Şampiy10
Magazin
Gündem

Temiz gıda talebi tali bir konu değildir!

Arkadaşlarla oturmuş konuşuyorduk. Konu dönüp dolaşıp Türk basınında “muhalefetinin” ne kadar güdük olduğuna geldi.

Arkadaşım şöyle dedi: “Türk basını sahte bal, tarım ilacı dışında bir şey yapmaz hale geldi”

Bu cümlenin anlamı şu: Adam gibi muhalefet yapabilseydi sahte ballarla uğraşmaya tenezzül etmezdi. O zabıtanın işi, basının değil. Malzeme yokluğundan bala taktı.

Arkadaşımın “basının düşüklüğü” hakkında örnek olarak gıda meselesini vermesi beni çok şaşırttı. Bense tam tersi bu konular neden yeterince işlenmiyor, neden gıda sanayinin alçaklıklarına teslim olmuş gidiyoruz diye üzülürken bir kesim içinse konu yokluğunda konu imiş...

Bir kez daha söylemek istiyorum: “Kimyasallarla kirlenmiş gıda” hayatımızın en önemli konusu. Başka konulara gözümüzü kapatalım demiyorum. Memleketin her tarafı yamuk, kabul.

Ama temiz gıda medeni bir ülke vatandaşının temel ve birincil talebi olmalıdır. Tali bir konu değildir. Gidersin gıda olmaktan çoktan çıkmış kimya deposu cipsleri vs yersin yemezsin, o senin iradene kalmış. Ancak pazardan manavdan aldığın taze sebze meyvenin içinde tarım ilacı olması görmezden gelinecek bir şey değildir.

Şu an yediğimiz her on meyvenin ve sebzenin yedisinde parçalanmamış tarım ilacı var. Bunlar organlarınızda depolanıyor. Ve sonu hiç hoş olmayan kanser gibi hastalıklara neden oluyor.

Temiz gıda talebi bildiğinizi yaşama hakkına girer. Tarım ilaçlı meyve sebzenin satışa sunulması da cinayete teşebbüse girer.

Devletten başka bir kurum da yok bunu düzenleyecek.

Ama onlar Uludere’de kaçakçıların üzerine tonlarca bomba atmakla, sonra da faturasını BDP’ye çıkarmakla meşgul.

Bazen hepimizden kurtulmak mı istiyorlar acaba diye düşünmeden edemiyorum. Kimimizi hızla, kimimizi yavaş yavaş öldürerekÖ “Şu mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim!” diyen Emrullah Efendi aklıma geldi. Yukarıda birileri “Şu halk olmasa devleti ne güzel idare ederdik” diyor olabilir mi?

Mehmet Yaşin’in “İstanbul lezzetleri”

Çok güzel bir kitap daha. Hürriyet yazarı Mehmet Yaşin İstanbul lokantaları hakkında bir rehber kitap hazırlamış. Ama öyle sıradan bir rehber değil. Yaklaşık 150 lokanta, pastane, fırın var kitapta. Çoğu kadim mekânlar. Yani hikâyesi, tarihi olan lokantalar. İşte Yaşin bu hikâyeleri es geçmek yerine anlatmış.

Mesela Mısır Çarşısındaki Pandeli Lokantası 5-6 Eylül olaylarından sonra kapanıp gidecekken Menderes’in ricasıyla kaldığını bilmezdim. Kadıköy’deki Beyaz Fırın’ın Beyaz Rus kökenli olduğunu sanırdım, değilmiş. Makedon’muşlar. Pastanecilerin hepsinin neden Hemşinli olduğunu da öğrendim. Köftecilerin hepsinin Rumeli kökenli olduğunu yeniden teyit ettim.

Mehmet Yaşin, sevdiğimiz diliyle bütün bu hikâyeleri tatlı tatlı anlatmış, derlemiş toplamış. Temizlik, lezzet, servis, mekân ve tuvaletler için yıldızlarını atmış. Lokantaların favori yemeklerinin de tarifini eklemiş. Yani aslında hem bir rehber kitap hem de bir yemek kitabı.

Ben isterdim ki fiyat konusunda bir bilgi olsun. Zira İstanbul’daki fiyatları artık aklım almıyor. Üniversiteden mezuniyetimizin 20. yılında bir yemek yapalım demiş arkadaşlar. Kitchenette KİŞİ BAŞINA 180 lira fiyat vermiş!!! Tekrar ediyorum yüz seksen lira! Bir insan hele ki 40 yaşın üstünde bir insan 180 liralık ne kadar yemek ve içki tüketebilir? İşte böyle zırva fiyatların küstahça teklif edildiği ve bazılarının da kabul ettiği acayip bir şehirde yaşıyoruz. Bu nedenle rehber kitaplarda ne kadar “soyulacağımız” konusunda önceden bir uyarı olması iyi oluyor.

