Şampiy10
Magazin
Gündem

Büyük rekabet: Dukancı mısın Karataycı mı?

Bir aylık bir aradan sonra tekrar merhaba.

“Fındık iznine çıkıyorum” deyince bazıları Karadeniz taraflarına gittiğimi sanmış.

Trabzon’dan tereyağı siparişi veren bile oldu.

“Fındık izni” derken demek istediğim şu idi: Eskiden, Doğu ve Güneydoğulu vatandaşlarımız, mevsimlik işçi olarak Karadeniz’e fındık toplamaya gitmeden önce fındık bahçesi sahibi aileler işlerinden izin alırdı, memleketlerine fındık toplamaya giderdi. Yani başka bir iş yapmak üzere izne çıkarlardı.

Benimki de öyle bir şey. Başka bir iş için, gazetedeki işimden izin aldım. Benzetme yaptım yani. Ama fındık ne zaman toplanır bilemeyen eş dost harbi harbi fındık toplamaya gittiğimi sanmış. Ya ben derdimi anlatamıyorum ya da insanımız çok üstün körü okuyor.



Tereyağ isteyen ahbabım Karatay diyeti yapıyor. Zira Canan Karatay Hanım, hakiki olduğu sürece tereyağında pastırmalı yumurtaya izin veriyor. Bunu da Dukan diyetiyle zayıflamaya çalışan insanların arasında söyleyince çok komik bir tartışma çıktı.

Şu sıralar tuhaf bir rekabet var: Karataycılar ve Dukancılar. Karatay diyetini yazmıştım hatırlarsanız. Severek de uygulamıştım.

Sonra Dukan’ı o kadar övdüler o kadar övdüler ki, uzman diyet kitabı okuru olarak gittim onun da kitabını aldım.



Genel hatlarıyla ikisi de karbonhidratı keseceksiniz diyor. Un, şeker, nişasta yasak. Ve günde 2 litre su. Bunu yapabildin mi zaten bayağı bir yol almış oluyorsun. Fakat bundan sonraki detaylar dramatik olarak farklılaşıyor.

Karatay’ı özetleyeyim: Sabah iki yumurta, 8 adet zeytin, avuç içi kadar beyaz peynir ve ince belli bir çay bardağı kadar ceviz veriyor. Öğlen ve akşamları da et, balık, tavuk yanında zeytinyağlı bir sebze yemeği ve salata. Peynir, süt ve yoğurt tam yağlı olacak. Soğuk sıkım zeytinyağı ve hakiki tereyağına da hiç itirazı yok. Arada baklagil de veriyor. Hiç bir surette aspartam, bulyon gibi yapay malzemelere izin yok. Dukan da et veriyor ama Karatay’dan farklı olarak yanında sebze ve salata vermiyor. Ve yağı da tümden kesiyor. Süt ürünleri yağsız olacak, zeytinyağı da damla kadar. Baklagil hatta enginar bile yok. Yemekler o kadar tatsız oluyor ki bulyon katabilirsiniz diyor. Tatlı krizi için de diyet kola veriyor.



Arka arkaya okuyunca çok komik oldu çünkü birinin “ak” dediğine öbürü “kesinlikle kara!” diyor. Mesela biri kavun karpuz sakın yeme diyor, biri sırf onları yediyor! Biri ekmek yerine kavrulmamış kuruyemiş ye diyor, öbürü içinde yağ olan tek bir kırıntı yemeyeceksin, onun yerine yulaf kepeği yiyeceksin diyor... Biri kendini sıcak tut diyor, işlenmemiş gıdalar ye diyor, öbürü “üşüyünce kalori yakılır, buldukça buz em, suyu soğuk iç” diyor.



KARATAY VE DUKAN ARASINDAKİ 6 FARK:

- Karatay mutluluk verici; Dukan mutsuz edici

- Karatay yüzde yüz yerli, ye dediği her şey yanı başımdaki bakkalımda bile var; Dukan asap bozucu şekilde Fransız... Yulaf kepeğini bulmak için market market dolaşmak zorunda kaldım. Hele yemek tarifleri korkunç ötesi!

- Karatay’da hiç bir sağlık sorunu yaşamadım; Dukan’da baş ağrısı çektim, kabız oldum sonra da ishal oldum.

- Karatay’da çeşit bol, yediklerinden hiç sıkılmadım; Dukan’da ise yağsız yoğurda, yağsız peynire, yağsız ete abanmaktan fenalık geldi. Bilhassa yulaf kepeğinden yaptığım krepten midem bulandı. Üstelik ömür boyu yiyecekmişiz bu kepeği! Peee...

- BUNA KARŞIN: Karatay diyeti, diyetten ziyade sağlıklı bir yaşam biçimi olduğu için bir türlü disipline giremedim. Bir kaç tane diyor, oturup 250 gram yiyorum. Ara öğün yasak dediği için ana yemeği abartıyorum. Kahvaltıda doyuyorum, öğlen yemeği sırasında yemek yemeyip sonra biçimsiz bir zamanda acıkıyorum. Özetle ha bire yolumdan şaştım, ölçüyü aştım. Bu yüzden kilo veremedim.

- Dukan ise keskin sınırları olduğu için insan kampa girmiş gibi oluyor. Her yere yanımda evde hazırladığım yiyeceklerimle gidip, tek bir yudum taviz vermedim. Bu nedenle Dukan’ın “atak” dediği beş günlük saf protein günlerini başarıyla tamamladım ve beş günde 3 kilo verdim.

