Şampiy10
Magazin
Gündem

Şüpheli Ufaklığın Maceraları - 3

İki gündür tahmin edeceğiniz gibi telefonum susmuyor. Sağ olsun arkadaşlarım, tanıdıklarım duydukları gibi arıyorlar “geçmiş olsun” demek için... Şöyle tuhaf bir durum söz konusu: Kimse 42’sine bile daha basmamış (daha 3 gün var) arkadaşlarına “k” ile başlayıp “r” ile biten o çi’kin hastalığı yakıştıramıyor.

Diyaloglar çoğunlukla şöyle gelişiyor:

“İyisin di mi?”

“İyiyim iyiyim. Biraz ameliyat yerlerim sızlıyor sadece”

“Bir şey çıkmadı di mi?”

“Çıktı aslında..”

“Ha tamam temizsin yani”

“Pek sayılmaz. Kisti aldılar. Detaylı rapor yarın çıkacak..”

“Ohh çok sevindim. Bir şey çıkmayacağına emindim zaten... ”

“Eee... ööö.. Peki tamam”

Bu noktadan sonra pes ediyorum. Ne yapayım? “Kanserim ulan!” diye mi bağırayım?

O kadar iyi anlıyorum ki insanları... Bu çi’kin hastalık annemde ilk çıktığı zaman ben de aynı havaya girmiştim. İnkar/red psikolojisine giriyorsun. İnsan kendine güzel güzel yakıştırıyormuş (meğer) ama başkasına yakıştırmıyor. Duyduğunu, okuduğunu farkında olmadan ters anlıyorsun. Doğru anladığını da bükmeye, tırtıklamaya, eksiltmeye başlıyorsun.

Şunu hiç unutmam: SSK Okmeydanı Hastanesinde annem için ilaç kuyruğunda beklerken kibirli kibirli etrafıma bakardım (onkoloji hastaları ayrı kuyrukta olurdu) ve “hepinizin hastası ölecek benim annem yaşayacak” derdim.. Sesli değil tabii, içimden...

Emindim. Bundan en küçük bir kuşkum yoktu. “Bizimkisi zaten tedavi değil önlem” derdim.

Hoş bu havaya girmemde onkoloji doktorunun da etkisi yok değildi. Hiç bir zaman gerçeği adam gibi anlatmamıştı. Raporlara bakıp “haaa tamam şimdi tamoksifeni kesip mamoksifene başlıyoruz.. Aaa çok iyi kemiğe metastaz yapmamış... Hmmm.. Trombosit çok mu düşük? Olsun bir hafta bekleriz öyle devam ederiz...”

Kemiğe geçmemiş diyordu seviniyorduk ama karaciğer çoktan işgal altında, pankreas iflasın eşiğinde ondan söz eden yok!

Böyle böyle üç yıl geçti ve sonunda anladık ki bunların hepsi şifa için değil bir iki ay daha ömür uzatmak, kalan hayatını biraz daha kaliteli hale getirmek içinmiş.

Fakat tüm günahı onkoloji doktoruna da atacak değilim. O da işini yapıp ekmek (ve villa) parasını kazanıyordu. Hasta yakını olarak daha çok araştırabilirdim. İnternet yoktu belki ama başkasına sorabilirdim. Bizi tatlı tatlı yönlendiren doktorun teskin ediciliğini tercih etmiştim. Yumuşak sesine, güzel gözlerine sığınmıştım... Gerçekten kaçmıştım... Hâlbuki en münasebetsiz ve en çıplak haliyle duruyordu gözümüzün önünde...



Her neyse. Geçmiş zaman...

Gelelim işin komik taraflarına.

Çok mutluyum! Herkes bana çok iyi davranıyor! Hayatımda hiç bu kadar el üstünde tutulmamıştım! Telefonum hiç susmuyor, herkes beni ne kadar sevdiğini söylüyor, bize lazımsın falan diyor. Kendimi dünyanın en değerli varlığı falan gibi hissediyorum. Daha önce en küçük kaprisimi çekemeyen ismi lazım değil bir takım kel arkadaşlar (o kendini biliyor) bana Prenses Anastasia muamelesi yapıyor.

Ha ha haaayt!

Peki ben ne yapıyorum?

Bunu bol bol suiistimal ediyorum.

Bir ha ha haaayt daha!

Devreler komple karışmış durumda.

Aynı anda sevimli, deli, kavgacı, seksi, iştahlı, üzgün, kaprisli, neşeli, manyak, akıllı, boş vermiş, proceci olabiliyorum ve kimse buna itiraz etmiyor.

Durup dururken “Sen eşeğin tekisin, bana zamanında bunu bunu da yapmıştın” diye çığlık çığlığa çemkiriyorum mesela... “Haklısın ben bir eşeğim. Çok özür dilerim. Kaymak ister misin?” diye cevap veriyor, ben de “Tamam ver” diyorum.

Üç nümerolu ha ha haaaaytımı da atabilir miyim müsaadenizle!? Her kadının rüyası BU değil midir?! Vıdı vıdı edeceksin, adam “haklısın” diyecek, kızmayacak, karşılık vermeyecek, kavga etmeyecek, alınmayacak, bozulmayacak, surat asmayacak... Yanı sıra iyilik, hoşluk da yapmaya devam edecek!

Agghhhh... Cennet bu olmalı! Vallahi billahi büyük lüks!

Dahası cenazesini düşünen bir ruh hastası olarak (bakmayın bana öyle! Siz de yapıyorsunuz bunu biliyorum. Hatta kendi cenazenizi düşünüp ağladığınız bile oluyor..) “iyi iyi” diyorum “Cenazem kimsesiz olmayacak.. Nereden baksan 50-60 kişi gelir. Oradan bu hergeleler benim şerefime içmeye bile gider..”

