Şampiy10
Magazin
Gündem

Güle güle Yurtsan

Ne kadar gençtik...

Hürriyet’in yedinci katında bir salonda, hep beraber çalışırdık. Hepimizin “büyümeye”, “parlamaya” “bir şeyler olmaya” çalıştığı yıllardı... Ayşe Arman bir köşede, Yurtsan bir köşede, Neyyire Özkan ve benim de içinde olduğum ekibi başka bir köşede... Gençtik. Yüzümüzde kırışıklıklar, içimizde hastalıklar yoktu... Yıl 1995... Yetişkin taklidi yapıyorduk...

Harala gürele günlerdi... Hürriyet’te kim “yeni”, “cins” “başka” bir şey yapacak olsa, Ertuğrul Özkök bizim salona yollardı. Bir sabah baktık, salonda yeni bir masa. Arkasında güler yüzlü bir delikanlı oturuyor. “Hoş geldin, beş gittin ne yazacaksın?” “İnternet..”

İnterneti duymuşluğumuz var ama görmüşlüğümüz yok. Gazeteye bağlandığını duymuştum ama girmem, bir gece yarısı, bilgi işlem merkezinde olmuştu. Bilgi işlem servisinden beni “sokmalarını” istemiştim internete... “Gündüz hatlar çok yoğun, gece gel” demişlerdi. Nasıl dönerim eve diye düşünmeden kalmıştım gazetede.. Çok zor bağlanmış, ya Kara Kuvvetlerinin ya ODTÜ’nün portalından bir iki sayfaya zor bela girebilmiştik iki saat içinde. İşte o yıllarsa Yurtsan, internet temalı koca bir sayfa yapmak için Ertuğrul Beyi ikna etmeyi başarmıştı...

Heyecanla okuduğumu hatırlıyorum yazdıklarını.. Çok yakında kitap ölecek, her şeyi netten okuyacağız diyordu... İnternete telefon hattından çılgın seslerle bağlandığımız yıllardan söz ediyorum... Bağlandıktan on dakika sonra hattın kesildiği yıllar... Deli gibi telefon faturasının geldiği yıllar... Ne kitap okuması? Dalga mı geçiyorsun? Ayrıca ne kadar anti romantik bir yaklaşım?

Kızmıştık...



Bir gün bizi yemeğe çağırmıştı. Ayşe (Arman), Esra (Yalazan) ve şimdi hatırlayamadığım bir kaç kişi daha. Çok güzel yemek yapardı... O günün mönüsü bacon’lu makarnaydı... Bacon o zamanlar Türkiye’de olmayan bir şey. O bir yerlerden getirmiş. Yine bir yerlerden getirdiği şarapları açmış içiyorduk bir yaz akşamı. Çok eğlendiğimizi, çok güldüğümüzü hatırlıyorum... Belki de tam bugünlerdi...

Sonra bize her zamanki güler yüzüyle 5. kattan düşüşünü anlatmıştı. Biz kulaklarımıza inanamamıştık! “Ne? 5. kattan mı düştün?” O gün makarnamızı yediğimiz balkondan 7 yaşındayken düşmüş meğer! Ama burnu bile kanamamış! Düştüğü yerden kalkmış, eve çıkmış ve annesine “anne ben düştüm” demiş! Annesi bayılmış kalmış!

Uçarken ne hissettin diye ısrarla sorduğumuzu hatırlıyorum... Fakat ne cevap verdiğini nedense hiç hatırlamıyorum. Hatırladığım kıkır kıkır güldüğüydü... “Ben biyonik adamım, ölümsüzüm” diye şaka yapıyordu.

Ah be Yurtsan... 5. kattan düşüp sağ kalmış adamsın... 49 yaşında böyle erkenden gidilir mi?



“İnterneti Türkiye’ye tanıtan adam” diye geçiyor her yerde adı. Halbuki Yurtsan çok uzun zamandır hayata dair yazıyordu. Bazen kızıyordum ona. Amerikan muhafazakârları gibiydi. Küresel ısınmaya inanmıyordu. Yavru balık avının balık soyuna zarar getirmediğine inanıyordu. “Neo-con oldun iyice” demiştim bir keresinde. Gülmüştü.

Sinirine yenilmez isen saatlerce tartışabilirdin onunla... Taviz vermez, inandığını sonuna kadar savunurdu. Ama kavga etmezdi. “Yurtsan’ı sevdik ama anlamadık” demiş Haşmet Babaoğlu. Nedense aynı lafı Ertuğrul Özkök’de diyordu cenazede kameralara... Ben anlamadığımı hiç düşünmemiştim...

Güle güle Yurtsan... Güle güle çocukluk arkadaşım... Güle güle...

Yazının devamı...

