Şampiy10
Magazin
Gündem

On dokuz mayıs kulesi isterük

Kaç yıl önceydi hatırlamıyorum. Galiba 2008 yılıydı. İnegöl’deki 19 Mayıs gösterisinde stattaki oyuncu öküz (muhtemelen Elif’in Kağnısının öküzünü oynuyordu) seslerden ürküp öğrencilerin arasına dalıp ortalığı birbirine katmıştı. Üç kız hastaneye kaldırılmıştı.
Öküz işte. Nereden bilecek ne kadar ulvi bir rolde olduğunu...
O yıl yazmıştım. Bu gösterileri artık kaldırmamız lazım diye... Derslerden kaytarmak dışında hiç bir olumlu tarafı olmayan ki bu da olumlu bir şey midir tartışılır- yağmur altında güneş altında, spor değil gençlik değil, anma desen o da değil.. bir acayip faşist tapınma müsamereleri bitsin. Onun yerine madem spor bayramı- spor müsabakaları yapılsın, memlekette sporcu yetişsin, ülke spor yapma şevk ve imkanına kavuşsun, hep berabe rgençliğin tadını çıkaralım demiştim...
Dördüncü sayfadan itiraz gelmişti. “Hayır tam tersine stat gösterilerinin devam etmesi lazım. Annem de gururla çıkıyordu stada, ben de gururla çıktım, kızım da çıktı, torunum da çıkacak!” diye...
Heyhat! Bu gururu sülalecek yaşabilmek için bundan sonra torunlarıyla beraber yeniden Ankara’ya taşınması gerekecek. Zira benim dediğim oldu. Kuzey Korecilik oynamayacağız artık.
Bu arada ah keşke Ankara değil de İzmir muaf tutulsaydı demeden duramıyorum.



Sosyal medya iki gündür isyan halinde. 19 Mayıs stat gösterilerinin iptal edilmesini “yıkım, felaket, kıyamet” olarak görüyor gençliğin bir kısmı. Tamam, son kale de zapt edildi, artık ülke tamamen düşman işgalinde, öldük, bittik, yandık, kül olduk... Savaş kaybedildi...
Eminim sinirinden gözyaşı döken de olmuştur. Açıkçası şaşkınlık içindeyim. Gençlik daha iyi eğitim verilmediği için değil... Dünyada kapışılan öğrenciler olmadıkları için değil... Liseler, üniversiteler özgür eğitim ve araştırmanın yeri olmadığı için değil... Okullarında spor namına mesela yüzme havuzları olmadığı için değil... Test manyağı yapıldıkları için değil... Suratsız okullarda okudukları için değil... Dünyanın ilk 500 üniversitesine bile giren üniversiteleri olmadığı için değil... Adam gibi yurtları olmadığı için değil... Mezun olunca iş bulmakta zorlandıkları için değil...
19 Mayıs kulelerini, rap rap yürümeleri yapamadıkları için isyan haldeler!... O tuhaf jarse kıyafetleri giyemeyecekleri için isyan ediyorlar... Statta öküzlerle itişip kakışamadıkları için isyandalar...
Vay canına diyorsun. Gençliğe ne istemesi gerektiği ciddi olarak unutturulmuş.
Bu ne büyük bir başarı!

Yazının devamı...

Mübadeleyi hatırlamak

NTV Tarih, sıkı bir şekilde takip ettiğim bir dergi. Kendi ailem de muhacir olduğu için yakın dönem göçler her zaman ilgimi çeker.

Derginin Ocak sayısında “Köklerinden koparılan 1,5 milyon insan” başlığı ile yazar Ayşen Gür, mübadele konusunu işlemiş. Çağan Irmak’ın Giritli dedesini anlattığı “Dedemin İnsanları” filmi de hazır vizyondayken, okunması gereken bir yazı. Bilmediğim pek çok şey öğrendim..

“Büyük Göç”, her iki ülkeyi de ve her iki ülke insanlarını da fena vurmuş. Öyle beş on yılda atlatılabilen bir darbe de olmamış. Türkiye nüfusunun yüzde 6’sını, Yunanistan ise yüzde 20’sini yenilemiş.

Yunanistan verdiğinden daha fazla göç aldığı için göçmenleri bir türlü yerleştirememiş. Yüz binlerce insan tiyatrolara, kiliselere, camilere, okullara, derme çatma binalara, çadırlara sığınmış. 1923’de başlayan iskân politikası 1940’da hâlâ tamamlanamamış. 1957’de toplanan 7. Mülteciler kongresinde (düşünün 34 yıl sonra!) Rum Mübadiller şikâyetlerini dile getirmiş.