Eh bu da fena bir teselli değil kabul edersiniz ki... He he heee...

Dahası yazdıklarıma da kimse bir şey diyemeyecek bundan sonra. O yüzden de pek rahatım. En azından bir süre..

Neyse. Yarın ak koyun kara koyun belli olacak, arkadaşlar. Patoloji tanrısı hükmünü verecek... Öptüm karsinomlu karsinomlu..

Yazının devamı...

Şüpheli Ufaklığın Maceraları (2)

Dünkü yazımı okumamış olanlara bir özet geçeyim

Geçen çarşamba, yıllık mamografi ve meme ultrason muayenemi yaptırırken, sol memede şüpheli bir ufaklık bulundu. Böyle 5 milimlik saçaklı (İzmirli ağzıyla) “çikin” bi’şey. Bekleyelim mi biyopsi mi yapalım, hadi MR’ına da bakalım derken..

Küt pat çat!

Kendimi ameliyat masasında buldum. Doktorum Abdullah İğci, tipi bozuk yakışıksız kistimi sevmedi ve almak istedi.

O kadar hızlı gelişti ki her şey o “küt pat çat”ların arasında yapabildiğim tek şey hastane pastanesinde bir tabak milföy yemek oldu.. (Hastalığımın adını milföy koyacağım zaten.. Sonra da “Adını milföy koydum” diye bir dizi yazacağım.. Niheh niheh...)



“Korkacak bir şey yok, yüzde 95 temiz çıkacak ama yine de emin olmak istiyoruz” denilerek girdim ameliyata.

Ve lakin uyandığımda yara bantlarım sadece mememin üstünde değil koltuk altlarımda da vardı.

Bu ne demek? Şu demek: Şüpheli ufaklıkta bir şey buldular ki bir kaç lenf bezimi de aldılar... Çünkü ufaklık temiz olsaydı, lenflere bakmaya gerek duymayacaklardı. Koltuk altı bantları bunu gösteriyor...

Lan hani yüzde beş ihtimaldi? Hani? Hey allahım.. Mecbur muyum daima azınlıkta olmaya?

İşte ondan sonrası, doğruya doğru, biraz buruk geçmeye başladı arkadaşlar.. Ameliyat öncesi asansörde tekerlekli sandalyeyle spin atan, çarpmak suretiyle yakışıklı doktorların ilgisini çekmeye çalışan (ama başaramayan) kız/kadın/bayan/ne haltsa değildim artık...

Odama dönüşüm hüzünlüydü..

İçimden “daha 42 yaşıma bile basmadım ulan!” diye böğürmek geliyordu (zira doğum günüm bir hafta sonra) ama hâlâ narkozun etkisi altındaydım. Aklımda bir yandan hasta olduğum, bir yandan da uyandırılmadan önce gördüğüm o çok güzel yeşil çayırlar ve neş’eyle koşuşturduğum inek vardı... Böyle durumlar için anestezi ekibi galiba “yolluk” veriyor. Gözümü kapatıp o tatlı ineği ve yeşil çayırları düşünerek uyumaya devam ettim...



“Papiller karsinom” dedi doktorum en müşfik ve cesaretlendirici sesiyle. Hastalıktan değil de beni öğrenci olarak kabul eden iyi bir üniversiteden söz eder gibi..

O an papiller lafının sevimli tınısına kapılmak da mümkündü ama işin gerçeği bildiğin kanserden söz ediyor. (Bir gece önce internette hepsini okudum, yaladım yuttum..)

Koltuk altı bantlarının sırrı işte buydu. Çikin kistimde bozulmuş hücreler bulmuşlardı ve yayılmış mı diye öğrenmek için en yakın iki lenf bezini de hemen almışlardı.

İyi haber: Lenfler temiz. Yani “milföyüm” yayılamadan vücudumdan sökülüp atılmıştı...

Daha iyi haber: “Milföyler” arasında iyi olan bir cinsten söz ediyor. Yani kötünün iyisi.

Daha da iyi haber: Ben hâlâ narkozun etkisindeydim ve bu narkoz beni acayip neşelendiriyordu. Ameliyat olduğum gece, refakatçim olan ablamı bir güzel uyutup hastanede fıldır fıldır dolaştığımı, gizli gizli arkadaşlarımla buluştuğumu, cayır cayır dedikodu yaptığımı hatta neredeyse Dolapdere’deki Apik’e işkembe içmeye gitmeye kalktığımı söylesem??



Sonra narkoz bitti, buz gibi gerçek geçti karşıma oturdu.

Annemi ve anneannemi hatırladım... İkisi de meme kanserine yakalanmışlardı. Onlar geç kalmışlardı, tıp geriydi, imkanlar azdı derken apar topar gittiler ikisi de... Annem 58’ini bile göremedi.

Tamam bu iyi cinsmiş, tedavi edilebiliyormuş, erken yakalamışız, tıp çok ilerlemiş falan filan ama...

Gel de ikna ol.



Hiç “güçlü” kadın nümeroları yapmayacağım. Umurumda bile olmadı ha ha hayttt demeyeceğim. Bir gün geleceğini biliyordum ama 42’imi bile görmeden geleceğini tahmin etmemiştim doğrusu.

Hayatımda ilk defa bir modaya uydum ama bu da uyabileceğim en saçma moda oldu! Aferin bana!

Canımı sıkan “ölme” ihtimalim değil. Vallahi değil. Oldum olası çok yaşama meraklısı bir tip olmadım. Çocuk yapmamış olmamım en büyük nedeni de budur. Canın çektiğinde çek fişi gitsin...

Canımı sıkan “sürünme” ihtimalim.