174

Balık avıyla ilgili çok güzel gelişmeler oldu. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın çıkarttığı son tebliğ ile balık avlama sınırı 18 metreden 24 metreye çıkarıldı. Dahası yasal balık boyları yükseltildi. Yani bebek balıkları avlamak artık yasak.

Fakat burada bize de iş düşüyor. “174 Alo Gıda Hattı” yasadışı avlanılmış balıkları ihbar edeceğiniz bir hat.

Lüfer Koruma Timi’nden Şemsa Denizsel ne yapılması gerektiğini adım adım yazmış. Aktif vatandaş olmak için tam zamanıdır!



1. Tezgahta çinakop mu var! 174’ü arayın ve “yavru lüfer satış ihbarı yapmak istiyorum” deyin...

Sizden adres isteyecekler. Migros gibi büyük marketlerin adresleri zaten online mevcut. Geri kalan tüm tabelalı işletmeler için adres temini işletmeciden bir kartvizit istemenize bakar! Semt pazarı ya da sokaktaki tezgâh için biraz daha gayret gerekiyorsa da, hemen yanında ya da önünde durduğu bir işletmenin adresini alın. Tezgah sahibine adını sormak da iyi fikir, onu da ekliyoruz biz ihbarlarımıza.

174 size bir numara verecek. Alın, kaydedin ve takibini de ihmal etmeyin!

2. Bu bir suç! Geleceğimiz yağmalanıyor! Bir ihbar da “Alo Gıda” adresine yazılı yapın.

174’ü aramakla yetinmeyin, aynı ihbarı bir kez de “alo174@tarim.gov.tr” adresine mail yoluyla yapın. Bu adrese yapacağınız ihbarlara cep telefonunuzla çektiğiniz fotoğrafları da ekleyebilirsiniz, unutmayın!

3. Yetinmeyin! Aynı ihbarı “bimer@basbakanlik.gov.tr” adresine de yapın.

BİMER yetkilileri gelen soru ve dilekçeleri “doğru” muhataba ulaştırmakta muazzamlar. 15 gün içerisinde de kesin bir cevap geliyor. Bir ihbar da gelen muhataba yapın.

4. Aynı ihbarı bir kez de İl Tarım Müdürünüze yapın.

Neticede lüferde av alt boyuna karar veren Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ise koyduğu kuralın uygulanmasından da İl Tarım Müdürü’nü sorumlu görmemiz en doğalı. İhbarınızı “gereğinin yerine getirilmesi” talebiyle noktalayın. İl Tarım Müdürü Kasım Piral’a mail yoluyla ulaşmak zor ancak İl Tarım’da konu ile ilgili şube müdürü Adnan Tepe’nin mail adresi şu: atepe@istanbultarim.gov.tr

5. Bir ihbar da İlçe Tarım Müdürlüğünüze yapın!

Onlar da sahaya çıkmalı! Kuralın ihlal edilmesine engel olmakla mükellefler, görevlerini yerine getirmelerini talep edin. İlçe ilçe her bir tarım müdürlüğüne dair detaylı bilgi için:

http://www.istanbultarim.gov.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=877&Itemid=353

6. Bu imkânlarından çevrenizi haberdar edin.

Herkesi balığına sahip çıkmaya teşvik edin. Zira biz sahip çıkarsak eşkıya bu dünyaya hükümdar olmaz!



Gerdek gecesi pornografisi

Sıradan bir insan sıradan bir günde kalp krizinden öldüğünde hiç haber olmaz da neden gerdek gecesi ölürse olur? Bakınız Hürriyet 29 Ağustos 2012. “Damadın Vedası... İlk gece kalbi durdu”

Haber o kadar haber değil ki birinci sayfadaki zavallı iki paragraftan başka bir şey yok. “Haberin devamı 28. sayfa” yok yani. Çünkü haber değil.

Ya nedir? Bildiğin gizli pornografidir. Bu haberin birinci sayfada yer almasının yegâne nedeni olayın gerdek gecesi, o malum faaliyet sırasında olmasıdır. Gerdek gecesi eşittir sekstir. Gerdek gecesi eşittir taze bedenlerdir. Gerdek gecesi eşittir büyük heyecandır. Gerdek gecesi eşittir şudur budur.

Ve sen her “gerdek gecesi şu oldu, bu oldu” haberi verdiğinde aslında bahtsız insanların üzerinden pornografi yapmış olursun. Ve bunun da gayet farkındasın di mi editör kardeşim?

Yazının devamı...

Alyans göstermek Kezbanlık mıdır?

Pişmiş tavuğun başına gelmeyen kaynata başına gelen Meltem Cumbul, “istenmeyen gelin misiniz?” sorusu üzerine magazin muhabirlerine alyansını göstermiş.

(Kaynata Erol Özbaş ile o meşhur röportajı yapan gazetemizin acar magazin muhabiri Zehra Çengil’dir bu arada...)

