Şampiy10
Magazin
Gündem

Gezi Parkı Direnişi’nden neler öğrendik

- TOMA: Bu tuhaf aracın aracı buymuş.

- DOZER: Galiba kullanması o kadar da zor değil. Çarşı grubundan biri sürüverdiğine göre.

- YÜZDE 50: Yaşıyormuş!

- ALET VE İLAÇLARIN FARKLI KULLANIMI: Deniz gözlüğü göz yaşartıcı gaza karşı, sirke biber gazına karşı, Talcit tahriş olan boğaza karşı, gaz kapsülü vazo, plastik mermi boncuk...

- TÜRKİYE İMAJI: Siyasetçiler “Türkiye’nin imajı bozuldu, rezil olduk dünyaya” dese de ben bu fikirde değilim. Eylemler sayesinde dünya, Türkiye’de uzun saçlı, rastalı, şortlu, askılı elbiseli, elinde kitap, elinde gitar polise karşı dimdik durabilen, TOMA’ların püskürttüğü suya direnebilen, yoğun biber gazına rağmen meydanlardan çekilmeyen, hayvan seven, eylemden sonra çöplerini toplayan, zeki, çevik, esprili ve cesur bir Türkiye gençliğinin de var olduğunu gördü. Deniz, kum, güneş, Nemrut, Kapadokya, çarşaflı kadın da bir yere kadar...

- TÜRKLER ESPRİLİYMİŞ: Bu eylemlerin en büyük kazancı grafitinin yeniden doğuşu oldu. “Yeter artık polis çağıracağım”, “O son birayı yasaklamayacaktın”, “İnsanı zorla anaşik ettiniz”, “Biber gazı cildi güzelleştirir”, “Milli içeceğimiz biber gazı” “Bu gaz bir harika dostum”, “Bize her yer Taksim”, “2 Ayyaşın torunları burada”, “Rabbime sordum #direngezi dedi” “Türküm, doğruyum, çapulcuyum”, “Park yıkmak yasaktır”, “Her yer Talcid, her yer direniş”, “Biz Adanalıyız, biber gazı bize komaz”, “İçimizdeki ölü vatandaşı kürtajla aldırdık” “sizde TOMA varsa bizde Drogba var””Biber gazlım, kask yüzlüm” “Şerif Restoran günün mönüsü: İleri demokrasi, Biber gazı, portakal gazı” “Biberliden sıkıldık, çilekli yok mu?” “İzmir’de polise çiğdem diyorlarmış”... Edepsiz, cinsiyetçi ve hakaret içerikli olanlar Gezi Park direnişçileri tarafından tek tek boyandı veya boyanmakta...

- VANDALİZM: Kahretsin ki var... Olmayaydı çok iyi olacaktı.

- DAYANIŞMA: Gezi Parkı’ndaki izzet ikram, kibarlıktan daha önce de söz ettim. Ama esas etkileyici olan doktorların, hemşirelerin çatışma yerlerine koşmaları, imamların camileri revir yeri olarak açmaları, insanların evlerinin adreslerini twittere atmaları, reklam ajanslarının gelin buyurun demeleri, büyük otellerin balo salonlarını eylemcilere açmaları, esnafın bedava çay, kahve, su vermesiÖ Bu esnafın, bu insanların hakkı nasıl ödenecek?

- ÖZÜR VE ÖZELEŞTİRİ: Bülent Arınç’ın konuşmasının ilk bölümü Türk siyasi tarihinde bugüne kadar görülmemiş bir şeydi. Demek ki yapılabiliyormuş. Demek ki olabiliyormuş. (Kendi özeleştirim: “Taksim meydanında 1 Mayıs yapmak, inşaat nedeniyle manasız ve tehlikelidir” demiştim daha önce. Yanılmışım. Çok daha âlâsı yapılabiliyormuş.)

Çağrılar

- Taksim dışında her yerden uzak durmak. Net!

- Bugün Miraç kandili. Taksim Gezi parkında ve Taksim Meydanı’nda içki içmemek. Böylece kaybedilen karşılıklı saygıyı yeniden tesis etmek.

- Biber ve göz yaşartıcı gazdan dolayı çok olumsuz bir şekilde etkilenen sokak hayvanlarını bir süreliğine evlerimize veya varsa hayvan pansiyonlarına almak.