Tıbba bağımlı olacaksın, ha bire kontrollere gideceksin, salak gibi ne dense yapacaksın, vücuduna bin tane kimyasal sokacaklar, her birinin ayrı ayrı yan etkisi olacak, hastanelerin pediatri hariç ne kadar servisi varsa hepsine mecburen bir uğrayacaksın... Özetle sapa sağlamken yerlerde sürüneceksin..

İşte canımı sıkan budur.

Şu ayrıntılı patoloji raporunu sırf bu yüzden bekliyorum. (Perşembe) Neymiş arkadaşın derdi bir öğreneyim sonra artık Antartika’ya mi giderim, Kongo’ya mı, Maçupiçu’ya mı karar vereceğim...

Bundan sonraki yazımı nereden yazdığıma bağlı olarak siz de tahmin edersiniz durumun vahametini...

Diyor ve şapırtılı şapırtılı öperek ayrılıyorum.. Bugünlük tabii. Yok öyle kolay kurtulmak benden...

Yarın: Bir hastalık nasıl tatlı tatlı suiistimal edilir?

Yazının devamı...

Şüpheli Ufaklığın Maceraları – 1

Son yazımı (“Şüpheli ufaklık”) yazdığımdan bu yana çok acayip gelişmeler oldu arkadaşlar. Bu yazıyı sol memede ve koltuk altımda yara bantlarıyla hastane yatağımda yazıyorum...

Diyeceğim ama o bile değil! Herkes Deniz Uğur’la an be an ilgilenirken, ben ünsüz bir köşe yazarı olarak teşhis edildim, ameliyat oldum, taburcu oldum, şimdi “hasta” taklidi yapıp misafir ağırlıyorum iyi mi!?

Hey allahım!

Ama galiba her şeyi baştan anlatmakta fayda var.



Her şey mamografi zamanımın gelmesiyle başladı. Üzerinize afiyet, bizim anne tarafı kanseri çok sever. Dedem, anneannem, annem... Pek sevdiğim bir şey değilse de 40’ımdan sonra her yıl mamografi ve meme ultrasonuna gidiyorum düzenli olarak. Bugüne kadar dikkat çekici bir şey çıkmadı.

Özel sigortam Memorial Hastanesiyle anlaşmalı ve orada her yıl bir adet mamografi ve ultrason hakkım var.. Mış diyeceğim zira salak ben, bunu ancak 6 yıl sonra öğrendim. Önceden randevu alarak geçen çarşamba bu hakkımı kullanmak için güle oynaya (bedava ya!) hastaneye gittim.

Radyolog Doktor Banu Türk hanım büyük bir özenle beni ultrasonla muayene etti. Ardından mamografi aletine girdim.

Her zamanki gibi “Yok bir şey” denmesini bekliyorum ama öyle olmadı. Doktor Hanım bir şüpheli ufaklık buldu..

Cumartesi genel cerrah Doktor Sertaç Demirel muayene etti ve hemen MR istedi. Pazartesi MR’ım çekildi (o gün Deniz Uğur’un meme kanseri olduğunu öğrendik)... Çarşamba günü genel cerrah doktor Abdullah İğci ile Sertaç bey bir konsültasyon yaptılar... Veeeee...

Cuma günü ameliyat olmamı istediler.

Biyopsi yok mu? Bu ne acele?

Doktor dedi ki: “Bu kistin tipi bir hayli bozuk. Biz bunu biyopsiye bile gerek görmeden almak istiyoruz. Ama yüzde 95 iyi huylu çıkacaktır, hiç merak etmeyin. Ameliyat sırasında frozen tekniği ile patolojisi yapılacak, kötü huylu çıkarsa en yakın lenf bezinizi alıp onu da inceleyeceğiz. Ama dediğim gibi ihtimal çok küçük..”

İyi ne yapalım.. Öyle olsun..



O kadar rahat o kadar rahatız ki... Perşembe gecesi arkadaşları çağırdık, yemekler yedik, geç saatlere kadar oturduk, kah kah, kih kih falan..

Daha da komiği: Refakatçim olacak olan ablam ertesi sabah beni erkenden uyandırmaya bile lüzum görmedi!

Bir kalktım, şapkası başında yürüyüşe gitmeye hazırlanıyor!

“E ama sen bana ameliyat saat birde dedin!”

Yahu maniküre mi gidiyoruz?! Ameliyat hazırlığı diye bir şey! Hiç bir şey yapmasalar kan testi yaparlar, tansiyon ölçerler, yüz on sekiz adet alerji sorusu sorarlar falan filan. Ki bizim vakamızda bir mavi boya olayımız da var. Bünyeye radyoaktif alacağız daha ki ameliyat sırasında lenf bezlerini kolayca bulsunlar..

Neyse ben yanıma bir yedek don bile almadan fırladım gittim hastaneye.

Beni otoyol manzaraları odama yerleştirdiler, malum anestezi sorularını sordular, kan aldılar, dünya kadar kağıt imzalattılar.. Bu kadar da değil! Nükleer tıp bölümüne mavi su zımbırtısı için giderken tekerlekli sandalyeye oturttular ki en eğlendiğim bölüm buydu. İki de bir hemşire hanımdan kaçıp kendim sürdüm sandalyeyi. Asansörde kendi etrafında spin atma numaraları, yakışıklı doktorlara güya yanlışlıkla çarpmalar falan... (Ve fakat yine ve yine bir doktorun ilgisini çekmeyi başaramadım...)

Demek istediğim ben ameliyata pek bir neşeyle girdim... Ameliyat kapısından refakatçilerime hastanenin kafesinde milföy yemelerini bile önerdim falan..(Bir hastaneyi milföyüyle öveceğimi de hiç tahmin etmezdim..)



Derken yemyeşil kırlarda, çok güzel bir ineğe doğru (nedendir bilinmez) neş’eyle koştururken ben... Uyandırdılar. (Narkoz kafası da ne güzel bir şeymiş... Bıraksalardı kim bilir daha neler görüyor olacaktım..)