Ahmet Hakan’ın değerlendirmesi şöyle:

“Amerika’larda okusan da, Holywood’lara açılsan da, film festivallerine “Türk Büyüğü” diye takdim edilsen de...

İşin içine alyans falan girdi miydi, içindeki Kezban’ı durduramıyorsun...”

Hatırlayabildiğim en son yüzük gösterme eylemi Derin Mermerci’ye aitti. Cem Uzan ile beraber olduğu aylarda pırlantalı yüzüğünü pek bir mağrur, pek bir küstah göstermişti arabasından dışarıya. Bizlere.

Derin Mermerci’nin yaptığı zaman bana da Kezbanlık gelmişti ama Meltem Cumbul yapınca... Hayır gelmedi.





Yüzük, erkeklerin anlamadığı bir “mesele”.

İlişkileri yüzük takma/takmama meselesi yüzünden bitenler var...

“Bana bir söz yüzüğünü çok gördün” diye ağlayan kadınlar var...

Çok ayaklara düşmesine rağmen kadınlar yüzüklenmeyi hâlâ-seviyor. O ufacık halkaya koca bir dünya sığdırıyoruz. Tüm hayaller, umutlar, projeler o halkanın içinden geçiyor. Alyansına bakıp bakıp kıkırdayan kadınlar biliyorum. Ayna karşısına geçip geçip alyanslı elini yüzüne götüren, öyle fotoğrafını çeken kadınlar tanıyorum. Alyansını çıkardığı zaman kocası/nişanlısı/sözlüsü ölecek veya başkasına gidecek sananlar biliyorum. Millet alyansını görsün diye ellerini kollarını yerli yersiz oynatanlar biliyorum. Kadın milletine yüzük takmaya gör, ufacık bir kız oluverirler...

Niye böyledir bu? Niye o 300 liralık halkaya o kadar anlam yükleriz? Niye her tür sorunun cevabını (“Beni seviyor mu? Evet.”) o yüzük verir? Ve o cevabı neden herkese göstermek isteriz?

Kim bilir... Hâlbuki sevgilisi çok seviyor diye eve bir kilo pirzola getiren erkek, yüzük takan erkekten daha çok sevmiyor mudur?

Öyledir, öyle olduğunu da biliriz ama yüzük, on bin yıldır genimize işlemiş bir “kanıt”. O olmayınca pirzolaların manası kalmıyor..

(İkisini birden getiren erkek tabi en makbulü de... Yok işte anasını satayım... Yok...)



Meltem Cumbul’un yaptığı Kezbanlık mı gerçekten? Pırlantasını değil alyansını gösteriyor... Nesi görgüsüz?

Yüzük gösterme hareketini etrafımdaki kadınların hiçbiri garipsemezken, erkeklerin ise hepsi çiğ, sahtekar ve gereksiz buldu. Ahmet Hakan’a hak verdi.

Nedir bu yüzük üzerinde kadınla erkeğin bitmeyen itişip kakışması? Kadın ister, erkek direnir. Erkek direndikçe yüzüğün değeri artar. O halka, taşıyamayacağı yüklerin altına girer de girer... O yüzüğü o kadar “manalı”, o kadar “kıymetli” o kadar “herkeşlere göstermek zorunda hissettiğimiz arzu nesnesi” haline sokan aslında yine erkekler...

Hiç şikâyet etmeye hakkınız yok...

Yazının devamı...

Kaynata zırvalatması

Kaynana, pek olumlu çağrışımları olan bir kelime değil. Dil biçiminde yassı ve dikenli dalları olan bir tür kaktüse verdiğimiz isim: “Kaynana dili”. Bir sap etrafında çevrilen, çevrildikçe takırtılı bir ses çıkaran çocuk oyuncağına verdiğimiz isim: “Kaynana zırıltısı”

TDK’nin online sözlüğünde şöyle bir deyim de var: “Kaynana, pamuk ipliği olup raftan düşse gelinin başını yarar”

Bir “kaynana ağzı” diye bir benzetmeden söz ediyor sözlük: “İleri geri veya yersiz konuşma, gereksiz dedikodu yapma.”

Şimdi burada duralım. Kaynanaların gereğinden fazla günahı alınmıyor mu?

Türk magazinlemesi son iki ayda iki beter “kaynata” ile tanıştırdı bizi. Cem Yılmaz’ın kaynatası Neşet Yağtu sitem bombalarıyla ortalığı yeterince gümletmemiş gibi bir de Meltem Cumbul’un “kaynatası” katıldı koroya.