SONUÇ:

5 günde 3 kilo abartılı bir rakam. Bunun büyük bölümü sudur tahmin ediyorum. Ancak motivasyonu çok güçlendiriyor. Diyeti bırakma diyor. Vücudunu şaşırttın, devam diyor.

Ancak doğrusunun Karatay rejimi olduğunu düşünüyorum. Belki zayıflamak biraz daha uzun sürebilir ama kesinlikle daha insani, daha haysiyetli, daha sağlıklı. Bundan sonra yoluma yine Karatay ile devam edeceğim.

(Bu arada Dukan diyetini oluşturan Pierre Dukan, diyeti yüzünden değil faşistliği yüzünden mahkemeye verildi. Üniversite giriş sınavında kilonun da sorulması ve kilo fazla veya eksiğin puanlamada etkili olması gerektiğini söyledi. Böylece gençler anoreksik veya obez olmaktan kaçınırlarmış.)

Yazının devamı...

Sen zayıflama! Kocanı şişmanlat!

Mehmet Yaşin’in köşesinde okudum. “Diyet yapan kadınlar aldatılmayı hakkediyor” demiş Tuğçe Işınsu.

Amanin! Tam da Karatay diyetine başlamışken!

“Aç kadın erkeği nasıl baştan çıkaracak? Kadının kendisi aç, halsiz ve mutsuzken erkeğe hayrı dokunmaz. Zayıf kadın güzeldir felsefesi çatırdıyor. Zayıf kadınlar daha çok aldatılmaya başlandı. O kadar rejim yap, yediklerini yakacaksın diye spora git, akşam restorandan tatlı yemeden ayrıl, üstüne aldatsın seni... Çok acıklı bir durum. Erkekler zayıf kadın sevmiyor, modaya uyalım derken bir süre seviyor gibi yaptılar ama baktılar ki olacak gibi değil, tutumları değişti. Şimdi yeniden balıketli kadın cazip. Bir de aşırı zayıf kadın botoks ve silikona başvuruyor ki bu da her şeyi sunileştiriyor.”



Kimmiş bu kadıncağız (ve kaç bedenmiş) diye gugılladım: Spiritüel Yaşam Danışmanıymış. (bkz: “Kendin pişir kendin ye” meslekleri)

Meğer pek meşhurmuş. İki kitabı çıkmış. Okan Bayülgen (ve bir dolu programcı) programına konuk etmiş, Ekşi Sözlük’te hakkında yazılanlar yedi sayfayı bulmuş, melek terapisi, yemeklere peri tozu katma gibi kavramları yaratmış, bir kaç kere de kalbini kırmışlar, programı terk etmiş...

Günün uyarısı: Her ismi gugıllamamak lazım. Mehmet Yaşin’in köşesinde alıntıladığı bölümler pek bir hoştu da “sihirli taşlar”, “ikizler erkeğiyle evlenmeyin”, “kadının zekisi makbul değil” diye (üstelik de biraz uzun gelen yeni tavşan dişleri yüzünden tıslayarak) sayıklamaya başladığı anda bir anda kabaran sempatim başarısız bir sufle gibi sönüverdi.

Ama hakkını yemeyelim. 44 bedenle süper seksi olunabileceğini mükemmelen kanıtlıyor. Zayıf kadınların çaresizlikten başvurdukları silikon ve botoks ile suni olduklarını iddia ederken, o saman sarısı ekleme saçlarla ne kadar doğal olunuyor sorusunu sormayacağım. (bkz: Türkler aslında sapsarı insanlardır)



Tuğçe Hanım’ın diyetle ilgili yorumlarını yüksek sesle okuduğum erkek arkadaşlarım, neredeyse zevkten kendilerinden geçeceklerdi.

Öyleyse devam edelim: “Romantik bir aşk gecesinde karşınızda oturup ağzına diyet yemek veya salata sokuşturan, zayıflama çabasında, eğlenmeyen, plancı kadın insanı aşktan soğutur.. Kalori hesabıyla yaşayan kadın aldatılmayı bazen hakkediyor çünkü kendi sıkıcı zaten, adam ne yapsın.. Adam da bol soslu makarna yiyen başka kadına gidiyor, hatta üstüne çikolatalı suflesini yiyor.”



Glisemik indeksi ve kalorisi düşük nefis yemekler yapmayı başaran biri olarak ben de güldüm tabii...

Üstelik hanımefendinin şundan da haberi yok: Yeni nesil diyetler sayesinde aç kalma devri sona erdi.

Dahası spor yapan kadınlarda testosteron hormonu yükselir, bu da cinsel isteği arttıran bir şeydir. Yani halsizlik ilk hafta olur sonra tut tutabilirsen.. Hele de kadın kendini beğenmeye başlamışsa..

Yine de diğer dediklerini görmezden, duymazdan gelmeyi başarırsak “zayıf olacaksın terörüne” karşı verdiği sevimli mücadelesini takdir ediyor, desteğimizi veriyoruz.



Ama madem beden-mutluluk-evlilik konusunu açtık:

Hürriyet yazarı Melis Alphan’ın Amerikalı yazar Jenna McCarthy’den aktardığı “mutlu evliliğin sırrı” ile bitirelim yazımızı.

