Şampiy10
Magazin
Gündem

Tahammülfersa bulduğum şeyler

- Facebook’a sadece “feys” denmesi:

Gençler arasında böyle söylemek çok kuul bulunuyor sanırım ama bana acayip keko geliyor. Haspalar sanki her şeyi çözümledi, halletti, yaladı yuttu da “yorgunluktan” herhalde tam ismini söyleyemiyorlar... De’ler da’ları da o meşhur yorgunlukları yüzünden ayıramıyorlar di mi.. (Öyle azizim öyle..)

- “En büyük hazinemiz gençler” lafı:

Yani okulunu daha bitirmemiş, benim okuduğumun daha beşte birini okumamış, memleketin yüzde birini, dünyanın binde birini görmemiş, benim tanıştığım, sohbet ettiğim insan sayısının beş yüzde biri kadarıyla bile tanışmamış, tek bir yeteneği dahi gelişmemiş ve en kötüsü bunların hiçbirinin daha farkında olmayan bir 18’lik neden benden daha değerli oluyor? Hayır gençlere kafayı takmış değilim. Genç dalkavukluğu yapanlara kafayı taktım. Ama ayrıca bir takım gençlere de ciddi olarak sinir oluyorum. “Hazine” addetmeyi bırak bildiğin pislik yerine koyuyorum (Bkz: hepimiz Ogün Samastız) (bkz: “feys” gençliği)

- Alya isimli kız çocukları:

Çocuklarınıza lütfen daha fazla Alya ismini koymayın. Talihsiz bir tesadüf sonucu on veletle beraber olmak zorunda kaldım ve 7’sinin ismi Alya idi iyi mi! Hayır iyi değil. Yaratıcı olun başka isimler bulun yav! Ayrıca çocuğa Alya ismi koyunca Ayşe Arman olunmuyor.

- Karolin Fişekçi:

Röportajlar yetmedi sonunda televizyona da çıktı. Peki çıksın anasını satayım. Ama bari bu vesileyle fişek gibi bir iş çıkarsa da sergisine gitsek de “e iyi oldu bu vuslata eremeyen Orhan Pamuk dalgası.” diyelim. Ablamızı bienallerde görelim, bizi şok etsin, dumura uğratsın, sanat adına mutlu olalım. (bkz: umudunun yitirmeyen salak köşeci)

- Sarkozy aleyhinde haberler:

İki nedeni var.

BİR: Adama bayılmıyordum, her gün her gün koca koca (ve bilhassa çirkinlerinden seçilmiş) fotoğraflarıyla güne başlamak istemiyorum.

İKİ: Türk basını her zamanki gibi şirazesinden çıktı, milliyetçiliğe abanıp üç beş tiraj kazanacaklar diye çirkinlikte sınır tanımaz oldu. (bkz: iki yönlü mide bulanması)

- Hadise’nin kilo sorunu:

Yeter ulannnnn! Bıktım bu konudan. Kadın kopacak zayıflıktan, hâlâ şişman diyorsunuz. Ayrıca şişman olalım zaten. Balıketi olmaktan kimse ölmez. Aksine mutlu olur. Osman Müftüoğlu bile karşı çıkmaz buna. Hürrem kızım sen de aynen devam. Bir kaç kilo daha bile al hatta. Ekranlarımız balıketi kadın görsün, biz normal kadınların üzerinden baskı kalksın yavu! Ameliyattan sonra dört kilo aldım, vermek için yemediğim herze kalmadı, tek bir gramım gitmedi anasını satayım. Koşu bandım da bozuldu, tamir edilemiyor bir türlü... Eaaaah! Yeter. Mutlu bir tombul olarak ölmek istiyorum. Herkes an itibarıyla günde beş kap sütlaç yesin! Bu bir emirdir!

- Hülya Avşar’ın “özel” hayatını yeniden ve yeniden askıya alması:

Şunu demek istiyor: Yine tufaya geldim. Hürriyet’ten Onur Baştürk çok şahane demiş: “Ünlülerin özel hayat diye bahsettikleri aşk mevzularını sürekli askıya almaları ne fena bir şey. Neden hiç iş hayatlarını askıya almazlar? Ne zaman şöyle bir açıklama duyacağız mesela: “Bir süre önüme gelenle flört edip günümü gün etmeye karar verdiğim için iş hayatımı askıya aldım” Kazan kazan nereye kadar? Yedi bin kere yaptın dünyalığını! Ayrıca Hülya Avşar’ın çirkin erkek merakı nedir bir bilen var mı?

Yazının devamı...

Totoyla tarih yazmak itiraf edildi

Bir tuvalet kağıdı reklamı dönüyor bugünlerde tivilerimizde. Bana biraz sorunlu geldi, bilmem siz ne dersiniz...

Olay şudur:

Hülya Avşar hanımefendi, bütün şıklığı ve haşmetli ikizleriyle nefis bir kütüphanede yürüyor, eline bir kitap alıyor, okur gibi yapıyor, bırakıyor, sonra masa üzerinde sayfaları (kütüphane içinde ne işi olduğunu anlamadığımız) bir rüzgârla sayfaları hızla dönen bir kitabın kapağını hışımla kapıyor, kitap toz oluyor, o sırada hanfendi “ya tarih olursun ya da cesur olur tarihi sen yazarsın” diyor ve elini masanın üzerinde beliren bir tuvalet kâğıdı rulosuna koyuyor.

