Şampiy10
Magazin
Gündem

Survivor İSTANBUL!!

Yer, İstanbul’un araba ve motosiklet parkedilmek suretiyle darlaştırılmış kaldırımlarından biri.

Kategori: Can güvenliği, maddi hasar

Kostüm: etek, topuklu pabuç ve anorak mont.

Seviye: Başlangıç.

Karşı takım üç hıyar erkek. Erkeklerin herbirinin elinde yanan bir sigara vardır ve sigara tuttukları ellerini sallaya sallaya yürümektedir. Sohbet koyudur, sokakta olduklarını unutmuşlardır.

Yarışmacının amacı, üstünü başını yaktırmadan rakip takımı geçmektir.

Bakalım “asabi cüce’’ lakaplı yarışmacımız bu zor görevi başarabilecek mi? O çok sevdiği pembe montunu sigara yanığından koruyabilecek mi? Uyardığı hayvan rolündeki adam ne cevap verecek?



Yer: Bir devlet hastanesi.

Görev: En kısa sürede gürültüsüz patırtısız dahiliye, genel cerahi,nöroloji, kulakburunboğaz, göz, psikiyatri bölümlerini dolaşıp sağlık raporu almak.

Kategori: Çeviklik, uyanıklık, sinir harbi.

Seviye: Orta - ileri.

Mesele: Muayene olacak olanlar randevulu ama sen değilsin! Randevu sistemi tıkır tıkır çalışırken senin görevin kimseyi üzmeden, bağırtıparaya kaynamak. Rakiplerin, sırasını zinhar vermek istemeyen bilinçli tüketiciler! En tehlikelileri “küllü açık sarı’’ denen renkte saçları olan (Kolleston 8/1) emekli kadınlar.

(Dış sesi kes! Sarışın kadına zoom in: “Sana randevu vermiyor olmaları beni zerre kadar alakadar etmiyor. Geberene kadar bekle, bana ne!’’)

Kan testi nedeniyle aç gelen ve bayılacak gibi olan çikolata saç renkli utangaç yarışmacımız “Küllü Açık Sarı’’ya direnebilecek mi?

Küllü Açık Sarı’nın esas amacı neydi? Silah ruhsatı raporu almak isteyen araya girecek miydi? Amarika’nın bu işte bir payı var mıydı?



Yer: Bağdat Caddesi.

Görev: Sarı dolmuş ile araçtan atılmadan sağ salim Kadıköy’e ulaşma.

Gün: Cumartesi.

Yardımcı oyuncular: Uykusu gelmiş

9 aylık bir bebek, hepsi kadın diğer

yolcular.

Kategori: Dayanıklılık, can güvenliği, karakter testi.

Seviye: Üst düzey profesyonel.

Birinci aşama: Boş dolmuş bulmak. 35 dakika içinde bulamayanlar eleniyor. aşama ruh hastası ve küfürbaz şoförün frene ve gaza manyak gibi basmaları sırasında bebeğinizi elinizden düşürmemek. aşama şoföre “Şoför bey! Biraz daha sakin kullansanız!? Bebek var!’’ diye uyarmak ve hemen ardından “bebeğini s...m!’’ lafını işitmek. Yarışmanın bu en zor bölümünde bakalım yarışmacımız nasıl tepki verecek? Dolmuştan inmeyi göze alacak mı yoksa zaten zar zor buldum diye sineye mi çekecek? Dolmuştaki diğer yolcular destek atacak mı yoksa hiç öyle korkunç bir laf edilmemiş gibi havalara mı bakacaklar? Facebook silahşörleri gerçek hayatta da savaşçı birer amazon muydular yoksa karaktersiz birer koyun muydular?

Hepsi bu pazar Survivor İstanbul’da!

Yazının devamı...

Hiç böyle ısınmamıştım yaşamaya

O, bana hep bir arkadaş, bir sırdaş, canımın içi tonton bir anneanne oldu. Çok kalabalık ve çok özel bir aile içinde sevilen, korunan, kollanan bir torun olma mutluluğunu yaşattı.