İstanbul Lezzetleri, Mehmet Yaşin, Doğan Kitap, 32 TL

Yazının devamı...

Karatay Mutfağı

Prof. Dr. Canan Karatay’ı sanırım artık bütün Türkiye biliyor. Türkiye’nin 69 yaşındaki yeni “star”ı. Karatay Diyeti’yle memleketi salladı ve kendine getirdi desek yeridir. Dünyanın açık ara en mutluluk verici diyeti! Türkiyeli, lezzetli, neşeli, sağlıklı...

Bu sabah, bir grup basın mensubuyla çok güzel bir başlangıç yaptık. Canan Karatay’la beraber “Maria’nın Bahçesi”nde (Etiler’de çok sevimli bir Rum Lokantası) kah-valtı yaptık.

Neden? Çünkü Canan Hanım’ın üçüncü kitabı çıktı: “Karatay Mutfağı”.

Kitabın içinde hem diyetin kuralları ve bilimsel açıklamaları var hem de diyete uygun yemek tarifleri.

Yoğurt mayalamadan, buğday salatasına, sütlü balkabağı çorbasından, çipura ız-garasına, zencefil çayından sağlıklı kaçamaklar kadar her tür tarif var.

En heyecan verici bölümün ise baştaki “kendi malzemeni kendin yap” bölümü: Tereyağ yapmaktan, sütlü biber turşusuna, salamura siyah zeytin yapımından güneşte biber salçasına, ev sucuğundan çemene kadar yapmayı hiç aklıma getirmediğim malzemelerin tarifi. Gıda endüstrisi o kadar alçak bir sektöre dönüştü ki anneanne stilinde dönmekten başka çare yok.



Maria Hanım, kitabın içindeki tariflerden çok güzel kahvaltılıklar hazırlamış bize. İçinde tek bir zararlı barındırmayan ve beni neredeyse 5-6 saat tok tutan nefis bir şölendi.

Oradan çıktığımdan beri roman okur gibi tarifleri okuyorum.

Tek bir tanesi bile “Bu ne yahu? Kim yer bunu?” dedirtmedi bana. Aslında hemen hemen hepsi Türk mutfağının bildik güzel yemekleri. Fakat unsuz, pirinçsiz, şehriyesiz, katkı maddesiz versiyonları. Çok uzun zamandır içinde un, krema ve margarin geçen yemek tariflerini kendime göre çevirmekten veya çöpe atmaktan yorulmuştum.

Açıkçası çok heyecanlandım. Bildiğim ve sevdiğim malzemelerden neler yapılacağını gördüm. Tam istediğim gibi. Yavaş veya az pişirilmiş, diri, taze, lezzetli. O kadar heyecanlandım ki kendimin de tarif geliştirebileceği hissine kapıldım. Evdeki Girit kabağını kıymalı dolma yapacaktım, mercimekli, bulgurlu vejetaryen bir yemeğe çevirmeye karar verdim. Böyle de bir kitap işte.

Zayıflattığı yetmiyormuş gibi insanı yaratıcı olmaya da teşvik ediyor.



Kitabın yardımcı yazarı Nihal Doğan’ı da es geçmeyelim. Hayykitap’ta proje geliştirip editörlük yapan Nihal Hanım da ilginç bir insan. Bir ay önce Canan Hanım, ben ve Nihal Hanım beraber başka yerde kahvaltı yaptığımızda tanışmıştım kendisiyle. Doğal ve sağlıklı yiyecek konusunda gördüğüm muhtemelen en heyecanlı ve yaratıcı insan. Evinde kendi sirkesini kendi yapıyor. Hem de envai çeşit meyveden. 5 yılda 30 farklı sirke çeşidi geliştirmiş. Yapmakla kalmıyor, Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi’ndeki “Doğal Sirke” atölye çalışmalarında meraklılara sirke yapımını da öğretiyor. Kitapta elma ve üzüm sirkesi yapmanın da tarifi var nitekim.



Kitaba “zayıflama kitabı” gözüyle bakmak büyük haksızlık olur. Düpedüz bir başkaldırı kitabı! Diyor ki: Sirkeni de yapabilirsin salçanı da sucuğunu da! Kimseye boyun eğme. Alçak gıda endüstrisine teslim olma! Kendi sağlığından sen sorumlusun, sahip çık!

Çıkın hakikaten...

Karatay Mutfağı : Kalıcı kilo verdiren yemek tarifleri, Prof. Dr. Canan Efendigil Karatay, Hayykitap. 19,50 TL

Yazının devamı...

Sinasos’un Hacı Amcası Grigoris

Bu cumartesi, Kapadokya’da çok ilginç bir şey olacak. Yolunuz düşerse gitmenizi öneririm.

