar. Uzaktan ekmeklerin yerlerini saptayıp bir konuşta ya en büyük parçayı kapmaya çalışıyor ya da iki üç parçayı birden ağızlarına atmaya. Martıların aksine kargalar beslenirken yalnız takılıyor, kimseye haber vermiyor, kimseye de ilişmiyorlar. Asilane bir bireyselcilikleri var.

- Salaklıklarından mı cesaretlerinden mi bilmiyorum en rahat kumrular. Martının bile cesaret edemediği eve yakınlıktaki kırıntıları rahat rahat yiyorlar. Cama çıktığımda kaçmıyorlar.

- En son serçeler geliyor. Ama onlar çok korkak. O tür nasıl hâlâ ayakta anlamak mümkün değil. Konma yemlenme sadece saniyeler sürüyor.

- Bir de çok nadiren serçeden biraz büyükçe, gagaları daha uzun ama yine serçe gibi kahverengi kuşlar geliyor. Daha doğrusu bir kere geldiler. Göçmen kuşlar mıdır acaba bilemedim.

- Bir de çatı kedilerim var. Üç adet. Çatılara nereden (ve neden) çıktıklarını hala çözemedim. Martılara ilişmiyorlar. Martılar da onlara ilişmiyor. Sote bir yerde onları gözlüyorlar. Fakat kargalarla tam bir düşmanlık ilişkileri var. Anladığım kadarıyla yuva kurma zamanında kargalar yumuşak bir zemin olsun diye tüy topluyor ve zaman zaman da bu tüyleri canlı bir kediden toplamakta bir beis görmüyorlar. Kedinin kuyruğundan tüy koparmaya çalışan ve de bunu başaran bir kargaya rast geldim bir sefer. Kedi resmen deli oldu ama bir iki tutam tüyünü de kaptırdı.

- Çatı kedilerimden biri, kendini benim kedim ilan etti. Veya daha doğrusunu söylemek gerekirse beni besleyicisi ilan etti. Her sabah saat dokuzda pencereme gelip patileriyle vuruyor. Son bir aydır her sabah “cas cas cas” sesiyle (tırnağın cama değme sesi) uyanıyorum. Olur da bir şeyler vermeyi unutursam ortalığı inletiyor. Onun için gidip koca bir torba Whiskas aldım. Hayır pek de gururlu. Kar yağdığı günlerde eve buyur ettim, yemeğini yedikten sonra izin isteyip gitti.

- Hiçbiri meyve sebze sevmiyor. Ergen çocuk gibiler. Et ve karbonhidrat. Lan yanılıyor mu bu doktorlar? O kadar brokoli yediriyorlar uçamıyoruz bile!

Yazının devamı...

Çemberin dışında bir hıyar

Ben umudumu yitirdim. Memleketi yazarak kurtarmak mümkün değil. En azından benim anladığım anlamda kurtulmayacak. Benim istediğim bir Türkiye olmayacak. Yazarak çizerek veya TV’lerde bağırarak (son zamanlarda hepsini semt pazarındaki iç çamaşırı satıcılarına benzetiyorum) ancak kendini kurtarırsın. Cebine ayda 30 küsur bin te le (e’ler açık okunacak) koyar, memleketi kurtarıyormuş gibi görünüp, mis gibi şahsi kurtuluşunu gerçekleştirirsin. Körler sağırları, muktedir iktidarı ağırlar.

Sonra?

Sonrası yok.

“Ya dışındasındır çemberin

Ya da içinde yer alacaksın.

Kendin içindeyken kafan dışındaysa,

Çaresi yok kardeşim,

Her akşam böyle içip kederlenip

Mutsuz olacaksın.

Meyhane masalarında kahrolacaksın şarkılarla

Kendini avutacaksın ”



Neden böyle oldum bilmiyorum. Annemin ve babamım payı yok bunda. Yani kimse beni zorlamadı, yönlendirmedi Türkiye’nin boktan taraflarını, kanlı geçmişini görmeye. Evimize Hürriyet girerdi. Daha ne olsun! Ben kendim kaşınıp başka gazeteler alırdım.

Bir okurumla g-mail’de karşılaştık. “Ben çok seviyorum ülkemi, siz niye sevmiyorsunuz?” dedi. “Yahu dedim sokak ortasında adam öldürülüp, sonra da önemli bir şey değilmiş gibi yapılan bir ülkeye karşı kırgınım elbette” dedim. “Adnan Kahveci’den mi söz ediyorsunuz?” dedi.

