Şampiy10
Magazin
Gündem

Okuma yazması yoktu, okul için 1 milyon lira biriktirdi

Şimdi anlatacağım hikâye sıra dışı bir kadının hikâyesi. İfakat Yavuz, 1934 yılında, Trabzon’un Vakfıkebir ilçesinin Gökçe köyünde kalabalık bir aileye doğuyor. Doğduğunda köyde okul yok. Zamanında gidemiyor. Sonra sırtında kum taşıyarak yapımına yardım ettiği okula de kız olduğu için göndermiyorlar. İfakat hanım 19 yaşına kadar okuma yazma öğrenemiyor. Köyde güvendiği birine okutup yazdırarak İstanbul’daki halasının kızıyla mektuplaşıyor.

16 yaşında hasta oluyor ve Trabzon Numune Hastanesinde yatıyor. Hemşireler gözünde melek gibi görünüyor. Ve okuyup hemşire olmak istiyor.

Ailesini ikna edemeyince sonunda canına tak ediyor ve İstanbul’a, hemşire olan halakızının yanına kaçmaya karar veriyor. Ama ağbisinin onu durduracağını bildiği için akıl karıştırmak için yolun yarısını otobüsle gerisini vapurla yapıyor. İstanbul’a geliş o geliş. 19 yaşında eğitimine başlıyor. Dışarıdan önce ilkokulu sonra ortaokulu bitiriyor. 1957’de Şişli Terakki yatılı hemşire okuluna kabul ediliyor. İki sene sonra SSK Samatya Hastanesi’ne hemşire olarak atanıyor. Beş yıl içinde de fizyoterapist oluyor. Hikayenin ilginç tarafı şurada. İfakat Hanım işe başladığı gün kendine söz veriyor: Bir gün okul yaptıracaktır. Ve o günden itibaren her ay, bir miktar parayı kenara ayırıyor.

İleriki yıllarında çok tanınmış bir fizyoterapist oluyor. Bu sefer daha çok parayı kenara ayırıyor. Araba alacak kadar kazandığı halde almıyor, mavi kartıyla otobüslere biniyor. Küçük bir ev alıyor ama ve ihtiyacı dışında ne kıyafet alıyor ne mobilya ne takı ne de tatile çıkıyor. Ve hemşire haliyle tam bir milyon lira biriktiriyor. Ve bu 1 milyon lirayı geçen gün Türk Eğitim Vakfı’na (TEV) bağışlıyor.

Günlerdir hesaplıyorum. Bir milyon lira nasıl biriktirilir? Elbette ona göre bir gelir olması gerek ama bu sadece iyi kazanma meselesi değil. Çok daha iyi kazanan insanlar var ama böyle paralar ne biriktiriliyor ne de bağışlanıyor.

Bu alınmamış kıyafetlerin, arabaların, yazlıkların, gidilmemiş tatillerin, takılmamış takıların karşılığında Van’da depremde yıkılmış ve yeniden yapılacak olan bir okulun adı “İfakat Yavuz” olacak.

Ne mutlu bize... Bu topraklar böyle insanlar da yetiştirebiliyor... Modern oruçlar nasıl olabilir?

İsmi lazım değil bir arkadaşımla ilişkimizi 15 gün “rölanti”ye almaya karar verdik. Hiç bir şekilde iletişim kurmak yok. Telefon, mail, SMS, MMS, viber, WhatsApp yok. Şimdi teknoloji o kadar pis bir şey ki.. Cimri olmak da seni durdurabilen bir şey değil.

Eskiden dakikası şu kadar lira diye car car car telefonla konuşmuyorduk.

Veya mesajın tanesi 1 liraydı, fatura çok yüksek geliyor diye hot zor SMS atmaktan kendimizi imtina ediyorduk. Şimdi öyle mi? Paketin varsa, beynin davul olana kadar konuşabilirsin.

İnternete bağlıysan günde 2 milyon mesaj atabilirsin. WiFi bulduysan hele tüm dünyanın kafasını dümdüz edebilirsin über sıkıcı twitlerinle mesela.



Dört gündür alkol bağımlıları gibiyim. Hani neredeyse ellerim titreyecek. Telefon edememek koymuyor ama mesaj ciddi bir bağımlılık olmuş.

Dinlere bakıyorum oruç diye bir şey boşuna yok. Müslümanlar yılda bir ay şafaktan gün batımına kadar yemeden içmeden kesiliyor (Ramazan). Ortodokslar yılda 40 gün et ve et ürünlerinden kesiliyor. (Paskalya öncesi Büyük Perhiz) Museviler 7 gün mayasız ekmek yiyor (Pesah) ve yılda bir gün (26 saat) yemeden içmeden, ateş yakmaktan, çalışmaktan, yıkanmaktan kesiliyor. (Yom Kippur)

Oruç kavramının genişletilmesi gerektiğini düşünmeye başladım. Önerilerim:

- Yılda bir defaya mahsus 10 gün cep telefonunu kullanmayı yasaklayan oruç...

- Yılda 40 gün internete girmeyi yasaklayan oruç...

- Çarşamba günü twitter yasağı...

- Salı Facebook yasağı..

- Her ayın ilk cuması Viber, her ayın ikinci pazartesisi WhatsApp orucu...