“Araştırmacılar mutlu çiftleri izlediler ve her hareketlerini izlediler, sefilleri oynayan arkadaşlarından onları ayıranın ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Ortaya çıktı ki mutlu evliliklerde kadın kocasından daha zayıf ve iyi görünümlü. Çünkü kadınlar zayıf ve iyi görünmeyi umursar; erkekler ise genelde kendilerinden daha zayıf ve daha iyi görünen kadınlarla seksi...

Araştırma kadınların mutlu olmak için zayıf olması gerektiğini önermiyor, sadece kocalarından daha zayıf olmaları gerekiyor... Yani bütün o diyet ve egzersiz çabalarını yerine kadınlar sadece kocalarının şişmanlamasını bekleyebilir. Evde biraz kek yapmaya bakar.

Başka bir araştırmaya göre kadınlar ev işinde yardım eden erkekleri daha çekici buluyor. Kadın kocasını daha çekici bulduğu için daha sık sevişiyorlar. Daha sık seviştikleri için erkek karısına daha iyi davranıyor. Ona daha iyi davrandıkça, ıslak havluları yatağın üzerine atan kocasına kadın daha az söyleniyor. Ve sonsuza dek mutlu yaşıyorlar...”

Ben ama yine de Karatay diyetine devam edeceğim.



Biraz müsaade

Takipçilerim bilir, yıllık iznimi kışın kullanırım ben. “Kayak tatili yapmak için şekerim” demeyi çok isterdim ama değil. Her yıl güncellemesini yaptığım “Küçük Oteller Kitabı”nı çıkarmak, yani aslında çalışmak için alıyorum bu izni. Bir nevi fındık izni diyelim. (bkz: Karadenizli) İzin bitince gene burada oluruz inşallah (bkz: keh keh keh..)

Yazının devamı...

Sanat kuyrukları

Karaköy’deki Antrepo’da açılan Van Gogh Dijital sergisine gidelim dedik, hiç abartmıyorum, en az 300 kişi dışarıda buz gibi soğukta kuyrukta bekliyordu.

Hemen karşısındaki Tophane-i Amire’de Dali sergisi var, orada da uzun bir kuyruk vardı.

Karaköy’e gelip de Van Gogh kuyruğunu görünce kendimi Londra’da, Paris’te gibi hissettim. Yağmur ve soğuğa aldırmadan beklediğim müze kuyrukları geldi aklıma.

Sergiye giremedim (zira beklesem de kapanışa yetişemezdim) ama gördüğüm manzara beni çok mutlu etti.

Ülkemde sanat kuyrukları oluyor! Binlerce insan sergileri gezmek için çevre illerden hatta yurtdışından geliyor.

Şehrim bir sanat şehri.



Haşmet Babaoğlu sormuş: Madem Abdi İbrahim İlaç 100. yıllarının şerefine Van Gogh Dijital’i getiriyor, o zaman neden bilet parası veriyoruz?

Sponsorluk karışık bir şey. Sergi maliyeti ne kadar bilmiyorum ama Abdi İbrahim’in sponsorluğu bilet fiyatlarının makul bir düzeye inmesini sağlayacak kadar olmuş olabilir. Sponsoru olan her şey bedava olacak diye bir şey yok. Futbol kulüpleri dünyanın sponsor, reklam parası alıyor ama maçlara bedava girmiyoruz.

Benim ise itirazım şu: Madem antrepoların olduğu yer bir sanat parkına dönüştü, adam gibi bir düzenleme yapmak mümkün olamaz mı?

Her gittiğimde içim acıyor. Orada şahane bir Nusretiye Camii var. Nargilecilerin korkunç kuşatması altında. Bu caminin bir de zavallı bir saat kulesi var. Şiir gibi desem yeri. Ve o da çok tuhaf bir şekilde inşaat alanı içinde.

O camii de bir sanat eseri. Onu etrafı da düzenlense fena mı olur?



Pasaporta göre Türk olunuyorsa...

Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos ve Türk Musevi Cemaati Başkanı Sami Herman aynı anda “Türk’üz” dedi, MHP kabul edin bizi dedi. Baskın Oran “siz Türk değil, Türkiyeli’siniz” dedi.

Ben “Türkiyeli” kavramından yanayım.

Ama bu madem çok hoşa gitti o zaman şöyle diyeyim:

“Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes, din, mezhep, dil ve etnik köken gözetilmeksizin Türk’tür” sözü sizi mutlu ediyorsa o zaman şunlar da sizi rahatsız etmeyecek:

Batı Trakyalılar Türk değil Yunan’dır.

Almanya’da 3 milyon Türkiye kökenli insan Alman’dır.

Amerika’da başarılarını öve öve bitiremediğimiz ABD vatandaşı Ahmetler, Mehmetler Amerikalı’dır.

Kuzey Kıbrıslıların hemen hemen hepsi Kıbrıs Rum Kesimi’nin verdiği Kıbrıs pasaportu taşıyor. Onlara da Rum mu diyelim aynı mantıkla?

Pasaporta göre Türk olunuyorsa, olabiliyorsa, tersini de sevgi ve saygıyla kabul etmemiz lazım.



Karatay diyeti fan kulüp

Vay be! Meğer ne kadar çok seveni ve faydalananı varmış!