Adnan Kahveci??? 20 yıl mı oldu trafik kazasında öleli?

Önce sinirlendim. Bu nasıl bir ilgisizliktir ya Rabbi dedim. Sonra dedim “bırak o bir mutlu Türkiyeli. Bozma garibin mutluluğunu, günahtır” dedim. Alzheimer’li bir amcaya duyabileceğim bir merhamet ve şefkatle “hmm hmm.. Adnan Kahveci evet” dedim.



“Hepimiz Ermeniyiz diyenleri öldürmek istiyorum” dedi delikanlı.

“Ben de oradaydım” dedim.

“Öyle demedin inşallah” dedi.

“Dedim” dedim. “Ne olup ne olmadığımı biliyorum. Biz orada ‘o Ermeni, bu Kürt, bu konsomatris, bu eşcinsel’ diye ayrımcılık yapanları protesto ediyoruz. Hepimiz vatandaşız ve eşit muameleyi hak ediyoruz. Başımıza bir şey gelince devlet bizi, ne olursak olalım, korusun istediğimiz için bunu diyoruz” dedim.

Anlamadı elbette.

Alt sınıftan gelen bir çocuktu. “Varoş çocuğuyum” diyordu kendine.

Tuhaf olan şuydu: Başına gelen binbir belanın varoş çocuğu olmasından kaynaklandığına inanıyordu. “Devlet garibanının hakkını asla vermez” diyordu başka zamanlarda. Ayrımcılığa tabii olduğunu düşünüyordu.

Ama başkası ayrımcılığa tabi olunca bu onun umurunda olmuyordu. Hatta destekliyordu. Hatta ayrımcılık görmüş olandan yana olanları bile kesmek istiyordu.

Bizim röfleli komşu teyze de anlamıyor. Ben Türküm diyor. Vize almaya konsolosluk kapısına gidince sırf Türk olduğu için gördüğü muamele onu incitiyor ama sonra. Üstelik haklı da incinmekte. Okumuş etmiş, tek bir suç işlememiş, namusuyla yaşayan bir kadın. Ona hırsız, dolandırıcı, sahtekâr muamelesi yapılması kalbini kırıyor.

Ama başkasının sırf Ermeni, sırf fakir, sırf eşcinsel hain, hırsız, dolandırıcı, düşman, ahlaksız görüldüğünün farkında değil. Onların aynı kırgınlığı yaşayabileceği aklına getiremiyor. Yanlarında durmak da nedense yapabileceklerinin çok uzağında.



Ben de onlardan olaydım keşke. Hıyarlık benim yaptığım. Çinekop satıyor diye pazardaki balıkçıyla kavga ettim iki salı önce.

“Çinekop satma. Onların büyüyüp lüfer olması lazım. Lüfer tükeniyor” dedim.

“Tükensin!” dedi böyle dolu dolu. “Allah o balığın belasını versin!” dedi.

“Niye öyle diyorsun?” dedim, bütün balıkları tüketen lüfermiş, bitsinmiş gitsinmiş.

Pazar yerinin ortasında kala kaldım.

Koca bir gerçek bir balık olarak karşıma çıktı.

Bizim büyük çaresizliğimiz dedim.

Allah kahretsin herifle kavga ettiğim için başka balık da alamıyorum iki haftadır. Lüfer, Kürt, Türk, Ermeni, eşcinsel, dindar, dinsiz ezilenin yanında durursun ve sonunda pazardan balık bile satın alamaz hale gelirsin.

Hayır. Sadece ve sadece benim büyük hıyarlığım.

Yazının devamı...

Samimiyet testi

Başbakan Yardımcısı Hüseyin Çelik “Gençliğe hitabe ayet değil. Niye her yerde olmak zorunda olsun ki?” dedi. Ayet olsa ne olacaktı? Bir şey ayet veya değil diye mi ayıracağız bundan sonra? Ayet olduğu zaman senin için akan sular durabilir belki ama benim için durmaz. Senin kutsalın benim kutsalım olmak zorunda değil. Sen imam, papaz veya haham değilsin. Sen devlet adamısın. BENİM de hakkımı (mesela kendi kutsalımı kendi tayin etme hakkımı) korumak zorunda olan bir hükümet görevlisisin. Zira demokrasi tam da budur. Çoğunluğun oyuyla gelirsin ama azınlığı çoğunluğa ezdirmezsin. Atatürk’e de Muhammed’e de İsa’ya da Musa’ya tapınmak zorunda değilim. Çocuğum da değil. Ayrıca dindar değil aklı başında bir nesil istiyorum ben. O aklı başında nesil kime inanırsa inansın.