- Cumartesi televizyon orucu, perşembe radyo orucu...

- Pazar günleri SMS orucu...

- Babalara özel, “eve geldikten sonra telefon ve mesaj” orucu..

- Kadınlara özel “araba kullanırken telefon” orucu...

- Yılda 30 gün bilgisayardan uzak durma orucu...

Yazının devamı...

Erguvan için son hafta!

Arkadaşlar! Allah’ınızı severseniz bugün işi gücü, alışverişi bırakın ve “erguvan” keşfine çıkın!

Zira bu hafta sonu SON! Artık yaprağa döndü, çiçeklerini ha döktü ha dökecek. Hele de sıkı bir rüzgâr yerse hiçbir şey kalmaz.

“Erguvan ne yeaa!?” diye boş geçmeyin.. Roma İmparatorluğunda asillerin rengi. Elde edilmesi çok zor bir renk olduğu için sadece zenginlerin ve asillerin kıyafetleri o renkte. Hıristiyanlar Yehuda Ağacı (Judas Tree) diyor. İsa’nın havarilerinden Yehuda İşkariyot, İsa’ya ihanet edip yerini ihbar edince İsa yakalanır ve çarmıha gerilir. Yehuda yaptığından pişman olur ve kendini bir ağaca asar. Ağacın yeni açmış beyaz çiçekleri, utançlarından renk değiştirip mor olur.

Farsça “argavan”dan geliyor. Aynı kelime İbranice’de de “mor” demek. İsa’yı çarmıha gererken onunla alay etmek için, asillerin rengi olan erguvan renginde bir kaftan koyarlar üzerine. Başına da dikenlerden bir taç. Sonra o kaftanı çıkarırlar gerçi ama ressamlardan kaçmaz: Bundan dolayı, göğe yükselmiş İsa’yı daima erguvan renkli bir kaftan ile resmederler.

Bursa’da erguvan bayramı varmış!

Osmanlı İmparatorluğu’nda da yeri var. Yıldırım Bayazid’in damadı Emir Sultan çok sevilen bir kimseymiş. 1429’da öldüğü vakit erguvan zamanıymış. Ertesi yıllarda, erguvanlar çiçeğe bezenince, müritleri ülkenin her tarafından Bursa’ya gelip Emir Sultan’ın türbesini ziyaret etmeye başlamış. İşte o günlere “Erguvan Cemiyeti”, “Erguvan Faslı”, “Erguvan Bayramı” denmeye başlanmış. Yüz yıl öncesine kadar da kutlanırmış erguvan bayramı. Kimi çok şiddetli bir deprem oldu bayram mayram kalmadı diyor, kimi Cumhuriyet zamanı tekkeler yasaklandı, Emir Sultan anılamadı, ondan bitti bayram diyor. Benim çocukluğumda Bursa’da ağacı bile yoktu. Son yıllarda Bursa Büyükşehir Belediye’si erguvan dikip bayramı yeniden canlandırmaya çalışıyormuş.



En güzel erguvanlar nerede?

Ben erguvan ağacını uzun zaman İstanbul Boğaziçi’ne has bir ağaç sanırdım.

Meğer öyle değilmiş. Fransa’dan başlıyor, Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan, Türkiye, İran, Irak, Suriye, Ürdün, İsrail, Lübnan’a kadar gidiyor yaşadığı yerler. Bir değil altı çeşidi var. Dikkatle bakarsanız hepsinin aynı renkte olmadığını fark edersiniz zaten. Kimi daha açık kimi pembeye kimi mora kaçıyor. Twitter’da sordum, en güzel erguvanlar nerede diye gelen cevapları kendi bildiklerimle listeliyorum. İyi keşifler!

- Bursa: Uludağ yolu, hemen hemen her taraf.

- İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi bahçesinde. Manzara’nın oraya inin, başınızı sağa çevirin, üç ayrı renkte erguvan yan yana.

- Konya: Alaeddin Tepesi, Üçler Mezarlığı ve Meram’ın bahçesi. Mor, beyaz ve pembe erguvanlar mis gibi kokuyor.

- İstanbul: Arnavutköy’den Bebek’e giderken, Mısır Konsolosluğu karşısında inşaat alanı içinde kocaman bir tane var. Yanında küçükleri. Çokçokçok güzel.

- İstanbul: Valideçeşme’de çeşmenin olduğu sokakta, taksi durağının arkasında devasa bir erguvan var. Muhtemelen İstanbul’un en büyüğü. Apartmanlar arasında birden görüverince insanın nefesi kesiliyor.

- Çatalca: Çatalca’nın simgesiymiş. 4 yıl öncesine kadar bol miktarda varmış. Şu an aynı isimde bir festival (nedense temmuzda?!), sürücü kursu ve bir TOKİ sitesi var.

- Kütahya: Porsuk Baraj Gölü kıyısında

- İstanbul: Harem Otogarı Salacak arası

- Balıkesir Akhisar yolu: Balıkesir Polis Okulu’nu geçtikten sonra rüzgar türbinleri civarında. Sağ kolda, makilerin içinde.

- Orhangazi Bursa arası: Orhangazi’yi geçer geçmez Süpürgelik tırmanış rampasından sonra dağlar komple erguvana kesmiş durumda.