Ameliyat bir saat sürmüş.

“İyi misiniz..?” “İyiyim..” “Ameliyat çok iyi geçti..” “Aman ne güzel..” “Hadi yukarı çıkalım” “Hadi çıkalım..” “Bu kaç?” “Yüz on sekiz” “Heh höh..”

Ama bi dakaaa... Koltuk altımda DA iki yara bandı var...

“Ne bu?”

“Onu doktor bey size açıklayacak..”



Hadeeee... “Doktor beyler/hanımlar size açıklayacak” dediler mi bil ki babayı yemişsindir...

Yarın devam edeceğiz...

Yazının devamı...

Ne ölümden korkmak ayıp ne de ölümü düşünmek

Gencecik kadınlar, ardı ardına meme kanserine yakalanıyor.

Deniz Uğur’un da meme kanseri olduğunu hastanede MR sırası beklerken okudum.

MR’a girdim zira ben de de şüpheli bir kist bulundu. (Her yıl düzenli mamografi ve ultrason muayenesine girmenin faydası..) Sol mememde 5 milimlik düzensiz kontürlü minik bir şüphelim var artık. Siz bu yazıyı okurken muhtemelen o şüpheli ufaklığın biyopsisi yapılacak.

İlk tepkim ne oldu biliyor musunuz? Çok komik ama gidip kendime hastanenin pastanesinde koca bir milföy pasta ısmarladım.

Normalde hayatta ısmarlamazdım, önüme gelmişse de yarısını yerdim, bu sefer hepsini yedim. Pek de lezzetliydi. Garson kızı yakalayabilseydim bir tane daha ısmarlayacaktım ama neyse ki çok meşguldü.

Sonra gidip evime yılbaşı süsü aldım. Şu “perde” tarzı dedikleri pirinç lambalı düzeneklerden.

Sonuç olumsuz çıkarsa belli ki yılbaşı ışıklarıyla ışıl ışıl aydınlanan bir şişko olacağım.

Ve bu hiç umurumda olmayacak...

Mesele kilo değil tabii. Bize sıkıntı veren şeylerden kurtulmak. Meseleye olumlu açıdan bakalım: Böyle habis veya selim “şüpheliler”, Allah’ın yolladığı işaretler belki de. “At üstünden gereksiz yüklerini yavrucuğum.. Kurtul stres kaynaklarından çocuğum.. Kafanı güzel şeylerle doldur evladım..” diyor olmalı. Toptan bir bencillik önermiyorsa da bir “hafifleme” önerdiği kesin.. Veya ben bu yönde almak istiyorum mesajı. (Milföyün konuyla ilgisi ne peki? Bilmiyorum. Üzerimden ilk olarak “şişmanlamamam lazım!” stresini attım herhalde...)



Cumartesi, Aziz Nesin’in 96. doğum günü gecesi vardı. Nesin Vakfı yararına 300 kişi Armada Otel’de toplandık.

Güzel bir geceydi. Vedat Özdemiroğlu, Aynur Haşhaş, Müjdat Gezen sahne aldı. Yaşar Kemal’in ödül töreniyle çakıştığı için Zülfü Livaneli son dakika gelebildi ama bir tanecik şarkıyla Karlı Kayın Ormanında- hepimizin gönlünü yeniden kazanmayı başardı.

Şarkının son mısraında şöyle der biliyorsunuz:

“Ne ölümden korkmak ayıp ne de düşünmek ölümü..”

On yaşımda ilk dinlemiştim bu şarkıyı. Zülfü Livaneli ve Maria Faranturi beraber söylüyordu. O vakitler yasaktı o albüm Türkiye’de. Yunan şarkıcıyla beraber söyledi diye mi yoksa Nazım Hikmet’in şiirleri şarkı oldu diye mi hiç bilmiyorum. Bizim eve hasbelkader girmişti ve ben şansa bakın ki güzelim şarkıyı ilk defa komik bir Yunan aksanıyla dinliyordum.

Anlatmak istediğim Yunan aksanlı Nazım Hikmet değil elbette. On yaşımdan 42 yaşıma kadar herhalde binlerce kere (bu seferlerde Zülfü Livaneli’den) bu şarkıyı dinlemişimdir. Konserlerde eşlik etmişimdir. Dahası şiir olarak uzun versiyonunu da okudum.

Ama son mısra (ki şiirde son mısra değildir, ayrı) beni ilk defa can evimden vuruyordu.

Bu dize ilk defa bu kadar doğrudan bana hitap ediyordu.

Sanki bana, sadece bana sesleniyordu.

Nazım Hikmet, 1956’dan, 2011’deki Mutlu’ya, bir teselli yollamıştı sanki.

Zülfü Livaneli de bilmeden aracılık etmişti..

İyi de etmişti...



Ne ölümden korkmak ayıp ne de ölümü düşünmek...

Evet değil.. Değil elbette ama ben ölmeyeceğim. Deniz de Vahide de.. En azından “şüpheli ufaklıklar” yüzünden...

Yazının devamı...

Nergis, narsisizm, narkoz, narkotik..

Bu sabah, mahallem Arnavutköy’de dolaşırken, güzelim kokusu geldi burnuma. Baktım bizim dişsiz sokak çiçekçisi demet demet nergisleri önüne koymuş, meraklısına satmaya çalışıyor.

Nergis adı biliyorsunuz kendine hayran Narkissos’tan geliyor.