Anneannem seksenli yaşlara girdiğinde hastalığı da yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı.



Ailece bir karar vermemiz gerekiyordu. Ya oturup ağlayacak, kötü sonu bekleyecek ya da hastalığın hızını yavaşlatmak için mücadele edecektik. Biz ikinci yolu seçtik.

Hastalık hızla ilerliyordu. İlerledikçe de anneanneme olmadık roller yüklüyor, o da olağanüstü yetenekli bir oyuncu gibi bu rollerin hakkını veriyordu.

Derken yaz geldi. Aramıza kızımız Gamze’nin katılmasıyla anneannem için yeni bir dönem başladı. Gamze’ye duyduğu sevgi onu canlandırdı, eski neşeli günlerine döndürdü. Gamze’nin bakımı, altının değiştirilmesi, yedirilmesi, uyutulması anneannemin göreviydi. Böylece yaşama daha sıkı sarılıyordu.

Gamze’nin bebekleriyle o da oynuyordu. Bazen de onunla küçük ve kıskanç bir çocuk gibi didişiyordu.

Anneannem farkına olmadan beni büyüttüğü günlere dönmüştü. Gamze’ye Arzu diyordu. Zaman zaman rahmetli dedemle kendince bir boylamda buluşuyor, ona beni anlatıyordu. Kırk yıl öncesine dönmüş, o yılların enerjisine kavuşmuştu. Pazardan alışveriş yapıyor, nefis yemekler yapıyordu.

Hastalığı yavaşlar gibi oldu ama davranış bozuklukları giderek arttı.

Artık her an farklı kişilikte, farklı yaşta bir anneannem vardı. Bazen sekiz yaşında bir çocuk, bazen on sekiz yaşında uçarı bir genç kız, bazen çocuklarının, eşinin üzerine titreyen bir anne, bazen de 90 yaşında bir büyükanne.. An geliyor mutlu zengin bir hanımefendi oluyor hemen arkasından zavallı bir dilenciye dönüşüyordu.

Özetle tam “güler misin ağlar mısın” denecek bir durum. Ama biz ne güldük ne ağladık. Onu, o anda nasılsa, hangi yaşta ve kişilikteyse öyle kabul ettik. Ona göre davrandık.”



Bu satırlar fotoğrafçı Arzu Sandal’a ait. 10 yıldır Alzheimer olan anneannesinin fotoğraflarını an be an çekmiş.

Anneannesinin hikâyesinin geri kalanını okurken küçük bir çocuk gibi hüngür hüngür ağladım. Alzheimer gibi çok çok zor bir hastalık ancak bu kadar sevgi dolu anlatılabilir ve yansıtılabilirdi.

Fotoğrafların her biri bir tablo. Yaşlı bir kadını model olarak kullanmanın zorluklarını herhalde tahmin edersiniz. Gençlerin ve güzellerin hükmettiği bir dünyada o yaşlı kadının fotoğrafları bana o kadar manalı, o kadar sahici geldi ki...

Kitabın adı “Eyvah! Anneannem Ergen mi Oluyor?” Ozan Yayıncılık’tan. Arzu Hanım’ın amacı yakını Alzheimer olanlara bir nebze yardımcı olmak. Kitabın geliri de Alzheimer Derneği’ne gidiyor. (Başlık Edip Cansever’den)

Yazının devamı...

Sinirler sağlam kalsın, lazım olacak

Benim hayat sevincim olan bir ağaç vardı. Kavruk bir erik ağacı. İki bahardır (zira iki yıldır bu evde oturuyorum) mutfak penceremden onu izliyordum. Her yıl, ezik büzüklüğüne bakmadan çiçek açar sonra da meyve verirdi. Benim açımdan bir sanat eseriydi. Yamuk yumuk büyüdüğü için “ikebana” gibi bir şey olmuş... Çiçek de açınca, küçük mutfak penceremin kadrajında tam instagramlık bir kare oluyordu.