Yanlış duydum herhalde diye kucağımdaki bilgisayardan internete girip yeniden izledim.

Hayır, doğru duymuşum.

Elinde tuvalet kâğıdı tutan bir kadın “tarih yaz!” diyor.

Tuvalet kâğıdının ilişikli olduğu iki şey var bildiğim kadarıyla. Toto ve...

Hadi şimdi sabah sabah ötekinin adını anmayalım...

Bu durumda sormadan edemiyorum:

Neyimizle yazacağız tarihi?

Dötümüzle mi?



Mesele şu:

Bu ülke işkembeden tarih “yazmaya” alışık bir ülke. Hatta öyle ki okullarda okutulan tarihin neredeyse tümü işkembe çorbası. Olanlara olmadı, olmayanlara oldu diye diye milletin beynini yıkadılar durdular. Sonra söylenenlerin yalan olduğu unutuldu, Boris Vian kitaplarındaki gibi sürreal, absürd, kafası kesik tavuklar toplumu olduk. Evet 90 yıldır totomuzdan tarih yazdık. Fakat bir reklamın bunu bu kadar açık açık itiraf etmesi de yani...

Yakışık alan bir şey mi? Tam da Fransa sıçıp sıvamışken...

Bilmiyorum yani. İki gündür yazdıklarımdan dolayı bana dünyanın hakaretini, tehdidini yağdıranlar bu konuda bir girişimde bulunmayı düşünmez mi?



Cem Yılmaz’ın kayınbabasının magazin merakı

Orhan Pamuk’un (bir türlü olamamış) sevgilisi Karolin Fişekçi vakası bitmeden Cem Yılmaz’ın müstakbel kayınbabası Hasan Neşet Yağtu vakası başladı. İğne deliği kadar fırsat bulan “ya allah” deyip dalıyor bu işe.

Açıklamalara doyamamış Neşet Bey.

Fakat Neşet Yağtu çok feci bir başlangıç yaptı. 18 vitesli bebek arabası esprisi, hele ki bunu “gece boyunca Cem Yılmaz’ınkilerden daha iyiydi esprilerim” bağlamında örnek olarak vermesi (bkz: bırrrrrr), kendi yemeklerini övmesi, “bana baba deme abi de” falan...

Neden bilmiyorum benim etrafım dakka bir gol bir, gıcık kaptık adama..

Twitter ahalisi de aynı fikirde.

Umarım bu ilk ve son olur. Cem Yılmaz’ın kötü esprili kayınpederi vakasıyla karşı karşıya kalmak bu ülkenin son isteyeceği şey olur.

Yazının devamı...

Öz yıkım

Sözcü Gazetesi “Ermeni Soykırımı olmamıştır” diye manşet atmış.

Aklınca Fransa'ya kafa tutuyor.

Ama haklı!

Cümle şöyle olmalıydı: “Türkiye'de sadece Ermeni soykırımı olmamıştır. Türkiye'de Ermeni, Yahudi, Rum, Süryani, Yezidi, komünist, solcu soykırımı DA yapılmıştır. Son olarak da Kürt soykırımı yapılmaya devam ediyor.”

Manşet böyle olmalıydı.

Tarihçi Ayşe Hür, geçen pazar Taraf’taki köşesinde güzel bir liste vermiş. Yıl yıl Türkiye’deki Hıristiyan azınlığa devlet eliyle yapılan her tür hukuk, anayasa, insan hakkına aykırı uygulamaları. Bir üç beş hadiseden söz etmiyorum. Koca ve utanç verici bir liste. (http://www.taraf.com.tr/ayse-hur/makale-cumhuriyet-in-azinlik-raporu.htm)

Bildiğin Nazizm. İttihat ve Terakki ideolojisi, Cumhuriyet ile aynen devam etmiş.

Türkiye’de Türk ve Müslüman olmayanlar çok sistemli bir şekilde “kurutulmuş”.

Naziler on yılda 6 milyon “vatandaşını” öldürdü, biz ise 90 yılda 3 milyon vatandaşımızı türlü ezalarla yok etmişiz. Öyle gizli saklı falan da değil. Kanunlar çıkmış, işlerinden atılmışlar, malları ellerinden alınmış, toplama kamplarına taş kırmaya yollanmışlar, üzerlerine yağmacılar, tecavüzcüler, katiller yollanmış, Türkçe dışında bir dil konuşmaları yasaklanmış, hâlâ kalmaya çalışanlar ise bir gecede sınır dışı edilmişler. Basın da (her zamanki alçaklığıyla) destek vermiş. İnsanları küçük düşürmüş, türlü kepazeliklerle itham etmiş, kamu desteği oluşsun diye elinden geleni yapmış. 1938 Erzincan Depremi için yurtdışından yardım yollayan Yahudilerle bile alay edilmiş, yardımların altında çapanoğlu aranmış.

Son kurşun da Hrant Dink’e. Yargı, daha önce olduğu gibi yine “devlet politikasına” destek çıktı. Münferit, basit, ciddiye alınmaması gereken bir hadise haline getirmeye çalıştı.