Rum mübadiller şikâyetlerinden bir sonuç almış mı almamış mı, Yunan Hükümeti dertlerini çözmüş mü bilemeyiz ama Türkiye’ye gelen insanlar da çok çekmiş. Ana ilke gidenlerin yerine gelenleri yerleştirmekmiş ama Rumların bıraktıkları malların dörtte üçünü yerli halk yağmalayınca, gelenler evsiz ve topraksız açıkta kalmış. Mübadeleden iki yıl sonra 1925’te kurulan komisyon, Rumların bıraktığı 100 bin evin ancak 25 binini devletin üzerine geçirebilmiş. 75 bin gayrimenkule halk el koymuş. Dönemin ilk ve son muhalefet partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, hükümetin bu konudaki başarısızlığını dile getirir gibi olmuş ancak bu da kendi sonuna mal olmuş. Parti, bu ve başka konularda (bkz: Şeyh Said ayaklanması) “fazla ses çıkartıyor” diye kapatılıveriyor. Sadece parti değil, muhacirlerin kurduğu dernekler de, “hükümete karşı faaliyetler içinde olduğu” gerekçesiyle yasaklanıyor.



Bu bilgi sayesinde hep sorduğum sorunun cevabını alır gibi oldum.

Hani “Yunanistan’a gidenler anı ve acılarını kuşakta kuşağa geçirir, dün olmuş gibi taze taze yaşar, torunları dedelerinin Türkiye’de bıraktıkları evlerinin yerini bile bilirlerken Türkiye’ye gelenler neden hiçbir anı taşımamış, torunlarına aktarmamış acaba?” diye sorulur ya.. Bırak evi bilmeyi, bırak köyü bilmeyi, biz Türk mübadiller adam gibi hangi şehirden, kasabadan geldiğimizi bile bilmiyoruz. Kime sorsan Selanik’ten gelmiştir. O kadar çok kişinin Selanik şehrinden gelmesine imkân var mı? Yok. Belli ki biz Selanik diye bölgeden söz ediyoruz. Neden böyle diye hep sorardım. Galiba bu yasakların büyük etkisi olmuş. İnsanlar şikayetlerini bile dile getirememiş, haklarını aramak için kurdukları derneklerini bile devam ettirememiş. Ve ne olmuş? “unutmak en iyisi” denmiş.

Bizim o günlerin anılarını ve acılarını diriltmemiz son on yılın işi. Lozan Müdabilleri Derneği 2001 yılında kuruldu. Mübadele müzesi geçen sene açıldı. Mübadeleyle ilgili kitaplar, romanlar, filmler diziler yeni yeni yazılıyor, çekiliyor. Göçü yaşayanı kalmadıktan sonra dedelerimizi, büyükannelerimizi yâd etmeye başladık. Biz de tuhaf bir milletiz vesselam.

Gökçeada’da Rum okulunun yeniden açılmasına izin verilmiş dün. Bu da başka bir ironi. Rum kalmadıktan sonra okuluna izin ver.

Yazının devamı...

35 milyon 830 bin Euro

Ne güzel bir para değil mi? Neler yapılırdı? Mesela Gaziantep’in 2012 yılı il Özel idare bütçesi 70 milyon TL.

Van’da depremden zarar görmüş binalar için yapılacak DASK ödemesi de 70 milyon TL civarında olacak.

700 kişinin çalışacağı dev bir termal otel de mesela 70 milyona mal oluyor.

Erzurum’un devasa atık su arıtma tesisi 64 milyon Euro’ya mal olacak. Yarısını karşılarmış.

Hiç bir şey yapılmasa istasyonuyla beraber bir kilometrelik metro döşenirdi.

100 çalışanı olan orta büyüklükte bir fabrika da açılıyor bu paraya.

Hadi dindarları da sevindireyim: Avrupa’nın en büyük camii olacak olan Köln Camii de 35 milyon Euro’ya mal oluyor.

Kaç kilometre asfalt, kaç okul, kaç hastane hesabını siz yapın.

Biz ne yaptık? Tazminat olarak ödedik.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Kıbrıslı Rumlar tarafından açılmış en kapsamlı mülkiyet davalarından birinde Ankara’yı toplam 20 milyon 830 bin Euro tazminat ödemeye mahkûm etti. Ankara, bu tazminat miktarına ek olarak davacılara toplam 15 bin Euro mahkeme masrafı da ödeyecek.

Bütün bunlar ne için ödeniyor? Kıbrıs’ta hayalet şehir haline getirilen Maraş’taki gayrı menkuller için.

Dava 1990 yılında açıldı. “Lordos ve diğerleri” olarak tanımlanan ve 13 Rum tarafından AİHM’e taşınan dava, davacıların Maraş bölgesindeki taşınmazlarını kapsıyor. AİHM, davanın esasa ilişkin bölümü hakkında 2 Kasım 2010 tarihinde açıkladığı kararda, davacıların mülkiyet hakkının ihlal edildiğine hükmetti.