- Diyarbakır: Surların dibi

- İstanbul: Kuzguncuk Fethi Paşa Korusu

- Bursa: Nilüfer Parkı

- İstanbul: Beylerbeyi Korusu. (Urart’ın köşesinden yukarı)

- İstanbul: Beykoz Çavuşbaşı

- İstanbul: Aşiyan, Tevfik Fikret’in bahçesinde

- İstanbul: Baltalamanı Emirgan arası ve Emirgan Parkı.

- İstanbul: Arnavutköy’den Akmerkez’e doğru çıkarken Türkan Saylan Parkı’nda muhtarlık binasının önünde

- İstanbul: Tarabya Üstü, Erguvan Tepesi.

Yazının devamı...

Sümeyye’ler nereye koşuyor?

Uzun zamandır konuşuyorduk arkadaşımla: Başbakan Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan, geleceğin başbakanı olarak mı hazırlanıyor diye?

Zira yurt dışında eğitim almış olan Sümeyye Erdoğan, epeyi zamandır Başbakan’ın dış politika danışmanı. Başbakan gittiği her yere kızını da götürüyor, Obama başta olmak üzere görüştüğü devlet başkanlarına Sümeyye’yi tanıştırıyor.

Tam YGS birincisi de başı örtülü bir “Sümeyye” olunca bunu birleştirip topaçlamak gerek derken, refleksi hızlı Cüneyt Özdemir, Radikal’deki köşesinde patlattı:

“Türkiye’nin başbakanı başörtülü olabilir mi?”

Ve tam da benim yazmayı planladıklarımı yazdı.

Cüneyt Özdemir şöyle özetlemiş: “Sümeyye Erdoğan, Başbakan’ın dış politika danışmanı olarak aslında Türk elitlerinin kafasındaki yerleşik ezberi kırıyor. Aktif siyasetin tam ortasında başörtüsü ile ilgili tüm önyargıları paramparça ediyor. Bugüne kadar erkek politikacıların eşlerine bile tahammül edemeyen ‘kamusal alan’ bekçilerine, bu ülkenin başörtülü insanlarına ülkeyi dar eden anlayışa da bu çabasıyla cevap veriyor.”



Veriyor demek için erken.

Sümeyye Erdoğan, danışmanlık işini ne kadar başarıyla yapıyor bilmiyoruz. Ondan tam olarak istenen nedir onu da bilmiyoruz. Raporları ne üzerinedir, ne kadar derinlikli ve kapsamlıdır bilmiyoruz zira henüz kamuyla paylaşılmadı bildiğim kadarıyla.

Dahası, Ankara Devlet Tiyatrosu’nda bir oyun izlerken oyuncunun tuhaf “interakşınına” maruz kaldığında, facebook sayfasına yazdığı cüretkâr kırılgan yazı dışında Sümeyye Erdoğan’ın fikriyatını da bilmiyoruz. İşbu makaleyi yazarken yeniden facebook sayfasına baktım, bol fotoğraf dışında yeni ve enteresan bir şey yakalayamadım. (Bu benim facebook’un değişen tasarımına adapte olamamamdan da kaynaklanıyor olabilir.)

Ancak Başbakan’ın, oğlunu değil de kızını danışmanı yapıp her yere yanında götürmesini ben de her bakımdan destekliyorum. İşe yarasın yaramasın, torpilli olsun olmasın Sümeyye Erdoğan’ın bu pozisyondaki varlığı önemliden öte hayatidir!

Fakat ben Cüneyt Özdemir’den farklı olarak bunu ben laik kesime değil de esas muhafazakâr kesime karşı bir manifesto olarak görüyorum.

Zira elitçi laik kesim istediği kadar mızmızlansın, istediği kadar “ama.. ama..” desin, başörtülü kadınların önlerindeki aşılmaz engel, içlerinde oldukları çevredir.

Daha önce de yazdım. Başörtülü kızlara layık görülen pozisyonlar, haklarının kısıtlanması, hor görülmeleri, küçümsenmeleri insanlık ayıbıdır. Bildiğin buz gibi faşizmdir. Başından beri şiddetle karşı çıktığım bir durumdur. (Beşer şaşar arşiv şaşmaz)

Ancak tekrarlıyorum laikçi elitçi “karşı” tarafın gülünç homurdanmaları, vız gelir tırıs gider. Onları olsa olsa biler, daha çok motive eder.

Esas kırıcı olan, muhafazakârın muhafazakâra ettiğidir. Bu kızların, bu kadınların esas kurdu, kapanı, prangası “dost” bildikleridir.

İşte tam da bu nedenle, taparcasına hayranı oldukları bir liderin, kızını resmi veya gayri resmi dış politika danışmanı yapıyor olmasının bambaşka bir manası vardır.

Sen ben hiçbir zaman başörtülü bir kıza emsal teşkil edemeyiz. Kıza teşkil etsek anasına babasına edemeyiz. Anasına babasına etsek, mahallesine edemeyiz. Ama Sümeyye edebilir, edecektir ve hatta hâlihazırda eminim ediyordur.