Radikal Gazetesi’nden Ezgi Başaran’ın evvelki gün yayınlanan İshak Alaton röportajını okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Lefter’in ölmeden önce Varlık Vergisi’yle ilgili Nebil Özgentürk’e (kamerayı kapattırdıktan sonra) söylediği acı dolu sözler üzerine Ezgi, Alaton’la röportaja gidiyor. Yaşlı başlı adam 1942 Varlık Vergisi’yle ailesinin nasıl çökertildiğinden söz ettikten sonra (babasının 15 bin liralık mal varlığına 64 bin liralık vergi konulmuş) bize hiç bilmediğimiz kardeşinden de söz ediyor. 1955’de İTÜ’de asistan olan kardeşi Bonjour Alaton, tümüyle hükümetin işi olduğu hiç kuşku götürmeyen 6-7 Eylül olaylarına şahit olmuş. Üniversite’den çıkıp kitap almak için İstikal Caddesi’nde yürürken, otobüslerle başka mahallelerden getirilen yağmacıların iki gün boyunca gayrımüslimlerin malına ve canına kast edişlerine, sığınmak zorunda kaldığı bir apartmanın girişinde tanık olmuş. Türkiye için faydalı belki bir profesör olabilecekken, o yolda ilerlerken, Türkiye onun için, içindeki ağabeyiyle birlikte bitmiş. Ertesi hafta İsveç'e gitmiş ve bir daha hiç gelmemiş.

Bugün Türkiye’de 120 bin Yahudi'den sadece 21 bini kalmış. Mübadele sonrası Lozan Anlaşması gereği kalma hakkı olan 120 bin Rum’dan sadece 1200 kişi. Bir buçuk milyon Ermeni’den ise sadece 30 bin.

Bu yazıyı okurken diğer gazetelerin manşetlerine bakıyorum “Ermeni soykırımı yoktur”... “Satan (Şeytan) Sarkozi”...

Yok ya! Bu kök kurutma değildir de nedir?

Ama onların değil kendi kökünü.

Yazının başında şunu dedim: Türkiye’de Ermeni, Yahudi, Rum, solcu soykırımı da yapılmıştır.

1955’deki 6-7 Eylül olaylarının sorumlusu diye kimi içeri aldılar dersiniz?

Aziz Nesin ve arkadaşlarını!

Bir taşla iki “istenmeyen”. Gayrimüslim ve komünist. Ne güzel oyun değil mi? Solcuların da kökü başarıyla kurutuldu netekim.

Bakın Diyarbakır’da yüzlerce ceset çıkıyor ortaya bugünlerde. Devlet eliyle öldürülmüş Kürt vatandaşlarının gizlice gömülmüş cesetleri.

On binlerce olduğu iddia ediliyor. 17 bin kayıp var zira memlekette.

Bir gece evlerinden alınan bir daha haber alınamayan 17 bin insan.

Hepsi çıkacak elbette ortaya.

Ne uğruna oldu bütün bunlar? Ne uğruna kaybettik biz bu insanlarımızı?

Ne geçti elimize?

Böyle yaptık da dünyanın en mükemmel, en müreffeh, en yaşanılır, en yaratıcı, en zengin, en akıllı ülkesi mi olduk? Başımız göğe mi erdi?

Kimse kalmadığı için kendinin soykırımını yapmaya devam eden ruh hastaları ülkesi olduk sadece ve sadece.

Yazının devamı...

İhtarnameden sanat çıkar mı?

Bir acayiplik olduğu belliydi aslında.. Orhan Pamuk’un sevgilisiyim diye ortaya çıkan ve ha babam “Orhan şöyle.. Orhan böyle...” diyen

Karolin Fişekçi’den söz ediyorum.

Gereğinden fazla bir teşhircilik altında saklanmaya çalışılan derin bir hüzün seziyordum gerek Sabah gazetesine Nurdeniz Erken’e gerek

Habertürk’ten Gülenay Börekçi’ye gerek Hürriyet Gezetesi’nde Ayşe Arman’a (ki sonuncusu cidden çok gereksizdi) verdiği röportajlarında.

Kendini Masumiyet Müzesi romanındaki Füsun’a benzetmesi, “hala birlikte misiniz?” sorusuna “Bu soruya cevap vermek istemiyorum. Hiç sormamış olsanız!” “evet mecbur kaldım açıklama yapmaya” “Orhan bana bıraktı her şeyi” “soykırım demedi, dese önce beni bulur karşında”lar falan...

Olmayan bir “iktidarın” göstergeleriydi aslında.

Bugün balon patladı. Ayşe Arman’ın “hiçbir zaman ortalığa dökülmeyen sağlıklı, kanlı canlı, ateşli erkek kimliği üzerindeki dokunulmazlığı kaldırdığınızı düşünüyor musunuz?” diye sorduğu Orhan Pamuk, avukatları aracılığıyla ihtarname çekti!

Karolin kız arkadaşı değilmiş... Amerika’daki alışveriş merkezinden sonra bir daha hiç görüşmemiş, iletişmemişler... Onu, adına konuşmaya yetkilendirmemiş... Hem ahlaksızlık hem de suç işliyormuş. Devam ederse suç duyurusunda bulunacak ve tazminat davası açacaklarmış..

Of of of..

Bu işte çok fena bir son oldu.

Tabii insan sormadan edemiyor: Ayşe Arman röportajına kadar neredeydiniz? Hürriyet’ten başka gazete okumaz mısınız?sonra röportajları hızla yeniden okudum. Gülenay Börekçi röportajında aslında her şey açık saçık ortadaymış. Orhan’a aşık olunmuş, evet güzel güzel sevişilmiş ama hayır! Bir aşk ilişkisi tesis edilememiş ve bu Karolin Hanımı bir hayli acıtmış. Ve pek belli ki Karolin Hanım hafiften psikopata bağlamış. Yani Masumiyet Müzesi’ndeki

“Füsun”dan ziyade Fatal Attraction filminde Glenn Close’un canlandırdığı yayıncı “Alex” karakteri olmuş.

