Uzlaşamayız
.
Pazar günü, Fazıl Say’ın bilinmeyen bir “sen”e yazdığı mektubu yayınlandı Taraf Gazetesi’nde...
Aynı gün, çeşitli şehirlerde vereceği Anadolu konserlerine başlamıştı Say. Ben de Bursa’da bu turne kapsamında verdiği ilk konserini izledim...
1800 kişilik salon ağzına kadar doluydu. 1800 kişi hayranlıkla dinledi Say’ı. Defalarca bis istediler, bir selamını almak için dakikalarca kuliste beklediler...
Çok... Çok güzel çalıyor Fazıl Say... “Evet bunu biliyoruz, başka şey söyle!” derseniz başka ne denir bilemiyorum. Uzman değilim, daha ötesini de söylesem, berisini de söylesem bir önemi yok. Galiba. Klasik müziğin de böyle bir dokunulmazlığı var. Sıradan insanlar laf edemiyor.. Ben sıradan bir insanım.
O nedenle bir klasik müzikçi hayatı boyunca tek bir laf yemeden konserden konsere gidebilir. Klasik müzikçilere has “soğuk” selamlarını verip, etliye sütlüye karışmadan, imza, selam, hayranla fotoğraf hadiselerine girmeden “saygın, saygın”yaşlanıp gidebilir...
Fazıl Say, öyle yapmıyor. İrrasyonel olanı seçiyor. Kendisini, laf edilebilir hale getiriyor. Yazık ki ne ettiği lafları taşıyabiliyor ne de yediği lafları.
“Uzlaşabiliriz” demiş hiç de uzlaşmacı bir dil kullanmadığı mektubunda. “Sana öfkeliyim çünkü beni hiç anlamadın” diyor. Onu “öteki”, “elitist”, “batı uşağı”, “kafir” gördüğümüzden dert yanıyor. Eserlerini değerini bilmiyor olmamızdan, uzattığı eli tutmuyor olmamızdan şikâyet ediyor.
1800 kişi hayretle dinliyoruz... Acaba sen kendini öyle görüyor olmayasın?
Beni yalnız bıraktın diyor mahkeme kapılarında. Manipülasyonlar içindeki medyanı dinledin diyor. Lehinde yazan, mahkemesine elinde pankartlarla giden herkes gözlerimiz açık dinliyoruz...
Ülkesi, hayal ettiği ülke gibi olmadığı için çok öfkeli! Ben diyor İtri’yi, Veysel’i, Dede Efendi’yi baş tacı ediyorum sen bana yine arabeskle geliyorsun diyor “Sana kaç kere o kadınla gelme bu eve dedim!” diyen gelin-sevmez kayınvalide edasıyla...
1800 kişi hayatında belki de hiç arabesk dinlemedi. Sadece maruz kaldı...
Hâlbuki arabesk de bitti bu ülkede. Varsa yoksa Türkçe pop... Ki biz bile dönüş yolunda onu dinledik. Özel seçim değil, radyoda o çalıyordu...
Ama mesele o değil elbette. O istiyor ki halka durmadan diskur çeksin, halk da utanıp başını eğsin. Kimse ona laf yetiştirmesin. Öyle insanlar üstü, dokunulmaz, cevap verilmez bir yerde olsun. Sonra tıpış tıpış klasik müzik konserlerine gitsin, klasik müzik çalan radyo kanallarını açsın...
Ama öyle olmuyor işte. Sen birine “düşüksün” dersen o da sana “hadi ordan” der. Sen birine “vatan haini” dersen o da sana aynısını der. Toplum mühendisliğine soyunursan, o da sana 89 yılın birikimiyle “nah” çeker. Ya o lafı etmeyeceksin, ediyorsan da laf yediğinde sinirlenmeyeceksin.
İstanbul’a dönüşte, arabalı vapurda beraber çay içiyoruz. “Ne istiyorsunuz?” diyorum. “Boş salonlara mı çalıyorsunuz? CD’leriniz mi satmıyor? Gazetelerde yer mi almıyorsunuz? Herkesin tapmasını istemek.. Neden?”
“Kimse konuşmasın mı?” diyor. “Niye ben bir laf edince bakanından belediye başkanına, köşecisinden valisine herkes bana saldırıyor?” diyor.
“Belki de ettiğiniz laflar çok sevimsiz olduğu içindir” diyorum.
“Ama gerçekleri söylüyorum” diyor.
“Uzlaşmak bu mudur?” diyorum. “O zaman bu manasız teklif niye?”
Uzlaşamayız Fazıl. Uzlaşamadığımız müziğin değil ama. Kafan.