Şampiy10
Magazin
Gündem

Yıl kaç?

Başbakan Yardımcısı AKP milletvekili Bülent Arınç, CHP Milletvekili Aylin Nazlıaka’nın daha önce sarf ettiği “Başbakan’ın açıklamasını son derece hazin buluyorum. Başbakan’ın kadının bedeni üzerinden siyaset yapmayı bırakması gerekiyor, özetle diyorum ki Başbakan ‘vajina’ bekçiliğini bıraksın” sözünden meğer çok utanmış! Ettiği laf şu: “Kürtaj meselesi konuşulurken siz öyle bir söz sarf ettiniz ki benim yüzüm kıpkırmızı oldu. Evli, çocuğu olan bir bayan milletvekili, kendisiyle ilgili organını nasıl böyle açıkça konuşabilir, nasıl bundan yüzü kızarmaz”

Arkadaşımın ilk tepkisi: “Yıl kaç?” oldu.



- Kürtajdan yana değilim. Korunmadan yanayım. Günümüz koşullarında “aradan kaçtı, yanlışlıkla oldu, yanlış hesap etmişim” diyebileceğimiz bir durum artık yok. Kürtaja dini nedenlerle değil, kadının alacağı maddi manevi hasar nedeniyle karşıyım. Kimse güle oynaya kürtaja gitmez. Unuttum gitti dense de her kadının içinde ve ruhunda bir yara kalır. Yaralar bereler olmadan önce önlem almaktır doğrusu.

- “Devlet vajina bekçiliğini bıraksın” lafını sevdim mi? Emin değilim. Başta doğru geliyor. Kadının cinsel özgürlüğünü de kapsıyor. Bana kalırsa devlet “korunmadan” yana vajina bekçiliği yapabilir. Okullarda eğitim vererek, doğum kontrol yöntemlerine ulaşılırlığı kolaylaştırarak, üstelik bunu yaparken kimseyi de fişlemeyerek, ayıplamayarak.. Bekçilik değil belki ama yol göstericilik yapabilir.

- “Bir evli, bir bayan, bir çocuğu olan...” İşte en nefret ettiğim şeytan üçgeni. Evli, kadın üstelik çocuklu olunca ne olması veya olmaması gerekiyor? Başın önde, ağzın kapalı, etliden sütlüden uzak mı? Her şeyi “erkek, bekâr ve çocuksuzlar” mı yapabilir/diyebilir? Bir erkek milletvekili bunu deseydi tamam mıydı? Aylin Nazlıaka, bekar ve çocuksuz olsaydı Bülent Arınç kendisini daha mı az ayıplayacaktı?

- Yahu biz bu kafayla mücadele edip kızları okula yollamaya, kadınları iş sahibi yapmaya çalışıyoruz. “Hem kadın, hem evli, hem çocuklu eşittir bir hiç/hiçe yakın/otursun oturduğu yerde” denklemini bozmaya çalışıyoruz. Başbakan yardımcısı böyle bir lafı nasıl eder? Cinsel ayrımcılıktır. (Lafı gelmişken yeniden hatırlatayım: www.ekonomiyekadingucu.com)

- Hazır hızımı almışken... Lafım tüm erkeklere: Kadınları sözüm ona “zarafet”e çağırdığınız zaman biz bunu yemiyoruz artık bilesiniz. Maksadınız “zarif” kadın görmek değil, kadınların bir takım şeyleri yapmasını engellemek. Mesela konuşmasını! Geçmişte “zarafet” adı altında okumak, çalışmak, araba kullanmak, oy kullanmak, seçilmek gibi şimdi kadının en doğal hakkı görülen binlerce aktivite engellenmiş veya engellenmeye çalışılmıştı. Bkz: “Hanımlar, zarif ve hassas mahlûklardır. Tahsil ve çalışma hayatı bünyelerinin kaldırabileceği bir husus değildir. Hele ki idarecilik ve siyaset katiyen münasip değildir.” 1930’larda basılmış herhangi bir gazetede bulabilirsiniz bu lafları. Ama geçti o günler.

- Peki ne diyeceğiz? A) Çok affedersiniz malum yer? B) Mahrem bölge? C) Ora? D) Oramız? E) Alt taraf? F) Gizemli ülke? G) Şıngıllı dımdım? Vajina, tıbbi ve bilimsel bir terimdir. Aylin Hanım, argo bir söz sarf etmemiştir. Ayıplanacak bir şey yoktur. Ben utanmadım. (Bekâr ve çocuksuz olduğum için mi acaba? Evlenince utanma katsayısı artıyormuş ya...)

- Bu arada madem o kadar utangaçsınız siyasette işiniz ne diye sorabilir miyim? Galiba artık şunu deme durumundayız: “Beyler hassas yaratıklardır. Siyaseti bünyeleri kaldırmaz. Derhal evlerine çekilip meydanı cesur kadınlara bıraksınlar!”