Bu yıl da açtı. Demiştim ya doğanın hep umudu vardır. Ülkenin politik gündemine hiç aldırmaz... Biraz daha çiçeklensin de öyle çekeyim fotosunu dedim. İki sabah önce uyandım, çayı demledim, pencereden ona baktım...

Yoktu!!!

Biri çiçekleri üzerindeyken kesmiş!!!

O ufacık, kimseye zararı olamayacak ağacı kesmişler!!!

Önce acaba yanlış yere mi bakıyorum dedim. Gözümü kapatıp, dün tam o saatte yaptıklarımı düşündüm. Tam olarak nereye bakıp gülümsediğimi hatırlamaya çalıştım. Gözümü açtım. Evet tam orasıydı. Zavallının ölüsünü bile anında yok etmişler...

Önce gidip hesap sorayım dedim. “Sen benim yaşam sevincimi nasıl kesersin!.. Ufacık gölgesinden mi korktun! Bari hazır çiçek açmış, bu yıl da meyvelerini verseydi” diye çıkışayım dedim. Elim montuma gidiyordu ki...

Vazgeçtim... Gözümün önüne, kaldırım kenarında elimde kanlı bir bıçak ile oturduğum geldi. Komşular ihbar etmiş, polisten önce muhabir arkadaşlar gelmiş ve şunu soruyorlar:

“Namus cinayeti mi hanfendi?”

Hanfendi demezler herhalde bir katile. Ne derler? Gençse “abla” diyecektir.

“Namus cinayeti mi abla?”

“He namus cinayeti.”

“Irzınıza mı geçtiler?”

“Benim değil. Doğanın”.

“Doğa kim? Kızınız mı?”

“.....”



Bir ağaç uğruna kavga edip bu hallere düşmek gayet mümkün... Abuk subuk bir şekilde haber olmak da şey üstünde tüy diyelim...

Derin derin nefes aldım ve ağacı unutmaya çalıştım. O erik ağacına karşılık beş başka ağaç dikmeye yemin ettim ve poğaçama yumuldum. (Boşuna balıketi değiliz... Bu halk yapıyor beni böyle) Gitmiş bir ağaç için sinir bozmak yerine inadına inadına ağaç dikeceğim. Dedim. Hem de tam da o hıyarın dibine dibine...

Fakat bir insan çiçeği üzerinde bir ağacı neden keser diye düşünmeyi ne yazık ki durduramıyorum. 3 gündür bir yandan evlatlık/koruyucu annelik işlemlerini yapıyorum (sana “deli değildir” raporumla geliyorum yavrıııım!) bir yandan bunu düşünüyorum. Empati çağına falan girdik ya şimdi milletçek, burada empati yapamıyorum mesela.

Manzarasını bozmuyor. Pisliği, tozu, yaprağı kendi bahçesine değil doğrudan benim arabamın üzerine düşüyor. Yani aslında ağacın ceremesini çeken benim. Bu durumda neden kesilir o capacanlı mahluk?

Bir gün mahallenin ağaç manyağı deli teyzesi olacağım diye ödüm kopuyor. Basında Ömür Gedik bir, Mutlu Tönbekici iki. Biri hayvancı biri bitkici...

Bu evlatlık bir an önce gelse iyi olacak. Ağaç peşinde koşarken hiçbir ciddiyetim kalmıyor köşecilik aleminde...

Neyse. Sinirler sağlam kalsın, lazım olacak...

Yazının devamı...

Bir evlat edinme hikayesi

Yavrucuğum

Şimdiden ünlüsün. Daha yoksun (daha doğrusu adın sanın belli değil, elbette ki varsın) ama epey bir takipçin olmuş. Millet meğer benim evlat edinme maceramı büyük bir dikkatle takip ediyormuş. Twitterlara düşmüşsün...

Açıkçası beklemiyordum. Ortalık başka meselelerle kaynarken, sana kavuşma hikâyemin ilgi çekeceğini sanmıyordum.