Neşet Yağtu, hiç olmazsa acı çeken adam portresi çiziyordu. Sitemi, derdi, tasası torununu ve kızını görememekti. Tabii sonradan öğrendik ki kızını ufacıkken terk etmiş. Ah meğer kız isteme törenleri de gereksiz bir formaliteymiş. Ve anladık ki Neşet bey kriz yönetimi konusunda gençliğinden beri başarısız bir adam. Cem Yılmaz’ın kaynatası olarak da durumu yönetemedi. “Kral” hakkında gereğinden fazla bilgi verdi basına. Sonra da hop, geldiği yere yani “kadrajın dışındaki” yerine atıldı. İzzet Çapa’ya yaprak sarma, İzmir usulü baklalı enginar ve tandır eşliğindeki dert yanmaları ve suçlamaları işte bunun acısıylaydı. Sözleri ağırdı ama merhamet uyandırıyordu. Düşmanlık değil overdoz sitemdi...

Ama Meltem Cumbul’un kaynatası Erol Özbaş düpedüz düşmanlık yapıyor. Sadece taze gelini Meltem Cumbul’a değil, tüm kadınlara. Oğlunun ileride sekse ihtiyacı olacakmış, Meltem Cumbul yaşlanınca ne olacakmış?... O bir zamanlar beraber olduğu (ve kendisinden yaşça büyük olan) Ajda Pekkan’la sadece imam nikâhı yapmış, oğlu resmi nikâh yaparak enayilik etmişmiş... Neresinden tutsan sorunlu bir öbek laf. Orhan Pamuk’un deyimiyle “Küstah Türk burjuvası”ndan az gelişmiş sefil inciler.

Meltem Cumbul şahsen tanıdığım bir insan değil. Yıllar evvel aynı soyunma salonunda beraber “soyunmuştuk”. Çaktırmadan uzun uzun bakmıştım. Gördüğüm en heykelsi vücuttu. Olağanüstü bir ren rengi vardı. Aklımdan çıkmayan bir güzelliği vardı. Duruşunu, oyunculuğunu da hep beğenmişimdir... Sahicidir. Haddini bilen yumuşak bir iddiası vardır. Gönül Yarası’ndaki canlandırdığı “Dünya” karakteri candır.

Cem Yılmaz, muazzam şöhretini taşıyabilen Türkiye’deki bir iki insandan biri. Türkiye’de sevilen sayılan iki ünlünün başına gelecek bir şey mi şimdi bu? Ama düşünüyorum Ajda Pekkan da hiç hak etmiyor yıllar sonra gelen böyle bir “resmi nikâh kıyacak kadar uzun boylu değil” değersizleştirmesini. Sözlüklere “kaynata zırvalatması” lafını öneriyorum. Şöhretli gelin, damat kaldıramayan hazımsız zengin yaşlı adam sendromu densin karşısına da.. Kaynanalara da yüklenilmesin daha fazla...

Yunan garson gözünden “Modern Türk”

- Bütün Türklerin elinde iPhone var.

- Mönünden önce sordukları: “wi-fi kodu nedir?”

- İnternet yoksa şok geçiriyorlar.

- İnternete girdikten sonra masadaki herkes bir anda cep telefonlarına gömülüyor. Masa derin bir sessizliğe gömülüyor. O dakikalarda servis kesinlikle alınamaz.

- İnternete girdikten sonra direkt olarak facebooka ve twittera giriyorlar.

- Yemekler gelinceye kadar cep telefonuyla sevişme ve sessizlik devam ediyor.

- Yemekler geldikten sonra da yemeklerin fotoğraflarının çekilmesi seansı başlıyor. Yemek fotoğrafları muhakkak surette sosyal medyada paylaşılıyor.

- Kendi aralarında sohbet ederken cep telefonları elden ele dolaştırılıyor. Ya bir fotoğrafa bakıyorlar ya da bir yazıya.

- Yemek bitip hesap ödendikten sonra son bir kez daha ceplere gömülüyorlar.

- Lokanta dışına çıktıktan sonra, bir iki dakika da lokanta önünde durup mesaj alıp mesaj atıyorlar.

İnsanları ikna edemeyeceğiniz 7 şey:

- Kötü koktuklarına
- Feci horladıklarına
- Cimri olduklarına
- Dağınık olduklarına
- Paranoyak olduklarına
- Gereğinden zayıf olduklarına
- Kötü anne olduklarına

Yazının devamı...

Toz toprakta Chopin

Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, iki gün önce katıldığı şehit cenazesinde, “İnsanlar tekbir getirmek istiyor. Böyle uğurlamak istiyor” diyerek köy yerinde Chopin’in ölüm marşını çalan askeri bandoyu durdurmuş...

Twitter’da Cüneyt Özdemir şöyle yazdı: “Uzman çavuşu orduevlerine almayan askeriyemiz o uzman çavuş ölünce şehit ilan edip köydeki cenazesinde Chopin çalarak uğurluyor. Bugüne kadar hiçbirimizin sorgulamadığı şehitlerimizin Chopin ile uğurlanması bile başlı başına bir kafa karışıklığının ürünü değil mi? Yaşarken hiç klasik müzik dinlemiyorsun ama cenazen bir klasik müzik parçası eşliğinde kaldırılıyor. Çocuklarımızı davul zurnayla askere gönderip, cenazelerini Chopin ile karşılıyoruz.”