- Akla Can Yücel’e atfedilen fıkra geliyor: Bir şiirinde “göt” dediği için mahkemeye verilmiş şair. “Öyle denir mi efendi?” diye çıkışınca hakim, o da “göte göt derler hakim bey” demiş.

- Bu ülke mikroenjeksiyonla çoğaldı da bir benim mi bundan haberim yok?

- Ecdadımızda da mı yoktu?

- Kabul etmek lazım ki twitter ahalisi çok eğlendi. Bülent Arınç bir tam gün boyunca “malum yer” ile anıldı durdu ama buna da “kendi düşen ağlamaz” denir! Veya “kendi kazdığı kuyuya düşmek”. Sorry sir!

- Bu arada Bülent Bey hiç sokaklarda dolaşıyor mu? Şimdi burada yazmayacağım ama bir spor gazetesinin de adı olan berbat bir cümleyi erkeklerin ne sıklıkta kullandığını biliyor mu? Aylin Hanım yerine erkekleri zarafete çağırmayı hiç düşünür mü? Zira çok daha isabetli olur.

- Bu kadar. Ben bir su içeyim.

Yazının devamı...

Senin 1 liran onun hayatını değiştirecek

Kadın meselesini, ancak bir kadın, sokak ortasına öldürüldüğü, kocasından ölesiye dayak yediği veya başka bir şiddet hadisesi olunca ele alıyoruz. Sanki erkekler şiddeti kesse, her şey güllük gülistanlık olacakmış gibi. Elleriniz kırılsın deyince laf yerine gidecekmiş gibi...

Hâlbuki mesele bu mudur sadece? Yoksulluk sarmalında kıvranan kadının kurtuluşu kocasının insafında mıdır?



Muhammed Yunus ismini eminim duymuşsunuzdur. Bangladeşli bir iktisat profesörü. Geçtiğimiz günlerde İstanbul’daydı ve aralarında benim de bulunduğum küçük bir grup gazeteciyle buluştu.

Prof. Muhammed Yunus, 70’li yıllarda, yoksul insanların sana bana göre esasen çok çok az bir parayla bir iş kurabileceklerini keşfediyor. Cebinden verdiği 27 Dolar “borç” ile (Bakın sadaka değil borç! Bu çok önemli!) yoksul kadınların hayatlarını değiştiriyor. Kadınlar aldıkları “borç” ile ufacık da olsa bir girişimde bulunuyor. Diyelim bir keçi alıyor... Diyelim süpürge sapı alıyor... Diyelim üç beş çile yün alıyor... Ve bir “şey” üretiyor. Sonra bunu satıyor ve geri dönüp “borcunu” ödüyor.

Buradan yola çıkarak “mikrokredi” projesini geliştiriyor. Kurduğu banka ile (Grameen Bank ki “Köy” Bankası demekmiş) ufacık da olsa bir projesi olan yoksul kadınlara ufacık da olsa bir “sermaye kredisi” dağıtmaya başlıyor. Faiz yok ama düşük bir hizmet bedeli var. Hizmet bedeli önemli çünkü bankanın ayakta kalabilmesi gerekiyor. Kadınlar bu ufacık sermayelerle işlerini kuruyor ve vadesi gelince de haftadan haftaya kredilerini geri ödüyor.

Ve inanılmaz gerçek: Kredilerin yüzde 100’ü geri dönüyor.



2003 yılında, Türkiye’de Türkiye İsrafı Önleme Vakfı (TİSVA) ve Prof. Muhammed Yunus öncülüğünde Türkiye Grameen Mikrofinans Programı başlatılıyor. 65 ilimizde 53 bin kadına 183 milyon lira veriliyor. Projesine ve ihtiyacına bağlı olarak kimine 100 lira kimine 10 bin lira veriliyor. Tekrar ediyorum: Sadaka değil, borç! Ve aynı şekilde Türk kadınları da borçlarına kuruşu kuruşuna sadık: yüzde 100’ü, üstelik zamanında geri dönüyor. Bu, bütün kadınların ufacık sermayeleriyle bir iş kurduğunu ve yatırımlarının da karşılığını aldığını gösterir.

Türkiye’de 9 milyon insan yoksul. Bu nüfusun 3 milyonu kadın. Yani mikrokredi verilmesi gereken daha bu kadar kadın var.

Sorun ne? Sorun finansman bulmak. Evet kadınlar borçlarına sadık, para geri dönüyor ama kâr amacı gütmeyen ve faiz almayan Türk Grameen Bank parayı nereden bulacak? İşkadınları, işadamları büyük destek oluyorsa da yeter mi?



Buraya kadar olanı biteni belki biliyordunuz. İşte şimdi bu programdaki yeniliğe geliyorum. Bundan sonra siz de “kredi-veren” olabilirsiniz. Sizin için kayda değer olan veya çoğu zaman olmayan bir parayı bir kadına borç verebileceksiniz.