Bu nedenle, Sümeyye Erdoğan’ın evlenip, çoluğa çocuğa karışıp evine çekilmesi birçok yönden üzücü olur. Vekillik, bakanlık, başbakanlık gibi hayalleri var mı bilmiyorum ama orada kalması, hatta daha da aktif olması gerekiyor. “Agresif başörtüsü savaşçısından” veya “oy isteyen yumuşak, cana yakın AKP bacısından” öte bir söylem, duruş ve icraat bekliyor Türkiye ondan.

Cüneyt Özdemir’in dediği “bu ülkenin başörtülü insanlarına ülkeyi dar eden anlayışa” işte ancak o zaman cevap verecektir.

Yazının devamı...

Maliye bakanı, “haydut” Robin Hood ve Yamuk Prenses

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek “Robin Hood stilinde vergi sistemimiz var! Mesela petrol gibi ürünlerde yüksek vergi uyguluyoruz. Bunu da eğitim ve sağlık gibi konularda fakirlere yardım için kullanıyoruz” demiş.

Ne güzel değil mi? “Masal” gibi bir hükümet! Bir tarafta “kötü” zenginler, bir tarafta gözleri mutluluktan yaşarmış “iyi” fakirler...

Fakat ben biraz kalın kafalı olduğum için bu masalı anlamakta zorluk çekiyorum.

1) Eğitim ve sağlık devletin “asli” görevi değil midir? Bu hükümet kendini bir yardım derneği veya bir STK veya bir vakıf falan mı sanıyor? Eğitim ve sağlıkta fakire “yardım” değil “hizmet” götürülür. Ama daha önemlisi senin bir vazifen de fakiri fakir olmaktan çıkaracak önlemler almaktır.

2) Hükümetimiz zenginler dışındakilerin develere bindiğini mi sanıyor? Fakir dediğimiz de belediye otobüsüne, dolmuşa, şehirlerarası otobüse binmiyor mu? Ona vermek için ondan da vergi almış olmuyor musun? Kaşığıyla verip sapıyla çıkarma denmez mi buna?

3) Ülkemizde nakliyat kervanlarla mı yapılıyor? Veya güneş ve rüzgar enerjisiyle yürüyen gemilerimiz, TIR’larımız, trenlerimiz mi var? Fakirin yemeği makarna da oradan oraya taşınmıyor mu? Petrol pahalı olunca başta gıda olmak üzere her şey ateş pahası olmuyor mu? Her tür üretim ve tüketimin temelinde petrol fiyatı varsa nedir bu? Sefalette eşitlik ilkesi mi?

4) Peki, madem böyle, o zaman neden eğitimde kişi başına harcadığımız para OECD ülkeleri arasında hâlâ en az? Nasıl bu kadar kötü eğitilmiş gençlerimiz olabiliyor?

5) Bu arada Robin Hood bir “haydut” değil miydi? Hani kötü Kral John’a başkaldıran? Hani haksızca zengin olmuş zenginlerin ellerinden mallarını alan? Benzetme hatalı mı olmuş yoksa “lapsus” mu? Haydut, “ahlaksız zengin” falan...

6) Ben hikâyenin hangi kısmındayım? Yılda 20 çocuk okutacak kadar vergi veren çirkin ahlaksız zengin mi, üç çocuğu da ayriyeten okutan iyiliksever orman cadısı mı, bu arada bütün bu yüke rağmen İngilizce bilen bir yardımcı bulamayan çaresiz Yamuk Prenses mi?



Bir metafor da Egemen Bağış’tan

Dün Dünya Metafor Günü gibiydi! Maliye Bakanı’nın “Robin Hood gibiyiz elhamdülillah” açıklamasından sonra bir metaforik twit de T.C. Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’tan geldi:

Türk-Norveç dostluğunun nişanesi olduğunu söylediği “Vestland Mira” gemisinin denize indirilişine istinaden şöyle bir twit atmış:

- Dokuz yıl boyunca gemiyi karadan yürütürcesine zor ama kararlı bir mücadele verdik. Türkiye iktidarımızla yeniden “yelkenler fora” dedi. @Egemen_Bagis:

Buna en güzel cevap @kocabasoglu’ndan geldi:

- Bağış, “Hükümetimiz hem bir Fatih, hem bir Barbaros Hayrettin” diyor özetle. Birleşip Voltran’ı oluşturmuşlar. İdris Naim Şahin’den de “Nottingham Şerifi stili bir iç güvenlik politikamız var” açıklamasını bekliyoruz.



Hangi bakanlık hangi masal kahramanı olabilir, bir liste mi yapsak ne?

Mesela Eğitim Bakanlığı: “Pamuk Prenses ve yedi milyon cüceler gibiyiz.” (Prenses ısrarla uyanmıyor)

Mesela Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı: “Külkedisi gibiyiz” (Kabak ısrarla at arabası olmuyor)

Mesela Çalışma ve Sosyal güvenlik Bakanlığı: “Bremen Mızıkacıları gibiyiz.” (Kovulduk ey halkım, unutma!)



Yılın Palavrası: “İyi Tarım”

A Haber’de yayınlanan Mehmet Ali Önel yönetimindeki Deşifre programı, bal, salam, sucuk ve süt ürünlerinin ardından, geçen cuma akşamı (20 Nisan 2012) akşamı da meyve sebzelerdeki zirai ilaç skandalını ortaya çıkardı.