Aşk acısı, çok ciddi bir acı. Küçümsemeyin sakın. O kadar ki ölüm nedeniyle kayıp acısıyla kıyaslanıyor aşk acısı. Yani ölüm ve aşk aynı hasarı verebiliyor. Her ikisi de kayıp zira. Ama aşkta “beğenilmeme” nedeniyle bir kayıp var ki işte adamı yere seren de o oluyor: “Beni neden sevmedi?” “Bana niye benim ona olduğum gibi aşık olmadı?” “Benim neyim eksik?”

Neydi sıra hatırlayalım: İnkar, öfke, pazarlık, depresyon, kabullenme...

Röportajları yeniden okuyunca tam da bunu görüyor insan.

“Bana Kar diye hitap ediyor.” “Yatakta bomba gibi” “O yokken çokyaptım, hepsini ona yolladım”

Hmmm. Kendini hatırlatma, “beni biraz tanısa aşık olur” umudu. Orhan Pamuk’un arayıp da bulamadığı hayat arkadaşı olduğundan emin. Sorun, karşı tarafın onu yeterince tanımıyor olması sadece. O yüzden aşık, durmadan maşukunun hayatına nüfuz etmeye çalışır. Zırva zırva mesaj atmalar, hediye almalar, iyilik hoşluk yapmalar, yapmaya çalışmalar hep “yahu ben nefis bir insanım, benim gibisini bir daha nerede bulacaksın” sendromudur.

Sonra öfkelenmiş. “Hiç espri yapamıyor. Espri yapmasını öğrenmesi lazım” “O Hintli kadın bir hiç..” “Ben onunla var olmadım, ben de süper bir sanatçıyım”

Sonra bakıyorsun pazarlık ediyor: “Karşılıklı konuştuğum kişiler beni daha iyi tanıma fırsatını buluyor. O zaman da Orhan’ın ne kadar şanslı olduğunu anlıyorlar.” “Ben o kadını kıskanmadım. Ama onu mutlu eden benim, bonusları başkasının toplamasına dayanamadım sadece”. Yani bak gel sana börekler açayım, ne yapacaksın o kadının zencefilli yemeklerini diyor.

Ve feci son: Daha “kabullenme” aşamasına gelemeden “ihtarname” yemek!

Aşk acısından daha beter ancak bu olabilirdi. Rezilik.com.tr

Allah düşman başına vermesin.

Fakat bundan sonra işler daha eğlenceli hale gelecek gibi görünüyor.

Karşı bombalar mutlaka gelecektir. “Tutkulu aşk”ın detayları “karanlık” yönleriyle de ortaya çıkacak.

Veya en güzeli: İhtarname çok şahane bir sanat eserine dönebilir.

Göreceğiz.

Yazının devamı...

Foto Galatasaray- Maryam Şahinyan Koleksiyonu

Bugün son günü. Bu akşam kapanıyor.

Derim ki... eğer Pazar gününüzü uyuz uyuz evde veya bir AVM’de geçirmek yerine gidin Karaköy’de geçirin.

Niye Karaköy? İki nedeni var.

Biri Maryam Şahinyan öbürü de Dali.

Sanat biliyorsunuz yorucu bir şeydir o nedenle önce karın doyurmak lazımdır.

O nedenle sabah kalkın ve Karaköy’deki Namlı’ya gidin. Namlı’da nefis bir kahvaltı yapın. Binbir peynir, salam, zeytin... Üzerine de kavurmalı yumurta.. Ben yiyemiyorum artık öyle yağlı şeyler (malum milföy hastalığı) ama siz hazır sağlığınız yerinizdeyken benim yerine de yiyin. Bu arada garsonlar “sizin yerinize ben hazırlayayım mı bir tabak?” diyeceklerdir ama kanmayın. Sıraya girin ve istediğinizi siz seçin.

Yeterince yedikten ve içtikten sonra oradan çıkın ve Bankalar Caddesi’ne doğru yürümeye başlayın. Çok uzun bir mesafe değil. Ve Osmanlı Bankası binasına gidin. Bankalar Caddesi’ndeki tarihi Osmanlı Bankası binası restore oldu ve geçtiğimiz aylarda kapılarını yeniden açtı.

Bana sorarsanız Türkiye’nin yakın tarihini öğrenmek için daha mükemmel bir fırsat olmaz. Bir kere bina olağanüstü. Türkiye’de gördüğüm belki de en güzel mermer merdivenli giriş. O kadar beyaz, o kadar temiz, o kadar pürüzsüz ki insanın üzerine yatası, okşayası geliyor...

Osmanlı Bankası’nın tarihini ve dolayısıyla Türkiye’nin yakın tarihini anlatan Osmanlı Bankası Müzesi binanın en alt katında. Şöyle bir bakayım dedim ve tam iki saatim orada geçti. Bir bankanın tarihi ne kadar ilginç olabilir ki demeyin sakın. Bir kere çok anlaşılır ve bana göre esprili bir dille anlatılmış her şey. Sonra Türkiye hakkında bilmediğimiz birçok şey öğreniyorsunuz. Mesela bankada bol miktarda kadın çalışan olduğunu, kadın çalışanın yanında birçok kadın müşterileri de olduğunu ve 1920 itibarıyla da “Müslüman Kadın Mudiler servisi”nin başına (demek ki o devirde de Türk kadını para biriktiriyor ve bankaya yatırmayı akıl ediyormuş) Müslüman bir Türk hanımın getirildiğini (Şevket Feride Hanım) öğrendim.