İhlal eden kim? Türk tarafı.

Bundan önce ne kadar ödendi biliyor musunuz peki?

77 milyon 185 bin Euro.



Daha ne kadar ödemeye devam edeceğiz acaba bu “milli mesele”nin bedelini?

Geçenlerde Meut Yılmaz’dan bir takım inciler döküldü biliyorsunuz. Yunan adalarındaki ormanları Türkiye’nin yaktığına dair. (Oralarda olduğum sürece hep bunu duyuyordum da çirkin Yunan propagandası sanıyordum açıkçası)

Biliyorsunuz şimdi de adalılar yakılan ormanların tazminatı için dava açmaya hazırlanıyor.

Mahkûmiyet yersek yine tazminat ödeyeceğiz.

Devletimiz çok zengin, ödesin dursun diyemiyoruz yazık ki.

O tazminatların her bir kuruşu bizim cebimizden çıkıyor.

20 yıl sonra da yakılan Kürt köylerinin, yakılan Doğu ve Güney Doğu ormanlarının hesabı sorulacak.

10 yıl sonra 12 Eylül’de ölenlerin, işkence görenlerin tazminatı ödenecek.

Uludere faciasının da bir tazminat davası olacak elbette.

Ergenekon davasının da.

Ve daha birçok hatanın.

Ben annemlerin zamanının tazminatını, çocuklarımız bizim zamanın tazminatını, torunlarımız çocuklarımızın zamanının tazminatını ödüyor, ödeyecek.

Ben hakkı yenenlerin tazminatı ödensin diye mi kazancımın yarısına yakınını vergi diye veriyorum?

Bu böyle nereye kadar? Tazminata mahkûm olmayacak işler yapan bir ülkemiz ne zaman olacak?

Bunu istemeye neden HALA hakkımız yoktur?

Niye kimse benim gibilerin de sesini duymaz?



Git meczup

Allah TRT Eurovision ekibine razı olsun, benim gibi bir müzik cahiline Can Bonomo’yu tanıttı.

Herkes gibi ben de (Kaybedenler Kulübü ağzıyla söyleyecek olursak) “Kim lan bu Bonomo Kardeş?” dedim. (bkz: Kim lan bu Erol Egemen?) Hatta dedik. Eş dost akraba üçlüsü olarak.

Lakin devir internet devri. (İcat edilmiş en muhteşem şey. Bütün icatların bileşkesi. Çok tanrılı dönemde olsaydık kesin bir internet tanrısı olurdu. Haber Tanrısı Hermes’in oğlu İnternetios mesela. Ve ben ona tapardım...) Açtık baktık.

Aaa.. Şahane bir çocuk çıkmasın mı?

Doğruya doğru Duman esintileri taşımıyor değil. Fakat sevdiğimiz bir tarz. “Meczup”, “Bana bir saz verin” “Şaşkın” şahane şarkılarmış.

İki kere dinleyince “gitme meczuuuup” diye söylemeye bile başladık Gülçin’le..

Kazanır kazanamaz açıkçası hiç umurumda değil.

Bir gence (ve ilk defa bana) böyle bir faydası oldu..

Tenk yu Eankara... Tivelf point..

Yazının devamı...

Matkapla adam oymaca

Dün akşam “Kurtuluş Son Durak” filmine gittik iki kız.

Film hakkındaki düşüncelerim alttaki kutuda.

Filmden sonra arkadaşımla insanı neler katil edebilir diye uzun uzun konuştuk.

Bu sabah sanki Allah “Vay sen misin katil olma raddelerini arkadaşınla konuşan! Al sana imtihan!” dedi.

Evimin bitmemiş on on beş işi var ve bunlardan biri de posta kutusunun asılması.

Haftalar öncesinden aldım ama elim değemedi bir türlü.

Matkabımı, metremi, dübel ve vidalarımı hazırladım, çıktım kapının önüne.

Aksi giden hiçbir şey yoktu. Santim santim hesaplamış, delinecek yerleri bir güzel işaretlemiş, matkabıma doğru ucu takmış, ilk iki deliği de başarıyla delmiştim.

Sıra üçüncü deliğe gelmişti ki bir “Kolay gelsin” lafı işittim sokaktan. İçimden “Kolaysa başına gelsin”, dışımdan “Teşekkür ederim” dedim. Sonra bu sesin sahibi yanıma yaklaştı ve “Bunu bir ustanın yapması lazım” dedi.

“Yok” dedim, “ustalar kötü yapıyor, ben artık her şeyi kendim yapıyorum”.

Fakat o esnada matkap ucu ilerlemesi gerektiği kadar ilerlemiyor bir türlü duvarda. Takıldı kaldı...