Olayın geçeceği yer: Mustafapaşa Beldesi. Eski adı Sinasos. Bana sorarsanız Kapadokya bölgesinin en güzel yeri. İlk olarak 1998’de gitmiştim. Neden bilmiyorum o zaman güzelliğinin farkına varmamıştım. Biraz küskün, biraz mahzun bir hali vardı. Sonra 2000 yılında “Asmalı Konak” dizisinin çekimleri için gitmiş, bu sefer çok etkilenmiştim. Başka bir ışığı olan, büyülü bir yer. Kayaya oyulmuş çok güzel evlerin olduğu harikulade bir vadi. Yüz, belki iki yüz yıldır neredeyse hiç değişmemiş.

1924’e kadar çoğu Rum, 4500 kişinin yaşadığı zengin bir kasabaymış. İstanbul ile sıkı bir ilişkileri varmış. Osmanlı döneminde kasaba halkı, kazanç sağlamak için İstanbul’a gitmiş, zamanla kalıcı işler kurmuş ve sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun lakerda ve havyar piyasasını ele geçirip Sinasos Loncası’nı kurmuşlar. Sonra aynı şekilde boyacılık sektörü de Sinasosluların eline geçmiş. İstanbul’da kazanılan para Sinasos’a yatırım olarak dönmüş ve Kapadokya bölgesinin en görkemli konakları, okulları ve ibadethaneleri burada yapılmış.

Sonra 1924’de Türkiye ve Yunanistan arasında mübadele kararı alınmış ve tek kelime Yunanca bilmeyen Sinasoslu Rumlar da vatanlarını terk etmek zorunda kalmış. Fakat kasabalarından ayrılmadan önce, başka hiçbir yerde örneği görülmeyen bir şey yapmışlar: İki fotoğrafçı tutarak tek tek konaklarının, kiliselerinin, okullarının, köprülerinin ve çeşmelerinin fotoğraflarını çektirmişler... Yanı sıra gündelik hayatlarının, eğlencelerinin, kasaba sakinlerinin de... Sonra da Yunanistan’da bir albüm haline getirip bastırmışlar. O günlerin Anadolu’sundan kalan en esaslı çalışma. (Albüm, 2007 yılında, “Sinasos, Mübadeleden Önce Bir Kapadokya Kasabası” adıyla Birzamanlar Yayınları tarafından Türkiye’de de yeniden basıldı. İnternetten temin edilebiliyor.)



İşte bu ilginç geçmişe ve insanlarına sahip kasabaya bundan 4-5 yıl önce Yunanistan’dan bir amca gelmiş. Grigoris Hacielefteriadis. Amca “Benim ailem buralı” deyip kasabada dolaşmaya başlamış. Kısa zamanda herkesle ahbap olmuş. Kahvede tavla oynuyor, çay içiyor, yarenlik ediyormuş. Hiç belli etmemiş ama aslında Yunanistan’ın önde gelen armatörlerindenmiş. Mustafapaşa’ya gide gele herkesin “Hacı Amcası” olmuş. Derken anneannesinin konağını bulmuş. Satın almış. Bir güzel restore ettirmiş. Kasabanın en büyük kilisesi “Konstantin ve Eleni Kilisesini” de restore ettirmek istemiş. Kültür Bakanlığı ve Nevşehir Valiliği yol göstermiş. “O olmasın da bu olsun” diyerek Aya Nikola Kaya Kilisesi’ni önermişler. Grigoris Hacielefteriadis’den, AB’den, Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan, Nevşehir Valiliği’nden, Ahiler Kalkınma Ajansı’ndan ve Mustafapaşa Belediyesi’nden paralar toplanmış. Bir buçuk yıl içinde, harap durumdaki Aya Nikola Kilisesi derlenip toparlanmış.

26 Mayıs 2012 Cumartesi günü, Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos küçük bir akşam ayini ile kilisenin açılışını yapacak. Kilisenin 1000 yıl sonra yeniden açılışı vesilesiyle kasabada küçük de bir festival yapılıyor. “Sinasos’tan Sinasos’a Gönül Bağı Festivali” Hatay’dan Medeniyetler Korosu gelip sahne alacak. Konstantin ve Eleni Kilisesi’nde Timya grubunun resim sergisi olacak.

3000 kişinin gelmesi bekleniyor. Bunun 1000’i Yunanistan’dan.



Ben de ne çok isterdim ata toprağım Bulgaristan Razgrad’a gidip dede evimi bulmayı... Belki bir çeşmecik, belki bir camicik onarmayı.. Yazık ki tek bir kayıt, tek bir fotoğraf, tek bir hatıra yok... Ne köy adı, ne mahalle, ne sokak... Adı dışında tek bir şeyini bilmiyoruz dedemizin.