- Beşiktaş Dolmabahçe arasındaki çatışmalarda yaralanan insanlar için sahra hastanesine çevrilen Dolmabahçe Camii’ndeki kirlenen halıların değişmesi için para toplamak.

Yazının devamı...

Biz sadece oturuyorduk anne!

Hayır hiçbirimizin derdi AKP’yı devirmek değildi.

Hiçbirimizin derdi Mustafa Kemal’in askeri olmak değildi.

Hiçbirimizin derdi yakıp yıkmak da değildi.

Hiçbirimiz memleketi ayağa kaldırmak falan istemedik.

Hiçbirimiz bir parti mensubu değildik.

Hiçbirimiz bir örgüt elemanı da değildik.

Ezici çoğunluk hayatında hiç pankart asmadı.

Ezici çoğunluk hayatında hiç cam kırmadı, taş atmadı.

Eylem ne bilmedi.

Adam gibi slogan bile atmadı.

Ezici çoğunluğumuz alkolik değil, madde bağımlısı değil, vandal, değil, barbar değil.

Biz 100 kişi ağaçların altında oturuyorduk. Ağaçların nöbetini tutuyorduk.

Sonra, sabaha karşı, tam en zayıf, en yorgun olduğumuz bir anda... Sinsice gelip üzerimize gaz ve su sıktılar.

Bunu duyan bir 100 kişi daha geldi. Yine sadece ağaçların altında oturuyorduk. Biraz da müzik çalıyor, kendimizce sloganlar atıyorduk.

Sabaha karşı, yine en yorgun anımızda geldiler üzerimize gaz sıktılar.

Sonra, Taksim meydanına çıktık. 100 kişi. Meydanın bir kenarında oturduk. Elimizde ne taş ne sopa. Ortamızda Sırrı Süreyya Önder.

Yarım saat sonra, dağılın bile demeden gaz sıkmaya başladılar. Ölümüne.

Bunu duyan on binler sokağa çıkmaya başladı.

Hiçbir örgütten emir talimat falan almadan. Evet Başbakanın dediği sosyal medya “bela”sı vasıtasıyla. Kendiliğinden. Yine eli boş, yine savunmasız.

O insanlar, analarının ak sütü gibi hak olan Taksim meydanına çıkmasınlar diye yapılmadık zulüm kalmadı. Sanki düşman askerleri kaleyi zapt etmeye çalışıyor da polis kaleyi koruyor.

İşte tüm Türkiye o zaman ayağa kalktı.

Gezi parkı, ağaçlar falan değil. O manasız, gereksiz zulümdü aranan “provakatör”.

Birbiriyle ilgisiz insanları mucizevi bir şekilde birleştiren o polis zulmüydü.

Tüm ülkede insanları sokağa çıkartan o zulümdü.

Taksim serbest oldu (neden yasaklıydı zaten?) insanlar hepten attılar kendilerini sokağa.

Cumartesi öğleden sonra oyuncusuyla esnafıyla insanları bir arada meydanlara çıkartan buydu.

İnsanları köprülerden yürüyerek geçirten buydu.

Aranan provokatör, iktidarın ta kendisi ve aygıtlarıydı.

Üç beş çapulcu dedikçe daha çok geldiler.

Hepsi alkolik dedikçe daha çok bilendiler.

İnadına orayı yıkacağım hatta AKM’yı de yıkacağım hatta cami’yi de yapacağım dedikçe...

Evet olanlar oldu...

Ne CHP ne başka bir parti veya örgüt...

Başbakan kimseye hediye etmesin bu spontane oluşumu.

Tüm olanları farkında olmadan organize eden başbakanın bizzat kendisi oldu.



Başbakan en tehlikeli oyununu oynadı. Halkın yarısını, halkın diğer yarısıyla tehdit etti.

“Bunlar bana değil, size yapıldı oy verenlerim” dedi.

“Senin seçtiğin lideri üç beş “çapulcu” devirmek istiyor” dedi.

Kıpır kıpır olduğunu söylediği tabanını da zor zapt ettiğini söyledi...



Biz sadece oturuyorduk anne.

Şimdi düşman edildik.

Kimse suçu bize atmasın.

Yazının devamı...

Tahrir değil ama şahane bir Türkiye çıktı!