“Tekbir, Chopin’e karşı”... Galiba 80 yıllık Cumhuriyet Tarihimizi en güzel özetleyen ikilem bu.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Ankara” romanında bir sahne vardır. Yenişehir’de Cumhuriyet balosu yapılacaktır. “Çağdaş” ve “medeni” olanlar şık şıkırdım balo salonuna gelirken, merdiven altından onları izleyen “geri” ve “gayri medeni” halk, baloya gelenlerin giysilerinden, dinledikleri müziklerden, yaptıkları danslardan ölesiye tiksinir... Aşağıdaki “halk” adamı, baloya gelen “monden”lere uzun uzun saydırır... Yakup Kadri’nin “gardırop çağdaşlarına” ağır eleştirisidir o satırlar...



Avrupalı, cenazesinde klasik müzik çaldırır hakikaten. Kilisesinde de dinler. Kocaman kilise orglarında bazen dini bazen de gayri dini müzik çalar. Bakarsın sıradan bir kafesinde de çalar. Bakarsın dağ başında bir evden de gelir klasik müzik nağmeleri... Bakarsın bir anma töreninde de çalar...

“Çağdaşlaşma” hamlesi olarak Türkler klasik müzik dinlesin diye çok uğraşıldı ama olmadı. Konserler veriliyor, insanlar yüksek ücretler karşılığında biletler alıp konserlere gidiyor, olmadı evlerine dinliyor elbette ama çay bahçelerine ve cenazelere Bach giremedi bu ülkede...

Halkı zorla “batılılaştırma” çabalarının galiba kalan son kalesi askeri törenlerde Chopin’in ölüm marşını çalan bando idi. Pek yakında o da kalkar...

Köylerin görüp göreceği son klasik müzik icrası da böylece sona erer...

Peki değişen bir şey olur mu?

Olmaz.



Medeniyet Chopin, Bach, Mozart dinlemek değil...

Medeniyet, senin ülkende bir iç savaşın olmamasıdır.

Medeniyet, askere sağ yolladığın oğlunu sağ karşılayabilmektir.

Medeniyet, isteyenin tekbir çekebilmesi, isteyenin Chopin dinleyebilmesidir. Kimse kimseye karışmadan, eleştirmeden, rahatsız etmeden, huzur içinde...

Yoksa iç savaşın 30 yıldır hüküm sürdüğü bir ülkede, şehit cenazelerinde Berlin Filarmoni Orkestrası gelse ne olur..

Yazının devamı...

Yazılarımı yemeğe hazırım

Sabah dokuz ve biz Semadirek (Samothraki) Adasına doğru giden vapurdayız. Selanik’teki on günlük dil semineri bitti ve ben 20 yıl aradan sonra seminerde karşılaştığım fakülte arkadaşımla yollara vurdum kendimi. İki kız üç gündür Selanik’in güney doğusundaki Halkidiki Yarımadalarını dolaşıyoruz. Kassandra, Sithonia, Athos... Şimdi ada yolcusuyuz.

Gökyüzüne bakıyorum: derin...

Denize bakıyorum: mavi..

Ağaca bakıyorum: yeşil...



Niye bunları söylüyorum? Çünkü İçişleri Bakanımız İNŞ (İdris Naim Şahin), “mavi gökyüzüne, yeşil ormana bakarak” yazdığımız yazıları bize “yedireceğini” söyledi evvelki gün.

“Almış kalemini eline içiyorsa purosu, içiyorsa içeceğiyle beraber gökyüzünün derinliklerine, denizin maviliklerine, ağacın, bahçelerin yeşilliklerine karşı bakarak yazı yazanlar, fikir üretenler, büyük ulema, büyük mütefekkir grubu. Allah aşkına siz nerede askerlik yaptınız? Yaptınız mı? Yaptıysanız nerede yaptınız? Siz namlunun ucundan hiç baktınız mı? Karşıdaki namlu size hiç doğruldu mu? Allah aşkına bilmeden mi yapıyorsunuz, yoksa korkarak mı yapıyorsunuz? Ağzına tıkarım o yazıları ben senin..”



Ben şahsen puro içmiyorum, askerlik de yapmadım ama mavi gökyüzüne bakarak yazılarımı yazıyorum. Zira gökyüzü mavidir ve öyle olmalıdır.

İnsanlara mavi gökyüzü yerine kara toprak veriyorsan bu senin hatandır. İnsanlara yeşil orman yerine yanmış kara orman veriyorsan bu senin hatandır. İnsanlara tatlı bir bayram yerine kanlı bir bayram veriyorsan bu senin hatandır.