“Bi verir misiniz?” dedi.

Aghhhhh... İşte beni bitiren bu boş bulunmalar.

Neden yaparım bunu? NEDEN, NEDEN, NEDEN???

Babasız büyümüş, kimsenin prensesi olmamış, 18 yaşından beri çalışan, hayatta her şeyi tek başına yapmış bir kadın evladı olarak..

Yahu park etsinler diye arabamı bile vermem kimseye...

(Zira öyle bir hıyarlık edip arabamı hurdaya çıkartmışlığım var...)

Verdim.

“Bu arada ne yapacaksınız?” diye de sordum.

Sorunca sanki “duracak” ve “düşünecek”!

O bir erkek! Onlar önce yapar sonra düşünür.. Zekâları eylemlerinden sonra gelir.

Şişko komşum, soruma cevap vermek yerine “Bismillah” deyip asıldı matkabıma ve 12 saniye içinde duvarımda içimden ayak başparmağımın BİLE rahat rahat geçebileceği bir delik açtı.

Yemin ediyorum abartmıyorum.

“Yahu ne yaptın?” dedim, “Dübel içinde lıngır lıngır oynayacak şimdi?”

“Yok oynamaz” dedi..

Elbette onun dediği olmadı dübel at sırtında bir kelebek kadar alakasız kaldı delikte..

Bekliyorum ki “Ya hay Allah, yanlış iş yaptım, kusura bakma” desin ve telafi etmeye çalışsın.

Aynen şöyle dedi “Git nalburdan daha kalın dübel al, hemen olur...”

Ve içinde portakal ve elmaların olduğu torbasını yerden alıp yoluna devam etti..

Peşinden koşup koca totosunda matkabımla bir delik açmam ve kanlar fışkırırken “Sen de git hastaneden kalın bir tampon al, olur” demem yemin ederim an meselesiydi.

Öyle bir saniyelik bir şey. Bir saniye erken davransaydım bu yazıyı yazamıyor olacaktım.

Herkes Ergenekon’dan içerideyken bir matkap yüzünden içeride olmak da bana çok koyacaktı.

Demek istediğim: Matkabı eline aldıysan başka kimseye vermeyeceksin.



“Kurtuluş Son Durak” hakkında fikirlerim

Sanat yönetmenliği mükemmel. Evlerin içi o kadar inandırıcı döşenmiş ki sanki Kurtuluş’ta bir apartmanı boşaltmışlar da hiç ellemeden plato haline getirmişler... Oysa eminim santim santim döşenmiştir hepsi.

- “Nefes” filmindeki komutanı (Mete Horozoğlu) apartmanın ayyaşı rolünde görünce yemin ederim irkildim. Beynimin bütün devreleri karıştı. Önce “Ay yazık, dağ gibi komutan alkolik mi olmuş?” dedim, sonra “E tabii o dağlarda, o koşullarda ne bekliyorsun ki..” dedim, sonra “Lan ölmüştü o!” diyerek kendime geldim. Ya yaşlanıp anneannem olmaya başladım ya da “Nefes” filmi gelmiş geçmiş en inandırıcı Türk filmi.

- Yavuz Bingöl yine döktürüyor. Neden yola şarkıcı olarak başlamış ki?

- Belçim Bilgin, o kadar sinir illeti bir kadın canlandırmış ki ne yalan söyleyeyim düğüne üç gün kala terk edildiği için hiç üzülmedim. Gereğinden fazla asık suratlı, gereğinden fazla gıcık, gereğinden fazla kendini beğenmiş ve gereğinden fazla “bayan doğru” idi. Bu sevimsiz “bayan doğru”nun gidip de önemsiz bir serseriye âşık olması ve evlenmeye kalkması... I ıh... Dahası ev almak için muayene devretmek ve borç altına girmek? Bu kadar ukala, bu kadar üniversite bitirmiş bir kadın böyle bir saçmalığı yapmaz. Kendini beğenmiş bir psikoloğu geçtim ilkokul üç terk bir manikürcü bile yapmaz. O kadar aptal ise film boyunca bizi sinir eden bilmişliği neydi o zaman?

- Öte yandan, diğer roller ve oyuncular tam olmaları gerektiği gibiydi. Fakat Asuman Dabak hep aynı rolü oynuyor sanki. O yetenekli kadının başka hallerini de görmek isterim. Bir kez daha asabi kadın rolünde görürsem hayal kırıklığına uğrayacağım.

- Bir cinayet - komedi filmini, kadına karşı şiddet kampanyası filmine dönüştürmek... Olabilirmiş ama girişi o kadar uzatmayıp gelişme bölümüne ağırlık verilseymiş de kampanya bölümü bu kadar zayıf tutulmasaymış.. Daha ikna edici olurmuş. “Kadına karşı şiddet” çok kolay halledilebilir bir mesele gibi işlenmiş.. İki blog, beş yürüyüş, tamam kadınlar uyandı. Yazık ki öyle değil. Olmayacak da..