Bizimki de böyle bir göçmüş işte.. Aparın da aparı, toparın da toparı...

Yazının devamı...

Güreşçi kızı rahat bırakın!

19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’nda artık spor yapılıyor.

Kıyafetlerin kapalılığı açıklığı tartışması yapılmıyor eskisi gibi.

Hatta bir kadın sporcumuz çıkıp bir erkek sporcuyla güreş de tutabiliyor.

Aslında başka bir kadın güreşçiyle karşılaşacakmış. Zaten ortada müsabaka da yok. Güreş tekniklerini gösteren bir şovmuş. Ama şov arkadaşı kız gelmeyince bir erkek sporcuyla yapmış gösterisini.

Fakat o da ne?

Samsun Valisi Hüseyin Aksoy, olay basına yansıyınca paniğe kapılmış ve zart diye şu açıklamayı yapmış:

“Bu etkinlikler sırasında ata sporumuz olan güreş içinde yer almayan bir bayan ile bir erkek sporcunun gösterisi ile ilgili inceleme başlatıldı”.

Bravo! Bir grup genci daha spordan soğutmayı, milyonlarca insanın aklına da “spor ve seks”i sokmayı başardınız.

Memleketin en büyük ihtiyacı bu çünkü.

Gençlik ve sor bayramında yine utandırılan gençler oldu.

ÖDÜ KOPAN VALİ YUMURTALARI

Vali beyin belli ki hükümetle arası bozulacak diye ödü kopuyor. “Bir şeyler demem gerek.. bir açıklama yapmam gerek... yoksa sicil lekelenecek..” diye kendini fena halde kasmış. Fakat kardeşim bu da spor! Öyle bir konu ki neredeyse din gibi.. “Dünyayı spor kurtaracak”, “barışın, kardeşliğin tek yolu spor” diye bunca zamandır kafamızı ütüledikten sonra kurallara uygun, misler gibi güreşmiş iki sporcuya nasıl bir laf edebilirsin ki?

İşte tam böyle: “Muhafazakar” kötü niyeti belli etmeden hesapça “milli” duygulara hitap ederek.

Ama ne olmuş?

Cahilliğin daniskası olmuş.

HANGİ ATA SPORU?

Güreş sanıldığı gibi sadece Türklerin sporu değil. Evet meraklıyız, seviyoruz, yağlısından karakucağına türlü stillerimiz var ama gerçek şu ki dünyanın BÜTÜN milletleri güreşmiş. Hintlisinden, Japon’una, Fransız’ından Babillisine kadar. Fransa’da bulunan 15 bin yıllık mağara resimlerinde güreş figürleri mevcut. Mısır ve Babil rölyeflerinde günümüz tekniklerine çok benzeyen güreş biçimleri kazınmış.

Fakat güreşe en meraklı millet eski Yunan milleti. Antik olimpiyatların ana sporu güreş. Bir hayli de sert oynarlarmış. Romalılar Yunandan almış. Gaddar kısımlarını atmış ve efendi bir spora dönüştürmüş.

Hah işte “Greko-Romen” stil denilen laf buradan çıkma.

Greko: Yunan. Romen: Romalı.

Türk lafı yok bilmem farkında mısınız!?

Güreş, Ortaçağda Japon, Fransız ve İngiliz asilzadeleri arasında müthiş yaygınlaşan bir spor. Amerika kıtasına da zaten İngilizler götürüyor. Orada halk sporu oluyor. 1888’de ülke çapında turnuva düzenleniyor. Modern Olimpiyatlara da “grekoromen” ve “serbest” stil olarak 1904’de giriyor.

19 Mayıs’ta gösteri maksadıyla güreşen kardeşlerimiz ne stil güreşiyorlar peki?

Grekoromen.

Nedir grekoromen stil? Rakipler birbirlerinin ayak ve bacaklarına dokunmadan güreşirler. Belden yukarısı ile oyun taktik edilir. Ayakla oyun yapılmaz ve rakibin hücumu engellenmez. Beşiktaş Kulübünde 1903 yılında uygulanmaya başlanmış. Koca Yusuf, Ahmet Kara, Hergeleci İbrahim. Filiz Nurullah, Kurtdereli Mehmet, Adalı Halil, Mandıralı Ahmet ve Kara Osman grekoromen stilde güreşen ilk güreşçilerimiz.

Demek ki ata sporu yapmıyorlar. Elin Yunan-Roma sporunu yapıyorlar.

Yani “ata sporumuz olan güreş içinde yer almayan bir bayan ile bir erkek sporcunun gösterisi” diye bir şey iddia etmek için çok cahil, kadın ve erkek güreşti diye ahlaka mugayir bir şey yaptıklarını iddia edip soruşturma açmak için de çok kötü niyetli olmak lazım gelir. Sanırım burada ikisi birden geçerli.