- Olayın net özeti şudur:

Birçok insan Gezi Parkı için değil, polisin tutumuna tepki olarak sokağa çıktı. İktidara oy vermiş olanlar bile. Anahtar kelime: Orantısız güç. Bir eşeğin bile hassasiyetine dokunacak bir durumdur bu. Kimseye “sen daha evvel iktidara onay veriyordun ama, n’oldu?” demenin bir manası yoktur. Velev ki verdi. Polis zulmüne de onay vermek zorunda mı?

- Polis olmasaydı:

BBC Muhabiri şunu demiş: “Dünyanın birçok yerinde gösteri izledim, bu kadar çok gaz atıldığına hiç rastlamadım.” Dört gündür polis hiç durmadan gaz attı. Oturduk gaz attı, yattık gaz attı, kalktık gaz attı, yürüdük gaz attı... “Tamam ulen, gidiyoruz” dedik ardımızdan yine gaz attı... Hem de “s. git o...” diyerek. Yani gaz ve tazyikli su yediğim yetmedi bir de hakaret yedim. Bu nasıl bir kafa? Gündüz, Talimhane taraflarında tartıştığım bir polis şunu diyordu: “Derdiniz ağaç olsa PKK’nın yaktığı ormanları korurdunuz.” O ormanları PKK değil devlet yaktı demedim sadece “biz bu ağaçları istiyoruz” dedim. “Bırak ya.. Neye hizme ettiğinizi biliyoruz” dedi. “Neye?” dedim “PKK’ya” dedi. Neden gaz kapsüllerini mermi gibi nişan alıp alıp attıklarını anladınız mi şimdi? Aklınca “ceza” veriyor.

Demek istediğim: Polis olmasaydı, polis gelip çadırları yakmasaydı, polis gelip oturma eylemi sırasına üzerimize gaz ve su sıkmasaydı, polis yürüyen insanları yine gazla dağıtmaya kalkmasaydı, polis barikat kurmasaydı, polis bize PKK’lı muamelesi yapmasaydı... Tüm bunlar olmayacaktı.

- İyi ki oldu:

Halk, zulüm karşısında, hiçbir partinin, ideolojinin, derneğin, STK’nın, tarikatın yönlendirmesi olmadan toplandı. Üstelik sadece İstanbul’da Taksim’de değil, ülkenin neredeyse tüm illerinde. Bu çok ama çok anlamlı bir şeydir. Bir arada kalamazlar belki ama bir gece için bile tek yürek olabilmek, yeniden umut duymak için bir vesiledir.

- Türk televizyonculuğu bitmiştir

Yazılı medya değil ama televizyon medyası tam bir rezillik olduğunu açık ve seçik bir şekilde gösterdi. Akşam saatlerine kadar haber kanalları gayet güzel verirken gelişmeleri sekizden sonra birden sustular. NTV’de Vedat Milor bilmem ne dolması tarifi veriyor, Star TV güzellik yarışması yapıyor, ATV “Huzur Sokağı”nı veriyor... Yuh! Türkiye’nin, taraf ol veya olma, en karışık, en heyecanlı, en deli günü ve gecesi, sen tarak dolması tarifi ver!

Ama ne zaman, polis zulmü bitti, ne zaman “imaj zedeleyen” görüntüler sona erdi o zaman Taksim’e canlı yayına bağlanmayı akıl ettiler. Aferin! Hatta Beyaz ve Bugün TV, bağlanıp bir de anti propaganda yapmaya başladı! Bütün suçu Gürsel Tekin ve Mustafa Sarıgül’e atıp, hepimizi de provokatör ilan ettiler utanmadan. Evet Türkiye’nin yarısı marjinal, yarısı da provakatör! Bir akıllı sizdiniz...

- Bu bir Twitter zaferiydi:

Televizyonlar ne kadar sınıfta kaldıysa twitter o kadar yükseldi. İran’da olduğu gibi Türkiye’de de twitter üzerinden yapıldı tüm yönlendirmeler ve uyarılar. Tabii dezenformasyonlar da...