Narkissos, ırmak ilahı Kephissos ile arındırıcı suların bekçi perisi Liriope’nin oğlu olarak doğar. Bir kâhin, ebeveynine Narkissos’un dünyada, kendi yüzünü görmediği sürece yaşayacağını bildirir. Narkissos bir gün bir su birikintisine dökülen bir kaynağın yanına gelir ve su birikintisine doğru eğilerek oradaki sudan içmeye başlar. Doğal olarak, bu sırada, birikintide yansıyan yüzünü görür. Kendi yüzünü görünce önce şaşkınlığa düşer, sonra kendini hayranlıkla seyre dalar ve kendisine âşık olur. Bu seyirden kendisini bir türlü alamayan Narkissos gitgide hissizleşir, dünya yaşamına gözlerini yumar ve bulunduğu yere kök salarak açılmış bir çiçeğe dönüşür. Bu çiçek, güneş gibi, sarı göbekli, beyaz yapraklı, çevresine güzel kokular yayan bir çiçektir. Ölümünden sonra Styx nehrinin sularına katılır.



Bilmezdim. “Narkoz” ve “narkotik” kelimeleri de aynı kökten geliyormuş. Geçenlerde yazıyordu gazetede: Narsisizmin, kişilik bozukluğu kategorisinden çıkarılması tartışılıyormuş. Günümüzde herkes narsistik olduğu için olabilir mi? Bkz: Gazete köşe yazarları, onların okurları, twitçiler, facebook’ta durmadan fotolarını yayınlayanlar...

Ama ben çiçeğiyle ilgileniyorum.

İzmir’in Karaburun Yarımadası’nın kuzeyi, Türkiye’nin hemen hemen bütün nergis çiçeklerinin geldiği yer. Bu çiçek, aralık ve ocak aylarında açıyor. Karaburun’un köylerinin en büyük hatta neredeyse tek geçim kaynağı. Normalde kendiliğinden biten bir çiçek. Ama Karaburun’da planlı bir şekilde yetiştiriciliği yapılıyor.

Nergis soğanlı bir çiçek. 3-4 yılda bir soğanlar sökülüyor, hastalıklı olanlar ayıklanıyor ve yeniden ekiliyor. Ağustos ayından itibaren yağmurlama yöntemiyle sulanıyor. Buna “yaş nergis” deniyor. Kasım sonunda açmaya başlıyor.

Bir de “kuru nergis” var. Bu doğada kendiliğinden çıkıyor. Yaş nergise göre geç açıyor. Yağmura göre zamanını kendi tayin ediyor. Ve tabii ki kokusu yetiştirme nergise göre kat be kat daha güzel oluyor.

Turizm sezonunda olmadığı için insanlar nergisin açtığını göremiyor ve bu büyüleyici manzarayı kaçırıyor. Ama bana sorarsanız BÜYÜK hata. Bir kere denk geldim ve gözlerime inanamadım. Tepelerden denize doğru bir beyazlık akıyor ki hakikaten akıllara durgunluk verici.

Nergis tarlalarını bulmak zor değil. Arabanınız camınızı açın, köy yollarına sapın, nergisin kokusu size yolu gösterecektir. Ama başka doğa severlerle beraber yürüyüş yaparak bulmak istiyorsanız o zaman Patikatrek Doğa Sporları Eğitim Merkezi (www.patikatrek.com) her yıl iki defa gezi düzenliyor, onlara katılabilirsiniz. Bunu profesyonelce yapan yer ise Ebruli Turizm. Ark. Dr. Ahmet Uhri danışmanlığında geziler düzenliyorlar. (www.ebruli.com.tr) 15 Ocak’ta bir adet gezi var mesela.da hava ılık ise (benim öyleydi) nergis çiçeklerinin dibine yatın ve gökyüzünü seyredin. Zira illa ki öbek öbek yoncalar da oluyor diplerinde, yatması, yuvarlanması çok keyifli oluyor. Burnunuza hafif hafif nergisin kokusu gelecek, kış olduğu için bulutlar beyaz olacak, dahası hızlıca akıyor olacak ve siz o bulutu kuzuya, bu bulutu ejderhaya, şu bulutu Zarife Teyzeye benzetirken dünyanın tüm tasasını derdini unutacaksınız.

Bu dediğimi ekili tarlada yapmayın tabii. Daha çok yabani nergislerin olduğu yerde yapın. Unutmayın: Karaburun köylüleri bütün bir yıl nergis mevsiminin gelmesini bekliyor ki üç beş kuruş para kazansınlar.

Patikatrek’ten Zeynel Aydın, Karaburun’a yapılan yeni yol nedeniyle nergisin sonunun yakın olduğunu söyledi. Tarlalar, villalar için satılıyormuş.

Sonra Karaburun’da hem oturan hem pansiyon işleten Ata’yı aradım. “Bu yıl biraz geç kaldılar ama ufak ufak başladılar başlarını çıkarmaya. Gelsene..” dedi.

Haklı. Gitmek, görmek lazım...

Yazının devamı...

Alaköy’den haberler

12 Aralık 2011 tarihinde yazdığım “Eksik olan imkanlarımız değil gönlümüz” yazıma çok sayıda mektup, telefon ve mesaj geldi. Yazımı özetleyecek olursam, Van’ın Alaköy Köyü’nde çadırlarında çay içmişliğim olan bir aile benden yardım istedi, ben de elimden geleni yaptığımı ama insanları bu konuda yeterince dürtükleyemediğimi yazmıştım.

Önce İstanbul Yardım Grubu’dan ve haklı sitemlerinden başlamak istiyorum.

“Sayın Mutlu Tönbekici;

Bugünkü Vatan gazetesindeki köşenizde yazmış olduğunuz “Eksik olan imkanlarımız değil, gönlümüz” başlıklı yazınızı okuduğumuzda, üzülerek İstanbul Yardım Grubu’nun yapmış olduğu çalışmalardan habersiz olduğunuzu düşündük ve sizi halen yürütmekte olduğumuz Van-Alaköy yardım çalışmalarımız hakkında bilgilendirmek istedik.