İki gün önce tartıda 57 nokta 2’yi görünce “kendimi Canan Karatay’ın kollarına teslim ettim, vereceğim inşallah şu beş kiloyu” dedim...

Üç gündür yüzlerce “Ben de Karatay diyeti yapıyorum, çok faydasını gördüm” maili aldım.

Hepsi de benim gibi kitabını almış, satır satır okumuş ve uygulamış.

Bir kere mantığını anlayınca kendi zevkine ama daha önemlisi sağlığına göre ayarlamalar yapmak mümkün.

Sadece bana gelen maillerle Karatay Fan Kulübu kurulur.

Karatay diyetinin güzelliği şu:

Diyet listesinde “akçağaç şurubu” veya “guadalup kavunu” veya “Sri Lanka tofusu” gibi Türkiye’de bulunmayan veya bulunsa bile altın fiyatında olan saçmalıklar yok.

Bildiğin Türkiye!

Ceviz, mercimek, marul, pirzola ve hatta pastırma.

“Özgür tavuk yumurtası” olabilecek en uç nokta. Onu da bulmak çok zor değilmiş. Aldım üç dört paket.

Yani niyet varsa hiçbir şey bahanesi olmuyor insanın.. “Diyetisyene gidecek vaktim yok” falan geç. Gitme zaten. Oku yeter.

Yazının devamı...

Canan Karatay’la uykuda zayıflamak

Sevimli simitçim Ali Bey ile son beş aydır kurduğum seviyeli ilişkime ne yazık ki bir son vermek zorundayım. Her sabah saat onda düzenli olarak aldığım tek simidimden vazgeçmek durumundayım.

Zira tartıda “57.2” diye hiç de iç acıcı olmayan bir şey gördüm. Hatırlatırım boyum sadece ve sadece 157. Bu boya bu kilo, 40’ı zorlayan 38 beden demek.

Tartıdan iner inmez kütüphaneme koşup sağlıklı beslenme/diyet/yeni yaşam/mutluluknahahemenşuracığınızda kitaplarının bulunduğu rafın önüne dikildim.

O mu şu mu derken elime Karatay Diyeti kitabını aldım ve daha ilk cümleyle Profesör Doktor Canan Efendigil Karatay’a teslim olmaya karar verdim.

Sihirli teklif şuydu: Sabah kahvaltısında iki adet yumurta!

İşte budur! Bundan sonra “bütün gün amuda kalkıp dolaşacaksınız” dese kabul ederim.

Yıllardır yapsam mı yapmasam mı diye düşündüğüm, yaptığım zaman suçluluk duyduğum, etrafımdakilerin “çık çık çık”larına “oha!”larına maruz kaldığım hareket SERBEST! Hatta teşvik ediliyor!

Tek sorun özgür dolaşan tavukların yumurtalarından iki adet olacakmış!

İstanbul ili, Beşiktaş ilçesi, Arnavutköy mahallesi sınırlarında özgür dolaşan tavuk bulma ihtimalim nedir sizce?



Kendimi bir de meraklı sanırdım. Memlekette “özgür tavuk” diye bir şey çıkmış.

Gugılladım (yani google arama motoruyla internette aradım) ve onlarca marka “serbest dolaşan tavuk yumurtası” buldum iyi mi!

İyi tabii. Tek sorun: Umarım bizi keklemiyorlar.

Bu günlük “hapis tavuk” yumurtasıyla idare edelim dedim ve hemen koşu bandıma çıktım. Zira hareket şart!

Çok güzel fakat koşu bandım aynı fikirde değildi. 4 yıldır evden eve taşınan ve daha çok çamaşır askılığı vazifesi gören koşu bandım asli görevine dönünce su koyuverdi. On dakika içinde bayıldı sonra da bitkisel hayata girdi.

Daha ilk günde bu kadar “engel”... Hoş mu yani?

Hiç önemli değil, mekik, şınavla günün ilk sporunu yaptım.

Bu arada Prof. Dr. Canan Karatay’ın kitabı okumaya devam ettim.



Kitaptan aldığım ilk mesaj şu:

Bu şekerin var ya... Allah belasını versin!

Kim icat etmişte yedi ceddi kurusun... O kadar zararlı o kadar zararlı ki 80 maddelik bir liste var, depresyondan cilt kırışıklığına, halsizlikten kansere hatta kısa boya ve miyoba kadar akla gelen gelmeyen her şeyin müsebbibi şekermiş!

Üstelik bal, pekmez ve nar ekşisi de masum değil. Şeker kategorisindeler. Yani aynı zararı onlar da veriyor.

Dahası meyvenin de dozu varmış. Karpuz peynirle zayıflamak hayal yani. Kendin sıksan bile meyve suyu iyi değil. Günde bir adet armut kadar yiyecekmişiz ve katiyen akşam değil.

Zaten 8’den sonra her şey yasak.

Çünkü esas uykuda zayıflıyormuşuz!



Leptin diye bir hormon var. Vücudu rahat bırakıp onun salgılanmasına müsaade edersek mucizeler yaratıyor. Leptin hormonu yemeklerden 4-5 saat sonra devreye giriyor. Depolanmış yağları kan şekerine dönüştürüp gerekli enerjiyi sağlıyor. Sabah 02-05 arasında en yüksek düzeyde salgılanıyor.