Başından beri sosyal sorumluluk çerçevesinde programa destek veren Turkcell, şimdi de kredi veren ve kredi alanı buluşturan bir platform yarattı. www.ekonomiyekadingucu.com sitesinde kredi için başvurmuş kadınlar göreceksiniz. Kimi yeni bir iş başlatmak, kimi işini büyütmek için bin lira ila 10 bin lira arasında değişen kredi taleplerinde bulunmuş.

Yapacağınız çok basit. Birini seçip ona destek vermek.

Hamur işi satmak için 2000 Liraya ihtiyaç duyan Amasyalı Cihan Hanıma veya bir manav dükkanı açmak için 1000 liraya ihtiyaç duyan Afyonlu Canan Hanıma veya balıkağı ören ve işini büyütmek için 5000 liraya ihtiyaç duyan Diyarbakırlı Gülfidan hanıma 1 lira bile olsa “borç” verebilirsiniz. Sizin gibi 1000 kişi olsa onun hayatı değişecek. Ve bu para size 46 haftada geri dönecek. Geri dönecek çünkü bağış değil borç veriyorsunuz.

Hep dediğim gibi: Başka bir dünya mümkün.



Kadınlar hakkında çirkin gerçekler

- Dünyadaki kadınların yüzde 70’i yoksullukla mücadele ediyor

- Dünyada işlerin yüzde 66’sını kadınlar yapıyor ancak gelirlerin sadece yüzde 10’una sahipler

- Kadınlar ellerine geçen paranın yüzde 90’ını ailesine harcıyor.

- Türkiye’de 37 milyonluk kadın nüfusu var ve sadece 7 milyonu çalışıyor.

- Türkiye’de her 5 kadından biri yoksulluk sınırında.

- Türkiye’de kadınların yüzde 30’u okur yazar değil veya okul bitirmemiş.

- En gelişmiş ülkede işgücüne katılım oranı ortalama yüzde 51 iken Türkiye’de bu oran yüzde 28. (Erkeklerde yüzde 71)

Yazının devamı...

Bir bardak güzel bir çay için neler yapabilirim?

Refika Birgül, Hürriyet’teki cumartesi yazısında “çay”dan söz etmiş. Harikulade bir çay tarihi yazısı olmuş. Türkiye’de çayın ilk yetiştirilmesi, çay yapraktan nasıl elde edilir... Biliyordum çoğunu ama bir çay (aşırı) sever olarak yeniden sevgiyle okudum.

Refika’nın yazısını okuduktan sonra bir bardak güzel bir çay için neler yapabileceğimi ve yaptığımı düşündüm...

- Daima şişe suyu kullandım...

- Dünyanın her yerinden paket paket değişik çay taşıdım...

- Türkiye’de üretilen bütün çayları denedim. Reklama değil lezzete göre seçim yaptım.

- Gittiğim her şehirde ilk iş iyi çay demleyen yerleri saptadım.

- Yurtdışına giderken yanıma en ehven-i şer poşet çaylardan taşıdım.

- Dağ başında (bile) termosumda çay demledim.

- Yunanistan’a giderken yanımda çaydanlık ve demlik taşıdım. Hem de bakan uçağında! Çok dalga geçtiler ama oradaki adresimde de olmak zorundaydı demlik-çaydanlık takımı...

- Çok havalı (olduğunu iddia eden) bir cafe’de demleme çay olmadığı için kavga çıkardım. Yandaki züccaciyeciden demlik, kuruyemişçiden çay alıp gözleri önünde demledim. Çok şahane bir şovdu! Müdüraanım delirmiş bir şekilde dükkanı terk etmemizi istedi. Ettik ama çayımızı içtikten sonra..

- Evde çay partisi yaptım. Aynı anda sekiz çay demledim, milleti çağırdım, çay testi yaptım.

- Çayın tadını daha iyi alabilmek için şekersiz içmeye alıştırdım kendimi.

- İyi çay demleyen bir kafeye ulaşmak için iki otobüs değiştirdim.

- Çay demleyen özel bir termos tasarımı çizdim.

- Yunanistan Samos’ta bir lokantaya çay demlemesini öğrettim.

- Bir Japon’dan Japon usulü çay demleme dersi aldım.

- Yurtdışına giden biri ne istersin diye sorduğunda daima çay dedim. Şimdi çay ve Küçük Prens kitabı diyorum.


Küçük Prens ve Cemal Süreya


Bu kitabın hayatımda ne büyük önemi olduğunu daha önce yazmıştım. Nedenini anlatamam... İnsanları KP okuyanlar ve okumayanlar diye ayırıyorum.

Şimdi yeni bir hastalığım oldu. Dünyanın her yerinden, her dil ve lehçesinde basılmış Küçük Prens’leri toplamak.

İşin içine girdikçe, bunun ne büyük manyaklık olduğunu anladım. Meğer bu işin üstatları varmış. Siteler yapmışlar, ellerindeki baskıların kapaklarını koymuşlar, koleksiyonerler kendi aralarında değiş tokuş yapıyor falan... Dahası sadece son baskıları değil eski baskıları da topluyorlarmış. Sahaflardan eski baskılarını da topluyorlarmış.