Hiç bir şey ilginizi çekmese kasa dairesi sizi büyüleyecektir.



Sonra üçüncü kata çıkın. “Bugün son günü” dediğim sergi işte bu katta.

1935 ile 1985 arasına Galatasaray’da Foto Galatasaray adında bir fotoğraf stüdyosu varmış. Stüdyonun sahibi Maryam Şahinyan. Bilinen ilk fotoğrafçısı olan Maryam Hanım, babasının Balkan göçmeni bir aileden aldığı ahşap kutulu fotoğraf makinesiyle 50 yıl boyunca binlerce insanın fotoğrafını çekmiş. Makinesini hiç değiştirmediği gibi renkli fotoğrafı felsefi nedenlerle reddetmiş.

Müşterileri bir gün o fotoğrafı tekrar bastırmak ister diye de cam negatiflerini atmamış.

Binlerce insanın fotoğrafını çeken Maryam Hanım’ın ise sadece dört adet, o da vesikalık fotoğrafı olmuş. Hiç evlenmemiş. Öğlenleri sadece bir adet elma yermiş. Yalnış başına yaşamış, yalnız başına kendini emekli etmiş, yalnız başına da ölmüş.

Arşivi, yıllar sonra bir şekilde Tayfun Serttaş’ın eline geçmiş. Koliler dolusu cam negatif. Tayfun Serttaş, büyük bir titizlikle fotoğrafları yeniden basmış. Dahası nefis bir şekilde tematik olarak tasnif etmiş. Zaten serginin güzelliği de bu. Sergi salonunda sanki fotoğraf çektirecekmişsiniz gibi kara perdenin ardına giriyorsunuz, bir sandalyeye oturuyorsunuz ve gösteri başlıyor.

Tayfun Serttaş hakikaten çok esaslı bir iş çıkartmış. Maryam çektiği fotoğraflar onarlı demetler olarak karşınıza Greta Garbo gibi poz vermiş on kadın, Humphrey Bogard gibi poz vermiş on erkek, on ikiz, on kız kardeş, on topuz da görünsün diye aynaya bakılarak verilmiş poz, on paskalya giysili çocuk, on gelinle damat, on gelinliğinin eteğini yerde yuvarlak yapmış gelin, on asker, on rahip, on izci, on bebek.. Ve hatta on yarı çıplak genç hanım..

Maryam Hanım kadın olduğu için kadınlar gidip çok daha rahat erotik pozlar vermişler belli ki. Hatta o dönemin geyleri de. Müthiş pozlar vermişler, verebilmişler...

Fırsatınız varsa gidin derim. 50 yılın modası, halleri, trendleri, aksın gözünüzün önünüzden. “Bu insanlar şimdi kim bilir nerededir.. Çolukları çocukları ne yapıyordur?” diye sormadan edemedik. Serginin bir amacı da bu insanların kim olduğunu bulmak, çocuklarına ulaşmak. İzleyicilere böyle bir imkân da verilmiş. Tanıyorsanız isimlerini yazıyorsunuz.

Serginin Aras Yayınlarından çıkmış kitabı da var. Orada hem fotoğrafların bir bölümü hem de Maryam Şahinyan’ın hayatına dair daha detaylı bilgiler var.

Adres: Osmanlı Bankası, Bankalar Caddesi, Karaköy. Giriş ücretsiz.

10:30-18:00 arası açık

Yazının devamı...