Fakat nazlı bir hormon. Ortada başka hormon istemiyor. Halbuki bir şeyler yediğimiz sürece insülin ve glukagon hormonları dolaşıyor ortalıkta. Akşam sekizden sonra meyve dahil hiçbir şey yemez isen gece yarısı leptin ortaya çıkıyor ve kalçalarındaki, göbeğindeki yağları yakıyor.

İşte uyurken zayıflama bu... Prof. Dr. Canan Efendigil Karatay’ın söylediğine göre.



“Madem öyle” deyip bu leptin hormonunu dışarıdan vermeye da kalkmışlar. Fakat mesele leptin eksikliği değil, leptine karşı vücudun duyarsızlığıymış. Yani sen dengeni oturtamıyorsan ilave leptin (doğuştan leptin eksikliği çekenler dışında) bir işe yaramıyor.

İşin özeti şu: Şeker, un yok. (Tamam bunu biliyoruz) Protein ve mümkünse çiğ veya az pişmiş sebze var. (Peki bunu da biliyoruz) Ara öğün kesinlikle yok. (Bak bu yeni!) Sekizden sonra da Karatay orucuna girilecek ki uykuda yağ yakımı olsun.

Üç gündür uyguluyorum. Sonucu bildireceğim.

Yazının devamı...

Genetik ayrımcılığa hazır mısınız?

Geçen hafta muayene olduğum medikal onkoloji uzmanı Dr. Süalp Tansan, genetik test yaptırmamı tavsiye etti. Daha tıpça demek gerekirse BRCA1 ve BRCA2 mutasyon analizi istedi.

Ne işe yarar genetik testi? Senin kansere yatkınlığını ölçer. BRCA1 geninde hata taşıyorsan mesela, meme kanseri olma ihtimalin yüzde 80.

Peki bunu bilmek ne işe yarar? İşte orası size kalmış. Ruh hastası olup karalar bağlamaktan başlayıp, efendi efendi üç ayda bir kontrole gitmek arasında gidip gelebilirsiniz.

Veya daha radikal bir çözüm: Meme içini tamamen boşaltıp yerine silikon protez taktırabilirsiniz. Zaten moda değil mi? Diyelim testi 20 yaşında yaptırdınız, eh zaten memeler de diyelim pek arzu edildiği gibi değil, yaptır gitsin. Bir tek çocuğuna süt veremeyeceksin. Hele ki çoktan doğurmuş, şekil şemail da dağılmışsa, o zaman hiç mahsuru yok.



Ama meselem bu değil. Ben tam genetik test araştırmaları yaparken “Time” dergisinin web sitesinde Adam Cohen’in makalesine rastladım.

Makale Amerika Birleşik Devletleri’nde başlayan çok korkunç yeni bir akımdan söz ediyor: “Genetik ayrımcılık.”

Sadece 2011 yılında 245 kişi, genetik ayrımcılığa tabii tutuldukları gerekçesiyle Eşit İş Fırsatı Komisyonu’na şikâyette bulunmuş. Son olarak da Pamela Fink isimli bir kadın, genetik testinde kanser geni pozitif çıktığı için işten çıkarıldığı iddiasıyla işyerine dava açmış. Herkes sonucu merakla bekliyor.

ABD’de genetik ayrımcılığı yasaklayan bir kanun var. Kısa adı GINA olan bu yasaya göre işverenlerin çalışanlarını “genetik bilgilerine” dayanarak işten çıkarmaları yasak. Hatta bu bilgiye dayanarak işe almayı reddetmeleri de yasak. Yasa sadece işverenleri kapsamıyor, sigorta şirketlerini de kapsıyor. Sigorta şirketlerinin genetik teste göre fiyat biçmeleri hatta insanların genlerini araştırmaya kalkmaları bile yasak.

Ama bu yasaya rağmen ABD’deki işyerleri ve sigortalar genetik ayrımcılık yapıyor ve önümüzdeki günlerde de bunun artacağından endişe ediliyor. Zira insanların henüz ne yasadan ne de genetik ayrımcılıktan haberi var. Fırsat bu fırsat deyip bu durum kullanılıyor.



Türkiye’de genetik test henüz yeni. Üç dört yıldır duymaktayım. Benim testlerimin toplam fiyatı nedir diye biraz soruşturdum, 3700 TL ila 4000 TL arasında fiyatlar aldım birkaç laboratuardan. Pahalı olduğu için bizde yaygınlaşması zaman alacaktır. Ama olmayacak manasına gelmiyor. Yeni şeylere çok meraklıyız zira.

Bu testlerden sadece kanser olma ihtimali değil, Alzheimer ve kalp krizi ihtimali de çıkıyor.

Türkiye’de özel kalması gereken hiçbir özel kalmaz biliyorsunuz. Genetik testlerin de gizlice sigorta şirketlerine satılacağından hiç kuşkum yok. Telefonun dinleniyorsa zaten hapı yuttun demektir.

Google aramada “genetik ayrımcılık” diye girdim, Türkiye’den bir doktor şöyle konuşmuş: “Genetik ayrımcılık; herhangi bir kişinin, kanser gibi herhangi bir hastalık riskini arttıran bir gen değişikliğine sahip olması nedeniyle sigorta şirketleri ya da işverenler tarafından farklı muameleye tabi tutulmasıdır.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası her türlü ayrımcılığı yasakladığına göre, bizim açımızdan genetik ayrımcılık da pek geçerli olmayacaktır.”