- Polis komiserini rehin alma Amerikan vari bir çözümleme olmuş.

- “Hapiste bilgisayar ve internet” TC koşullarında harbi fantastik olmuş.. Türkiye hapishaneleri henüz cam arkasında leş gibi telefonlarla görüşme seviyesinde. Yenilebilir yemek bile vermiyorlar daha, nerdeee gıcır gıcır bir iMac...

Yazının devamı...

Hepsi viski yüzündenmiş..

Basınımızın ırkçılıktan sorumlu yazarımız Yılmaz Özgevrek teşhisi koymuş:

Uludere’de bombalanıp ölen çocuklara üzülenler “entel barların romantik tayfası” imiş.

“50 liracık için hayatını tehlikeye atmak zorunda kalan masum köylü” diye (saf saf) ahlanıp vahlandıklarımız esasen ayda 15 bin lira kazanan A plus zengin işadamlarıymış.

“Bu nasıl bir hesaptır ya Rabbim?” diyemeden kendisinin başka bir über mensch tespiti ile devam ediyoruz:

Bu “entel barların romantik tayfası”nın, kaçakçılık için kullanılan katırlarla ortak noktaları da varmış!

Neymiş?

İkisi de viski içermiş!

Kaçakçılar, daha enerjik olsun, daha çok kaçak mal taşıyabilsinler diye katırlara viski verirlermiş. Zira kaçak olduğu için nasılsa sudan ucuzmuş.. Daya viskiyi, taşıt mazotu.

Entel barların romantik tayfası neden katırlar gibi viski içermiş peki? Yazık ki bu konudaki değerli fikrini öğrenemiyoruz. Değinme gereği duymamış.



Fakat açık olmak gerekirse Yılmaz Özgevrek ile ortak noktam olacağına bir katırla ortak noktam olmasını tercih ederim. Söyleyin o ne içiyorsa ben ondan içmeyeyim.

Hatta o kadar ileri gidiyorum ki o insan ise ben katırın ta kendisi olayım.

Yazık ki onun sandığı (ve nedendir bilinmez çokça arzu ettiği) gibi viski içmiyorum. Daha doğrusu içemiyorum. Midem yanıyor. Yeterince katırlık yok herhalde kanımda. Fakat merak buyurmasın, bundan sonra iyi bir katır olmak için elimden geleni yapacağım. Arpadan başlayıp viskiye doğru gideceğim. Hem bak hayat bilgisi dersi gibi oldu: Viski de arpadan yapılmaz mı zaten... A ha ha haa.. Kahvaltıda arpa ezmesi, öğlen malt çorbası, akşama da viskili bonfile... Olmaz mı? Yok daha basit beslenmem uygun görülüyorsa o da olur. Arpa haşlama, sulu viski. İyi bir katır hiç bir durumda ses çıkarmaz!

Ölen insanlara üzülen tanıdıklarım da viski içmiyorlar gerçi. Entel bara da gitmiyoruz. Entel bar denilen şeyin tedavülden kalması da herhalde bir on yıl oluyor ama Yılmaz Özdomat Türkiye’nin “1942 Nazi Dönemi”nde yaşadığı için 2012 yılında olup bitenlere intikal edemiyor doğal olarak. 70 yıl geriden takip etmek de ayrı bir marifet tabii.. Konu sıkıntısı çektikçe İzmir Metropoliti Hrisostomos’un olağanüstü hainliğinden ve feci sonundan (sanki iki hafta önce cereyan etmiş gibi müthiş bir şevkle, nefretle, tiksintiyle ve intikam arzusuyla) söz edip durması boşuna değildir. Irkçılığı kaşıma, destekleme, yayma ve sevdirme tim başkanı olarak vazifesini yapıyor bittabii delikanlı.

Fakat ne güzel yıllardı di mi onlar! O 40’lı yıllar neden sanki şöyle bir seksen yıl sürmedi ki! (Yoksa sürdü mü?) Kime gıcık kaptıysan topluca yok edebiliyordun. Almanlar nefis bir örnek olmuş, ırkçılık, soykırım vakıa-ı adiyeden olmuş. Bul sen de “ötekini”, bas kurşunu... Dersim’de bir iki yıl önce 13 bin insan kurşunlanmış, bombalanmış, kimsenin umuru olmamış mesela. O dönemde “entel bar” olmadığı için mi acaba?

