Şampiy10
Magazin
Gündem

Gezi’deki ağaçların kökleri her zemini oynattı

Bu ülkede yaşamak hakikaten çok heyecanlı. Sabah nasıl bir ülkeye uyanacağını bilmeden yatağına giriyorsun.

Bir arkadaşım vardı. Dünyanın en tatlı insanıydı. Her gece uyumadan önce bedeniyle vedalaşırdı. “Çoğu zamanı iyi, şu kadar zamandır beraberiz. Bazen ben sana eziyet ettim, bazen sen bana. Ama genel olarak iyi bir beraberliğimiz oldu. Bugüne kadar beni sağ salim taşıdığın için teşekkür ederim. Hakkını helal et. Yarın olur da görüşemezsek vedasız ayrılmış olmayalım...”

En son gece de vedalaşmış mıydı bilmiyorum. Uykusunda kalp krizi geçirerek ayrıldı aramızdan... Uyandığında bedeni yanında değildi artık...



Türkiye de öyle bir ülke. Uyumadan önce vedalaşmak gerekiyor. Hem de aklınıza gelen her şeyle.. Aklına gelebilecek ve gelmeyecek her şey yarın uyandığında yok olmuş olabilir.

Ağacın, börtün, böceğin, kuşun... Evin, araban, yolun... Okuduğun gazete, izlediğin kanal... Oy verdiğin parti... Ama en önemlisi eşin ve dostun. Uyanıyorsun ve bakıyorsun artık yoklar!



Gezi Direniş’i kalplerde de bir deprem yarattı. İnsanlar, birbirlerini Gezi Direniş’ine karşı tavırlarıyla tartar oldu.

Orada olmak veya orada olmamak, desteklemek veya desteklememek arkadaşlığın, ahbaplığın devam etmesine veya durmasına neden oldu.

Sabah öğreniyorsun ki dostun seni “unfollow” etmiş.

Sabah bakıyorsun ki facebook’ta seni arkadaşlıktan çıkarmış...

Sokakta görüyorsun buz gibi. Veya yüzünde müstehzi bir gülümseme..

“A parka gitmemişsin?”

Veya tam tersi... “Artık gelmiyorsun?..”

Neyin niçin olduğunu anlamıyorsun bile... Sabah uyanıyorsun ve o gitmiş senden...



Tuhaf günler yaşadık..

Gezi’deki ağaçların kökleri, her zemini yerinden oynattı.

Hayırlara vesile olsun..

Yazının devamı...

#diren1940kafası


Mesele çok belli ki bu bir iktidar değil devlet meselesi. Bildiğin paranoyak 1940 devlet kafası.

Marjinal gruplar ve dış mihraklar diye tutturdular şimdi. Meğer bütün operasyonlar marjinal gruplara yönelikmiş. “Siz bilmiyorsunuz aranızda canlı bombalar” var denilip duruluyor...

Meğer canlı bombalar bize zarar vermesin diye koruyormuş bizi devlet!

Devlet bizi korurken 4 kişi hayatını kaybetti, 55 kişi ağır yaralandı, 91 kişi kafa travmasına uğradı, 10 kişi gözünü kaybetti, bir kişinin dalağı alındı... 5 kişini hayati tehlikesi devam ediyor. Bir canlı bomba bu kadar zarar verebilir miydi acaba?

İstanbul Valisi Mutlu daha da İLERİ giderek ilk gün çadır yakanların da MARJİNAL GRUPLAR olduğunu söyledi dün!

Ben TRT’de bir takım içi geçmiş amcaların “bu kesinlikle planlı bir hareket, bir saat içinde insanların meydan meydan nerede toplanacağı emri geldi. Önceden planlanmış olmasa kim nereden bilecek o meydanları” diye konuşmalarıyla twitter’de dalga geçerken (Toplanılan meydanlar: Taksim, Kızılay ve Gündoğdu. Türkiye’nin en meşhur üç meydanı. Burada toplanalım demek mi dev organizasyon?) dünkü Yeni Şafak gazetesi “Twitter Örgütü” manşetiyle çıktı!