Bana sorarsanız çok “iyimser” bir yaklaşım olmuş. Ayrımcılık genel olarak yasak diye (ve sanki hiç yapılmıyormuş gibi) bu konuda da rahat olmamız akıl kârı değil.

Türkiye ayrımcılıklar ülkesidir. En ayrımcı kuruluş da devletin ta kendisidir. Anayasa aksini söylese de azınlıklar devlet memuru ve subay olamaz mesela. Dini görüş yıllar içinde bazen lehte bazen aleyhte sonuçlar verir. Kadın olmak her zaman aleyhte sonuç verir. Genetik olarak doğurabiliyor olmamız yeterince “suç”tur.

Hoca yellenince cemaat beş katını yaptığı için halk da devleti kadar ayrımcıdır. Eşcinseller sırf bu nedenle (ahlaksızlık bahanesiyle) işten atılabilir, zaten çok belli ediyorsa işe bile alınmaz. Kadınlar az paraya çalıştırılır, işten de en önce onlar çıkarılır.

Ve fakat en fenası mahkemeler. Onlar da “derin devlet ideolojisinden” ve “sığ halk temayülünden” amade olmadığı için hakkınızı kolay kolay elde edemezsiniz.

Tek teselli şu: Genetik mirasının kötü olma ihtimali herkesi ilgilendiren bir şey. Dindar, dinsiz, Ermeni, Türk, kadın, erkek, eşcinsel fark etmiyor. Hiçbirimiz mükemmel genlere sahip değiliz. Belki de eşitlenebileceğimiz tek durum bu.

Yazının devamı...

Yalıda bir gece

Geçen gün tuhaf rüyamı anlatmıştım ya. Hani MİT beni dinlemeye almış da sonra en rezil muhabbetlerim gazetelerde çarşaf çarşaf çıkmış da...

Hah bir rüya daha gördüm: Boğaz kenarında muhteşem bir yalıda yemeğe davetliymişim. Kuaföre gitmişim saçlarımı yaptırmaya. Kuaför “saçlarınız çok tekdüze, gelin bir iki balyaj atalım” diyor. Şapşal Mutlu “olu-uur” diyor. Sonra kuaför beni alüminyum folyolara sarıyor. Ve beni unutuyor. O saçlarım hafiften yanıyor. E madem davet var, fön çekelim diyor. Bukle yapıyor. Fakat düz kalmak konusunda yemin etmiş saçlarım yüzünden o bukleler ben eve gidene kadar açılıyor. Ama tam da açılmıyor ve yataktan yeni kalkmış insan görünümü arz ediyor. Yıkamaya ve kurutmaya vakit yok, koşa koşa Rumelihisarı’na gidiyorum ve beni karşıya götürecek tekneye biniyorum. Binerken çorabım bir yere takılıp kaçıyor. Bu arada şıklık adına adam gibi giyinmediğim için atipik duktal hiperplazi’me kadar donuyorum. Burnum bir adet pancara, üstelik de musluk gibi akan bir pancara dönüşüyor...



Bu seferki rüya değildi. Salı günü, patronumuz Erdoğan Demirören ve eşi Tülin Hanım, Vatan ve Milliyet’in köşe yazarlarını Anadoluhisarı’ndaki yalılarına davet etti. Kedi kedi olalı ben de ilk defa ciddiye alındım. Veya bana öyle geldi.

Şimdi hiç öyle “ben yalılarda büyüdüm anacım, hiç etkilenmedim” nümerolarına yatacak değilim. Müzeleri ve otelleri saymazsak, hayatımda ilk defa “ev” olan tarihi bir yalıya gidiyordum.

Çok ama çok güzel bir yalıydı. Soğuk hava yüzünden bahçenin güzelliğinin tadını çıkaramadık ama belli ki yüzyıllardır burada çeşitli ailelerin çok mutlu hayatları olmuş. Osmanlı’nın son yüzyılı hayal bile edemeyeceğimiz kadar renkliymiş. Demirörenler’den evvel ona yakın ailenin mülkü olmuş yalı. Sonra yanmış ve Demirörenler yeniden aynısını yapmış.

Bizi alt kattaki büyük salonda ağırladılar. Küçük bir Dolmabahçe Sarayı gibiydi. Duvarların hepsi dev yağlıboya tablolarla kaplıydı. Can Dündar’la ayaküstü konuşurken baktım arkamızdaki tablo Ayvazovski’nin tablosuydu. Hani biri eşek şakası yapsa ve ben korkup, ürküp elimdeki kadehi havaya atsam... O da gidip duvara çarpsa... Kadeh kırılsa... Cam parçacıklarından biri Ayvazovski’nin narin fırçasının 150 yıl önce değdiği kanvası delse...

Felaketim olur, ağlardım herhalde elimde “işten çıkarılma” belgemle...

Neyse ki ortam eşek şakası ortamı değildi. Ayvazovskiler de benim iş akdim de sağlam kaldı.

Fakat durumum trajik. Saçlar yataktan çıkma model, burun ısrarla pancar ve çorabın kaçığı da yukarı çıktıkça çıkıyor.

Yapacak bir şey yok, bari çorap skandalı devam etmesin diyorum ve ithal moda gurutellamız İvana Sert’in tavsiyesine uyuyorum. Kadın her gelene “corab oomass.. corab oomass” demiyor muydu? Bir bildiği vardır dedim ve tuvalette çorabımı çıkarttım.