Annen ortalığı yine birbirine katmayı becerdi yavrum. (Normalde yavrum mavrum laflarını kullanmam, ağzımı alıştırmaya çalışıyorum, bilesin...) Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı İstanbul İl Müdürlüğündeki “talihsiz” başlangıcımı yazdığım dünkü yazımdan sonra beni hem İstanbul İl Müdürlüğünden hem de Bakanlıktan aradılar. Bir bilgilendirme hatası olmuş.

Konuyu uzatmayacağım. Bana değil de başkasına yapılsaydı demeyeceğim. Herkesin bir köşesi yok demeyeceğim. Maksat bağcı dövmek değil, üzüm yemek diyeceğim. Halkımıza örnek olmak diyeceğim.

Fakat uzun telefon görüşmelerinden anladım ki “koruyucu annelik” çok daha pratik bir uygulama. Daha esnek, daha az talebi olan bir sistem. Ve aynı sonuca varılabiliyormuş.

İnternetten okudum biraz ama pek bir şey anlamadım. Yarın, yine aynı binada, stajyer olmayan bir elemanla uzun uzun konuşacağız.



Nasıl bir yüzün olacak acaba? Yetimhaneden bir Kıvanç Tatlıtuğ beklemem pek isabetli olmaz herhalde. Tabi olay Rusya’da geçmiyorsa!

Ben salya sümük Cağaloğlu’nda bir pastanede oturur, herkese derdimi whatsapp’larken çok çılgın bir öneri geldi: Git Rusya’da bir çocuk al!

Meğer oradan çok kolay alınıyormuş. Amerikalı kadınlar gidip gidip öksüz çocuk alıyorlarmış Rusya’dan. Gerçi geçen aylarda Putin “biz çocuklarımıza bakarız, vermeyin Amerikalılara!” dedi ama “vermeyin Türklere!” demedi...

Bir diplomat tanımıştım yıllar önce. Adını vermeyeceğim eski Sovyetler Birliği ülkelerinden birinde görevliydi. Paçasında “baba, baba” diyen sarışın mavi gözlü dehşet güzel bir çocuk vardı... Bu piknik tip, esmer adamın nasıl böyle ateş parçası bir çocuğu olmuş diye içimden geçiriyordum ki anlattılar. Bir çocuk evlat edinmek istemiş. Çekik gözlü bir sürü çocuk göstermişler ama beğenmemiş bir türlü. Sonunda “Bana mavi gözlü bir çocuk bulun” diye açık açık talimat vermiş. Bulunduğu ülkede bulamayınca Rus yetimhanelerini soruşturmuşlar. Sibirya’da bulmuşlar. Bilmem kaç bin kilometre yol yapmış zavallı.

Hain olduğumuz için “Bu ne yav? Dekorasyon malzemesi mi evlatlık mı?” sorusunu sormadan edemedik tabii ama mavi gözleri sayesinde kendisine tapan bir babası olmuştu veledin. Şimdi 20 yaşlarına olmalı. Ortalığı cayır cayır yaktığından eminim.

Benim böyle ırkçı yaklaşımlarım yok elbette. Beklentim yakışıksız ama şeytan tüylü, boncuk gözlü esmer kavruk bir çocuk. A ah?! Niye oğlan deyip duruyorum ben?

Yazının devamı...

İlk raunt: Nakavt!

Sevgili kızım/oğlum

Seni evlat edinme çalışmalarımda bugün ikinci gün. Ama işler pek o kadar kolay gitmeyecek galiba.

Sabah erkenden uyandım. Ne giysem de memurların üzerinde iyi bir izlenim uyandırırım diye epey bir kafa patlattıktan sonra (sonuç: blucin + kazak +düz bot... hayatımın en anti seksi kıyafeti...En azından koltuk değneğini almadım..) Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı İl Müdürlüğüne gitmek üzere, (elimde Uluslararası İlişkiler diplomamla) Cağaloğlu’na yollandım. (Diploma çok mühim! Eğitim şart!)