Sonra canın Yahudilerden, Rumlardan mı kurtulmak istiyor, malları Türklerin eline mi geçsin istiyor? Koy misler gibi “Varlık Vergini” bitir işi.. Bir Allah’ın kulu laf etmiş mi? Üzülmüş mü Aşkale’ye gidenler ve dönemeyenler için? Haksız yere ellerinden malları alınıp haraç mezat satıldığı için? Hayır. Entel barlar ve romantik katırlar halen gelmemiş dünyaya belli ki. Viski de yokmuş zaten o günlerde.

Hepsi o iğrenç sıvı yüzünden değil mi paşam? O gelmeseydi memlekete, ne güzel yönetecektiniz biz katırları...

Yazının devamı...

Ya bunun adı Nişantaşı faciası olsaydı?

Üç gündür Sanem (Altan), Uludere faciasıyla ilgili duygu ve düşüncelerini yazıyor.

Yazabilseydim aynı satırları yazacaktım.

Aynı onun gibi BDP’li Ayla Akat’ın Hasan Cemal’e yazdığı mektuptan alıntı yapacaktım, aynı onun gibi “içim cızlıyor, aklım fikrim Uludere’de giden canlarda, çocuklarda” diyecektim, aynı onun gibi devlet “büyük”lerine isyan edecektim.

Yazamadım çünkü kendi derdime dalmıştım. Başlayıp başlayıp bitiremiyordum yazılarımı... Üç kuruşluk aklım (artık narkozun etkisiyle midir nedir?) iyice uçmuştu

Herkese şunu soruyorum beş gündür:

Bir an 35 kişinin Şırnak - Uludere’de değil de Nişantaşı’nda, İstinye Park’ta, Uludağ’da öldürüldüğünü düşünelim...

Ölen 35 kişinin sınırda kaçakçılık yapan çocuklar değil de Şişli Teraki’de Robert Kolejde, Doğa Koleji’nde okuyan çocuklar olduğunu düşünelim...

İsimleri Ferhat, Şervan, Osman, Adem, Bedran, Zeydan değil de Berke, Buğra, Tuğçe, Sude, Batu, Arda olduğunu düşünelim...

Yılbaşı öncesi 50 lira kazanmak için değil de yılbaşı öncesi hediye almak için 50 lira harcayan gençler olduklarını düşünelim...

Katır üstünde değil de Vespa’ları üzerinde olduklarını düşünelim...

Polis terörist avlarken diyelim Cities Alışveriş Merkezine girdi ve diyelim yanlış ihbar nedeniyle bir grup gencin üzerine ateş açtı diyelim..

Biri hariç hepsi paramparça oldu diyelim...

Bu gençlerin bir kaçının da babası diyelim kudretli bir işadamı, anası yükseklerde bir yönetici, teyzesi bakanlıkta müsteşar, amcası CEO olsun diyelim...

Memlekette nasıl bir kıyamet kopardı düşünebiliyor musunuz?

Böyle olur muyduk yine?

Yılbaşını kutlayabilir miydik yine coşkuyla?

Başbakanımız acaba yine böyle esip gürler miydi “devlet kendi çocuğunu öldürdü” diyenlere?

Yine “iblisin yolunda köşe yazarı görünümlü cambazlar” diyebilir miydi “başbakan yanlış istihbarat almış” diye yazanlara?

Yine kendisinden hesap soran Taraf gazetesine çatacak, BDP’ye dediği gibi diyelim Nişantaşı’ndaki çocukların hesabını soran CHP’ye “köpek” diyebilecek miydi?

Gazeteler “ama onlar tikiydi zaten”, “ama onlar şımarıktı” “terörist mi zengin piçi mi?” diye başlıklar atabilecek miydi? Öldürülmelerini mazur gösterecek miydi?

Meclise gelen diyelim “Cities Anneleri”, başlarında diyelim sandra sarısı röfle var diye itilip kakılacak mıydı “gereğinden fazla sarışın oldukları ve bölücülük yaptıkları” gerekçesiyle?

Okur ve maalesef yazar olan bir takım soysuzlar facebooklarda “işte böyle böyle gebereceksiniz tek tek” diyebilecek miydi Cities’da insanlar çocuklarının cesetlerini ağlaşarak toplarken?

Olmayacaktı.

İşte o nedenle Başbakan istediği kadar “yeniden doğmuş olmanın” coşkusuyla gürlesin, bağırsın, çağırsın (ama hiç bir şey söylemesin) Selahattin Demirtaş haklıdır.

Ülke karpuz gibi ikiye ayrılmıştır.



Nerede Uludere kurbanlarının haftalar boyu süren tek tek hikayesi?

Nerede geride kalan acılı annelerin, eşlerin kocaman kocaman hüzünlü fotoları?

Açıp haritaya Uludere nerede bakan var mı?

Giden? Gitmek isteyen?

O çocukların isimlerini tek tek kaç kişi okudu acaba?