Ben de Türkçe eski baskılara bakayım dedim ve beni çok şaşırtan bir bilgiyle karşılaştım. Küçük Prens’in Türk çevirmenleri meğer edebiyatımızın en ünlü ve önemli yazar ve şairleri imiş!

Kimler çevirmemiş ki! Azra Erhat, Tomris Uyar, Selim İleri ve en şaşırdığım: Cemal Süreya! Evet Cemal Süreya bile çevirmiş Küçük Prens’i.

Vay canına! Ne kitap! Herkesin kanına girmiş. Cemal Süreya çevirisini arıyorum şimdi harıl harıl.

Yazının devamı...

Ah o sefil de’ler, zavallı mısın’lar

Ahmet Hakan “de’leri da’ları ayırmayı bilmiyorsa salla gitsin” demiş geçen günkü ilişki rehberi yazısında.

Yıllarca böyle yaptım. “De”ler, “mısın”lar, “her şey”ler... Bitişik oldu mu elimde değil, adamdan buz gibi soğuyorum.

Dünyanın en sevgi dolu mesajlarını, enayi imla hatalarına kurban ediyorum. Başlamadan bitiyor her şey...

De’leri ve mısın’ları bitişik yazan kişi adeta başka dünyanın insanı oluyor.

Başka ve “düşük” bir dünyanın.

Okumamış, eğitilmemiş, yontulmamış bir dünyanın...

Eline kitap, dergi, gazete geçmemiş bir dünyanın...

Şöyle bir tümevarım yapıyorum: Bunu dahi bilmiyorsa daha bir sürü şeyi bilmiyordur... Cahil adamla uğraşmaya değer mi? Gelsin sonra yaptığın hiçbir göndermeyi anlamamalar, referans verdiğin isimleri bilmemeler, yaptığın espri bir başka lafın bükülmüş, tahrif edilmiş, çarpıtılmış haliyse bunu anlamamalar... Oturup açıklarken, tat kaçmalar... Tinsel, cinsel tüm cazibesini yitirmeler...

Bitişik yazılmış bir zavallı “de”, bir sefil “misin” nelere kadir görüyor musunuz? Kısmetimi bulamadıysam henüz, bunun da bir payı vardır emin olun... Bir de gece yarısı çalan alarmlar ama o ayrı konu...

(Uyardığın zaman en şahane bahaneleri de “ay aceleden öyle oldu, yoksa bitiştirmem aslında..” Hmmm hmmm... Evet tabi.)



Sonra bir gün yeğenimin annesine okul öğretmeninden gelen bir not gördüm. “X Hanım. Acaba yarın sizde gelebilirmisiniz okulun kermesineki sohpet edelim biraz. Sınıf öğretmeni N.”

Bir cümlede 4 hayati imla hatası birden!!! Hele o “sohpet”!!! Aman Allahım! Bu kadına mı çocuğumu teslim ediyorum veya edeceğim?

Kâbusa bakar mısınız? Bu öğretmen yüzünden kızımdan bir gün şöyle bir mesaj gelecek: “Anne. Bana biraz para bırakırmısın? Arkadaşlarla eylenmeye çıkcaazda... ”

Bana!?!?! İmla manyağı anneye kızından?!? Of of of...

Adamları dehlemek kolay fakat insan kendi çocuğunu dehleyebilir mi? Dehlemeyeceğim gibi kuzu kuzu da paraları bayılacağız kızımız “eylensin” diye...

Devamı da üstelik aynen şöyle olacak:

“Kızım ne kadar istiyorsun?”

“Yane sen bilirsin ama az da olmasın tabeee..”

Hmm.. Tabeee...



Son son şunu düşünüyorum. Galiba tutturmasak iyi olacak. Madem halk böyle istiyor değişsin gitsin. Dahi anlamına gelen de’leri değil belki ama şu soru eklerini bitişik yazsak mesela ne olur? Anlam karışıklığı yaratmıyor nasılsa.

Zira bunun sonu sinir hastası olmak.

Yazının devamı...

Güvenlik denen tek dişi kalmış canavar

Dünkü yazımı okumamış olanlara (ki bence okuyun. Zira bir hayli komikti...) özet geçeyim:

Geçen gece güvenlik alarmım kendi kendine çalmaya başladı. Ne yaptıysam susturamadım. Alarm şirketini aradım, hemen eleman yollayacaklarını söylediler. O “hemen” BEŞ saat sürdü. Beş saat boyunca bütün mahalle inledik durduk. Ama öyle böyle değil. Uykusuz rezalet bir geceydi.



Bu kâbustan neler öğrendim?