Bu ülkedeki herkesin mavi gökyüzü altında turkuvaz bir denize bakarak çayını kahvesini veya içkisini huzur içinde yudumlama hakkı olduğunu düşünüyorum. Temelinde bu kadar basit, bu kadar naiftir isteğim.

Zaten bütün kıyamet de bundan kopmu-yor mu?



Bakanımızın anlamadığı mavi gökyüzü yerine kara topraklara bakarak yaşayan insanlardan korkulması gerektiği. Mavi gökyüzünden memnun insanlardan değil. Ben mavi gökyüzümü, yeşil ağacımı herkesle paylaşmak istiyorum. Ülkenin tamamının mavi gökyüzü altında yemyeşil olmasını istiyorum.

Bu mudur suçum?

Bu yüzden mi “yiyeceğim” yazılarımı?



Sayın Bakan! Yazılarımı yemeğe hazırım.

Bu ülkeye barış getirin, herkese mavi gökyüzü altında eşit değer ve eşit fırsatlar verin, herkes aynı mutlulukla ağacın yeşilini, denizin derinliğini, denizin maviliğini görsün ben yazdıklarımı yerim.

Bayramda ölen Antep’teki çocuk geri gelmeyecek. Ölen 30 bin insan, kayıp 17 bin insan da geri gelmeyecek.

Deyin ki savaş bitti, bundan sonra tek kişi öldürülmeyecek, öldürmeyecek ben tüm yazılarımı yerim.

Hadi bizi beğenmiyor, hor görüyor dinlemiyorsunuz. Namlunun ucundakini de dinlemiyorsunuz. Şehit anasını, kayıp anasını da dinlemiyorsunuz. Tamam, “çok biliyorsunuz” anladık, o zaman kendi bulduğunuz bir yöntem olsun. Ama 28 yıldır yapılanın aynısını yapmaya devam edip terörün durmasını ummanızı takdir etmemizi beklemeyin bizden.

İnsanları köylerinden atıp, yeşil ağaçlarından koparıp kapkara şehirlere tıkıp, tepelerine durmadan bomba atıp sonra da mutlu olmalarını da beklemeyin.

Başka bir yöntem gerek. Ve bunu da bulamadınız, bu kadar basit.

Bizlere ettiğiniz lafın bir önemi yok. Bu hükümetin Yıldırım Akbulut’u da sizsiniz, anladık. O lafın aynısını bizden biri etse avukatlar ordunuz o yazarı mahkemeye verir, muhakkak surette mahkûm ettirir ama basın size daha büyük bir ceza verdi: Ciddiye almamak.

Fakat bu lafları eden bir kişinin iç işleri bakanı olması da tüm umutları söndürüyor, ayrı.



Kavafis’in dediği gibi nereye gidersen git ülken arkandan geliyor. Tepende mavi gökyüzü varmış, önünde nefis bir kalamar tava varmış bir şey değişmiyor. Dünyanın neresinde olursan ol, ne yapıyorsan yap ülkenden kara haberler geliyorsa yeniden ve yeniden üzülüyorsun.

Anladık ki mavi gökyüzü altında üzülmek de artık kusur.

Yazının devamı...

Bayraminiiiz.... kutliiuuuu... ol...uyorsun...

Bildiğiniz gibi iki haftadır Selanik’teyim. Yarısı Türk, yarısı Yunan, bir grup insan, birbirimize dillerimizi öğretmeye çalışıyoruz. Türkçe Yunanca Tandem kursundaki tandem arkadaşım, dün telefon açıp başlıktaki gibi bayramımı kutladı.

Meğer iki gündür buna çalışıyormuş. Bayram sabahı görüşmeyeceğimiz için, (çünkü kurs dün bitti) bir gün önceden kutlamak istemiş... Eh Türkçeyi iki haftadır öğrendiği düşünülürse gayet iyi değil mi?

Ama esas olan gramer değil niyet elbette...

Bir zamanlar bu topraklarda da bizim topraklarımızda da insanlar birbirlerinin bayramlarını, yortularını kutlarmış...

Komşu komşunun dinini bilir, saygı duyarmış. Devletin politikası başka, komşunun komşuya politikası başkaymış...

Sadece bir yüzyılda hepsi darmaduman oldu... Yüzyıllarca oluşmuş bir arada yaşama geleneği manasız ideolojilerle yok edildi. Aramıza duvarlar örüldü. Birbirimizin ötekisi olduk. Şimdi beyhude tamir etmeye çalışıyoruz...

Ben Yunan kızının 15 Ağustos’taki büyük Meryem Ana yortusunu kutlamıştım, Yunan kızı benim bugünkü bayramımı...

Zor mu? Hiç değil. Büyük anneannelerimize de zor gelmiyordu. Ama büyük dedelerimize zor geldi, dağıttılar ortalığı...