İsimlerinin Ferhat, Şervan, Osman, Adem, Bedran, Zeydan.. olduğunu kaç kişi bildi..

Çok uzak oralar. İsimleri de suretleri de çok uzak. Gözümüzün önünde sadece ve sadece battaniyelere sarılı ölü bedenlerinin fotosu.

Hemen unutulabilirler. Zaten unutulsunlar diye o zalim fotodan başka bir foto yok. Ki birine vereceğin en büyük ceza onu unutmak değil midir?

O kadar uzaksa, o kadar yabancıysa, o kadar unutulabilir ise bizimle kalsınlar diye bu zulüm niye o zaman?

Yazının devamı...

Noel Babiş’ten dileklerim

- Lütfen evimde bir şey bozulmasın artık!

Yetti gari! Bildiğiniz gibi 2011 yılım paso in∫aatla geçti. İlk altı ay tadilatla geçti. İkinci altı ay da Türk ustalarının göz yaşartıcı lakaytlıklarından dolayı yapılmışlar bozulduğu, akıttığı, damlattığı, kabardığı, koktuğu için tekrar yaptırmakla geçti. ™u an duvara tek bir çivi çakmaya takatim kalmadı. Bir şey bozulacak ve eve yine usta gelecek diye ödüm kopuyor.

- Bankamın sistemleri iflas etsin ve daha 3 yıl ödeyeceğim ev kredim siliniversin. Hatta oldu olacak ben onlardan alacaklı olayım.. Hesabıma birden 100 bin liracık yatıversin. Ve bunu sonsuza dek benden başka kimse fark etmesin.

- Hazır sistemler karışmışken maaşım da beş altı ay zamlı yatsın. Ve tabii bunu da sonsuza dek benden başka kimse fark etmesin.

- Boyum on santim uzasın! Marangoz mutfak dolaplarını çok yükseğe taktı, üst rafa erişemiyorum anasını satayım. Zürafaların boyunun üst dallardaki yapraklara ulaşmak için uzadığı evrim teorisi benim için de geçerli olsun. Ama bunun için sekiz nesil gerekmesin. Üç ay içinde olsun.

- Ne yersem yiyeyim kilo almayayım. Metabolizmam 15 yaşında bir delikanlının hızına çıksın.

- Veya daha güzeli: Dünyanın güzellik anlayışı tepetaklak olsun ve 42 yaşında, 1 57 boyunda, 54 kilo olmak acayip trendy olsun, kusursuz güzellik olarak da beni göstersinler. (Bu 2013 yılında 43 yaşında 1 57 boyunda 57 kilo, 2014 yılında 44 yaşında 1 57 boyunda 60 kilo olarak değişsin) Başta Vogue olmak üzere bütün dergilerin kapaklarında ben olayım, herkes benim fotoğrafımla estetik cerrahlarına koşsun, benim burnumun, çenemin, popomun kalıbını almak için kapımda yatıp kalksın heykeltraşlar... Bundan sonraki Marilyn Monroe ben olayım.

- Evimin 500 metre ötesine bir Bauhaus, bir Koçtaş, bir IKEA ve Mediamarkt açılsın. Bıktım karşıya gidip durmaktan.

- Suda yüzen arabam olsun. Trafikte tıkılı kalmaktan da bıktım. Bu arada hem suda hem karada giden araçlar neden yaygın değil bir bilen var mıdır?

- Birisi son model karavanını bana hediye etmek istesin. Mesela okurlarımdan birisi Sally Karavan veya Başoğlu Karavan’ın sahibinin annesi olsun ve beni çok seviyor olsun ve böyle bir hoşluk yapmaya karar vermiş olsun. Olamaz mı? (bkz: dilekte sınır tanımayan köşeci)

- Gideceğim ülkeler şunlar olsun: Transdinyester, Trinidad Tobago, Papua Yeni Gine.. Niye mi? Hiç bir nedeni yok. Uganda’dan sonra daha acayip neresi olabilir deyince bunlar aklıma geldi..

- Noel Babiş çok yakışıklı bir delikanlı olarak çıksın karşıma ve Keşan Müftüsün dediği gibi kapıdan girsin zira bacam yok. Bu delikanlının edeleleri gelişkin olsun, pek güzel bir işi olsun, (gerçi Noel Babalık iş sayılmaz mı?) ruh hastası olmasın ve beni görür görmez aşık olsun ve anında evlenme teklifi etsin ve çuvalından bir tek taş pırlanta yüzük çıkarıp versin.. Babiş dediğim adamla nasıl evleneceğim de ayrı bir konu ama hadi bugünün hatırına karıştırmayalım.

- Yandaki eve Sezen Aksu taşınsın, beni en sevdiği komşusu ilan etsin ve her partisine beni çağırsın.Memleketin en acayip insanlarıyla tanışıp durayım sonra Sezen Aksu ile onların dedikodusunu yapayım.