- Türkiye dayanışmayı yeniden keşfetti

Ben ömrü hayatımda böyle bir şey görmedim: Taksim’e gidiyorum deyince nalbur, maskeyi bedava verdi, eczane Talcit’i bedava verdi, baştan aşağı sırılsıklam olup bir eşofman almak zorunda kalınca butikçi sıkı bir indirim yaptı, oturduğum kafe para almadı, arkadaşlar dedi Beşiktaş-Üsküdar tekneleri para almamış.. Hadi bunlar küçük esnaf. Peki böyle işlere normalde hiç karışmayan zengin komprador otellere ne demeli?? En önce Divan Otel açtı kapılarını. Gezi Parkı’ndaki ilk gazlamalardan sonra kaçanlara su verdi, limon verdi. Sonra duyduk ki akşama doğru Hilton Oteli açtı kapılarını. Hatta o kadar ki “vay be bu gece Hilton’dayız he he he” diye tweet bile atıldı. Polisin “çıkarın bunları dışarı” tehditlerine kulak da asmadı. Daha sonra Taksim civarında oturanlar twitter’da ev adreslerini vermeye başladı. İhtiyacı olanlar gelsin diye. Yetmedi civardaki bazı oteller ve yabancı liseler de açtı kapılarını. Gönüllü doktorlar çeşitli yerlerde sahra hastanesi kurdu. Eczaneler sabaha kadar açık kalmaya karar verdi. İnsanlar sadece kendileri için değil başkaları için de fazla fazla maske, ilaç, atkı gözlük alıp dağıttı. Demek istediğim benim 40 yıllık hayatımda görmediğim bir dayanışma ruhu çıktı ortaya. Bu, kayda değer bir gelişmedir. Üç beş provokatör, beş altı marjinal diye küçümseyenlere duyurulur.

Yazının devamı...

Her ezandan sonra gaz

Yaptığımız çok çok sakin bir oturma eylemiydi. Polise hiçbir surette sataşmadık. Ne sözle ne taşlaÖ Merkezde, Sırrı Süreyya Önder oturuyordu, bizler de etrafında halka yapıp yere oturmuştuk. Ara ara sloganlar atılıyordu. Etrafımızda iki halka vardı. Biri basın halkası öteki polis halkası. Basın mensupları tecrübeli. Çoğunda gaz maskesi var. Ortadaki pasif direnişçilerin ise su, eşarp ve sloganları dışında hiçbir şeyleri yok. Bazılarının ekstradan limonu ve sirkeli suyu vardı. Arkamdaki kızlar, evlerinde kağıt mendilleri sirkelemiş, küçük torbalara koymuşlardı. Bir yerden öyle duymuşlar: Sirke biber gazının etkisini azaltıyormuş. Bazıları deniz gözlükleriyle gelmişti. Ama çoğunluğun fulardan başka bir şeyi yoktu.


Börek, su ikramı...

Ara ara slogan atıyor, ara ara şarkı söylüyorduk. Herkes birbirine bisküvi, börek, su ikram ediyordu. Arkamdaki kızlar sirkeli kağıt mendillerini paylaştılar. Çöpler, tıpkı gece gezi parkında olduğu gibi itinayla toplanıyordu. “Çevreci zibidiler, ortalığı pislettiler” denmesin diye. Hepimiz, üzerimize biber gazı ve tazyikli su sıkılacağından emindik. Bundan en küçük bir şüphemiz yoktu. Bilmediğimiz ne zaman gazlanacağımızdı. Sabah gazlamasından sonra hepi topu 6 saat geçmişti. Önceki sabah ezanından sonraydı bu da öğle ezanından sonra mı olacaktı?


Gaz ve tazyikli su yiyeceğini bile bile bir meydanda oturmakÖ İtiraf edeyim tuhaf bir his. Bir nevi 300 Spartalı olmak gibi. Canının fena halde yanacağını biliyorsun. Etkisinin uzun süreceğini de biliyorsun. Hastanelik olma ihtimalin de var. Fakat bekliyorduk işte... Milletvekilimiz ve kahramanımız Sırrı Süreyya Önder’in etrafında halka olmuş, elimizde durmadan tweet attığımız telefonlarımızla yerde oturuyorduk. Ne umuyorduk? Başbakanımızın gelip “a hadi ama çocuklar! Gelin anlaşalım. Kışlanın sadece kapısını yapalım. Ha? Ne dersiniz?” demesini mi? Bu hükümet, ömrü hayatı boyunca bir kere eylemcilerle görüşme yoluna gitmedi, bu sefer mi gidecekti? 1’de basın açıklaması yapacağını açıkladı Sırrı Süreyya Önder. Etrafımızdaki maskeli polis halkası giderek daralıyordu. Çok pis bir şey olacaktı ama ne? Fakat kimse yerden kalkmadı.