DERT KURALLAR DEĞİL TEMAS

Vali bey madem “ata”lara çok meraklı..

O vakit ben de ona ata dilinde sesleneyim:

Kızı rahat bırakın bre!

Bu kıza sahip çıkıyorum.

Bu kadar hırt, bu kadar bağnaz, bu kadar tıkız ve ahlaksız bir memlekette namusuyla sporunu yaptığı için ceza değil ödül alması gerekiyor.

Diyelim bir başka ata sporu cirit oynansaydı ve kızımız ciritçi olsaydı bir erkekle karşılaşmasına karşı çıkmayacaktınız. Çünkü derdiniz “ata sporu kuralları” değil “temas”.

Ama o temiz niyetli. Kirli olan sizsiniz.

Yazının devamı...

Büyük yüz, küçük elli, Arnavutköy mahalle WC’sine hoş geldiniz!

Sahip olmak isteyeceğim en son şeye sahip oldum...

Umumi helâ tadında bir banyom oldu!..



Böyle bir şey herhalde ancak benim başıma gelirdi.. Yılda en az 150 otel gör, envai çeşit tasarım, kasarım, fırlamalıkla karşılaş, her tür yenilikten ve malzemeden haberin olsun, en büyük zevkin dekorasyon dergisi karıştırmak olsun, “ben yapsaydım şöyle yapardım” diye afra tafra at içinden...

Ama evinde umumi helâ kılıklı bir banyon olsun!

Sevgilim Manitakis Bey bir yıl önce teşhisini koymuştu: “Çok uğraşıyorsun ama asla sosyetik olamayacaksın, biliyorsun değil mi? Çünkü senTuğçe Baran’sın. Boşuna yazmadın o karakteri 8 yıl boyunca. KurtulamayacaksınTuğçe Baran lanetinden...”

Dediği nispeten doğruydu. Ama açıkçası bu kadarını beklemiyordum.



Hadise şöyle gelişti: Aşağı katta bir yedek banyo var ve ben onun modeline bir türlü karar veremediğimden öyle kala kalmıştı. Açıkçası para da bitti.

Sonra Alaçatı’da gördüğüm bir otele özendim. Dedim bu çok pahalı olmaz ama bir kişiliği de olur. Pijama model ucuz mermerden bir model geliştirdim. Sonra benim emektar mermerciyi çağırdım.

Anlattım, yetinmedim fotoğraf gösterdim. Mermerci modelleri getirdi, tamam dedim. Tekrar tekrar “bakın ama şöyle yapacaksınız. Pijamaların çizgileri birbirini tutacak, yoksa çok çirkin olur” dedim. “Tamam abla, anladık” diye de beni payladılar.

Baktım duşun arkasını tam istediğim gibi yaptılar.

“Vay be!” dedim “makus Tuğçe Baran talihim dönüyor galiba! Olacak bu iş”

E iyi o zaman, ne istediğimi anlamışlar diyerek yayınevine gittim. Gece yarılarına kadar çalıştım.

Gece yorgun argın ama büyük bir merak ve sevinçle eve geldim. Son kalan gücümle aşağıya indim...

Allaaahhım! O ne! (Nurhayat sesiyle)

Mermerci o kadar yanlış, o kadar yanlış bir iş yapmış ki hani banyonun girişine “büyük yüz, küçük elli” diye bir tabela assam katiyen yadırganmaz.

Hayatımda bu kadar kötü ve çirkin bir şey görmedim! En azından evlerde.

Ev banyosu değil de hayırsever bir mermerci tarafından yapılmış cami tuvaleti sanki! Hani ucuza gelsin diye her renk ve ebatta mermer koyarlar ya.. “Eh hayrat, yamuğuna bakılmaz” dersin! Aynen öyle. Alaturka helâsı, floresan lambası, radyosu ve kolonyası eksik!

Ağlamak dışında ne yapılır? Hiçbir şey.

Sevgilim önce “ya banyo yüzünden üzülmeye değer mi be güzelim?” dedi. “Öyle mi?” dedim ve fotoğrafını yolladım.

On dakikalık bir sessizlikten sonra gelen mesaj: “Haklıymışsın. Erkek halimle ben bile ağlardım...”

O derece yani..



Şimdi sakinleştim, dalgamı geçmeye çalışıyorum.

Hani böyle “konsept” işler çok moda ya... Acaba diyorum harbiden en kitsch’inden, hani plastik çiçekli, tütün kolonyalı, duvarında “nasıl bulmak istiyorsan öyle bırak” yazılı, ağlayan çocuk resimli böyle über retro bir şeymi yapsam? Zira yıktırmaya gücüm kalmadı, bari eğlencesi olsun.