Semt pazarından alınıp analiz ettirilen 10 adet meyve ve sebzenin 7’sinde, içine kadar işlemiş, yıkamayla geçmesi mümkün olmayan yüksek miktarda kanserojen zirai ilaç kalıntıları bulundu.

Ama daha fenası şu:

Tarım Bakanlığı tarafından “İYİ TARIM” sloganıyla hayata geçirilen ve çok ünlü marketlerin reyonlarında satışa sunulan sebze ve meyvelerde de durum farklı değil. 10 numunenin 6’sında yüksek oranda zirai ilaç kalıntısı tespit edildi.

Yani nereye gidersen git, nereden alırsan al durum aynı.

Peki organik adıyla satılan meyve sebzelerde durum nasıl?

O konuda da çok fena şeyler duyuyorum ama elimde somut bir araştırma yok henüz.

“İyi Tarım” kampanyası için yılın en iyi PR çalışması da diyelim mi?

Yazının devamı...

Sinir bozan cumartesi soruları

Emre Belözoğlu “Pis zenci” dedikten sonra onu twitter’da #ırçılıkçokayııııp diye kınayan AYNI kişiler, Van’da yeniden deprem olunca nasıl oluyor da “Oh olsun” diyebiliyor? #birkararverkardeşim

- Hocalı Katliamı’nı “sözde” anma gününde açılan “Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz ...” pankartını taşıyanların “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek” suçuyla yargılanmasına karar verildi. Peki ya pankart altında uzun uzun konuşan devlet görevlileri? Muaf mıdır onlar?

- Kutlu Doğum haftası nedeniyle “Kardeşlik” teması işleniyor her yerde. Bütün billboardlar el ele tutuşan çocuklara dolu. Çok güzel, çok etkileyici de, galiba kardeşin başına “din” lafını eklemeyi unutmuşlar, zira daha geçen gün İçişleri Bakanı tek bir paragrafta kardeşlik mardeşlik bırakmadı ortada. Zerdüştler, Yezidiler, dinsizler, domuz yiyenler, Müslüman olmayanlar diye kardeş olunmaması gerekenleri ilan ediverdi. Nasıl bir “kardeşlik” bu?



- A Haber’de Mehmet Ali Önel’in yönetimindeki “Deşifre” ekibi, market ve semt pazarlarındaki sebze meyveleri Tarım Bakanlığı’nın referans kabul ettiği Türklab Laboratuvarı’nda analiz ettirdi. Sonuç: Yüzde 70’ında kanserojen madde bulundu. Çoğu meyve sebze yıkamayla geçmeyecek şekilde zirai ilaç saçıyor. Salamdan, sosisten, şekerden, baldan, fast food’dan çoktan vazgeçtim fakat bu durumda: Allah’ım ne yiyeceğiz? Meyve sebzemiz de zehir!



Dikkat Sinek Konabilir!

Bilin bakalım fotoğraftaki sanat eserinin malzemesi ne!

Söylüyorum:

Bağırsak!

Bildiğiniz koyun veya sığır bağırsağı.

Amanin mi? Ben hiç öyle düşünmüyorum. Uzun zamandır en etkilendiğim iş oldu açıkçası.

Sanatçısı Öznur Enes. İzmirli. Dünyanın neredeyse her yerine sergi açmış. Son sergisinin ismi: “Dikkat Sinek Konabilir”.

Sanat bülteninde “Bir nevi kapitalizm eleştirisi” diyor. “Sanatçı, kapitalizm en kötüleri, en çekilmezleri dahi popülariteyle cicileştirme - bicileştirme görevini ciddi bir şekilde işleriyle üstlenmiş durumda”. (Bu arada sanatla ilgili basın bültenleri, açıklamalar neden hep anlaşılmaz, karman çorman cümleler olmak zorundadır?)



Lif sanatı deniyormuş buna. Damien Hirst’i hatırlattı bana. Kesilmiş, dilimlenmiş veya bütün olarak hayvanları, formaldehit dolu cam kutularda sergileyip “eserlerine” tuhaf isimler veren İngilizlerin manyak sanatçısı. Fakat Öznur Enes bana çok daha şiirsel geldi. Bağırsaktan dantel yaratmış sanki. Harbi çok hoşuma gitti.

Ama daha önemlisi, bu kadar yapay, ilaçlı, zehirli, kanserojen bir dünyada, bu kadar doğal bir malzemeyle sanat, cidden çok anlamlı.

23 Nisan’a kadar Beyoğlu Belediyesi Cihangir Sanat Galerisi’nde. (Adres: Cihangir Cad. İspark Kat otoparkı Kat:1)

Daha çok fotoğraf için: oznurenes.blogspot.com

Yazının devamı...

İdris Naim Şahin’e daha ne kadar katlanacağız?


Kendisi içişleri bakanımız olur. Yani öyle tayyareden bir konumda değil. Dil, din, ırk ayrımcılığı konusunda Emre Belözoğlu’nun gerisinde kalmamak için canla başla uğraşmakta.

26 Şubat 2012 tarihindeki Hocali Katliamı “sözde” anma mitinginde, “Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz” pankartları önünde konuşma yapması, yapabilmesiyle ünlü.