Ve bir kez daha anlıyorum ki Rus kadınları sadece ince, uzun ve çok güzel değiller aynı zamanda sinirleriyle beyinleri arasındaki iletişimi kesme yeteneğine sahipler. Veya Osmanlı-Rus savaşı devam ediyor ve bizi yok etmek istiyorlar. Zira ayaklarım hiç o kadar üşümemişti. Neredeyse Sarıkamış faciası devam edecekti ve 80 bin artı bir olacaktı.

Yemek gayet başarılıydı. Lezzetli ve doyurucu bir açık büfe vardı. Utanmasam ayvalı kereviz tarifini şeften alacaktım ama tuttum kendimi. Bir yanımda Cengiz Aktar, öbür yanımda Can Ataklı, geyik çevirdik durduk.

Derken gitme vakti geldi. Ben tabii çorapsız çorapsız imkânı yok Boğaz’ı geçemezdim, acilen tuvalete tekrar giymeye gittim.

Çıktığımda herkes gitmişti iyi mi!? Ben gecenin saftiriği olarak öyle kalakaldım. Erdoğan Demirören’in eşi Tülin Hanım bana merhamet etti ve tekne gelene kadar çay içmeyi teklif etti. Sona kalan sefil fare olarak yanına iliştim.

Böyle bir ortamda sorulabilecek en zırva soruyu sorduğuma hâlâ inanamıyorum. Sanattan konuş, havalardan konuş, edebiyattan konuş.. Ama ben ne yapıyorum? Tipik bir orta sınıf Türk ailesinin kızı olarak “buranın ısınması da zor oluyordur” diyorum iyi mi?

Hey Allahım! Hey güzel Allahım!

Hayır işin komiği şu: Demirörenler doğalgaz işindeler. Yani bu konuda sıkıntısı olabilecek son aile.

Allah’tan Tülin Hanım cana yakın bir hanım da densizliğimi yüzüme vurmuyor, tatlı tatlı cevap veriyor.

Hâlâ gülüyorum kendime. Biz Türkler’i neden bir yerin ısınıp ısınmaması bu kadar ilgilendiriyor bilen var mıdır?

Cehenneme gitsek, korkarım orada da zebaniye aynı soruyu soracağız: “Abi çok odun gidiyor mu?”

Yazının devamı...

Van’ın kumbarası, Türkiye’nin vicdanı

Televizyonlarda bol miktarda görüyorsunuzdur ama ben yine de yazacağım.

Turkcell ve Türk Eğitim Vakfı (TEV) “Türkiye Kumbarası” diye bir kampanya başlattılar. Turkcell, 5 milyon lira koydu, Koç Grubu 1 milyon 20 bin lira koydu...

Gerisi de size bakıyor arkadaşlar...

Yapılacak olan şu:

Milli Eğitim Bakanlığının da desteğiyle Van’da 100 öğretmene ev, 100 öğrenci için yurt ve 100 başarılı öğrenciye de burs.

Buna ne kadar ihtiyaç olduğunu görmüş bir insan olarak sizleri desteğe çağırıyorum.

Reklamlarda Turkcell fazla öne çıktığı için sanki başka operatörlerden bağış yollanamıyormuş gibi görünüyor ama öyle değil.

Her operatörden Van yazıp 5283’e SMS atarak 5 Liralık bir bağışta bulunabiliyorsunuz. SMS ücreti alınmıyor.

www.turkiyekumbarasi.com adresinden hem projeyi görebiliyor hem de biriken parayı takip edebiliyorsunuz. Her iki saniyede bir, beşer beşer yükseliyor o rakam.

Son baktığımda sizden gelen bağış 2 milyon 301 bin 988 liraydı.

Haydi Türkiye! 5 lirayı nelere nelere harcadığını düşün...

Yap bir güzellik...



İşe yarar eş meslekleri

- Bilgisayarcı sevgili/koca: Vallahi billahi bıktım en küçük sorunda bile servise gitmekten. Burası İstanbul. Hem yol çok vaktimi alıyor hem de adamı soyuyorlar. Dahası adam gibi de yapmıyorlar. Bir format atmayı beceremedikten sonra neye yaradı benim kariyerim, şöhretim, 36 bedenim...

- Doktor sevgili/koca: Dün, eş ve dost tavsiyesiyle Türkiye’nin (ve belki de dünyanın) en pahalı onkoloğuna gitmiş bulunuyorum. Muayenesi 750 lira (yedi yüz elli). Kanser bayağı pahalı bir hastalık arkadaşlar, olmaya kalkmayın! Bana indirim yaptılar, sadece 450 lira ödedim. Bu meblağ karşılığında bir süre daha onkoloğa gitmek zorunda kalmayacağımı öğrendim. Buna da şükür deyip mutlukla ödedim paramı.

- Kuaför sevgili/koca: Benim saçlarım pırasa ile rekabette sınır tanımadığı ve çok şükür son on yıldır da düz saç modası geçerli olduğu için kuaföre ihtiyacım pek yok ama saç düzlemeye servet veren arkadaşlarım var. Kuaförüydü, saç düzelticisiydi, Brezilya fönüydü... Halbuki sabah kalkınca en yılışık kedi halimizle “Aşkıaam! Saçlarıma bir föncük çekiverseneaaaa” demek gibisi var mı?