Her tür fikre açığım. Varsa elinizde öyle süslü umumi helâ fotoğrafları, lütfen yollayın. Belki sersem mermerci İsa sayesinde yepyeni bir banyo modellemesine gideriz ha? Belki trend olur, ben de ömrü hayatımda bir moda dünyasına bir katkıda bulunmuş olurum ha? Bir utanç, belki de şöhret vesilesi olur ha?

Rumuz: Umutsuz tuvaletçi Goncagül.

Yazının devamı...

Nazi selamı değil, Ortodoks yemini

Dün gazetemizde Yunan Parlamentosundaki yemin töreni haberi vardı. Haberde mühim bir hata vardı. Müsaadenizle düzeltmek istiyorum.

- Haberde “Yunan Naziler (Altın Şafak partisi milletvekilleri) söz verdikleri gibi Nazi selamı vererek yemin etti” deniyordu. Hayır, o Nazi selamı değil. Dikkatle bakarsanız üç parmağın bitişik olduğunu görürsünüz. Bizim editörler daha da dikkatli baksaydı meclisin ezici çoğunluğunun bunu yaptığını görecekti. Bu, Ortodoks Hıristiyan’ların yemin etme şekli. Sağ el ileriye doğru uzatılır, baş, işaret ve orta parmaklar “Baba, Oğul, Kutsal Ruh” üçlemesini (teslis) temsil edecek şekilde birleştirilir.

- Madem başladık devam edelim. Yunanistan laik bir devlet değil. Resmi din Hıristiyanlık. Bu nedenle meclis metropolitin (Patriklikten sonra gelen dini rütbe) yönettiği 2 dakikalık bir ayin ile açılıyor.

- Bu karşın milletvekili yeminleri hem dini hem lâdini (din dışı).

- Meclis başkanı önce Hıristiyanlara uygun metni okuyor: “Allah ve teslis adına anayasaya ve demokrasiye sadık kalacağıma yemin ederim.” İşte bu esnada milletvekilleri yukarıda anlattığım gibi üç parmaklarını birleştirip kollarını ileriye doğru uzatıyor.

- Sonra Müslümanlara uygun metni okuyor: “Allah ve onun resulü Muhammed adına anayasaya ve demokrasiye sadık kalacağıma yemin ederim.” Bu sırada Müslüman milletvekilleri kur’ana el basıyor.

- Sonra dini yemini reddeden komünistlere sıra geliyor. Onların metninde Allah, Tanrı, peygamber sözleri geçmiyor. Yemin sırasında onlar bir şey yapmıyor, sadece ayakta duruyor. Orada bulundukları için yemin ettikleri farz ediyor. Bu arada komünistlerden biri dini yemin etmek istiyorsa ona da engel olan yok.

- Budist, Hindu, şintoist olsa ona da uygun yemin metni ve şekli geliştirecekler ama öğrendiğim kadarıyla Hıristiyan ve Müslüman dışında bir dinden vekil olmamış şimdiye kadar. .

- Çok meşakkatli di mi? Açıkçası bizimki gibi vicdana dayanan bir yemin benim için daha evla. Fakat görüldüğü gibi “laik olunmayınca demokratik olunmuyor” diye bir şey yok! Biz güya laikiz mesela ama demokratik değiliz.



Türk’e benzer pala bıyıklı Türk düşmanı

Yunan Meclisi’ndeki yemin töreni sırasında görkemli bir pala bıyığı ve beline kadar dalga dalga uzun saçlarıyla genç bir “Altın Şafak” vekili dikkatimi çekti.

Şahsi Atina muhabirim Manitakis Bey’e sordum: Konstantinos Barbausis imiş adı. Yunanistan’ın milli kahramanı “Kolokotronis”e atfen saçlarını ve bıyıklarını uzatıyormuş. “Kolokotronis’e sadece saçımla benzemek istemem, kalbimle de benzemek isterim” demiş bir röportajında.

Peki kim bu Kolokotronis dersiniz?

Yunanın “Yunan Bağımsızlık Savaşı”, bizimse “Mora isyanı” değimiz o mücadelenin önemli komutanlarından biri. İsyanı bastırsın diye yollanan Dramalı Mahmut Paşa’nın komutasındaki 42 bin kişilik Osmanlı ordusunu darma duman etmiş. Yunan Devletinin kurulmasında çok önemli katkıları olmuş. Ama sonrası hayli karışık. Önce Bavyera Prensi Otto’yu Yunanistan’ın başına geçsin diye destekliyor, geçince karşı çıkıyor, sonra hapse atlıyor, idama mahkum oluyor ama sonra affediliyor...

1 günlüğüne milletvekili olabilen Konstantinos Barbausis işte bu milli kahramanın izinde...