23.10.2011 tarihli Van-Erciş merkezli deprem sonrasında 5N1K yapımcısı Cüneyt Özdemir’in canlı yayını sırasında, ulaşılamayan köylerden bir tanesi olan Erçiş’e 37 km mesafede ALAKÖY hakkında bilgi alma imkânımız oldu. Yardım ulaştırmamız gereken ilk adresin ALAKÖY olmasına karar verdikÖ

1999 depremi sonrasında aynı anlayışla başlatmış olduğumuz yardım hazırlıklarımı bu kez yine İstanbul Yardım Grubu dostları ile paylaşarak, yeniden 1999 yılında kurduğumuz zincirin halkalarını tekrar birleştirerek daha güçlü bir sinerji yaratma yolunda çalışmalara hemen başladık.

Acil bir çalışma planı ile Van’daki yerel idari kadrolardan, muhtarlardan, askerlerden ve orada bulunan kurtarma ekiplerinde çalışan dostlarımızdan aldığımız bilgiler doğrultusunda hazırlıklarımızı tamamlayarak ana ihtiyaç kalemlerini belirledik ve bunların hepsini merkez bir depo oluşturarak bu adreste topladık.

Topladığımız acil ihtiyaç malzemeleri arasında; 5 mevsim dayanıklı kar çadırları, büyük jeneratörler, katalitik sobalar, elektrikli ısıtıcılar, ışıldaklar, yün battaniyeler, piller, fenerler, matlar, uyku tulumları, çocuk büyük tekstil malzemeleri, oyuncak, kar botları, kuru gıda, konserve gıda malzemeleri, içme suyu, kadın pedleri, çocuk bezleri, bebek mamaları, hijyen malzemeleri, temizlik malzemeleri, ilaçlar, ilk yardım malzemeleri, çocuk pişik kremlerine varana kadar çok çeşitli ürünler bulunmaktadır. Tüm yardım malzemelerinin ihtiyaç sahibi depremzedelere ulaştırılması çalışmalarımızın yanı sıra, Van-Alaköy’de bir Rehabilitasyon Çadırı kurduk. Devam eden çalışmalarımızın arasında Van-Alaköy halkının rehabilite çalışmaları, sosyal ve psikolojik destek çalışmaları planlanmaktadır.

ALAKÖY’de yaklaşık 100 çadırlı ve 500 kişiyi barındıracak bir çadır kent kurma amaçlı çalışmalarımızı tamamlamış olduk.

Çarmıklı Grubu’nun kendi inşaat kadrosundan inşaat mühendisi, makine mühendisi, mimar, güvenlik elemanı ve arama kurtarmada uzun yıllar görev almış dağıtım ve alt yapıyı oluşturacak kadroları koordinasyonu sağlayacak şekilde ön ekip olarak Van’a gönderildi ve hasar gören resmi kurum ve binalarda teknik inceleme yapılarak resmi mercilere ulaştırılmak üzere ön teknik rapor hazırlandı. İYG Ekibi olarak deprem sonrası pilot bölge olarak seçtiğimiz Van - Alaköy’e 4 kez ziyaret yaptık.

Ekte İYG Sosyal ve Teknik Çalışmalar sunusunu bulabilirsiniz.

Ayrıca, İYG gönüllü ekibinin yapmış olduğu Van-Alaköy çalışmaları ile ilgili bilgilere web sitemizden www.istanbulyardimgrubu.org ulaşabilirsiniz.

İstanbul Yardım Grubu”

İstanbul Yardım Grubu Koordinasyon sorumlusu Sibel Kurtoğlu’ndan da Alaköy’deki çalışmalara dair detaylı bilgi ve belgeler geldi.



İYG’ye çok teşekkür ederim. Ne onların ne bağışçılarının kalplerini kırmak gibi bir niyetim vardı. Ülkedeki hemen hemen bütün büyük şirketlerin, bütün yardım dernek ve gruplarının Van’da nasıl canla başla, büyük bir özveri ile çalıştıklarını biliyorum, çoğunu gözümle gördüm. Arçelik’inden Samsung’una, Çaykur’undan Penti’ye, Çorap Sanayicileri Derneği’nden Ayakkabı Sanayicileri Derneği’ne kadar binlerce belki on binlerce şirket, dernek Van’daydı. Osman Çarmıklı ile yaptığımız uzun telefon görüşmesinde birçok başka bilgi de edindim. Hepsine teşekkür borçluyuz. Bu karda kışta insanlarımızı aç açıkta bırakmadıkları için.

Ve lakin ihtiyaçlar bitiyor mu? Bitmiyor. Eşarp mesela kimsenin aklına gelmemiş olabiliyor... 54 beden uzun etek de... Veya elektrikli ocak... Veya kırılmaz kap kacak... Çatal bıçak... Küçük bir elektrikli fırın... Anten... Leğen... Çamaşır asma teli... Terlik... Diş fırçası... Nevresim... Ayna... Çay bardağı... Cımbız... Yok mu bunlar evinizde? Var. İlk etapta ne gereği var dersin ama yuvayı yuva yapan da bunlar.

Birbirimize sitem etmek yerine daha yapıcı olmak gerek. Ben dersimi aldım.

Ama bu “yardım etmenin” “insan nefsiyle” mücadelesi meselesine bir şekilde devam edeceğim. Bu arada aileye yollanmak üzere bana ayni ne nakdi yardım gönderen bütün okurlara, tanıdıklara teşekkür ederim. Yarın altı koli gidiyor.

Yazının devamı...

Eksik olan imkânlarımız değil gönlümüz

Bu yazıyı yazayım mı yazmayım mı diye çok düşündüm. İrademle, nefsimle, her şeyimle mücadele ettim. Fakat aklım fikrim ruhum bu konuya takılı kaldı. Başka bir şey yazmam imkânsız...