Daha önce resim yapanları, şiir yazanları “terörist” ilan ederek KCK soruşturmalarını savunmuştur.

Polisin bol kepçe kullandığı biber gazının “sağlığa zararlı olmadığını” iddia etmiştir.

Kendisini gördüğünde sevindiğini söyleyen bir vatandaşa “Nasıl inanayım? Bir oyna veya takla at da göreyim” demiştir.



Ancak evvelki günkü konuşmasıyla ayrımcılıkta rekor seviyeye ulaşmıştır.

Aklınca PK ve BDP’yi kötülediği konuşmasından bir parça:

“Bu yapı nedir? Mardin Nusaybin’de BDP tarafından 2008’de yaptırılan kültür merkezinin duvarındaki Zerdüştlük ve Yezidilik inancına ait semboller. Bu yapı, PKK terör örgütünün kandırarak, kaçırarak, dağa, sınır ötesine, yurt dışına götürdüğü, eğittiği insanlara yaşattığı bir hayatın resmidir.”

“Bu yapıda İslam inancı yoktur, yapının tek özü önce Müslüman olmamak, sonra hiçbir dine mensup olmamaktır, dinsizlik yapısıdır.”

“Bu yapıda kesilmiş olan yayladaki koyun değil, örgütün avlayarak kestiği, mensuplarına yedirdiği domuzdur.”



Ne anladık biz bu konuşmadan arkadaşlar?

- Dünya üzerinde İslam dışındaki tüm inançları ANCAK kandırılmış, işkence ve tehdit görmüş insanların aşağılık inançları olabilir..

- Dinsizlik ancak bir teröristin işi olabilir. Dolayısıyla suçtur!

- Domuz yiyebilecek kadar aşağılık olmak için PKK’lı olmak lazımdır.

- Türkiye’nin İçişleri Bakanı, işi gücü bırakmış, buz gibi İslam propagandası yapmaktadır.

- Bu durumda bakanımıza göre PKK, Müslüman dindar bir örgüt olsaymış hiç sorun olmayacakmış. Bakanımızın tek ama tek derdi, örgüt üyelerinin yeterince Müslüman olmaması! Hay Allah! Ölen on binlerce insan için boşuna üzülmüşüz.

- Türkiye laik değildir. Başka inanç, inançsızlık ve yeme içme alışkanlıklarına yasal olmalarına rağmen devlet tarafından zerre saygı duyulmamaktadır.

- Allah, İslam dini dışında bir dine mensup olanlara sabır versin.



Uçan göbek, kalça for ever...

Dün gece ilk defa magazin kameraları tarafından uzun uzun çekildim.

- Malzeme olmamın nedeni ben değil yanımdakinin ünlü olmasıydı. Önce ünlü şahsiyet uzun uzun çekildi sonra hemen arkasından ben geldiğim için ben uzun çekildim...

- Çok acayip bir durummuş. Hiç bir şey yapamıyorsun! Gülsen, sırıtsan, el sallasan bir türlü, “n’oldu yav? Niye çekiyorsunuz?” desen, kavga çıkartsan başka türlü... Hepsi aleyhinde delil olacak işler.. Dış sesi duyar gibi oluyorsun: “Hanımefendi niye o kadar neşeliydi/sinirliydi/düşünceliydi/borderlayndı anlayamadık”..

- İtiraf edeyim kameralar ışıklarını yakmış, “su kaplumbağaları gece beslenir, solucan yer, karides kemirir” tadında belgeselci gibi cayır cayır çekerken beni, tek derdim göbeğimdi iyi mi! İçime çeke çeke bir hal oldum. Gecenin o yarısında hakkımda çıkacak saçma sapan dedikodu umurumda değildi yani. Tek derdim göbeğim anasını satayım.. Yemekte de dur durak bilmeden deli gibi yemiştim iyi mi.. İyi değil tabii..

- En fenası da nasılsa eve gidiyorum diye rujumu da sürmemiştim.

- Bunca yıl yaz çiz, kendince iyi bir profil yaratmaya çalış, ondan sonra “Şok, şok şok! Ünlü bilmem neci X’in yanındaki balıketindeki baaaayan kimdi?” olsun...

- Rujumu süreydim iyidi de...

- Veya “X’in yanındaki ismini öğrenemediğimiz hafif toplu, bakımsız kadın kameralardan köşe bucak kaçtı...” densin... Hay bin lipid, hay bin Karatay!

- Rujumu süreydim iyidi de...

- Demek ki neymiş? Dünya güzeli bir zargana değilsen ünlü veya ünlüyanı olmayacaksın arkadaş. Uçan göbek, basen for ever oluverirsin.

- Rujumu süreydim iyidi de..

Yazının devamı...

Kim demiş şehirde doğal hayattan uzak olunur diye?

Bir haftadır her sabah, teftiş memuru gibi erguvanlara gidip bakıyorum...

(Farkında olmayanlara hatırlatma: Bu haftalar İstanbul için erguvan açma haftaları)

Hangisi daha tomurcukta, hangisi açmış, hangisi çiçek vermeden direkt yaprağa geçmiş...

Böyle vergi memuru gibi kontrol ediyorum...

İki sene önce Maltepe Belediyesi’nin hediye ettiği ve Vasili ile beraber Rum Okulu’nun bahçesine diktiğim erguvan ağacım mesela, bu sene çiçek açmadan direkt yaprağa geçmiş.