Faşizm iğnesiyle vicdan nasıl dumura uğratılır

50 bin kişi oradaydık. Hrant Dink’in vurulduğu Agos gazetesinin önünde. Tepemizde helikopterler uçuyordu. Arkadaşım tüm kuşkuculuğuyla “aman uçun tepemizde uçun! Tek tek fişleyin bizi!” diye havaya bir küfür salladı. Bense saf saf “bence bize gelebilecek saldırılara karşı önlem alabilmek için uçuyorlar tepemizde. Bu elli bin kişiyi taşlayıp yok etmek isteyecek ne çok insan var tahmin edebiliyor musun?” dedim. Der demek hala hıyarca bir iyimserlik içinde olduğumu fark ettim. Hangimiz haklıydı acaba? Galiba ikimiz de... Hem bizi (daha da büyük bir rezalet olmasın diye) azgın çoğunluktan korumak lazımdı hem de “eh madem gelmişler bakalım bakalım şunların şeceresine” demişlerdir. Hrant Dink davası kararını protesto eden elli bin kişiyi tükürükleriyle boğmak isteyen herhalde en az beş milyon insan vardır diye düşünüyorum. Belki de on milyon. Bak Facebook’a beş on dakika, anla memleketin faşizm overdozunu. Komaya girmek üzereyiz, yani öyle bir doz aşımı... Aslında nefis bir şey. Ver coşkuyu, daya milliyetçiliği, şırıngala faşizmi... Böyle tatlııı bir uyuşukluk içine girsin millet... Ondan sonra da istediğin kadar YE çocuklarını. Kendi özbeöz çocuklarını kurşunların önüne at, uçurumlardan yuvarla, anaları “bir tane daha oğlum var onu da yiyin lütfen” desin. Türkiye 1912 İttihat ve Terakki iktidarından beri faşizmle iğnesini yiyip duruyor. 1, 5 milyon Ermeni vatandaşını Nazi yöntem ve ideolojisiyle (bkz: halis muhlis ırkçılık) ölüme mahkûm eden İttihat Terakki bitti, yerine en az halefi kadar “başarılı” Türkiye Cumhuriyeti geldi. “Tüm dünya Türklerden üremiştir! Herkes Türktür” ideolojilemelerinden Desim’de zehirli gazlarla 13 bin insanı öldürmelere, ödenmesi imkânsız vergiler koyup Rumları ve Yahudileri tıktığımız “Aşkale Toplama Kampları”na, “karlarda yürürken kart kurt sesleri çıkaran dağ Türkleridir onlar!”a, 17 bin faili meçhul cinayete kadar eksiksiz, parlak bir CV! Nasıl yapılabildi bütün bunlar? Nasıl oldu da insanların vicdanı hiç acımadı? Nasıl oldu da sapasağlam geldik bugünlere? Faşizm iğnesiyle. Bakın bir Fatih Parçaoğlu isimli bir halis muhlis ırkçı bana şöyle yazmış: “Yazınızı okuyunca İttihat ve Terakki ve 3 paşasının bizleri ne büyük bir beladan kurtarmış olduklarını çok daha iyi anladım” Al işte buyrun! Faşizm iğnesiyle vicdan nasıl dumura uğratılır? Yüz yıl sonra manzarayı umumiye işte bu. Her tarafı kaplamış Küçük Prens’in baobap ağaçları. Artık sökemezsin. Tüm kökleri gezegeni kaplamış. Gezegen çatırdıyor. Eroin bağımlısı ırkçı daha çok kurban istiyor. Helikoptrerden bizim üzerimize de Uludere’de atılan bombalardan atılsaydı ne mutlu olurdu kim bilir..



BBP denilen partinin başkanı Destici şöyle demiş: “...bu hadiseden bahane ederek (Hrant Dink davası skandal sonucundan söz etmeye çalışıyor) kamuoyu üzerinde, medya üzerinde, siyaset üzerinde, hukuk üzerinde baskı kurarak ortamı germek, insanları birbirine düşürmek, farklı bir şekilde hedefler göstermek ve bu iş üzerinden Türkiye’yi zora düşürmek, Türk demokrasisini yaralamak için uğraşan çevreler var. Bunların da, sokağa inenlere baktığımız zaman kimler olduğunu görüyoruz. Burada da inanılmaz bir tezat var. Yani Ergenekon deniyor, çete deniyor, örgüt deniyor. Ama bakıyorsunuz ‘hepimiz Ermeniyiz’ diyenlerin içinde Ergenekoncu olduğu bilinenler var, PKK’lılar var, en aşırı sol örgütler var. Dolayısıyla bunlar nasıl bir araya geliyor. Yoksa bunların hepsi bir arada örgüt mü? Bunlar mı yoksa asıl Türkiye’yi karıştıran. Bu sorularda bizim aklımıza elbette ki geliyor. Bu hadisede Hrant Dink’in ölümü de maalesef Türkiye’nin düşmanları tarafından, Türkiye’yi karıştırmak isteyenler tarafından çok acımasızca istismar edilerek kullanılıyor.” Nasıl da mutlu değil mi? Çok uğraşmış saklamak için ama işte ek yerinden fırlayıvermiş memnuniyeti. Dink davasından beraat ve tahliye edilen ana BOMBA İMALATINDAN evet tekrar ediyorum Trabzon McDonals’a atılan bombanın imalatçısı olarak “tutuksuz” evet tekrar ediyorum tutuksuz yargılanması devam Erhan Tuncel’i bağırlarına basarlar artık faşo faşo. (bu arada bkz: Bazı kitaplar bombadan tehlikeli olabilir.

Bkz: Ahmet Şık. Bkz: Bombacı dışarıda yazıcı içeride. Bkz: Ha anladıııım! Bizim Erhan yaa.. Tanırım iyi çocuktur.) Ah biz ne fena insanlarız! İstismar ediyormuşuz. Türkiye düşmanlarıymışız. Nasıl bir araya gelebiliyormuşuz? Acaba “vicdan” yüzünden olabilir mi? Acaba içimizdeki ortak sızı olabilir mi?

Bkz: Faşizm iğnesiyle vicdan nasıl dumura uğratılır.

Bkz: Ben sana ne anlatayım.

Yazının devamı...

Şükrü beyin kemikleri

Ne yaparsan yap Allahın isteğine karşı çıkamazsın.

Lefter(is) Küçükandon(i)yadis’in (parantez içindeki harfler Türkiye Cumhuriyeti’nin orjinal isimden attığı harflerdir) Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadı’ndan uğurlandı.

Başbakan’ın da katıldığı son derece güzel, anlamlı, dokunaklı bir törendi.

Gel gör ki ortada çok acayip bir durum vardı.

Stadın adını aldığı başbakanlarımızdan Şükrü Saraçoğlu çok esaslı bir Türkçüydü. Hatta açık açık söylemek gerekirse bildiğin Türk Nazisiydi.