Bayram’da Van’daydım biliyorsunuz. Van’ın Alaköy Köyünde, evleri oturulamaz hale gelen, bütün eşyaları tarumar olan bir aileyle tanışmıştım. Küçük kızları Nazlı beni köyde gezdirirken, evleri, daha doğrusu çadırlarına götürmüştü. Çadırdaki sofralarına buyur etmişlerdi beni. Çaylarını içmiştim. Sonra ayrılırken Nazlı’ya telefonumu vermiştim. Ara sıra arasın diye.

Cuma gecesi annesi aradı utana sıkıla. “Senden başka kimsemiz yok” dedi. Yardımlar köylere gitmemişti. Benden giysi, ocak, soba istiyordu.

Bütün cumartesim alışverişle geçti. Beşiktaş çarşısından hepsine iç çamaşırları, çoraplar, pijamalar, elbiseler, etekler aldım.

Benim de gücüm bir yere kadar, Twitter’dan mesaj attım. “Depremzede bir aileye yardım yollayacağım. Hem kaliteli hem uygun fiyata ayakkabı satan bir yer biliyor musunuz Beşiktaş’ta” diye.

Adam gibi yol gösterenler de oldu Amerika’lardan para yollamak isteyenler de vicdansızca alay edenler de... “Akmerkez’den alsana cicim” diyenler, “yardımın reklamını yapıyor haspa” diyenler, “kendine Lui Viton, depremzedeye Beşiktaş ucuzcusundan” diyenler.. (Louis Vuitton çantam hiç olmadı, olsun da istemem)

Bizim burada eski Rum okulunu anaokuluna çevirdiler. Boğaziçi Üniversitesi’nin işlettiği bir ana okul. Haftanın beş günü yollarsan, dokuz aylık fiyatı 21 bin lira imiş bugün öğrendim. Anaokuldan söz ediyoruz! Ali Baba’nın çiftliğini bağıra çağıra söyleyebilsin diye verdiğin para... Verenler var ki çatır çatır istiyorlar.

Bu nasıl bir dünya dedim... Ne acayip bir dünya... Ne kalp kırıcı bir dünya...

Pazar sabahı arkadaşlarımı çağırdım kahvaltıya. Böyle böyle bir durum var, şu lazım, bu lazım, lazım oğlu lazım dedim.

Yine has arkadaşlarım geldi sadece. Gerisinin türlü “hastalıkları”, “yorgunlukları”, “mühim işleri” baş gösterdi.

Hayır. Öldür Allah bir elli lira, bir yüz lira kopartamıyorum. Bir torba fasulye getirmek battı bir taraflarına. Elleri bir paket çikolataya gidemedi. Bir koli bisküvi çok ama çok ağır geldi cüzdanlarına.

Bilmem nerede 271 koli yardım duruyor, onları götür dedi biri. Soruyorum içeriğini, tam bir cevap alamıyorum. Muhtemelen kullanılmış eşyalar. Türk halkının yardımdan anladığı gardırop boşaltmak. Hadi aralarından seçsem, arabama atıp götürsem, Van’a git gel 3200 kilometre. En az 700-800 liralık mazot demek. Kendi kendime “Benim de gücüm bir yere kadar” deyip duruyorum... Ama sonra şunu anladım ki hayır! Gücüm değil bir yere kadar olan! “Diğerkâmlığım” bir yere kadar...

Yardım etme meselesi çok ama çok acayip bir şey. Nefsinle bir mücadele aslında. Zengin fakir olmak bir şeyi değiştirmiyor. Bir şey kaybetmeden yardım edelim istiyoruz. Kendi konforumuzdan bir eksilme olmadan yardım edelim istiyoruz. O nedenle aklımıza (ve işimize) gelen sadece “eskileri” vermek oluyor. Bir şey kaybetmeden vermiş olacağız, zaten atmak istemiyor muyduk onları?

Hâlbuki hakiki yardım kendine bir şey almaktan vazgeçip başkasına almak.. O ay o çizmeyi, tokayı, o kazağı, o makyaj malzemesini alma ve git başkasına ver onun parasını. Bırak eksilsin senden bir şeyler. Bırak konforun bozulsun biraz.

Yeğenlerine, kuzenlerine, kendi çocuğuna doğum günü, bayram, seyran diye zırva zırva oyuncaklara dünyanın parasını verebiliyor ve yarım yamalak oynayıp kenara atmasını, parçalamasını, hor görmesini seyredebiliyoruz da aynı paraya iki kilo kavurma alıp yollayamıyoruz.

Şımarık tosunumuz bağıra çağıra Ali Baba’nın çiftliğini söylesin diye 21 bin lira verebiliyoruz da bir kilo çikolata, 2 kilo bisküvi, bir çuval nohut parası ciğerimize oturuyor. Birden “hasta” oluyoruz, birden taksitler aklımıza geliyor, birden “benim de gücüm bir yere kadar” oluyor.

Hâlbuki düşünün son bir ayda “almasanız da olur” aldığınız nice şeyi, “yemeseniz de olur” yediğiniz nice yemeği, “içmeseniz de olur” içtiğiniz nice içkiyi, sıçkıyı... Hepsini toplayın, bir ailenin belki de üç aylık kumanyasına denk gelecek.

Kimseden bir şey istemiyorum. Twitter sinsileri döşenmesin hemen. Her isteyişimde arkadaş listem biraz daha daralıyor zira. Basın camiasının en sevilmeyen insanı olup çıkmama ramak kaldı.

Ben biraz düşünün istedim sadece.. Verememenin ne kadar güçlü bir duygu olduğunu kafanızda biraz gezdirip vahşi bencilliğinizin farkına varın istedim sadece.