- Güvenlik denen şey harbiden fasarya bir durum. Evim ciyak ciyak ötüyor, komşuların ihbarı nedeniyle polis ekipleri durmadan geliyor ama bütün yoğunluk ön kapıda. Diyelim ki ben evde yokum, evimin arkasından biri girmiş, olsa, hazır da millet ön tarafta toplaşmış, götür televizyonu, götür laptobu, götür hatta buzdolabını... E n’oldu şimdi? Gelen polis ekibi evin arkasına bakmaya zahmet etmedi mesela...

- Güvenlik adına yaptığımız her şey aslında kendimize işkence. Evden çıkmadan önce alarmı kur, 15 saniye içinde çık. Sonra telefonu unuttuğunu hatırla, içeri gir, şifreyi gir, alarmı kapa... Sonra çıkarken yine alarmı kur, kapıyı kapa... Aaa tam o sırada yağmur başlasın, şemsiye için tekrar gir, yine alarmı boz, sonra tekrar kur... Veya yatarken kur, sonra sabah unut, camı aç... Vonk vonk vonk... Veya camdan kedi girsin vik vik vik... Arkadaşa anahtarı ver ama şifreyi verme, sen yokken eve girsin vonk vonk vonk... Temizlikçi şifreyi üç kere yanlış girsin vik vik vik... Mahalle en az 30 kere ayağa kalkmıştır tüm bu sersemliklerden dolayı... Ölsem, cenazeme sırf bu yüzden gelmeyecekler ay em efreyd...

- Bu arada öten alarmı ötmez hale getirmek hiç de zor bir şey değilmiş. 4 nümerolu alyan anahtarına bakıyor her şey.

- Kadınlar, gerzeklikleri nedeniyle çok fena bir imaj oluşturmuşlar teknik ekiplerin kafasına. ALLAH RIZASI İÇİN BİR TAKIM ÇANTASI ALIP KOYUN BİR KENARA! O aptal ayakkabılara verdiğiniz paraların dörtte birine nefis kerpetenleriniz, kargaburunlarınız, tornavida ve en önemlisi alyan anahtarı setleriniz olacak. 30 liraya gayet şık çantalar içinde satıyorlar yapı marketlerde... Sırf kadınım diye alyan anahtarım yoktur diye düşünüp çaresini söylememişler. Ve ben sırf bu yüzden BEŞŞŞŞŞ saat alarm ciyaklamasına maruz kaldım. İki gün geçti kulağım hala çınlıyor yeminle... Bu arada alyan anahtarı nedir diye soranlara: Cıvataları çıkarıp takmaya yarayan, altıgen kesitli, L biçiminde alet. İngilizce aslı “allen”. IKEA mobilyalarla beraber illa bir adet gelir... Bir not daha: Bırak alyan anahtarını, dekupaj aletim bile var halbuki! Dese “duvardan kaplamayla beraber sök” beş dakikalık iş! Kalıp gibi koyar atardım önlerine..)

- Mahallemizde yeşil gözlü acayip yakışıklı bir adam oturuyor. Gece yarısı, onu daha da seksi yapan kanlı gözlerle karşıma çıktı... Gel gör ki alarm kabusu içinde (bile) etkileyici olabilmek için bir Adriana Lima falan olmak lazımdı. Alarm şirketi, ertesi gün bana çiçek yolladı ama kaçan yakışıklı ne olacak Derya Hanım, Engin bey??? Ha?

- Bu arada hazır güvenlik demişken... Geçtiğimiz ay, şimdi açıklamayacağım nedenlerle MOBESE kameralarının kayıtlarına bakmak durumunda kaldım. Açık söyleyeyim: Hafif bir kılık değiştirmeyle istediğinizi yapın. Ne plakalar okunuyor, ne yüzler seçiliyor... Ve bunu suç işleyen veya suç işlemek isteyenler de biliyor. Emniyet Teşkilatının bir yenileme yapması şart.

- Azılı bir hırsız ile röportaj yapmak istiyorum. Kendimizi “güvendeyiz” palavrasıyla ne kadar kandırdığımızı dehşetle merak ediyorum. Varsa tanıdık, haber edin, twitterdan bulsun beni. Hesabım: @tonbekici

Yazının devamı...

Bir kış gecesi (alarm) kabusu

Dün gece kâbus gibi bir gece yaşadım. Sabah 2’de evimdeki alarm kendi kendine ötmeye başladı. Ne yaptıysam susmadı. Şifre falan sökmüyor. Merkezi aradım. Sorunun nereden kaynaklandığını saptadılar, teknik ekibe yönlendirdiler. Teknik ekipten Kadir Bey yıldıza bas diyor, şu numaraya bas diyor, sonra kareye bas diyor, iki kere şunu bir kere şunu gir diyor. Alarm sustu hakikaten...

Fakat yarım saat sonra yine başladı. Önce sokaktaki ötüyor, sonra ev içindeki. Şifreyi giriyorum, ev içindeki susuyor, dışarıdaki devam ediyor. 30 saniye sonra ev içindeki yine başlıyor. Elim panelde, durmadan şifre giriyorum ancak gücüm sadece ev içindekini susturmaya yetiyor.