Bu sabah Beyaz Kule’deki şehir müzesine gittik. Şehre 6 yıl önce geldiğimde boştu. Şimdi Selanik hakkında harikulade bir müzeye çevirmişler.

Selanik de son yüzyılı bahtsız atlatanlardan. 20. yüzyılın başında bin türlü insanın yaşadığı rengârenk, zengin, iddialı bir şehirken 21. yüzyılın başında ikinci planda kalan, kendi halinde, iddiasız bir şehre dönüşüyor. Savaşlar, yangınlar, işgaller derken yüzyıllardır burada yaşayan eğitimli ve zengin insanlar gidiyor, yerlerine Anadolu’dan yüz binlerce fakir fukara geliyor...

Şehri önce yangın vuruyor, sonra mübadele, sonra da Nazi işgali...

Müzenin bir katında “Selanik’te doğan akımlar” bölümünde İttihat ve Teraki’nin kuruluşu hakkında da bilgi vardı. Panodaki resimlere baktıktan sonra başımı hemen yanındaki pencereye çevirip şehre baktım. Gizli toplantılarını nerede yapıyorlardı acaba? Acaba nerede buluşup bira içiyorlardı? Nerede ihtilal nutukları atıyorlardı? Nerede padişahı devirme planlarını yapıyorlardı? Muhtemelen dolaştığım sokaklarda, muhtemelen oturduğum bir kahvede, muhtemelen yemek yediğim bir lokantada... Böyle bir gezi ne kadar hoş olurdu diyorum kendi kendime. İttihat ve Teraki ile Mustafa Kemal’in izinde Selanik...



Lafı uzatmayayım.. Hepinize iyi bir bayram dilerim. Güzel günler yakın olsun.



Meraklısına ağustosta Selanik

- Ağustos ayında Yunanlar neredeyse topluca tatile çıkıyorlar. Geçtiğimiz hafta Meryem Ana Bayramı da olduğu için neredeyse kimse yoktu. Ufak ufak geri gelseler de gündüz hayat hemen hemen yok. Dükkânlar öğleden sonra kapalı, kafeler açık ama bomboş.

- Araba kullanmak zor değil. Caddeler ızgara gibi birbirini dik kesiyor. Elinizde bir haritanız varsa hiç sorun değil. Ve lakin tek yön uygulaması yüzünden bazen yerini gayet iyi bildiğiniz bir yere varmakta zorlanabiliyorsunuz.

- Ama park yeri bulmak zor. Bizdeki gibi paralı otopark yok.

- Limanın hemen arkasındaki mahallenin adı “Ladadaki”. Sırtınızı limana verip içeriye doğru yürüyün hemen karşınıza çıkacak. Ladadaki, birçok tavernanın (lokantanın), kafenin, barın toplandığı çok güzel bir mahalle. 60’larda bizim Kadıköy çarşısı gibi bir yermiş. Sonra sönmüş, terk edilmiş. Geçtiğimiz yıllarda binalar restore edilip yeme içme bölgesine dönüşmüş. Selaniklilerin bir bölümü “aman çok turistik” dese de mutlaka gidilmesi gereken bir yer. Kerem Çalışkan’dan öğrendiğime göre 1900’lerin başlarında İttihat ve Terakki üyelerinin de toplandığı yerler buradaymış. Mustafa Kemal’in sık sık gittiği Yonyo’nun Birahanesi de ama. Ama henüz yerini bilene rastlamadım.

- Kordondaki Aristo Meydanı şimdiye kadar gördüğüm en güzel meydanlardan biri. Harikulade bir tasarım. Ne fazal büyük ne fazla küçük. 1917’deki büyük Selanik yangınında şehrin büyük bölümü kül olunca büyük mimarlar, büyük şehir tasarımcıları gelip yeniden bir şehir planı çizmiş. Kenarındaki kafelerde oturup bir kahve içmek şarttır.

- Deniz kenarındaki “Beyaz Kule” (Lefkos Pirgos) Osmanlı’dan kalma. Kale deyip geçmeyin. İçinde olağanüstü güzel bir şehir müzesi yapılmış. Yemeğinden tarihine Selanik’le ilgili her şey var. Ücretsiz verilen sesli rehber aletini almayı unutmayın. Zira panolardaki yazılar Yunanca.

- “Ouzeri Malathron”a (Malathron Uzocusu) mutlaka gidin. Bir sokağın tümünü taverna yapmışlar. Sokakta sürekli canlı müzik oluyor. Binaların ikinci katındaki esprili heykellere dikkat! Yemekleri çok güzel ama dikkat, porsiyonları büyük. (Karypi Caddesi)

- Geceyi biraz daha uzatmak isteyenlere Ladadaki’deki Sorotron’u öneriyorum. Çok güzel Yunan şarkıları çalan, deliler gibi dans edilen ufak bir bar. Elbette gece saat 1’den sonra!

Yazının devamı...