Anan, böyle bir durumda bile iştahını kaybetmeyen bir kadın olduğu için uzun süreceğini sandığı görüşmeye gitmeden önce dönerli bir dürüm indirdi midesine haberin olsun. Sana da ısmarlayacağım, merak etme...

Kısa bir aramadan sonra binayı buldum. “Evlat edinme servisi” dedim “siz mi edineceksiniz?” dediler “evet” dedim “üçüncü kat” dediler.

Üç kat çıktım. Ve sonra gördüm tabelayı. Kapıyı tıklattım, içeri girdim.



Kimsenin beni kırmızı halıyla, havai fişeklerle karşılamasını beklemiyordum elbette. Ama daha sandalyeye oturup paltomu bile çıkarmadan stajyer kız 38 saniye içinde şu cümleleri sıraladı: “Biliyorsunuz di mi? Kurumdan evlat edinilen çocukla annesi arasına en fazla 40 yaş olması gerekiyor. 43 yaşındasınız. 1 yıl araştırmanız sürecek, sonra sıraya gireceksiniz. İki üç yıl da o sürer. O sırada 47 yaşında olacaksınız size ancak 7 yaşında bir çocuk verilir. O da pek olmaz zaten... Alternatifiniz özürlü, hasta veya ensest... Formu gerçekten istiyor musunuz?”

Zaten zor bir karar vermiş, oraya kadar gelmiş bir insana daha fena, ne söylenebilirdi? “Yaşlısın..” “Geç kaldın..” “Sana nah bebek veririz..” “Hatta büyük de vermeyiz” “Çok meraklıysan down, otistik, raşitik ve bol travmalı var..”

Çok merak ediyorum böyle bir yaklaşım karşısında soğukkanlılığını koruyabilecek kaç kadın vardır acaba? Hâlâ gülücükler saçarak “A elbette formu istiyorum! En sevdiğim çocuk tipi aile içi tecavüz sonucu dünyaya gelmiş, bol bol dayak yemiş, sokaklarda dilendirilmiş, suç ve şiddet ortamında büyümüş, yetersiz beslenmiş, bedensel ve zihinsel engelli çocuklardır. Her gece, evlat diye bağrıma bastığım çocuk beni uykumda bıçaklar mı endişesiyle yatağa girmek özel zevkimdir. Yok mu iki üç tane?” diyebilecek???

Varsa valla tebrik ederim!

Ben yavrum, o kadınlardan değilim bilesin. Bende formu dolduracak hal pek kalmadı. Elim ayağım dolaştı. Ağlamaklı oldum. Bildiğin zırlamaya başladım. (Tamam len.. Dalga geçme anneyle!)

Stajyer kardeş, adeta püskürtme timi olarak vazife görüyordu ve pek başarılı olmuştu... Formu kalemi elimden bırakıp dışarı attım kendimi.



Şeytan, en yakışıklı, en Kıvanç Tatlıtuğ haliyle “git Kıbrıs’a, seç katalogdan bir yumurta, seç katalogdan bir sperm, yap kendi çocuğunu” demedi diyemeyeceğim... Dedi.

Ama çocuğum, ben bir yola baş koydum. Seni bildik şekilde “doğurmayacağım”. Sen ve ben, kaderin başka bir oyunuyla bir araya geleceğiz... Bak gör...

Yazının devamı...

Gönül rahmi

Sana kavuşmak için bugün çok acayip şeyler yaptım sevgili kızım/oğlum... Kaymakamlığa gidip nüfus sureti, ikametgâh çıkardım. Gazeteden bordromu istedim. Seninle daha da güzel olacak olan evimin, pardon evimizin tapusunu ve fıldır fıldır gezeceğimiz arabamızın ruhsatını fotokopiledim. Adliyeye gidip savcılıktan “temiz” kağıdı da alacakmışım. Yüz kızartıcı bir suç işlememiş olmam gerekiyormuş... Dahası sağlık raporu da alacakmışım. Bulaşıcı bir hastalığımın olmaması lazımmış. İstanbul’un bir köşesinden bir köşesine gidip geleceğim yani... (Normalde sadece sevişmem gerekiyordu değil mi? Hahahaa..).