Bu arada evde yatılı yabancı misafirim var, ertesi gün Selanik’e uçacak, uyuması lazım. Yan komşuda bebek var, çok zor uyuttuklarını biliyorum. Karşı apartmanda yaşlılar var. Yani 20 dönüm arazi içinde tek başına bir çiftlik evinde yaşamıyorum. Dip dibe bir hayat. Benim alarmım, senin alarmın durumu. Mahalle bildiğin inliyor.

Merkezi arıyorum yine. 3-1-1 artık ezberledim, direk teknik servis. Anlamdaşım Mesut bey tekrar teknik ekibe bağlıyor. Yine yıldız, kare kombinasyonları. Ev susuyor. Sokaktaki için de teknik ekip evime yönlendiriliyor. “20 dakika içinde orada.”

Bu arada bittabi polis ekibi geliyor. Polis beyi ev sahibi olduğuma inandırmam 5 dakika sürüyor. Nedense evde “çalışan” olduğumu düşünüyor ve “ev sahibini aradın mı, uyandırdın mı” diye sorup duruyor. Sanki evde olsaydı o gürültüde uyuması mümkünmüş gibi.. Sonra “yalnız mı yaşıyorsun?” gibi son derece gereksiz bir soru soruyor... “Evet yalnızım ve çok arzuluyum” mu demek gerekiyordu o saatte bilemiyorum. Polislerin bir kadına sormayı en çok sevdikleri soru neden hep budur? Olsa ne fark edecek olmasa ne fark edecek?

O ekip gidiyor, on dakika sonra başka bir polis ekibi geliyor. Onlar, daha asabiler ama daha manalı sorular soruyorlar. Polislerin yanından merkezi yeniden arıyorum, “beş dakika” sonra orada diyor Mesut Bey. Polis ekibi gidiyor.

Teknik ekip o beş dakikalık yolculuğu bitiremiyor bir türlü. 45 dakika geçiyor ve merkez bana şöyle bir itirafta bulunuyor: “Teknik ekipten haber alamıyoruz”

Haydaaaa!! Yahu kaza mı geçirdi acaba? Hava da o kadar kötü ki. Mesut bey ile bunu BİLE teati ediyoruz. Yemin ediyorum ciddi olarak endişe ediyoruz.

Yarım saat sonra bir polis ekibi daha geliyor. Civarda kaza var mı diye soruyorum. Hayır yokmuş.

Yaz olsa yeminle çay demleyeceğim, sandalyeleri de atacağım kaldırıma, gelene geçene çay kurabiye ikram edeceğim. Alarm çalan bir düğün evi havasındayız... Bari gazlarını alayım konu komşunun...

Polisler, tutanak tutacağız artık diye homur homur homurdanıyor. Bütün sokak pencerelerde. Küfür kıyameti kestiler, çareler üretme safhasına geçtiler. Battaniye sarmak, tıraş köpüğü sıkmak, balyozla kırmak gibi teklifler uçuşuyor balkondan balkona.

Fakat en acıklısı: Sabah 5’te dünya yakışıklısı bir genç adam geliyor. Komşummuş. Alarma kafa atacak kadar sinirliydi. Bütün gece uyumamış, “nerde yahu buranın sahibi?” diye polise şikâyet ederken, utangaç utangaç “ev sahibi benim” dedim. Tıslayarak baktı bana. Gözleri de yemyeşil değil miymiş!!! Tealaaaaam dedim. Bu yakışıklıyı, bu gözünün altındaki torbasına bile hasta olduğum adamı bu en münasebetsiz zamanda karşıma çıkarmak zorunda mıydın?!? PuCCa’nın maceraları gibi. Bundan sonra ne yapsam boş. Adama o saatte veya başka zaman beş meze, iki ara sıcak, bir ana yemek mükellef bir sofra çıkarsam bile bana âşık olmasına imkân ihtimal yok. Tiksindi bir kere...

Yakışıklı gitti, polisler gitti, köpekler, martılar, kargalar uyandı, okul servisleri dolanmaya başladı benim alarm hâlâ ötüyor...

Alarm merkezindeki Mesut Bey’e o kadar güzel küfrediyorum ki çocuk “Mutluaanım, konuşmalar kayda alınıyor” demek zorunda kaldı. “İyi” dedim. “Alınsın. Bak tekrar ediyorum: awhgdluxjrrrssnlkhd...”

Ettiğim son laf bir hayli etkili oluyor ki, Mesut, teknik elemanın cebini veriyor. Teknik elemana 34 yıllık kocam gibi gürlüyorum: “Nerrrrdesin?”

O da “noluyo ya?” demiyor “Levazım’dan iniyorum” diyor. Bir “karıcım” lafını eklemiyor cümlenin sonunda. O derece bir pısma...

Sabah saat 7’de teknik eleman gelebiliyor ve yaklaşık 46 saniyede alarmı susturuyor... BEŞŞŞŞ saatlik işkence 46 saniyede sona eriyor...