70’inde zeytin dikmek

Selanik’e arabamla geldim. 34 plaka ile dolanıp duruyorum şehirde. Fark ettim ki Türkiye’ye oranla çok daha az korna yiyorum.

Bir akşam, çok komik bir şey başıma geldi. Bizim Türkçe Yunanca seminerinin yapıldığı otelin önünde trafiği felç ettim. Girilmez bir sokakta öyle zırva bir manevra yaptım ki kimse kıpırdayamaz hale geldi. Ben çabaladıkça durum iyice içinden çıkılmaz bir hal aldı.

Arabalardan birinden biri inip yanıma geldi. Tamam dedim, sopa geliyor.. Az sonra daha yeni yeni yumuşamış Türk Yunan ilişkileri fena halde sekteye uğrayacak! Birbirimize gireceğiz, karakola düşeceğiz, gazeteler yazacak, konsolosluk belki ilgilenmek zorunda kalacak sonra çirkin çirkin şeyler olacak falan filan...

Meğer öyle değilmiş. Adam keskin bir Yunan aksanıyla “yardım edebilir miyim?” dedi.

Türkçe!

Hem trafiği felç etmiş olmamın utancı hem de sokakta gayet güzel bir Türkçe duymanın şaşkınlığıyla “Aa ne şirin, Türkçe konuşuyorsunuz ha? Ehem öhöm” diye gevelemeye başladım.

Derken öbür arabadan da indi birisi ve o da şöyle dedi: “Bir şey sormak istiyorsanız bana sorabilirsiniz!”

Yine Türkçe!

Haydaaa! Gece yarısı Selanik’in göbeğinde Türkçe Olimpiyatı!

Birbirini tanımayan iki kişi aynı anda bana Türkçe yardım etmek istiyor!

Üstelik ben onların dilini öğrenmeye çalışırken.



Benim çocukluğum yabancı bir ülkede geçti. Sınıfta benden başka da yabancı çocuk vardı. Öğretmen bazen herkesin kendi dilinde bir şarkı söylemesini isterdi.

Tam olarak nedenini bilmiyorum ama galiba Türkçe onlara en yabancı gelen dildi. Ben şarkı söylerken katıla katıla gülerlerdi. Bu aynı zamanda benim berbat şarkı söylememden de kaynaklanıyor olabilir, tam olarak emin değilim. Fakat annemle aramda konuştuğum zaman “ay ne kadar komik bir diliniz var” diyen yetişkinler de çıkardı. Kuzey Avrupalı öküzlüğü böyle bir şey.

Herhalde böyle bir geçmişten geldiğim için kendi dilimin Türkiye dışında öğrenilmeye çalışılmasına hâlâ alışamadım.



Seminerde 40 kişiyiz. 20’si Yunan. Çılgınlar gibi Türkçe öğrenmeye çalışıyorlar. Teneffüslerde bir araya geldiğimiz zaman birbirimize dillerimizin zorluğundan şikâyet ediyoruz.

Bir haftadır şöyle sorulara cevap veriyorum: “Etmek fiili, ediyorum olurken o T, neden D’ye dönüşüyor? Neden etiyorum, gitiyorum değil?”

“E çünkü ses yumuşaması oluyor”

“Ama ötmek fiili öyle olmuyor! Neden ötüyorum diye kalıyor de ödüyorum olmuyor?”

“Eee... öööö... O zaman başka manaya geliyor.”

“Peki patlamak fiili patlıyorum olurken o a neden ı’ya dönüşüyor?

“Niye yapıyordular değil de yapıyorlardı?”

Niye şu bu oluyor, niye bu o oluyor da şu olmuyor...

Bir haftadır, en yapamayacağım mesleğin dil öğretmek olduğunu anladım. Tandem arkadaşım bana niye böyle niye böyle dedikçe içime fenalık geliyor. Tabii ben de ona aynısını yapabilirim ama biliyorum ki dil öğrenirken 1. kural: kabul etmek. Sorgulamayacaksın. Öyle kalıp kalıp kafana sokacaksın.

Dimitri adında 60 yaşında bir tandem arkadaşım var. Bana her gün 6-7 sayfalık yazılar getiriyor. Düzeltip geri veriyorum. Çok eğlenceli yazıyor.Türkçeyi kendi kendine internetten öğrenmiş. Emeklilik hayatını şenlendirmek için yeni bir dil öğrenmeye karar vermiş, Rusça mı olsun Türkçe mi olsun diye düşünürken bakmış internette daha çok Türkçe öğretme sitesi var, Türkçeye başlamış. İki yıldır kendi kendine çalışırken bu bizim seminere katılıyor. Ama herkesten daha iyi Türkçe konuşuyor.

Nazım Hikmet’in dediği gibi: “Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,/ yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,/ hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,/ ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,/ yaşamak yani ağır bastığından...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.