İsmet İnönü tarafından Başbakanlığa atandıktan sonra 5 Ağustos 1942’de hükümet programını okurken “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz ne sarayın, ne sermayenin, ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hâkimiyetidir” demişti.

O yıllar Nazi’lerin iktidarda olduğu ve dünyayı kasıp kavurdukları yıllar. Her yöne saldırdıkları gibi Alman ari ırkını bozduğunu düşündükleri tüm Yahudileri, Çingeneleri, komünistleri ve eşcinselleri toplama kamplarına toplayıp öldürüyorlardı. Maksat sadece “temizlik” değil Yahudi sermayesini de Almanlaştırmaktı.

Saraçoğlu Nazi Almanyası’na büyük sempati duyuyor ve destek veriyordu. Almanya’nın Ankara Elçisi Von Papen ile yakın ilişki içindeydi. TC banknotlarını Almanya’da bastıran, paslanmaz çeliğin (dolayısıyla silahın) hammaddesi kromun sevkini Almanya’ya yapan, Saraçoğlu ideolojik olarak da çok yakındı Nazi Almanyasına. Türkiye’nin Rum, Ermeni, Yahudi gibi unsurlardan temizlenmesi gerektiğine inanırdı. Vurucu darbeyi de Varlık Vergisi’yle yaptı.

Varlık Vergisi hesapça “olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek kârlılığı vergilemek” ama Saraçoğlu’nun CHP toplantısında söylediği gerçeği daha çok yansıtıyor: “Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz”.

Yabancılar dediği sanmayın ki sadece ticaret yapmaya yakın zamanda gelmiş Fransızlar, İngilizler...

1942’de Maliye Bakanlığı, İstanbul Defterdarlığından “savaş dolayısıyla fevkalade kazanç elde ettiği” iddia edilen kimselerin cetvelinin yapılarak Müslümanların M, gayrı Müslimlerin G, dönmelerin D harfiyle işaretlenmesini talep ediyor.

11 Kasım’da Varlık Vergisi kanunu hiç tartışılmadan TBMM’de kabul ediliyor.

Tahakkuk eden vergilerin % 93’si gayrı Müslim ve ecnebiler, % 7’si Müslüman mükelleflere yükleniyor.

Aralık 1942 ve Ocak 1943’te İstanbul’da gayrı Müslimlere ait binlerce taşınmaz mülk el değiştiriyor. 21 Ocak 1943’ten itibaren İstanbul’da binlerce gayrı Müslime ait ev ve işyerleri haczedilerek haraç mezat satılıyor.

27 Ocak ile 3 Temmuz 1943 arasında, TÜMÜ gayrı Müslimlerden oluşan toplam 1229 kişi çalışmak üzere Erzurum Aşkale’ye, 900’ü Eskişehir Sivrihisar’a yollanıyor.

9 - 13 Eylül 1943 tarihlerinde New York Times gazetesinde Türkiye’deki Varlık Vergisi uygulamasını eleştiren bir dizi yazı çıkıyor. Bu yazılardan hemen sonra 17 Eylül’de toplanan TBMM, henüz tahsil edilmemiş olan Varlık Vergisi borçlarının silinmesine karar veriyor. Aşkale ve Sivrihisar sürgünlerinin sağ kalanları yaklaşık on aylık esaretten sonra evlerine gönderiliyor. Niye mi? Çünkü Almanya yenilmeye başlamıştı. (bkz: Güvendiğin ırkçı dağlara kar yağması) Türkiye alelacele ırkçı sermaye değişimi politikasından vazgeçmek zorundaydı.

Saraçoğlu Almanya yenildikten hemen sonra istifa ediyor.

Tarihin cilvesine bakın ki istifasından 66 yıl sonra, Türkiye’nin en çok sevdiği Rum futbolcu Lefter, adı verilen stattan uğurlanıyor.

Şükrü Bey’in kemikleri sızlamış mıdır acaba diye düşünmeden edemiyorum.

Ama esas sorum şu: Türkiye’nin çok fena ırkçı suçları vardır ama biz hala Enver Paşa Caddesi’nde, Talat Paşa Caddesi’nde, Kenan Evren Lisesinde, Mustafa Muğlalı Kışlasında, Sabiha Gökçen Havaalanında ve Şükrü Saraçoğlu Stadında ısrar ediyoruz. Bari bu kadarını yapmasak olmaz mıydı?

Yazının devamı...

Lefter(is)’in ardından

Sevgili Mutlu,

Size bu satırları Atina’dan yazıyorum. Esasen İstanbulluyum. Heybeliada kütüğüne kayıtlıyım. 18 yaşıma kadar İstanbul’da yaşadım. 1992 yılında son ve yapayalnız kalan bir Rum ailesi olarak biz de göç etmeye karar verdik. Babam temelli gelmesine birkaç hafta kala kalp krizi geçirip vefat etti. Demek ki gönlü gitmek istemiyordu. O Heybeliada’da kaldı, ben annem ve ablamla birlikte 20 yıldır Atina’dayız.

Sizin gibi gazeteciyim ben de. Lefteris Andoniyadis’in (evet siz Lefter Küçükandonyadis diye bilirsiniz ama asıl adı Lefteris Andoniyadis’tir) vefatı ve sonrası gelişen tüm olayları izlerken açıkçası çok duygulandım.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Fenerbahçe Kulübü Başkanımız Aziz Yıldırım, (evet Fenerbahçeliyim) tüm taraftarlar ve Türk halkı ve aynı zamanda medya, inanılmaz bir sevgi ve saygı gösterdiler.