Kürke karşı çıkmak adına, Ukrayna’nın ekonomik durumuna dikkat çekmek adına soyunan kızlar. Peki o zaman soruyorum: Neden soyunanların hepsi de 90-60-90 “manken” ölçülerinde, uzun mu uzun, yağsız mı yağsız, selülit siz mi selülitsiz kızlar oluyor?



Habertürk’e Mehter Marşıyla transfer edilen ama iki yıl sonra (hayli sönük bir) İzmir Marşıyla yollanan köşe yazarı Ece Temelkuran, sosyal medya kurbanı olmuş! Ciner Medya Grubu Başkanı Kenan Tekdağ Mediacat Dergisi’ne verdiği röportajda “Ece’nin son dönemde Tunus’a yerleşmesi, sosyal medyaya odaklanması, sosyal medyayı kullanma tarzı ve orada oluşturduğu profil yeni bir durum oluşturdu. Bu yeni durumun ileride çeşitli açılardan problem yaratma potansiyeli içerdiğini değerlendiren gazete yönetimi, kendi özgür iradesiyle sözleşmeyi yenilememe kararı aldı” demiş.

Allah Allah?!?

Habertürk’te başka yazarlar da sosyal medyayı kullanıyor. Günde 20 twit atıyor, blog yapıyor. Ece Temelkuran köşesinde yazdıklarından farklı ne yazmış sosyal medyada da “çeşitli açılardan problem yaratma potansiyeli” varmış? Ayrıca farklı şeyler yazıyorsa da sana ne? Senin yayınında yazmamış işte. Bu ne biçim bir kafa? Yazar mıyız askeri lisede öğrenci mi, cemaatte mürit mi, manastırda rahibe mi? Attığımız her adım, ettiğimiz her söz, yazdığımız her twit aleyhimize delil olarak mı kullanılacak bundan sonra? Basında böyle bir adet de mi başlayacak?

Başka zırva bahaneler de gelecek mi bundan sonra? Barlarda çok geziyordu, iki tek atınca sarhoş oluyordu, sevgilisiyle beraber yaşıyordu, dekolte giyiniyordu, cumayı kaçırıyordu... Bir Habertürk andı da yazsın bari Ciner Medya yönetimi: “Sosyal medyada yaramazlık yapmayacağıma, içki sofrasında ileri geri konuşmayacağıma, blogumda yemek tarifinden başka bir şey vermeyeceğime...”

Habertürk yazarları! Mesela Balçiçek İlter. Buna bir çift lafınız yok mu?



Muammer Güler milletvekili oldu. Celalettin Cerrah Osmaniye Valisi oldu. Ramazan Akyürek terfi etti. Erhan Tuncel için de bir kaymakamlık düşünülüyor mu? Alıştık artık, rahat olun, bir yıl beklemeye lüzum yok. Açık açık yapın.



Kızlarını satmamışlar. Boş kâğıda, üstelik karakolda imza atmışlar. O foto nereden çıkmış bilmiyorlarmış. Vallah billah sigara parası bile almamışlarmış. Kötü adam, gerisini kendi doldurmuş. Babası kızının tüyünü bile vermezmiş.... Ammmma... Adam kızını iki de bir akşam sekizde alıp gece 12’de geri getiriyormuş. Bu nasıl bir “tüyünü bile” vermeme?

Yazının devamı...

Kıç baş açmak üzerine

Engin Ardıç’ın evvelki gün yazdığı “soyunan sosyalistler” yazısına önce Habertürk’ten Balçiçek İlter’den sonra da kendilerine Üniversiteli Feminist Kolektif diyen (ve daha önce yine bir başka Engin Ardıç yazısı nedeniyle gazete binasına gelip yumurta attıklarını öğrendiğimiz) bir grup kadından çok ağır cevaplar gelmiş..