Baştan aşağı sırılsıklam oldum

Saat 1’de ezan okundu. Fularımı ıslatmaya başladım. Ezandan hemen sonra Sırrı Süreyya Önder basın bildirisini okudu. Daha bildiri okuma bitmeden “saldırı” başladı. Tazyikli su ve gaz bombaları aynı anda! Baştan aşağıya sırılsıklam olmam sadece 30 saniye sürdü. Suyun etkisinden kurtulup ayağa kalkmaya çalışırken az öteme gaz kapsülü düştü. Yüzümü ıslak fularla sarmaya çalışırken başka bir tanesi ayağımın dibine... Sonrasını sayamadım. Ses duyuyordum ama sisten bir şey görmem mümkün değildi.

Talimhane tarafına koşmaya başladım ama açıkçası yolumu göremiyordum. Nefes almadan ilerliyordum. Bir kız yürüyemez hale gelmiş yerde oturuyordu. Bir delikanlı bariyerlerle yaslanmış bayıldı bayılacak. Bir başkası yüzüne limon sürüyordu. Yüzüm har har. Gözlerim yaş içinde. Ama polis doymuyor: Havai fişek gibi patlatıp duruyor. Tamam dağıldık birader! Dur artık!


Çok açık:

- Maksat kalabalığı dağıtmak değil cezalandırmak

- Maksat toplumun huzurunu yeniden tahsis etmek değil huzuru iyice kaçırıp taleplerin halkın gözünde “saçma” olmasını sağlamak

- Maksat başkalarının gözünü korkutmak ve taviz vermez bir iktidar görüntüsü vermek.

Yazının devamı...

Has adam Sırrı Süreyya Önder

“Akıllı Şehir” konferansına katılmak üzere Amsterdam’a geldiğim gün, İstanbul Taksim’deki Gezi parkının yaşlı çınarları acımasızca kesilmeye başlanmıştı.

Ve bu memleketin bugüne kadar gördüğü en hakiki, en sahici milletvekili olan Sırrı Süreyya Önder kendini buldozerlerin önüne atmıştı.

Ağaçlar birkaç gün daha fazla yaşayabildi..

Sırrı Süreyya Önder benim oy verdiğim kişi. Kişisel seçmen tarihimde ilk defa oy verdiğim kişi meclise girdi. Yani oyum ilk defa SSÖ sayesinde boşa gitmedi.

Bugüne kadar, gerek İmralı heyetinde olmasından, gerek barış sürecindeki tutumundan, gerek kravatsızlığından, gerek Ankara’ya uzaklığından, gerek konuşma üslubundan, gerek söylediklerinden ötürü “oyumu iyi ki ona vermişim” diyordum. Yaptıklarını, söylediklerini görünce “evet bu adam beni temsil ediyor” diyor mutlu oluyordum.

İki gün önceki hareketiyle sadece milletvekilim değil aynı zamanda “kahramanım” oldu.

Bir milletvekilinin birkaç ağaç için kendini dozerin önüne atması bize o kadar uzak bir hareket ki, bu topraklarda, o kadar rastlanmayan bir şey ki, fotoğrafı görünce, herhangi bir vatandaş direniyor sandım önce...

Haberi okurken de durumun farkına varamadım bir türlü... Zira ihtimal vermediğim bir şey ve insan beyni, gördüğünü inkâr eden tuhaf bir organ.

Hâlbuki onunla, yani Sırrı Süreyya Önder ile o ağaçların altında demli çay içmişliğimiz var.

O ağaçların altında bana memleketin en ilginç ama yazılamaz bilgilerini vermişti.

O ağaçlar altında yeni romanından, senaryosundan söz etmişti..

Düşününce...

Onun o ağaçlar için kendini dozerlerin önüne atmasından daha doğal bir şey yok aslında...

Başka vekiller ek maaş, trafik ayrıcalığı isterken o sadece gölgesinde serinlediği ağacını istiyor.

İşte benim milletvekilim...

Ahmet Hakan, tankların üzerine çıkan Boris Yeltsin’e benzetmiş SSÖ’yü.

Benimse aklıma Tianemnan meydanında tankın önünde duran Çinli öğrenci geldi.

Ama başbakanımızın kararlılığı karşısında hangi ağaç dayanır...

SSÖ’yü değil ama ağacı vuracaklar az sonra...

Kışlanın sadece kapısı yapılsa?

“Bu ağacı kesiyoruz ama 500 kilometre ötede başka ağaçlar dikeceğiz.”