Lefteris Küçükandoniyadis ölümünden önce de herkesten büyük saygı ve sevgi görürdü. Devletten de.

Rum olan Lefteris, aynı sevgiyi doğduğu topraklar için de göstermişti. İstanbul’a ve Büyükada’ya âşıktı. Her Rum gibi. Çünkü bizler bu toprakların çocuklarıyız.

Lefteris geçen sene Atina’dayken aniden hastalanmıştı. Atina’da en büyük devlet hastanesine yatırılmıştı. Ancak kendisi burada kalmak istemedi. İstanbul’a dönmek istedi. Buraları ona yabancıydı. O Büyükada’da çay içmek, veya martıları ada vapurundan izlemek veya lüfer fiyatının nereye vardığını görmek için vapur iskelesine uğramak istiyordu. Her İstanbullu Rum gibi. Çünkü onların vatanı İstanbul.

Fenerbahçe o zaman kendisine uçak tahsis etmiş ve Lefteris vatanına dönmüştü.

Fenerbahçe Stadı’ndaki töreni izlerken şunu düşündüm. Allah’a şükrettim. Lefteris istediği yerde vefat etti: İstanbul’da. İstediği yerde gömüldü: Büyükada’da. Ve hak ettiği saygıyı gördü.

Tabut araca konurken şunu düşündüm hüzünle. Acaba kaç İstanbullu Dimitris, Kostas, Nikos, Eleni, Maria, Irini, bizim Küçükandoniyadis gibi İstanbul’da gömülmek isterdi.

Bilir misiniz ki Atina’da yaşayan binlerce Rum her gün İstanbul özlemi çeker. Ne zaman İstanbul’dan dönsem, sorarlar mesela “Hava nasıl İstanbul’da?” “Dolar kaç para?” “Lüfer çıktı mı?” Her şeyleri İstanbul’dur onların. Evlerinde çanak antenlerle Türkiye’deki haberleri, dizileri izlerler. Evlerindeki yufka, sarma yaprakları dâhil her şeyi İstanbul’dan getirtirler. Fenerbahçe maçları izlerler. Yunan ligi daha az ilgilendirir onları.

Düşünürseniz tam bir sürgün hayatı aslında.

Onların ellerinde olsa İstanbul’da kalırlardı. Ama kovuldular Mutlu. 1942 Varlık Vergisi, 1955 6-7 Eylül yağması, 1964’de Lozan’da varılan anlaşmaya uymayarak Yunan vatandaşı (ama aslında Osmanlı’dan beri İstanbul’da yaşayan) Rumların “ajan” diye sınır dışı edilmesinden sonra bir de 1974’te Kıbrıs çıkartması olunca... Gittiler. Barındırılmadılar. Bazıları bir gün içinde kovuldu. Evleri barkları ellerinden alındı. Zulüm gördüler.

Gidenlerin çoğu kalpten, kanserden, can sıkıntısından öldü. Yabancı mezarlıklarda gömüldüler. Hâlbuki onların aile mezarları Arnavutköy, Büyükada ya da Kadıköy’de.

Keşke onlar da vatanlarında aile mezarlıklarında gömülselerdi. Keşke aynı saygıyı ve sevgiyi görselerdi. Keşke Türk, Rum, Yahudi, Ermeni arkadaşları taşısalardı tabutlarını omuzlarında.

Çocukken şimdi babamın da yattığı Heybeliada’daki aile mezarlığımıza giderdik. Rum Ortodoks Mezarlığı ile Müslüman Mezarlığı yan yanadır. Ufacık bir duvar ayırır onları. Hep düşünürdüm ufakken: Madem aynı toprağa gömülürüz madem aramızda belki 5 metre bile mesafe yok, neden bu çileler, bu çekilenler?

Rahmetli Dedem Manolis, Lefteris’i Taksim’de nasıl izlediğini anlatırdı. Lefteris bizim için gururdu. Çünkü tüm Türkiye sevdi onu. Biz Rumlar çok sevinirdik. “Bizden biri” sevdirmişti bizi. Bizim için semboldü. Hele Adalar’dan olması bizler için daha da büyük gururdu.

Kendisine gösterilen saygı ve sevgi benim için bir ümittir. Ümit ediyorum ki son kalan İstanbullu Rumlara ve “Atinalı İstanbullulara” Lefteris’e gösterilen saygıyı gösterilir artık.

Lefteris sadece gol kralı olduğu için sevilmedi. O Türkiye’de yaşayan Rumların da devletlerine, işlerine, topraklarına sevgi ve saygı duyduklarını gösterdiği için sevildi. Halbuki bilmezler ki belki de en çok biz severiz İstanbul’u. Rumlar hâlâ aşıklar doğup büyüdükleri topraklarına. Her Lefteris gibi. Gösterin siz de onlara sevginizi.

Sevgiler

Manolis Kostidis

Not: Bizim isimler hep TC kütüğünde yanlış yazılır onu da anlamam. Manolis Manol, Lefteris Lefter, Andonis Andon olarak yazılır çizilir. Sebebini de hâlâ anlamış değilim açıkçası. Şimdi denecek ki “canım ne olacak?” Ama bu “Abdullah” isminin “Abdul”, “Hamdi”nin “Ham”, “Gamze”nin “Gam” yazılması gibidir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.