“Allah aşkına” dedim “neden biriniz bana telefonda bunun bu kadar kolay olduğunu söylemiyorsunuz?”

Cevap tam bana göre: “Bayansınız diye...”

“Ne olmuş kadınsam?” diyorum.

“Bayansınız diye alyan anahtarınız yoktur diye düşünmüşlerdir” diyor...

Aşağıdan takım çantamı getirdim ve on parçalı eksiksiz alyan anahtar setini gösterdim.

“10 numara ile mi kafanı kırmamı istersin yoksa 4 numara yeter mi?” diyorum. Pırıl pırıl yeni aldığım kerpeteni de öbür elimde tutarken..

Cevâb veremiyor...

YARIN: Güvenlik nedir ne değildir harbiden çok fena devam edeceğim.

Yazının devamı...

Tüm dünyaya ceza keselim!

RTÜK, dini kavramlarla dalga geçiliyor diye Simpsonlar çizgi filmine ceza kesti. Dizinin o bölümünde karakterlerden biri bir başkasının dini inancını kullanarak onu şiddete yöneltiyormuş, Tanrı’nın olmadığına dair sözler söyleniyormuş, Allah şeytan’a kahve ikram etmiş falan...

51 bin 951 lira. Küsuratlı olmasının nedeni de havalı durması. Yani şunu diyor o en sondaki “1” lira: “Bu ceza kafadan hesaplanmadı! Suçlar toplandı, toplandı, her biri bir katsayı ile çarpıldı, üzerine vergiler, harçlar, rüsumlar bindirildi, yeniden bir katsayı ile çarpıldı, sonra mükerrer suç bindirimi yapıldı, sonra kanalın izleyici sayısı ile çarpıldı, sonra kanalın mal varlığı, sonra ideolojisi... Evet mesela Kürt kanalı olsaydı kesin daha yüksek bir kat sayısı olurdu... Yani diyor ki 60 bin TL deseydik, ciddiye alınmayacaktık, şimdi alınacağız...

İşte sahalarda görmek istediğimiz denetimler bunlar! Simpsonlardan çok daha hergele olan South Park’a da benzer bir ceza gelmişti bir kaç yıl önce. Yine tanrıyla ilgili bir durum vardı. İnsanların inançlarını incitmek kılıfıyla... Uyarı mı para cezası mı hatırlamıyorum.

RTÜK bir dünya kuruluşu olduğunu kanıtlıyor. Sahalarda Vatikan ile yarışıyor! Bravo. İkisi dini birer kurum ve vazifelerini yapmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Üstelik ne mutlu ki devletimiz bizim “dini değerleri koruma” kurumuna ceza kesme yetkisi de veriyor. Yani Vatikan’dan çok daha kuvvetli bir durumda bizim ilahi daire. Gurur duydum. Bundan sonra dünyaya açılsın. Amerikan, İngiliz, Fransız, İsveç kanallarını da denetlesin..

Efendim? RTÜK dini bir kurum değil mi?



Asabi ev kadını halleri

- Evde bir şey bozulur. Mesela kombi. Mesela koşu bandı. Mesela ocağın çakmağı... Aletin bozuk olduğundan yüzde yüz eminim. Ne yaptıysam çalıştıramamışımdır. Bu konularda beceriksiz de değilimdir. Kendi kendime çok şeyi tamir edebilirim. Neyse, servis çağırırım. Servis gelir, açma kapama düğmesine basar basmaz alet tıkır tıkır çalışmaya başlar. Hayır alçak kombinin en ufak bir arızası yoktur. Çakmak çakır çakır çakar. Bant fırıl fırıl döner... İşte o an servis elemanının yüzünde çok ama çok pis istihzai bir ifade oluşur. Dudağının sağ kenarı belli belirsiz oynar... Seni günün salağı ilan etmiştir ve ifadesinden de bunun anlaşılmadığını sanır... İşte o an elime balyoz alıp eşyayı kırıp “al, şimdi hakikaten bozuk. Tamir et” demek isterim. Garantiye girmesin, hiç önemli değil. Yeter ki o eşşeğin yüzündeki ifade bmbk olsun...

- Evdeki takım çantasından bir adet tornavida, kerpeten, alyon anahtarı veya başka bir şey eksik gördüm mü bütün mal varlığım yok olmuş kadar fena oluyorum. Sanki dişim düşmüş gibi o boşluğa bakakalıyorum. Eve girmiş çıkmış bütün ustaları arıyor ve onlarda mı diye soruyorum. Hepsi de anlaşmış gibi “ben almadım” diyor. Kahroluyorum, bildiğin gözyaşı döküyorum.

- Kitaplarımı kütüphanemde alfabetik sıranın dışında yerleştirilmiş halde görünce katatoniye girmiş gibi oluyorum. Aradığım kitabı bulmuş dahi olsam, kütüphaneyi düzenlemeden gidemiyorum oradan. Hayat duruyor.