Gerçi sonra Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlüğü evlat edinme bürosuna telefon edince öğrendim ki ilk aşamada bunlar lazım değilmiş. Bunlara çok sonra sıra gelecekmiş. Annen gene ters taraftan başladı...

Telefondaki hanım çok nazikti. Yaşımı sordu. Medeni halimi sordu. Öğrenim durumumu sordu. Nerede oturduğumu sordu. Sonra istediğim zaman gelebileceğimi söyledi. Şimdilik sadece kimliğim ve diplomamla gelmem yeterliymiş.

Telefonu kapadıktan sonra güldüm kendi kendime. Galiba hayatımda ilk defa diplomam soruluyordu! Bugüne kadar girdiğim hiçbir işte diplomam sorulmamıştı. Sadece gazetecilikte değil ondan önceki işlerimde de... “Koskoca” Uluslararası İlişkiler diplomam kimsenin umurunda olmamıştı yani. O kadar ki diplomamı mezun olduktan 5 yıl sonra almıştım, o da basın kartı için. Yani formalite icabı. O da geçici diplomaydı! Aslını daha yeni aldım sayılır. Şimdi, ne tuhaftır, kariyerimle hiç ilgisi olmayan bir alanda diplomamı görmek istiyorlar.

Gülüyorsun değil mi? Ben de gülüyorum. Anneannene dua et sen! Son sene okulu bırakacağım diye salak salak tutturduğumda “S...ma bacağına! Al şu diplomayı, getir bana ver, sonra ne yaparsan yap” diye bağırmıştı.

Anneanneni göremeyeceksin ne yazık ki ama sakin bir kadındı. Dört yılda bir bağıranlar var ya onlardandı. O öyle bağırınca, kendime gelip finallere çalışmıştım. Hepsini de vermiştim iyi mi! Senin içinmiş bebeeem!

(Sevgili anne! Bizi izliyorsan yukarıdan... Gülümse!..)



Evlat edineceğim deyince çok komik tepkiler alıyorum biliyor musun! “Bakabileceğinden emin misin?” diyorlar mesela. “Hamileyim” deseydim kimse bu tuhaf soruyu sormazdı. Tebrik ederler, çok sevindim derler ama anneliğimden şüphe etmezlerdi.

“E ama” dedi bir başkası “başkasının çocuğunu altını falan... değiştirebilecek misin gerçekten?”

Başkasının? Sana emek vereceğim, zaman vereceğim, sevgi vereceğim, sabah akşam beraber olacağız, koynumda uykuya dalacaksın, rüyalarını bana fısıldayacaksın ve sen hâlâ “başkasının” olacaksın öyle mi? Altını değiştirirken aklıma bu gelecek öyle mi? Aklıma gelse gelse “pöfff... buna ben ne yedirdim yahu?” gelir.

Bunu söyleyen elbette bir erkekti. Sperm ve rahim aman ne değerli! Üstelik “Ben başkasının çocuğuna bakmam” diyenlerin bir kısmı hiç farkında olmadan “başkasının” çocuğuna bakıyor aslında...

Yarın bir dosya numarasıyla olarak “gönül rahmime” düşeceksin. Görüşmek üzere...

Yazının devamı...

Sevgili kızım/oğlum

Henüz yüzünü görmedim. Neredesin, ne yapıyorsun, kimsin, kimdensin onu da bilmiyorum. İlk defa bu sabah düştün aklıma.

Yatağımdan kalkmış, çayımı demlemiştim. Camı açıp derin derin nefes alırken... Kendi kendime “barış geldi” diye mırıldandım. Oğlum olsaydı, içim kim bilir ne kadar rahat ederdi diye düşündüm... En azından bir “ölüm” şıkkı silinmişti listeden...