Engin Ardıç, Davos’a gidip, üstlerini çıkartarak yarı çıplak vaziyette “biz sizin yüzünüzden fakiriz” diyen ve anti kapitalist olduklarını iddia eden üç Ukraynalı kızla dalga geçmiş.

E. Ardıç’ın yazdıklarını özetlemek gerekirse:

- “Kızlar güzel, yaptıkları eylemden biz erkekler pek memnun olduk”

- “Ama bunlar boş işler, kapitalizm yerine ne getirecekler belli değil”

- “Bizim sosyalist feministler niye soyunmuyor acaba? Acaba vücutlarına mı güvenmiyorlar? Hâlbuki güvenlikçi tartaklamak yerine böyle yapsalar bizim geri zekâlı basında daha çok haber olurlar.”



Gelelim tepkilere

- Balçiçek İlter’in midesi bulanmış. E. Ardıç “kıçınızı başınızı açın” derken bunu hakikaten kast ettiğini düşünmüş ve “kadının sadece vücuduyla bir yerde olmasını istiyorlar, o işlerine geliyor çünkü” demiş. Ardından da “Kadınlar niye susuyorsunuz?” diye de seslenmiş hemcins meslektaşlarına. (Eyvah Eyvah 3)

- Yetmemiş “kadınların öldürüldüğü, tecavüzlere uğradığı bir ülkede kıçınızı açın demek ne büyük bir pespayelik, haksızlık, densizlik vs vs” diye devam etmiş. (İlgi?)

- Üniversiteli Feminist Kolektif işi daha da abartıp Engin Ardıç’ı tecavüzlerin, cinayetlerin sorumlusu görmüş ve onu “azmettirici” ilan etmiş. Kadın mücadelenin en büyük köstekçisi olduğunu düşündükleri Ardıç’ı açıktan tehdit de etmişler ve yakın bir zamanda ona saldıracaklarını ilan etmişler.

- Ve en fenası “sen bir dötten ibaretsin” demişler.

- Balçiçek Pamir “iş kadınları, kadın bakanlar neden bu gazeteyi protesto edip ilanlarını kesmiyor” demiş ayrıca. Ve bu noktadan itibaren tehlikeli sularda yüzmeye başlamış. Naifçe salladığı salvo, ilan vereni ki bu sadece iş dünyası olmaz, “iktidar” da ilan verendir- savcı, yargıç ve infaz memuru olarak görme zihniyetidir. “Benimle ilgili kötü haber yaparsan ilanı keserim” “ideolojini değiştirmezsen reklamı keserim” “bana yalakalık yapmazsan, ürünümü, holdingimi, partimi göklere çıkartmazsan bir emrimle kanını kuruturum” diyen gerek iş gerek iktidar odaklarını olumlamış, desteklemiştir. Tam da bugünlerde “başbakanın zoruyla verilen reklamlardan” “basın ilan kurumu kayırma ve ayırmalarından” söz ederken bu mudur istediğimiz gerçekten?

- Engin Ardıç, günahı bol bir adam. “Kadınlar öfkeliyse nedeni cinsel doyumsuzluktur” manasına gelen “öpseydin o saat yumurtayı elinden bırakırdı” vecizesinin müellifi. Bilmediğimiz nedenlerden feministlere gıcık oluyor. Ama daha çok sosyalistlere, antikapitalistlere, Atatürkçülere, resmi tarihçilere. Hepsi birleşince iyice gıcık oluyor.

- Ancak bu yazısında Engin Ardıç bana göre çok bariz bir şekilde başta çıplak kadın meraklısı Türk basınıyla, sonra antikapitalistlerle ve nihayetinde de soyunarak bir yere gelmeye çalışan kadınlarla dalga geçmiş.

- Bu yazısından yola çıkarak “cinayet ve tecavüzlerin azmettiricisi”, “cinsi sapık”, “kadın mücadelesinin en büyük muhalifi” demek için cidden insanın kendini çok zorlaması lazım.. Yok artık!

- Ukraynalı kızların soyunmak suretiyle yaptıkları eylem neresinden bakarsan bak sorunlu bir eylem. Muhafazakâr değilim ancak soyununca laf edenin çok olacağını bilirsin ve bunu göze alırsın.