Eksik olan imkânlarımız değil gönlümüz.

Yazının devamı...

Moda ne işe yarar?

Gittim dayanamadım aldım bir çift...

Şu dizin üstüne kadar çıkan çizmelerden... Yakışıyor mu yakışmıyor mu açıkçası pek aldırmadım. Yavru ağzı gibi bulunmayan bir renkteydi, önümdeydi, ayağıma oturmuştu ve sadece 39 liraydı.

Mağaza aynalarının hepsi sahtekâr biliyorsunuz. Onlara kalırsa hepimiz sıfır bedeniz. Ne giyersen giy yakışıyor anasını satayım. Ama gerçek bu değil.

Bu zırva çizmeler ancak ve ancak bir 70 boyunda, incecik bacaklı sülünlere yakışır.

Ben, bir hobit, bir yer cücesi, bir pigme kıroliçesi olarak niye yaptım o zaman bunu???

Benim gençliğimde böyle uzun çizmeleri sadece “Pretty Woman”lar giyerdi.

Yani ayıptır söylemesi bariz bir ‘rsp’ kıyafetiydi. Leopar desen tayt ve diz üstü çizme. Git yanına “kaça?” diye sor.

Kaç yıldır var bu moda? İki yıldır mı, üç yıldır mı? Alışmam ve normal bir giysi addetmem resmen üç yılımı aldı.

Modaya uyum konusunda zaten oldum olası “geri”yimdir, bu sefer iyice allak bullak oldum.

Ama sonunda aldım. Bu kadar ucuzunu bulmasaydım yine almazdım ama 39 lira da hakikaten para değil. Tamam sapına kadar sentetik, çakmağı yaklaştırdığın anda eriyip gider ama ne gam!

Eve geldiğimden beri her aynanın önünde durup kendime bakıyorum.

Moda tuhaf bir “varoluş” manifestosu.

Annem benim yaşımda böyle şeyler yapmazdı. 42 yaşında liseli kızların giydiklerini zinhar giymezdi. Sentetik şeyler de almazdı. Az olsun deri olsun, kösele olsun.

Ajda Pekkan devrinde ise inadına giyiyorsun. Gidip bir de en olmaz renkleri seçiyorsun.

Neyi kanıtladım ben şimdi?

İçimin hâlâ genç olduğunu mu?

Cesaretimi mi?

Cinselliğimin yerine olduğunu mu?

Daha “emekliye” ayrılmadığımı mı?

Ufacık olmama aldırmadığımı mı?

Veya sadece ve sadece “yaşadığımı” mı?



Ne zaman “ölürüz” diye düşünürüm bazı bazı...

“Ölüm” esasen hayat tüm hızıyla yenilenirken buna aldırmamak mıdır?

Bilgisayara geçemeyen, internetle tanışmayan mesela “ölü” müdür?

Arabaya binmemekle eş değer bir durum zira bilgisayar, internet vs.

Bilgisayarım her bana sormadan- güncelleme yaptığında deli oluyorum.

Gmail, geçen aylarda şeklini şemalını değiştirdi.

İlk gördüğümde ağlayacak gibi oldum.

Sonra dedim kendi kendime deli olma ve alışmaya, yeniliklerinden faydalanmaya bak. Aksi taktirde ölmeye başlarsın.. Yaşlanmak zira, yüzünün kırışmasından başka bir şey. Yaşlanmak, değişikliklere alışamamak demek. Dahası: değişiklik istememek demek.

Moda da öyle bir şey. Bir varoluş mücadelesi. Bizi zayıf olmaya vahşice zorluyor, bir tür faşizm şu bu ama uyabildin mi, kendine yakıştırabildin mi.. Varsın. Yaşıyorsun. İddianda (her ne ise o) devam ediyorsun demek.

Hem de en ucuz yollu.

Ben de bir çift yavru ağzı uzun Pretty Woman çizmesiyle (ki acı gerçek: bu filmi bilenlerin sayısı muhtemelen hiç bilmeyenlerin sayısından daha az) olabilecek en ucuz varoluş iddiamı gerçekleştirdim.



Hocam, şu arkadaşları dövmek caiz midir?

- “Bizim yapabileceğimiz bir şey yok haaanfendi” deyip bana İstanbul’un öte ucunu adres olarak gösteren ama gösterdiği adrese bir buçuk saatte varınca da oranın doğru adres olmadığını anlayıp geri dönüp “yaptığınız iş mi şimdi sizin?” diye şarlayınca “benim hiç sizin seviyenize inmeye niyetim yok” diyen nüfus memurunu...

- Yüz on tane kapı dolaştıktan sonra sistemde kayıtlı adresi düzeltebilecek mercii internette dolanırken bulup, düzeltme işlemini yaptırıp, “lütfen kontrol edelim, tekrar buraya gelmek zorunda kalmayayım” dedikten sonra “gerek yok, tek yetkili benim, ben yanlış yapmam” diyen belediye memurunu...

(Bilmeyenlere not. Sistem artık şu: Siz nüfus müdürlüğüne gidip adresinizi kaydettiriyorsunuz. Ama onlar sizin beyanınıza güvenmedikleri için -zira halkımız hödüktür, gerzektir dahası yalancıdır- belediyenin numerataj ekibinin belirlediği adreslere yerleştiriyorlar sizi. Yani adresler evvelden saptanmış, sen gidip o adreslerden birine yerleşiyorsun. Ama halkına güvenmeyen belediye/devlet konsorsiyumu benim adresimi külliyen yanlış yazmış. Ufacık müstakil evi 83 daireli apartman yapmış! İşte beni bir haftadır delirten husus bu. İki tesellim: 1) Bunu da öğrenmiş oldum, 2) çılgınlar gibi kavga edebiliyorum, içimde bir şey kalmıyor)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.