Fakat birinin ona komutandan ziyade Türk’e benzemişsin demesi lazım. Bizim Kapalı Çarşı’da mesela bol miktarda var böyle uzun saçlı bıyıklı yakışıklı halı satıcılarından. Bir tavlasıyle ince belli bardakta çayı eksik önünde...

Yazının devamı...

Yürürken mesaja ceza, peki dırdıra?

Mesajlaşmak ciddi bir bağımlılık. Hatırlarsanız “modern oruçlar nasıl olmalı” diye bir yazı yazdım geçen hafta. Mesaj ve twit atma orucu mesela demiştim. Bu habere gözüm takıldı ve gülmeye başladım.

ABD’nin New Jersey kentindeki Fort Lee bölgesinde yayaların yürürken cep telefonu mesajı atması yasaklanmış! Yasayı çiğneyen vatandaşlara 85 dolar para cezası keseceklermiş.

Peki neden böyle bir “Seinfield” yasası çıkmış? (bkz: Seinfield, son üç bölüm.) Çünkü bu yılın başından beri tam 23 kişi mesaj atmaya çalışırken yaralanmış! Kimi direğe çarpmış, kimi araba altında kalmış, kimi başkasına çarpmış.. 23 kişi yahu!

Türkiye’de olsa bu yasa herhalde varım yoğum bu cezaya gider. Sadece Taksim’den Tünel’e kadar bin lira yazılır bana... Verdiğim ıvır zıvır vergileriyle devleti yeterince zengin ettiğim yetmiyormuş gibi bir de mesaj, twit cezası veririm. Ki daha çok HES’imiz, daha çok boğaz köprümüz, daha çok termik ve nükleer santralimiz olsun diye... Yakında bizde de çıkar zaten...

Bunu bir arkadaşıma söyledim, kendi hikâyesini anlattı bana. Anlatan hikâyeden de anlayacağınız gibi erkek. Haklı mı haksız mı ben bir şey demeyeceğim...

Atina’da araba kullanırken cep telefonuyla konuşuyormuş ve trafik polisi motosikletiyle yanından geçmiş. Şanssız an. Hemen durdurmuş. Tabii ki ceza yazacak. Bizim arkadaş kurnaz, erkek milletinin derdinden anlar. İnmiş arabadan, bir elini polisin omzuna koyup başlamış tiradını atmaya.

“Haklısın arkadaşım, yaz cezayı! Ama yazmadan önce şu soruma cevap ver: Evli misin?” Polis şaşırmış, “Evet, uzun zamandır bir kız arkadaşım var” demiş. Bizim arkadaş damardan girmiş. “O zaman sence cep telefonuyla araba kullanmak mı daha tehlikeli yoksa kız arkadaşının yanında ‘Neden anneme gitmiyoruz?’ ‘Neden tatile çıkmıyoruz?’ ‘Neden bu kadar uyuşuksun?’ diye dır dır ederken otobanda araba kullanmak mı daha tehlikeli? O zaman kadınlara da ceza yazın!” demiş.

Polis başlamış gülmeye.. Cezayı yazacağı kalemi cebine koymuş, “Sen cezanı almışsın alacağın kadar” deyip ehliyeti bizim arkadaşa geri vermiş.

Arkadaşlar! Bu erkek milleti cezadan yırtmak için bile dırdırımızı bahane ediyor demek ki başka bir yöntem bulmak gerekiyor.

Twitter adabı:

- Twitterda dedikodu yapmayacaksın. İnkârı namümkün.

- Sarhoşken twit atma! (Don’t drink and twit.) Ancak rakı sofrasında söyleyebileceğin şeyi twitlersen başın belaya girer.

- Yalnızken atılan twitlerin yalnızken atıldığı çok belli oluyor. Hele arka arkaya geliyorsa...

- Ünlülerin twitleri yaranma aşamasında über sıkıcı, sıyırma aşamasına da über çirkef oluyor.

- Twitterda ideoloji propagandası, aman diyeyim...

Yazının devamı...

Mertlik testi twitter


Dün Zülfü Livaneli “twitter geldi mertlik bozuldu” diye bir yazı yazmış. Hararetle twitter yüzünden işlerini kaybeden Ergun Babahan ve Ece Temelkuran üzerine sert bir yazı beklerken, acıklı bir “mürettibin ofset baskı makinesine sitemi” yazısıyla karşılaştım.

Zülfü Bey demode bir romantizm penceresinden yazmış yazısını. Hâlbuki demesi gereken “twitter geldi ak koyun kara koyun” belli oldu... Mertlik esas şimdi test ediliyor! (Koyun yerine başka kelimeler koyabilirsiniz)



Köşe yazarı Ergun Babahan, maç sırasında gereksiz bir heyecana gelip yanındakinin kulağına söyleyeceği densiz lafı twitleyince işinden oldu.