- Masör sevgili/koca: Açıklama yazmama bile gerek yok. Kulunçlarım beni öldürecek. Hele de zayıflatan, selülit yok eden, kırışık gideren, meme kaldıran masaj gibi şeyler de biliyor veya icat etmişse.... Of of of.. Gelsin yılışık “aşkıaaam”lar, gitsin “lüffeeeen”ler..

- Şef sevgili/koca: Genç, taze ve tutunmaya çalışan bir şef sevgili/koca sayesinde sosyal hayat da kariyer de süratle değişebilir. Kim Michelin yıldızı peşinde bir adamın davetini reddedebilir ki? Profesyonel aşçı bir sevgiliyle bir lahzada cemiyetin en evine gidilesi çifti olmak mümkün. Evime icabında Aydın Doğan’ı ve hatta Başbakanı bile gururla çağırabilirim o durumda. (bkz: Sanki tek sorun buydu)

Yazının devamı...

Tuhaf rüyalar – 1

Dün gece şöyle bir rüya gördüm.

MİT nedendir bilinmez benim konuşmalarımı dinlemiş. Artık beni mi takip ediyordu, görüştüğüm kişiyi mi bilmiyorum. Rüyada net bir şekilde belirtilmemiş. Sonra MİT bu konuşmaları kamuya dağıtmış. Benim Ergenekon hakkında söylediğim laflar böyle çarşaf çarşaf gazetelerde. Fakat daha fenası gazetem hakkında da ileri geri geyik yapmışım. Zaten skandal ondan kopmuş. Birbirinden değerli siyasi fikirciklerim kimsenin umuru değil.

Rüyam mutfakta başlıyor. Elimde tahta bir çorba kaşığı. Genel Yayın Yönetmenimiz İsmail Yuvacan, açmış telefonu, feci bir şekilde fırçalıyor beni. Nasıl böyle konuşurmuşum, terbiyesizmişim, edepsizmişim, ayrıca nankörmüşüm.. Sonra da “ne halin varsa gör” diyor. Kovuyor yani beni.

Tazminatımı almaya gazeteye gidiyorum. Ama gazetemiz dehşet asortik. Süper dekore edilmiş. Siyahlar içinde ışık huzmeleri falan. Derken çok acayip bir olay oluyor. Memlekette yer yeriden oynuyor. Bütün yabancı basın bizim gazeteye toplanıyor. Ben kimsenin umurunda değilim. Hani şu meşhur 15 dakikalık şöhrete bile kavuşamıyorum. O acayip olay (ne olduğu tam belli değil, rüya senaristleri es geçmiş) resmen rol çalıyor.

Yapacak bir şey yok, lobide öyle kala kalıyorum. Herkesin dağılmasını bekliyorum. Derken bir tiyatrocu çok tuhaf ama güzel bir gösteri yapıyor. Ekrandaki görüntünün içine girerek bir belgesel anlatıyor. Hayran kalıyorum. Ve kovulduğum için üzülmekten vazgeçiyorum. Ekrana girmek istiyorum..

Hey güzel Allahım! Bu nasıl bir rüya böyle?

Ben uyandıktan sonra bi kork bi kork... Ulan hakikaten ileri geri konuşmuş ve bu ileri geri geyikler bürokrasinin karanlık dehlizlerinde (bir gün karşıma çıkarılmak üzere) kayıtlara girmiş, kuzu kuzu bekliyor olabilir mi?

Bir Güler Kömürcü vakası daha olmak da var şu fani hayatta.

Hatırlayın: “Ben seni salonda sevdim Sedat” “Allah razı olsun Güler” “Seni çok seviyorum Sedat” “Allah razı olsun Güler” “Hep var ol inşallah Sedat” “Allah razı olsun Güler” “Yalnız böyle Teşvikiye imamı gibi konuşmak zorunda değilsin Sedat” “Aklıma başka bir şey gelmiyor Güler”

Güler Kömürcü erken harcandı. Niye harcandı? Ergenekon davasında yargılandığı için denilse de “Ateşli ulusalcının mafya babasına karşı imkânsız aşkı” adını verebileceğimiz naha bu diyalog yüzünden.

Adam yüz verse belki de harcanmayacaktı. Bilemiyoruz.

Demek istediğim bir ömür yazarsın çizersin, meşhur ve zengin değil belki ama kendin gibi düşünenler arasında saygın bir şekilde yaşamak ve ölmek istersin..

Ama hayır! “Seni salonda sevdim” “Allahaşkına ölümüm olur musun” “Sonuçta bir insanım feminenim ve başka kelimeler duymak istiyorum” sözleriyle hatırlanırsın.

Neden? Ölümüne geyik yaptığın adam (veya kadın) dinleniyordur da ondan.

Bir gün, birileri seni (nedendir bilinmez) harcamak ister ve işte o “patron hakkında ileri geri geyikler”, “olmayacak kişiye ilanı aşklar”, “phone seksler”, “elektrikçiyle cilveleşmeler”...

Gündüz yediğin hurmalar vazifesi görür.

Ne çevreciliğin, ne vicdan kuaförcülüğün, ne sosyal sorumluluk proceciliğin, ne memleketi kurtarmacılığın kalır..

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.