Buz gibi havayı içime çekerken birden yüzün geldi gözümün önünde...

Belli belirsiz. O kadar ki cinsiyetin bile belli değil.

Dedim ki “Sen burada büyü! Bu evde gülücüklerini at! Ben sana, sen bana öğret. Birbirimizin hayat arkadaşı olalım.”

Sana kavuşmak için nereden başlayacağımı bilmiyorum. Beni zorlu bir yolculuğun beklediğini biliyorum. Bir sürü kağıt evrak formalite... İnsanlar evime gidip gelecekler, iyi bir anne olup olamayacağımı yarım saat içinde tartmaya çalışacaklar, dekorasyonumdan kitaplarıma, yatak odamdan sana vereceğim odaya kadar her şeyi didik didik edecekler... Belki komşularıma soracaklar, belki benim bile haberimin olmadığı “e-kayıt”larıma, “e-fiş”lerime girecekler... Nereye ne kadar harcama yapmışım, en son nereye seyahate gitmişim, eşim dostum kimdir... Kaç para kazanıyorum. Belki facebook hesabıma bakacaklar. Belki yazılarımı okuyacaklar.. Belki evimi gözetleyecekler... Belki mahkeme kayıtlarıma bakacaklar...

Bilmiyorum. Hiçbir fikrim yok.

Ama sana kavuşacağımdan eminim. O gül yüzünün burada güleceğinden, o komik tombul bacaklarınla burada yürümeye başlayacağından, o kocaman gözlerinle burada dünyayı keşfetmeye başlayacağından, bana en çıldırtıcı soruları burada soracağından, kucağına al diye burada ortalığı inleteceğinden, hasta olup beni burada kahredeceğinden, sonra iyileşip yine beni burada mutlu edeceğinden eminim...

İsmini ne koyarım bilmiyorum. “Barış” bugünler için pek uygun olur. Keza “Umut” da. Umut olursa isimlerimiz arasında sadece bir harf fark olur. Bunun esprisini yaparız.

Bu mektubu on yıl sonra okuyacaksın. Bana “neden o gün?” diye soracaksın. “Çünkü” diyeceğim “O sabah başka bir Türkiye’ye uyanmıştım. Uzun ama güzel bir yolun başlangıcında bir Türkiye’ye. Kaçmak yerine kalmak istediğim, kalıp daha iyi olması için uğraşacağım bir Türkiye’ye. Karavanımıza atlayıp her karışını güvenle gezebileceğim bir Türkiye’ye... Yamuk yumuk da olsa, harap dökük de olsa, beton yığını da olsa, en azından kavga etmeyen insanların Türkiye’sine...”

Omzunun tekini kaldırıp “bu kadarcık mı?” diyeceksin, “bu kadarcık” diyeceğim. Alt dudağını bükük “daha çarpıcı bir şey bekliyordum” diyeceksin. Ben de gülüp geçeceğim. Nereden bileceksin ki 30 yıldır anacığının bunu bekliyor...

Evet bu kadarcık...

Bu.. Ka.. Dar...

Yazının devamı...

Ey Türk Gençliği

Birinci vazifen MEDENİ olmaktır! Topraklarına barış geldiğinde “satıldık” çığlıkları atmak değil, buna sahip çıkmaktır!

“Ama şöyle olmuş, böyle olmuş, AKP yapmış, batı bastırmış” demeden, “kan uykusu” yerine “barış uykusunu” savunmaktır.

Savaşın neden çıktığını iyi bilip barışın kıymetini bilmektir.

Benim oğlum öldü seninki de ölsün dememektir.