Yazının devamı...

Köpeğin olayım köpekbalığı

Hayvanlar âlemine merakımı saklayacak değilim. Bilhassa cinsel hayatlarına duyduğum ilgi, arkadaşlar arasında geyik konusudur. Sincaplardan martılara her türlü ‘münasebeti’ bildiğim için her fırsatta dalga geçerler benimle.

Köpekbalığı da mazharımdan kaçmadı elbette. İstanbul Mecidiyeköy’deki Trump Tower’da Ocak ayına kadar “Köpekbalığı” sergisi var. İki gün önce yağmur felaketi sırasında kendimi köpekbalığının güvenli dişlerine, pardon, kollarına attım.

- Köpekbalığı hayranlık verici bir av makinesi. Şu bilgi bile yeter: Düşen dişin yerine 24 saat içinde yenisi geliyor! Peee!

- Dünyada 350 farklı köpekbalığı türü var. En ufağı 17 santimlik bir tür. En irisi 12 metre. Bırrrr...

- Köpekbalığı, gerizekalı görünümüne rağmen galiba denizlerin en yetenekli hayvanı. Çok gelişmiş, görme, duyma ve koku duyusunun yanı sıra (çok uzaklardan bir damla kanın kokusunu üstelik hangi yönden geldiğini bilecek şekilde alıyorlar) her canlının ürettiği elektromanyetik dalgaları da hisseden bir organları var. Kumun içine de girsen, betonun arkasına da saklansan gelip seni bulabiliyor yani. Zafer daima onun!

- En etkileyici olan bölüm donmuş bir köpek balığının donmuş bir ton balığının peşinde olduğu kutu... Kendinden büyük bir hayvana saldırabiliyor.

- Vahşetleri daha ana karnında başlıyor. Hemşire köpekbalığı denilen bir türün yavruları daha anne karnındayken birbirlerini yiyor. Kim sağlam kalırsa o doğuyor. Bu yüzden dişilerinin iki rahmi var ki en azından iki tane doğurabilsin diye.

- Pamuk balığı diye bir köpekbalığı türü okyanuslarda yapayalnız dolaşıyor. Dişileri, erkeklerin döllerini iki yıl kadar içlerinde saklayabiliyor. Yani canı ne zaman isterse o zaman döllüyor kendini. Peeee.. Ne güzel iş!

- Bazılarının burunlarında bile dişleri var.

- Dünyanın bütün sularında yaşayabiliyorlar. Hatta bir türü tatlı, suda ve nehirde bile!

- Büyük beyaz köpekbalığı, hiçbir şey yemeden İKİ ay dayanabiliyor.

- Köpek balığı yemek intihar gibi bir şey. Vücutlarında yüksek oranda cıva bulunuyor. İnsanın cinsel gücüne, rivayetin aksine hiçbir katkısı yok. Fakat köpekbalığı yüzgeci çorbası için çok fazla sayıda avlanıyorlar ve bazı türleri tükenme tehlikesi yaşıyor. Halbuki ekosistem için çok önemliler.

- Köpekbalığı ciğeri vitamini ve köpekbalığı kıkırdağı da faydalı değil.



Hakiki ecdat

Başbakanımız itiraz edince Muhteşem Süleyman’ı bir kez daha okuyayım dedim. Dizideki Kanuni, sanki daha iyi galiba!

- Kanuni Sultan Süleyman, babası Yavuz’dan çok daha amansız bir padişah. Sadece aile içinde durum şu: 2 oğlunu, 3 torununu ve bir damadını öldürttü. Şehzade Mustafa cinayetini gözleriyle gören hassas oğlu Cihangir’in de hastalıktan ziyade gizemli bir ‘suikast’ sonucu öldüğü iddia ediliyor...

- Uzun boylu, zayıf ve esmer. Sağ bacağında hiç iyileşmeyen bir kangreni var. Ataları gibi gut hastalığından mustarip.

- Yüzü çok solgun olduğu için yüzüne kırmızı bir pudra sürüyor.

- Yabancılarla konuşmuyor ve onlara gülmüyor. Yaşlanınca kimseye gülmüyor.

- İçki içtiğini yazdığı şiirlerinden anlıyoruz ancak ülkede içki yasağı uygulanıyordu. İçki yasağına sonra kahve yasağı da eklenmiş.

- Saraydaki doktorlar Türk ve Yahudilerden oluşuyordu.

- Gösterişi seviyor. Cuma selamlıkları çok görkemli oluyor. Ava felaket meraklı. Seferde değilse bu sefer de avda.

- Ülke süper güç olmasına süper güç ama başta Sadrazam Rüstem Paşa olmak üzere tüm paşalar rüşvetçi. Büyük anıtsal binalar yaptırıyor ama öte yandan yollar bakımsız, kervansaraylar ilkel, siviller tek katlı, kötü malzemeden yapılma evlerde oturuyor. (kaynak: Bu Mülkün Sultanları, Necdet Sakaoğlu)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.