Bu şuna benziyor: Biz bu adamı öldürüyoruz ama yavrusunu büyüteceğiz.

Gezi Parkı’na, Topçu Kışlası’nı yeniden inşa etmenin daha “iyi” bir yolu da olabilirdi. Ben, Topçu Kışlası’nı yeniden yapma fikrine çok da karşı değilim. Zira, neye benzediğini merak edip küçük bir araştırma yapınca çok güzel bir bina çıktı karşıma. Bilhassa kapısı! Soğan kubbeli minik kuleleriyle Dolmabahçe Sarayı’nın kapısına beş basan çok sevimli, çok güzel ve görkemli bir kapı.

Maksat tarihe saygı ise, sadece kapısının yeniden yapılması yeterli olurdu. O vakit ne ağaçlar kesilmek zorunda kalırdı ne de şehir içindeki yegâne parkımız elimizden alınırdı. Çok da güzel ve anlamlı olurdu.

Ama kışlanın tamamını yeniden yapmak...

İşte tarihe saygı değil her santimi paraya çevirme telaşı...

Yazının devamı...

Kafası kıyak memleketten manzaralar

Amsterdam’da, kanal kenarında bir kafede oturmuş geçen tekneleri izliyorum. On binlerce turist, bu güzel şehrin keyfini çıkarmakta. Amsterdam’ın nadir güzel günlerinden bir gündeyiz...

Teknelerden birinde bir şampanya patlatıldı az önce. Başbakanımıza göre tüm kötülüklerin anasından bir şişe daha, “bağımlı” insanların midelerine gidecek. Ve daha sonra kim bilir ne kötülükler yapacaklar...

Yaptıkları en büyük kötülük galiba yaşanası şehirler yapmak. İnsanların bisikletlerle dolaştığı, yeşil, gürültüsüz, temiz, huzurlu şehirler. Dahası “akıllı”. Ama o konuya sonra geleceğim.

Hollanda 10 milyonluk bir ülke. 40 bin kilometre karelik yüzölçümü ile Türkiye’nin 19’da biri. Yılda 700 milyarlık üretim yapıyorlar. Türkiye kadar. Nüfusla kıyaslarsak Türkiye’den 7 kat verimli bir ekonomileri var. Yıllık kişi başına alkol tüketimleri ise 9,5 litre. Türkiye’nin 1,5 litrelik tüketimiyle karşılaştırırsak pek “ayık” sayılmazlar..

Toprakları, Türkiye ile kıyaslarsak pek az. Üstelik taşıma. Zamanında gemilerle orada buradan getirmişler. Ve bu koşullarda dünyanın en önemli tarım ürünü ihracatçısı. ABD ve Fransa’dan sonra dünya üçüncüsü. Yılda 55 milyar dolar kazanıyorlar tarımdan.

Türkiye “içmiyor” ve içmesi de istenmiyor ama hepi topu 5 milyarlık tarım ürünü ihracatı yapıyor.

Türkiye’de “ayık” kafalar en verimli ovalara sanayi kurdular. Mesela Bursa’ya. Mesela Adapazarı’na. Patates değil araba üreteceğiz dendi. Şeftali kimin işine yarar dendi. Hollandalının gemilerle getirdiği toprakların üzerine beton döküldü. Memleketin en güzel, en yeşil, en verimli şehri leş bir endüstri çölüne çevrildi.

Ama bir Shell, bir Unilever, bir Philips, bir Tomtom çıkamadı. (Hepsi Hollanda markaları)

Gereğinden “ayık” olduğumuz için mi acaba?



Gençleri “deli” gibi içiyor ama dünyanın en çok üniversiteye giden halkı da yine Hollandalılar. Dünya üçüncüsü. (Türkiye 30. sırada)

Daha fenasını da söyleyeceğim şimdi: burada eşcinseller de evlenebiliyor...

Korkunç, korkunç.... Tamamen bitmişler.. di mi?

Da... Neden bizden daha huzurlu, daha zengin, daha eğitimli, daha sağlıklı, daha güler yüzlü, daha çalışkan, daha verimli, daha akıllılar?

Ama lütfen biz kendi kendimizin propagandasını yapmaya devam edelim.

Onlar aile değerlerinden habersiz, ahlaksız, dejenere, azgın insanlar bak biz ne güzel birbirimize “ölümüne” bağlı insanlarız diye asılsız iddialarla teselli olalım.