Ne demişti? “Bu kupa ABD’ye girsin”. Neden demiş bunu? Gülen Cemaati’nin Fenerbahçe’yi ele geçirmeye çalıştığına dair şehir efsanesine dayanıp/güvenip böyle bir twit atmış. Twitini gören Todays Zaman Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş de yine twitter üzerinden “Sevgili arkadaşlar, Babahan’ın TZ’de haftada 2 yazısı yayınlanıyordu... Artık TZ tarihinde kötü bir hatıra olarak kalacağını deklere ediyorum” diyerek Babahan’ı anında kovdu. Twite twit.. Poker masası gibi!

Babahan’ın anlaşılan Star’daki köşesi de kalıcı değil. Zira dün izin istemiş okurlarından.. “Kafasını dinleyecekmiş”

Benim bildiğim, böyle anlarda izne çıkan pek geri dönmez. Döndürmezler. Ergun Bey bir hayli dinlenecek belli ki. Olympos dolayları hareketli bugünlerde. Yıkım döküm. Oraya gitsin. Oyalanır hem.

Hatırlarsanız, Ece Temelkuran da başta Twitter olmak üzere sosyal medyada gereğinden fazla aktif olduğu gerekçesiyle Habertürk’teki işinden çıkarılmıştı.

Yalan bir gerekçeydi elbette. Çok para verdiler, umduklarını bulamadılar, tehlikeli veya tehlikeli değilse bile uğraştırıcı, bunaltıcı buldular, kurtulmak istediler. Ama Twitter bahanesi pek güncel, pek çağdaş kaçıyordu. “Yöneticiler uyumuyor” havasını yaratmak için pek uygun bir sos.

Yetmiyormuş gibi, Yavuz Semerci bunu (yani sosyal medyaya gereğinden aktif olduğu için işten çıkarılmaları) onayladığını, aynı durumun gelişmiş ülkelerde de tartışıldığını yazdı. “Gazete, köşeciye fikirlerini gazeteye yazsın diye para ödüyor. Bir gün önce 20 tane twit atıp fikirlerini cümle âleme duyurursan ertesi gün adam niye gidip o gazeteyi alsın?”mış.

Bana sorarsanız çok rezilce bir argüman. Etime buduma sahip oldun, ruhumu da mı istiyorsun bre Allahsız?

Evet, istiyorlarmış. Geçmişteki ve gelecekteki bütün fikirlerimiz onlarınmış. İpotek altındaymışız meğer. Çok istiyorsak, etliye sütlüye dokunmadan kibar kibar takılacakmışız sosyal medyada... “Yarınki köşemde şunu yazdım bunu yazdım, alın okuyun”dan “tıklayın”dan öteye gitmeyecekmişiz. Öyle rakı sofrasında atıp tutmaya benzemiyormuş. Yanındakine söyleyip güldürdüğün bir söz twittere girince sana “çıkış kağıdı” olarak girebiliyormuş. Zira twitterda “Abi valla söylemedim ben öyle bir şey” şeklindeki konvansiyonel inkâr yöntemleri işe yaramıyor. Silsen de twitin nal gibi kayda geçiyor. Bir samimi twit bütün kibarlık/yalakalık/yaranmacılık dağlarını yıkar! Sen o kadar yıl köşe yaz, 140 karakter bile olmayan bir twitin seni harcasın!



Fakat bütün bunların ışığında acıklı bir gerçeği de gördük: 3000-4000 karakterlik yazılar pekâlâ 140 karaktere düşebiliyormuş. 140 karakterle de meramını anlatabiliyormuş insanlar. Hatta kendilerini kovduracak kadar!

Ama daha fecisi ve esas dikkate alınması gereken ise şu:

Otopark gibi alanlarda, bol satır başı, bol paragraf başı, bol üç nokta, yetmedi üç yıldızlarla, yetmezse son paragrafı kutu yaparak “şişirilen” laf ebesi yazıların artık sonu gelmiştir. Yok 5. sayfadayım, yok 5 sütuna 30 santim yerim var diye caka satmanın, kokuşmuş, bayat fikirleri, fikir görünümündeki klişeleri satmanın devri bitti. Millet bir şey diyor musun diye bakıyor. İster düşük ister yüksek. Bir şey diyor musun baba? Demiyorsan “unfollow”. Sadece bir saniyede çöptesin. Çok sert ha!?



Bütün bu “unfollow edilebilme” “işten atılabilme” “köşenden olma” endişelerine rağmen içinden geleni takır takır yazabiliyorsan işte o zaman mert kişisindir. Ve görüyorum ki sadece bağımsızlar, işsizler, umursamazlar, gamsızlar şahane twitler atıyor. Bir de atılmak isteyenler. Cami duvarına.. hesabı..

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.