30 yıldır şehitler ölmez vatan bölünmez diyordunuz. Alın işte vatan bölünmedi! Bölünmemesinin ne kıymeti harbiyesi var bilmiyorum ama harap Van, şenlikli Diyarbakır, kederli Siirt, yalnız Hakkari, muhteşem Mardin, güzeller güzeli Turabdin, kaderine terk içler acısı Bitlis, yolu yokuş Muş, zavallı Doğubeyazıt, karlı Ağrı, petrol manyağı Batman, doğa harikası Yüksekova, mağrur Tunceli, hiç ayak basmadığım Bingöl, çok sevdiğim Kars, dört kere dağına çıktığım Adıyaman, kurşunlandığım Çemişgezek, daimi ateş hattı Çukurca, Allah yardım etsin Şırnak, Cizre... Gördüğüm en güzel dağ Cilo... Ve Cudi ve Zagros ve Sümbül.. Ve Fırat ve Dicle...

Evet hepsi halen Türkiye Cumhuriyeti toprakları dahilinde! En fakir, en dökük, en işsiz, en bedbaht, en zavallı, en gecekondu, en yardıma muhtaç halleriyle TC sınırları içinde.

Ve ilan edildi ki kimsenin de başkaca bir niyeti yok. Al tepe tepe kullan! Git yatırımlarını orada yap mesela. Orada tatil yap. Oradan baraj gölü manzaralı TOKİ al. Hatta üzüm yetiştir, şarap imal et.

Mutlu ol artık! Bölücülük mölücülük yok artık. Havlu atıldı, görmüyor musun?

Bırak artık “mütemadi tatminsiz suratı ekşi Türkü” oynamayı.

Bugün Kürtlerin değil asıl Türklerin bayramıdır. Hiçbir şey kaybedilmedi. Toprak dediniz duruyor. Kan dursun dediniz duruyor.

Bu bir zaferdir!

Dahası barıştan daha güzel bir zafer olabilir mi? Bundan sonraki canlar kazanıldı. Silah baronlarına verilecek paralar (SENİN VERGİN!!) kazanıldı.

Ey Türk gençliği!

Facebook dışında da bir dünya var. Bir paragrafı bile zor bela okuyup edindiğini sandığın bilgi kırıntılarınla/kirliliklerinle suratını ekşitip “inanmıyorum ben böyle bir şeye... Tiyatro bu... Ay yani nasıl bu kadar gafil olabiliyorlar.. vatan hainleriÖ bu mudur yani?” demeden geleceğe bak artık.

Vatanseverlik naraları atmadan önce vatanseverlik nedir bir kez daha düşün!

Memleketin “kutsal” addettiğin ama ziyaret etmeyi hiç düşünmediğin topraklarını el şehidiyle “korumak” mudur? El çocuklarının, el kızlarını manasız bir inat uğruna ateşe atmak mıdır?

Medya kiralık, hükümet satılık, batı şeytan, oy verenler saftirik, bir akıllı, bir uyanık sensin öyle mi?

O kadar akıllıysan hakaret etmek yerine de ki şu şu şu olsun. De mesela hepsi harakiri yapsın. De mesela 20 milyon Kürdü Suriye’ye yollayalım. De mesela hem silah bıraksınlar hem dövelim. De mesela çocuklarını ellerinden alalım. De mesela orayı yerle bir edelim.

Bunlar Beyaz Türklüğüne uymuyorsa o vakit makul öneriler getir. Sen ne istiyorsun? Nedir seni bu kadar tatmin etmeyen?

Bundan sonra Aynur konserinde Kürtçe şarkılar söyledi diye sahneye pet şişe atamayacağın için mi korkuyorsun?

Deprem olduğu zaman cebinden üç beş kuruş gitmesin diye, “ama onlar terörist” diyemeyeceğin için mi korkuyorsun? Facebook’ta vatan-kan-intikam zırvalarını yapamayacağın için mi korkuyorsun?

100 yıldır sırasıyla Ermeni-Yahudi-Rum-Kürt düşmanlığıyla beslendin artık besinsiz kalacaksın diye mi korkuyorsun? Günlük faşist antrenmanlarını yapamayacaksın diye mi korkuyorsun?

Açık konuş: Ezberin dağılacak diye mi korkuyorsun?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.