- Feminizm adına yapılmış her şey dokunulmaz mıdır? Ukraynalı kızlar feminist oldukları için “kendilerini ifade ediş biçimi ayrı bir tartışma” niye olsun ki? Feminizm adına yapılıyorsa pekâlâ tartışma içindedir. Göbeğe “sizin yüzünüzden fakiriz” diye yazmak ve sonra memeleri fora etmek nasıl bir kadın mücadelesidir? Feminizm 200 yıldır tam da buna karşı çıkmıyor mu? Araba üzerinde yarı çıplak sürünen kadınlı reklam filmlerine kızıyoruz “kadını araba uğruna bütün değerlerini satan cinsi yaratık” olarak gösteriyor diye sonra zırva sloganları ilgi çeksin diye memelerini açan üç şaşkın kızı bağrımıza mı basıyoruz? Öyleyse feminizm adına osuruyorum lütfen beni de koruyun kollayın.

- Üç yarı çıplak kadın karşısında, cinsel arzusunu yitirmemiş, heteroseksüel bir erkeğin “hmm Ukrayna’da durum gerçekten kötü galiba. Cari açık, gayrisafi milli hasıla, dış borç hede hödö vah vah” demesini SAHİDEN bekliyor muydunuz? HAKİKATEN bu kadar iyimser misiniz? Babalarınızı, erkek kardeşlerinizi ve eşlerinizi tanımak isterdim doğrusu. Gıpta etmedim desem yalan olur.

- “Sabah’ın AKP’ci şişman kadın düşmanı kaba eti” nasıl bir dildir böyle? Biz bu dilin kadınlara karşı yapılanı ile mücadele etmiyor muyuz? Dahası buradan yola çıkıp AKP’ye çakmak nasıl bir fırsatçılıktır? Yazının yayınlandığı gazete iktidar yanlısı olmasaydı tamam mıydı her şey? İktidarda AKP değil de CHP olsaydı böyle yazılar çıkmayacaktı öyle mi sanıyorsunuz?

- Balçiçek İlter Sabah’taki kadın yazarlara, yöneticilere “ne yapıyorsunuz orada” diyor. E ama o zaman sana da demezler mi altında çalıştığın Fatih Altaylı zamanında İnsan Hakları Derneği Avukatı Eren Keskin için “ilk bulduğum yerde taciz etmezsem namerdim” demişti. Azmettirici değil bizzat fail adayı! Andını yerine getirdi mi bilmiyoruz..

- Türkiye’de feminizm, kadın mücadelesi böyle olduğu sürece daha çok dalga geçilir. Bravo!

Yazının devamı...

Korunmaktan bi’hal olan devletimiz

İstanbul Barosu eski başkanı Prof. Dr. Yücel Sayman ile Taraf’tan Neşe Düzel röportaj yapmış. Yılların hukukçusu, Türk adli sisteminin ıncığını cıncığını bilen Yücel Sayman, Hrant Dink davasının neden skandaliöz bir şekilde bittiğini pek güzel anlatmış.

Özetleme servisi gururla sunar:

- “Biz zannediyoruz ki, Türkiye’de devletin yönetim biçimi demokrasi. Hayır değil. Mevcut Anayasa’nın başlangıç bölümünü okuduğunuzda, devletin demokratik bir devlet olmadığı, aksine despotik bir devlet olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Yargıya da işte o despotik devleti hukuki açıdan yorumlama ve ihtilaflarda o despotik devleti koruma görevi verilmiş.”

- “Devlet, önce iç ve dış tehditleri saptıyor. Sonra bu tehditlerin neler olduğunu parti ismine varıncaya kadar somuta indirgiyor ve ardından onlarla ilgili önlem alınmasını istiyor. Bunlar için operasyonlar başlıyor ve mahkemeler devreye giriyor. Mahkemelerin burada tek görevi devletin yanında olmak ve devleti korumak! 1982’den beri sistem hâlâ büyük ölçüde böyle işliyor.”

- “Eskiden kimin tehlike ve tehdit olduğu kararını, Milli Güvenlik Kurulu’nda askerler verirdi. Şimdi bu kararı hükümet veriyor.”

- “Siyasi iktidar, yargıya hedef ve tehlikeyi gösteriyor. Yargı da bildiği hukuk sistemini işletiyor ve kendisine gösterilen tehlikeye karşı devleti koruyor.”

- “Siyasi iktidar bir davanın önünü özellikle açmıyorsa, mahkemeler de bu davaları böyle bitirmeye çalışıyorlar.”