Bilmiyoruz ki neden!?... Ağaç bu yıl çiçeklenmemeye karar vermiş. Bir bildiği vardır mutlaka.

“Gençtir ondan” dediler ama dikkatlice bakınca bazı yaşlı ağaçların da direkt yaprağa geçtiğini fark ettim.

Neyse ki genel bir eğilim değil. Açanlar çok güzel açmış yine.

Saydım 139 fotoğraf çekmişim.



Cumartesi evime bir kumru girdi. Oturma odamda pır pır uçup abajurun üzerine kondu. Baktım kocası veya karısı da camın önünde.

Belli ki arkadaşlar “ev” bakıyorlar...

Başımın üzerinde yerleri var da... Oturma odam iki taraf için de biçimsiz olacak.

Bir süre bakıştık, sonra anlayış gösterip gittiler...

Sonra dedim, bu kumrular ne sever? İçi toprak dolu saksı severler. Eski evimde bir iki kere yuva kurmuşlardı ölmüş sardunyaların mahzun kalmış saksılarına.

Rüzgâr almayan cam önlerine içi toprak dolu yoğurt kapları yerleştirmeye başladım... Prefabrik kumru yuvası!

Gelsinler yuva yapsınlar. “Ay çok pislik oluyor” diye yuvalarını bozacak saçma sapan insanların balkonlarına yapacaklarına, gelsinler benim güvenli evimin önünde yapsınlar...

Henüz beğendiremedim yoğurt kaplarımı ve saksılarımı ama umudum sürüyor. Bir sepetin içine de bez koydum. Belki onu beğenirler..



Bebek’teki manolya ağacı da açtı iki hafta önce. Galiba bu yıl en görkemli yılıydı. O ağacı keserlerse bu şehri yakarım! Vallahi yakarım, billahi yakarım!



Çaprazımdaki dama bir martı çifti yuva yapmış. Keşke daha yakınımdaki bir dama yapsaydı diyorum ama benim önümdeki dama kediler de geliyor. Tehlikeli. Şimdi sırf martı üremesini incelemek için ucuzundan bir ayaklı dürbün alacağım. Zira meşakkatli bir iş martı yavrusu büyütmek. Zevkle izleyeceğim...



Ev tarımına geçeceğim. İlaçsız maydanoz, roka, tere, marul tohumu veya fidesi arıyorum. Saksıda çiftçilik yapacağım. Fakat ne kadar zor ilaçsız herhangi bir şey bulmak!



“Evde yoğurt” maceralarımı da iki üç güne kadar topaçlayacağım. Öyle makinede falan değil bayağı bildiğin battaniye içinde yapıyorum.

Şuna karar verdim: “Her yiğidin yoğurt yiyişi ayrıdır” lafı boş laf.

“Her bacının yoğurt mayalaması ayrıdır” olacak o laf. Hatta muhtemelen öyleydi de ataerkil pisliğin teki onu “yiğide” ve “yoğurt yemeye” çevirdi. Yoğurt yemenin kaç tür yöntemi olabilir ki yahu?

Esas fark yoğurt mayalamakta. Twitter ahalisine bir sordum “Nasıl yoğurt yapılır” diye, tam 16 ayrı yoğurt mayalama tarifi aldım. Kimi 4 saat bekletiyor, kimi 12 saat, kimi suyunu kâğıt havluyla çektiriyor, kimi öyle bırakıyor da buzdolabına koyuyor.

Öyle ya da böyle oluyor da mesele en mükemmelini bulmak!



Bu arada, hani geçen günlerde Karatay diyetinden söz ederken “Yumurta serbest ama özgür dolaşan mutlu tavukların özgür yumurtaları olacakmış. Yahu nereden bulacağım Arnavutköy’de özgür tavuk??!?” demiştim ya.

Erguvan teftişine çıktığım bir gün çıktılar karşıma! Arnavutköy’ün tepelerinde bir villanın bahçesinde!!!! Bir baktım bir Denizli horozu yolun ortasına dik dik bakıyor bana. “Anam! Sen nereden çıktın?” derken, haremi de geldi gıt gıt gıt. Kafamı kaldırdım, kümesleri villanın bahçesinde! Bir BMW cipin hemen yanında! Belli ki “free range yumurta” konusunda yüzde yüz emin olmak istemiş Zengin bey. Hem güldüm hem hoşuma gitti. Dünyanın en güzel manzaralı kümesi de olsa olsa bizim memlekette olurdu zaten.

Yazının devamı...

Yunanistan TL’ye geçsin, hepimiz rahat edelim

Memlekette, daha doğrusu İstanbul’da fena halde Yunan rüzgarları esmekte, bilmem farkında mısınız... Tavernalar, buzukiler, Kuruçeşme’de açılan “Kalabalık Balık Lokantası”nda Yunan mönüsü ve aşçısı, sirtaki kursları (ben gidiyorum mesela), Yunanca kurslar derken en son Sezen Aksu’nun açacağı restorana da Yunan aşçı getirtileceğini okudum. Mönü modern Yunan olacakmış!