Aile içi şiddet (ki buna bol bol

tecavüz de dahil) en çok bizde olsun ama olsun. Onlar sarhoş, onlar ahlaksız, onlar aile değerlerinden uzak diyelim biz yine de.



Amsterdam’da, kanal kenarında bir kafede oturmuş geçen tekneleri izliyorum. Baktım bir baba, 10 -11 yaşındaki oğluna tekne kullanmasını öğretiyor. Dümeni çocuğa vermiş, “şöyle yap, böyle yapma” diyor.

Ayyaş işte... Ne anlar babalıktan

di mi... Varsa yoksa çocuğunun altını bir kere bile değiştirmemiş, bir kere bile bir kaşık mama vermemiş Türk babaları...

Yazının devamı...

Cezaevlerindeki çocuklar hangi nesle giriyor?

Bugünkü haber yine tüyler ürpertici. Pozantı ve Antalya Çocuk Cezaevleri’nden sonra, İzmir Şakran Çocuk Cezaevi’den de çocuk mahkûmlara kötü muamele edildiği haberleri geldi. Çocuk mahkumlar, cezaevi müdürlerinin kendilerine düzenli olarak işkence uyguladığını söylüyor!

Raporu hazırlayan Çağdaş Hukukçular Derneği İzmir Şubesi. Aldıkları duyumları değerlendirmek üzere 22 Mayıs’ta cezaevinde görüşmeler yapıyorlar ve bu korkunç gerçeği ortaya çıkarıyorlar.

Mahkum çocukların ifadelerine göre “Birinci Müdür Emrullah” ve “İkinci Müdür Ercan” ile “Başefendi Uğur” ve diğer gardiyanlar kendilerine sürekli şiddet uyguluyor. Kameralar kapatıldıktan süngerli odaya götürülen çocuklar elleri ve ayakları plastik kelepçeyle kelepçelendikten sonra gardiyanlar tarafından dövülüyor.

- İkinci Müdür Ercan, bir mahkumu odasında dakikalarca 40-50 santim uzunluğunda bir hortumla dövüyor. Çocuğun dayak sonrası kolları ve bacakları morarıyor.

- Çocuklar, gardiyanlar tarafından ağır bir şekilde dövüldükten sonra, “müşahede odası” denen, içinde bir yatak, musluk ve tuvalet olan 23 metrekarelik hücrelere kapatılıyor. Günlerce hücrede tutulan çocuklar günlük bir saat havalandırmaya çıkıyor. Geri kalan süreyi hücrede tek başlarına geçiriyor. Cezaevinde toplam 22 tane hücre var ve bunlar hiçbir zaman boş kalmıyor.

- S.D., cezaevinde yaşadığı işkenceler nedeniyle yaklaşık bir ay önce çamaşır deterjanı içerek intihar girişiminde bulunuyor. Aliağa Devlet Hastanesi’nde dört gün tedavi görüyor.

- Çocuk mahpuslardan İ.A., tutuklanmadan önce geçirdiği bir kaza nedeniyle gözü yaralıyken cezaevine giriyor. Tutuklandıktan sonra tüm taleplerine rağmen tedavisinin yapılmaması nedeniyle gözü artık görmüyor.

- Fıtık hastası olan ve ameliyat olması gereken S.D, 21 Mayıs’ta Aliağa Devlet Hastanesine götürülüyor. Doktor olmadığından işlem yapılmadan geri getiriliyor. Hastane çıkışında jandarmalardan biri, çocuğun kolunu sırtına doğru kıvırarak arabaya bindirmek istiyor. S.D.’de kolunu çok çevirdiğini ve canının yandığını belirtiyor. Bunun üzerine askerler S.D.’nin üzerine çullanarak, darp ediyor. S.D.’nin yüzünde, burnunda, boynunda ve kollarında morluk, yara ve çizikler tespit ediliyor.



Pozantı’da olanları hatırlatalım: Kürt çocuk mahkumlar, cezaevi yönetiminin bilgisi dahilinde yetişkin mahkumlar tarafından düzenli olarak tecavüze uğruyordu. Geçen sene İnsan Hakları Mahkemesine başvurunca durumdan haberdar olduk.

Ancak çocuk mahkûmlar galiba kayıp nesil olarak kayıtlara geçti. Kimsenin umuru değil.