- Birden dünyanın en yaratıcı insanı olayım. Bir yıl içinde üç roman yazayım ve hepsi de best seller olsun, filme çekmek için kapıma gelip yalvarsınlar.

- Ellerim ve ayaklarım artık terlemesin. Şunun çaresi bulunsun. Denemediğim halt kalmadı.

- Şu gerzek üşüme özelliğinden de kurtulayım. Kışın çorapsız gezenlerden olabileyim. (bkz: üşüdüğü için dekolte giyememek)

- Bunların hepsinin şaka olduğunu kimseye söylemek zorunda kalmayayım, Allah sağlık, afiyet, iyi arkadaşlar ve yaşama zevki nasip etsin yeter...

- İyi seneler.

Yazının devamı...

Tamoksifen kardeşliği kulübü kuruyorum, var mı gelen?

Şuna doğru gidiyoruz: Hani birini google’da aratırsın ve “biyografisi”, “eserleri”, “diskografisi” “filmografisi” “yarattığı tartışmalar” “bağlantılı konular/linkler” yazar ya..

Hah işte bundan sonra kişi bilgilerinde konu başlıkları şöyle olacak: “biyografisi, diskografi, filmografisi, biyopsisi, geçirdiği kanserler, ameliyat öncesi tedirginliği eserleri, kanser sonrası eserleri, geçirdiği kişilik değişimleri...”

Dünya buna doğru gidiyor... Kimi kurcalarsan içinden kanser, atipik hücre, kanserli doku, hücre bozulması, kanser olmaya doğru giden yapı, kanser olma ihtimali bir hayli yüksek oluşum, kanser olsam mı olmasam mı diyen lobül, “ya biz de kanser olsak mı acaba” diye düşünen epitel, “bir ara ben de kanser olabilirim, var yani öyle bir arzum” diyen duktal çıkıyor... Bir kere işkillenmeye gör. “Bakın bakaaam bende bir şey var mı” dedin mi illa bir şey bulunuyor.

Her neyse.. Benim durumum (günlerdir yayın yapıp duruyorum, merak edenlere söylüyorum) ‘yavru balık’ durumunda. Bu nedenle şimdilik tamoksifen ile yırtmış durumdayım.

“Tamoksifen ne abla?” diyeceksiniz şimdi. Bir ilaç. Ağızdan alınıyor. Hemen hemen her kanser olana veya kanser geliştirme ihtimali yüksek olana verilen bir ilaç. her gü alıyorsun. Onun da yan etkileri var ama artık ya herrü ya merrü deyip...

Vikipedi’de şöyle yazıyor: “Seçici östrojen reseptörü modülatörüdür. Bazı kanser hücreleri büyümek için östrojene ihtiyaç duyarlar, Tamoksifen göğüs dokusundaki östrojen hormonu reseptörlerini durdurur ve böylece kanserin yayılmasının önüne geçer. Bunun yanı sıra Tamoksifen’in anjiyojenesisi (damarlanma) durdurucu etkisi olduğu kanıtlanmıştır. (Tümörü besleyen kılcal damarlar) Bu yüzden pek çok diğer kanser türünde de uygulanmaktadır. Ayrıca son yıllarda yapılan bazı çalışmalar radyoterapi sırasında oluşan beyin hasarlarını tedavi edici özelliğini ortaya çıkartmıştır.”

Daha ilginç şeyler de yazıyor. İlk olarak kanser olmuş Navy isimli bir köpekte denenmiş. Köpek tamamen iyileşmiş. Bu yüzden protokolün ismi Navy Protokolü olmuş.

Bana öyle geliyor ki tamoksifen pek yakında aspirin gibi bir şey olacak. Herkes sabah akşam bir adet tamoksifen alacak. Her çantada bir kutu tamoksifen lacak. “Her derde deva” diye Karaköy’de işporta tezgahlarında tamoksifen satılacak. Tamoksifen kardeşliği kulüpleri olacak. Tamoksifen kullananlar beraber tatillere falan gidecek. Sonra tamoksifen bağımlılığı ortaya çıkacak. Tamoksifen bağımlılığından kurtulma dernekleri/kulüpleri olacak. Tamoksifen kullanımına sınır getirilecek. “Tamoksifen’ime dokunma!” yürüyüşleri yapılacak..

Sonra biri çıkıp daha iyi (ve tabii ki daha pahalı) bir şey çıkartacak (zira tamoksifen artık patentli değil ve gayet ulaşılabilir fiyatlarda satılıyor) ve bütün bunlar o ilaç için olacak...

Ah çivisi çıkmış dünya! Çok seviyorum seni!

Öptüm tamoksifenli tamoksifenli...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.