- “Yargı devleti korumak için alanı ya çok genişletir ya da çok daraltır. Dink davasını birkaç gence indirgeyip devlet içindeki bağlantıları yok etti. Oysa aynı yargı, Ergenekon davalarında suç işleyenler dışında düşünce açıklayanları bile küçük deliller bularak işin içine soktu.”

- “Bu devlet yapısının içinde hukuk olmaz. Yargının işleyişinin değişmesi gerekiyor. Ceza Mahkemesi yeni bir karar verdi. Birinin evini ararken 19 boş çakmak bulmuşlar. Mahkeme, ‘19 boş çakmak bulundurmak hayatın doğal akışına aykırıdır’ dedi ve bu kişiyi molotofkokteyli yapmak üzere çakmak bulundurmaya ve örgüte soktu.”

- “Görevinin devleti korumak olduğuna inanan o yargıç kültürü, gene insanları tutuklayacak. Hiçbir şey değişmeyecek.”

- “Çünkü AK Parti bürokrasiyle belli uzlaşmalar içine girdi ve o uzlaşmalara uygun davranmaya başladı. AK Parti’nin bütün perspektifi değişti. “Demokratikleşme ve yeni anayasa yapacağız. Yeni bir yapı kuracağız” sözleri büyük ölçüde ortadan kalktı. Mesela, referandumdan ve genel seçimlerden önce Başbakan ve bakanlar konuşurlarken hiçbir zaman kendilerinden “devlet” diye söz etmiyorlardı. “Biz devlet olarak şunu yapıyoruz” demiyorlardı. Şimdi yaptıkları her şeyi “devlet” olarak anlatıyorlar, “devlet olarak şunu yaptık, bunu ettik” diyorlar ve devletin bütün uygulamalarına sahip çıkıyorlar.”



Taç giyen baş akıllanır. Bizde “devletleniyor”. Daha aksi olmadı. Kim başa geçerse “devlet” oluyor ve ne kadar pislik varsa onu korumaya adıyor kendini.

Nasıl bir çürümüşlükse, devletimiz ancak işte böyle yoğun bakımda/korumada ayakta kalabiliyor demek ki.

Bazen, yüz yıl boyunca bu ülkeden “kovulmuş” olanların çektikleri acılara rağmen daha şanslı olduğunu düşünmeden edemiyorum. Cehennem bize kaldı.

Oh ne güzel! Biz bize yanalım hadi.



Ne okuyorum

Türkiye’nin Ölmeyen Babası: Atatürkçü Gençliğin İmkansız Yası / Hilal Kaplan Köşe yazarı Hilal Kaplan’ın yüksek lisans tezi. 2007 yılında, Cumhuriyet Mitingleri yapıldıktan ve Cumhurbaşkanı olarak Abdullah Gül seçildikten sonra, 34 Atatürkçü gençle yüz yüze röportaj yapmış. Kaplan oradan yola çıkarak lider imgesi, devlet, ideoloji kavramlarını analiz etmiş. 19 Mayıs stat gösterileri kaldırılınca isyan eden bir gençlik var ya (bkz: bir 19 mayıs etten kulemizi yapmak istiyoruz gençliği) işte onları anlamak gibi bir derdiniz varsa alın okuyun.

Yazının devamı...

İstanbul’un fanfinfon lokantalarından illallah

Dışarıda yemek, benim için giderek imkânsız bir aktiviteye dönüşmek üzere. Ne zaman çıksam iflasın eşiğine geliyorum. İki ana yemek, bir salata, bir şişe şarap haşırt!.. 200 lira!

Ne lan bu! Tokyo mu olduk anasını satayım!

Gavur şarabı falan açtırdığımız da yok. Yerli yurdun malı takılmaya çalışıyoruz ama zaten aralarında pek fiyat farkı da yok. Markette 20 lira, restoranda 80 lira!

Perşembe akşamı manzarasıyla meşhur Beyoğlu’nda bir restorana götürdük yurtdışından gelen bir arkadaşımızı.

Neymiş ilk defa geliyormuş İstanbul’a, Ayasofya’yı Topkapı’yı Sultanahmet’i görerek yemek yesinmiş. Dünyanın en aptalca fikriydi çünkü tipi başlamıştı ve manzara hak getire.

Fakat sevgili lokantamız, yemeklerin üzerine cömeeeertçe eklediği manzara ücretinden gram taviz vermemişti ve üç kişilik korkunç bir yemeğe 280 lira verdik.