Kafası kıyak olmasın gerisi no problem

- Kafası kıyak nesil istemiyoruz ama ortalamanın çok üstünde çocuğun suça karışması no problem. (Avrupa ülkeleri arasına üçüncü)

- Kafası kıyak nesil istemiyoruz ama hapse düşmüş çocukların hapiste sistematik olarak hapishane çalışanları tarafından işkence görmesi, diğer mahkumlar tarafından tecavüze uğraması no problem..

- Kafası kıyak nesil istemiyoruz ama Avrupa’nın EN kötü üniversite ve liselerinde okuması no problem. (Türk öğrencileri, eğitim kalitesi bakımından AB ülkeleri arasına son sırada. OECD ülkeleri arasında da ortalamanın çok altında. )

- Kafası kıyak nesil istemiyoruz ama dünyanın EN az okuyan gençliği olması no problem. (İngiltere ve Fransa’da düzenli kitap okuma alışkanlığı %21, Türkiye’de %0.01)

- Kafası kıyak nesil istemiyoruz ama dünyanın EN yardım sevmez nesli olması no problem. (Tüm dünya ülkeleri arasına sondan yedinci. Gönüllü çalışma, bağış yapma, sosyal hizmet bilinci SIFIR)

- Kafası kıyak nesil istemiyoruz ama aile içi şiddete en çok maruz kalan nesil olması no problem. (Her iki çocuktan biri)

Yeter ki içki içmesin, yeter ki öpüşmesin, yeter ki porno seyretmesin...

Yazının devamı...

Öpüşemedik ey Ankara!

Dün, birkaç gün önce Ankara metrosunda yapılan “Sayın yolcularımız lütfen ahlâk kurallarına uygun hareket ediniz” anonsuna inat, Ankara’da Kurtuluş Metro durağında gençler (ve daima genç kalanlar) buluşup öpüşme eylemini gerçekleştirecekti.

Yazık ki arzu ettiğim gibi olmadı. Zira Akit Gazetesinin kışkırtmasıyla toplanan başka bir grup insan, tam eylemin olacağı saatte ortaya çıkıp “tekbir” getirdiler. İki grup arasına çevik kuvvet girdi, tatsızlık çıktı. Yazıyı teslim ettiğim sırada haber akışı devam ediyordu.

Mahalle baskısı, apaçık bir mahalle zorbalığına dönüşmüş duruma. Kendilerini akıllarınca daha ahlaklı sanan bir grup insan, son derece zararsız ve sevimli bir “sivil itaatsizlik” eylemini piç etti.

Bu insanlar ne kamu malına zarar vereceklerdi ne de senin ulaşımını engelleyeceklerdi. Sen araya girmeseydin, öpüşüp kahkahalarla oradan ayrılacaklardı.

Yıllardır dikkat çekilmeye çalışılan tam da buydu aslında. Mahalle baskısı, metropol zorbalığına işte böyle dönüşüyor.

Öpüşme eylemi, gerçekleşebilseydi çok çok şahane bir eylem olacaktı. Bazılarının aksine böyle eylemleri anlamlı buluyorum. “Hayat biçimime dokunma!” deyip duruyoruz ama cesur bir şekilde çıkıp eylem koyamıyoruz.. Yapılabilseydi, bir arada yaşayabileceğimize dair umutlarım devam edecekti. Ama görüyorum ki imkânsıza doğru gidiyoruz.

Hadiseyi kışkırtan Akit Gazetesi. Başındaki kişi “akil” insan. Onun aklıyla Türkiye “barış”a gidecek hesapça öyle mi?

Barış’tan anladıkları ne acaba?

Sokakta öpüşenlerden rahatsız olanlar:

- Yüzde yüz yalnızdır.

- Yüzde yüz mutsuzdur

- Yüzde yüz tatminsizdir

- Yüzde yüz eziktir

- Bir kere bile yurtdışına çıkmamıştır.

- Tek bir Fransız filmi seyretmemiştir.

- Bir kere bile âşık olmamıştır.

- Kuvvetle muhtemel görücü usulü evlenmiştir veya evlendirilecektir.

- Az ötede birisi karısını dövse müdahale etmeyecektir.

- Hayatında bir kere bile yolsuzluk, rüşvetçilik, dolandırıcılık, hak yemek gibi hakiki ahlaksızlığa karşı bir duruşu olmamıştır.

- Dini de peygamberi da zerre anlamamıştır.

- Bir çiçeği sulamamıştır.

- Bir düşene yardım etmemiştir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.