Vay be! Yıllardır (başta Yeni Türkü ve Sezen Aksu sayesinde) şarkılarından epeyi bir faydalanmıştık (benim Sezen Aksu bestesi sandığım nice şarkısı Yunan bestesiymiş meğer..) şimdi de yemeklerinden, danslarından, şarkıcılarından nemalanıyoruz..

Fakat aşkımız karşılıksız değil. Öteki taraf da boş değil yani. Manyak gibi Türk dizilerini seyrediyorlar. Şu an sekiz Türk dizisi yayınlanıyor Yunan kanallarında. Daha çok versen, daha çok izleyecekler. “Hepsi tamam ama Osmanlı onları ilgilendirmez” diyorken ben, bir baktık “Muhteşem Yüzyıl”ı bir dergi DVD olarak verdi!

Üstelik Yunan halkı dizilerimizi nerede izliyor? Türk koltuklarında. İstikbal 13. mağazasını da açtı Yunanistan’da! Türk kebabı yiyip, Türk koltuklarında Türk dizisi seyredip sonra Türk yataklarında sevişiyorlar gibi bir durum yani..

En son bir haber gördüm ajansta: Atina’da yüzlerce Yunan, Türkçe öğreniyormuş! Kurslar dolup taşıyormuş! Hatırlarsanız ben de Sakız adasında Türkçe öğrenen bir Dimitris ile karşılaşmıştım. Şakır şakır Türkçe konuşuyordu. Turizmci falan da değildi. Deterjan distribütörü bir genç adamdı.

Sadece kurslar değil! Yunan dergileri “Türkçe öğrenme setleri” de veriyor! Kebapçılarımız Tike ve Köşebaşı Atina’nın en iyi yerlerinde gayet iyi çalışıyorlar. Atina’daki Güllüoğlu, kriz yüzünden sarsıldıysa da dükkânı kapatmış değil.

Son haber: Atina’nın çok meşhur bir meze - balık lokantası İstanbul’da şube açmayı planlıyor. Şu günlerde harıl harıl kiralık dükkan aramaktalar İstanbul’da.

Euro’dan çıkıp Drahmi’ye geçmek gibi laflar dolaşıyor ya..

Ben de diyorum ki Yunan arkadaşlarıma, “Hiç Drahmiyi mezarından çıkartmayın. Geçin Türk lirasına, olsun bitsin..”

Önce gülüp sonra “Ohiiiii!” (Hayıııır!) diyorlar. O kadarı zülfüyârlarına dokunurmuş.

Görürüz diyorum ben de...



Kamo’s’ta sütte dil balığı!

Madem seviliyor, o zaman size çok özel bir yerden söz edeyim.

Adres: İstanbul, Beşiktaş Ihlamur yokuşunda. Toprak Holding’in çapraz karşısı.

Dekorasyon aynen Mikonos’ta bir sokak gibi. Yerler aynı adalarda olduğu gibi beyaz biyeli kayrak taşı. Tepede bir asma kat var. Mutfak, beyaz badanalı bir ada evi gibi. Çoğunlukla Yunanca şarkılar çalıyor. (Bu arada: Mikanos değil. Mikonos. A değil o. Bütün Türkler, bilmişi bilmemişi hep aynı hatayı yapıyor)

Sahipleri Rum değil Ermeni. Aşçı Madam Şake. İstanbullu bir hanım. Babadan mezeci. Babasının Sarıyer’de çok meşhur bir meyhanesi varmış bir zamanlar. Şake Hanım 68 yaşında. İstanbul mutfağının yok olmaya yüz tutmuş Rum, Ermeni, Osmanlı mezelerini yapıyor. Yaptığı yetmiyormuş gibi bir de kendi servis yapıyor. Dahası, masaları dolaşıp anneniz gibi tabaklara bakıyor. Bitirmediyseniz “Kızım niye yemedin? Rejimdeysen burada işin ne?” diye takılıyor tatlı sert.

Demek istediğim: Aç gitseniz çok iyi olur..

Mezeleri sayıyorum: Ermeni topik, dalak dolma, tarama, hamsi lakerda, uskumru çiroz, papagandi (tahinli patlıcan) Rum usulü midye pilaki, midye dolma, yaprak sarma, Ermeni pilakisi, Arnavut ciğeri, fava. (Ortalama 6 TL)

Ara sıcaklar: Ispanaklı midye mücver, kalamar mücver, Rum usulü yaya (babaanne) köftesi, dereotlu muska böreği (Ortalama 10 TL)

Ana yemekler: Sütte dil balığı, balık kokoreç. (20 TL)

Mezelerin ne kadar farklı olduğunu fark ettiniz, fakat dikkatinizi çekerim, ana yemekler de es geçilecek cinsten değil. “Sütte dil balığı”, yemin ederim yediğim en güzel balık yemeklerinden biri. Mezeleri ölçülü yiyip, ona da mutlaka yer bırakın. Zira ben tokken yedim ve çok pişman oldum. Meğer assolist en son çıkıyormuş. Rezervasyonsuz gitmeyin. 18 kişilik gruplar için bütün dükkânı tek masalı bir meyhaneye dönüştürüyorlar, çok da eğlenceli oluyor.

Adres: Kamo’s, Ihlamur Yıldız Cad. No 11 Beşiktaş - 0212 2585414

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.