Emekli teyzeler gibi konuşacağım ama 280 liraya ben 20 kişiye mükellef bir davet verirdim!

Kar muhalefeti yüzünden aşçı mı gelememişti ne bu paraya yediğim en feci et ve makarnaydı. Balık ısmarlayan arkadaş şikâyetçi değildi ama onun da dişinin kovuğuna gitmedi. (Bir Yunana yapılabilecek en korkunç şey! Adam aç kaldı!)



Neden bu kadar kötüydü yemekler? Çünkü İstanbul lokantaları zırva zırva “dizaaayn” yemek yapma hastalığına tutuldular. Ayvalı incik diyor mönüde, e hadi bakalım diyorsun kapkara bir şey geliyor. Şef efendi yorum yapmış ve dünya üzerinde bulduğu bütün sosları üzerine boca etmiş.

Veya bazen de tam tersi oluyor “sade” yemek hastalığına tutuluyorlar, “ay işte sebzenin, etin, balığın öz tadı kaçmasın” model, dünyanın en tatsız tuzsuz yemeği geliyor karşınıza. Bu ne yav, haşlamış getirmişsin diyorsun “sizin damağınızı çok bozmuşlar haaanfendi, biraz rafine olun lütfen” türünden bir de “kırosun kıro kalacaksın” kalayı yiyorsun üstüne tatlı olarak.

Mesele sadece zırva zırva “dizaayn” yemekler de değil. İnsanın üzerine pasif agresif bir mükemmeliyetçilik baskısı kuruyorlar.

Diyelim beyaz şarap ısmarladınız. Beyaz şarabın buz kovasında durması lazım. Ancak fanfinfon restoranlar (anladığım kadarıyla) buz kovası görüntüsüne fena halde gıcık oluyor. Dolayısıyla şarabınız masanın civarında bir yerde duramıyor. Kadehlere dağıtım bittikten sonra o şişe alınıyor lokantanın bilmediğimiz bir köşesine kaldırılıyor. Garsonun çok dikkatli olacağı ve kadehlerimizdeki şarap biter bitmez şişemizi (artık her neredeyse) kapıp getireceği ve kadehlerimizi yeniden dolduracağı düşünülmüş. Sistem kartal gözlü, überçalışkan, sekiz kollu garson vehmi üzerine kurulmuş. Ama böyle bir garson modeli yok! Her seferinde çağır, doldurt, sonra gene bekle, gene çağır, gene doldurt. Yav kelle başına iki buçuk kadeh bir şey çıkıyor, zaten bu ne ıstırap! Neymiş! Şıklığa halel gelmesin, kova ortalıkta olmasın! Şişede ne kadar kaldığını görme hakkı? Tamamen gasp. Hesap edeceksin efendim! Kadeh başına 10 cl içiyorsan üç kadeh 30 cl eder, çıkart 75 cl’den 45! Geriye dört kadeh kalmış. Ne var yani bunu hesap etmekte di mi ama! Allah razı olsun beynimizi çalıştırıp bizi Alzheimer’den kurtarıyorsunuz demek lazım herhalde.

Ah bir de o garsonların “ezelden beri fanfinfon mutfakların uzmanıyım” halleri yok mu! “Zuccini ne yav?” dersin sana bir “kabak efendim” deyişleri vardır... Oğlumuz İtalyan dili edebiyatı üzerine İngiliz dili edebiyatı masteri yapmış sanki! Ama ondan başka bir şey de bilmez. Yemekte şeker veya un var mı desen hayatında ilk defa bu maddeleri duymuş gibi yapar! Yahu o afrayı tafrayı yapana kadar bir kere baksana o yemek nasıl hazırlanıyor? Diyabeti var, çölyak hastası var... Ama kimin umurunda...

Korkarım İstanbul New York gibi bir yere dönüşmek üzere. Çok havalı, çok pahalı ama çok lezzetsiz yemekler diyarı.

Millet de fanfinfon lokantalara gittikçe (evet kuyruklarda bekleniyor) şöyle adam gibi, mönüsü anlaşılır, kuş kondurmayan ama lezzetli yemek çıkaran, kasmayan, kastırmayan ve de kelle başına illa ki yüz liranı almayacak yerler kalmayacak pek yakında.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.