MİT Kontrespiyonaj Dairesi, Emniyet Genel Müdürlüğü Siber Suçlarla Mücadele Dairesi ve Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’nun ortaklaşa hazırladığı ve Başbakan’a verilen raporda yürüttüğü çalışmada tespit edilen isimler ve sosyal medya çalışmaları rapor olarak Başbakan Erdoğan’a verilmiş.

Gezi olaylarını alevlendiren Twitter’daki mesaj trafiğinin merkezinde dört isim yer alıyormuş. Biri Gezi olaylarında öne çıkan bir özel üniversitede görev yapıyor, diğeri ise gazeteciymiş. Biri de yabancı uyrukluymuş. Bu isimler halkı kışkırtıcı mesajları ve polis müdahalesini gösteren fotoğrafları sistemli şekilde yaymış. 31 Mayıs ve 1 Haziran’da tam 15 milyon mesajı tetikleyen bu kullanıcıların Tunus, Libya, Mısır, Yemen ve Bahreyn’deki gösterilerde de aktif olarak yer aldıkları öğrenilmiş.

Vay canına! Ve en aklı başında saydığım muhafazakâr kimseler de buna inanıyor ya! Bak zaten CNN International da boşuna 10 saat yayın yapmamışmış...

Eh 6 Erasamus öğrencisi de Gezi Parkı’nda yakalanmamış mıydı?

Üstelik Erdoğan’ın, Tunus ve Mısır’daki kalkışmalara “Özgürlüklere sahip olmanın haysiyetli mücadelesi” demesine de girmiyorum..



Görünen o ki, “bu halk bize bir şey anlatmak istiyor” dememek için devletin bütün organları takla üzerine takla atmakta. Emniyetinden MİT’ine, Valilik müfettişlerinden yandaş basınına tüm birimler, 7/24, Gezi Direnişinin dış mihraklarca organize edilmiş, aslı astarı, mesnedi olmayan menfur bir hareket olduğunu kanıtlama çabasında.

Çılgın bir mesai ile başbakana bu yönde raporlar hazırlamaktalar.

Ve ben ufak ufak anlıyorum ki 1 ay sonra şöyle bir rapor çıkacak:

“Amerika, Avrupa ve Suriye’den çevreci adıyla gelen 5 kişi sözüm ona ağaçlar adına Gezi Parkı’nda çadır kurdu. Erasmus öğrencisi adı altında Türkiye’de bulunan casuslar görevlerinin başına geçti. Kendilerine Yunan, Rus, İngiliz, Doğu Timor ve Moritanya diplomatları tarafından haber verilen dış basın Türkiye’ye geldi. Faiz lobisi, otellerinin balo salonlarını barınak ve revir haline getirdi. Sonra bir sabah gelen emir üzerine marjinal gruplar Gezi Parkı’ndaki çadırları yaktı. Bunun olmasını bekleyen biri yabancı uyruklu olmak üzere 4 kişi daha önceden hazırladıkları metinleri ve fotoşoplu fotoğrafları twitlemeye başladı. İlk üç gün amaçladıkları ayaklanma gerçekleşmeyince BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ile anlaştılar. Daha önce çekildiği belli olan Önder’in fotoğrafları sosyal medyaya servis edildi. CHP’nin aygıtı Halk TV Washington’dan ve Şam’dan gelen emir üzerine canlı yayına geçti. Ergenekoncu Türk basını fırsattan istifade olayla ilgilendi. Bunun üzerine başörtülü kadınlara saldırı ve tacizler oldu.”

Peki 4 ölü, 55’sı ağır olmak üzere yüzlerce yaralı nereden çıktı?

“Gezi direnişçileri içip içip birbirleriyle kavga etmiştir.”

Buna harbiden hazır olalım. #direndevlet

Yazının devamı...

Yaralı eylemci taşımayan ambulans


Başörtülü kadınlara kendilerini “eylemci” sanan alçaklar tarafından yapılan saldırıları ilk lanetleyen yazarım. (11 Haziran 2013.) Böyle şeyler olabileceğini tahmin ederek “Kimseyi incitmeden, incinmeden” diye bir yazı da yazmıştım. (7 Haziran 2013)

Yukarıda Allah var. “Gezi Çapulcularından hiçbir tepki, lanetleme, kınama duymadık” denmesin. Üstelik vazife olsun diye değil, çok da samimi duygularımla yazmıştım.

Tekrar ediyorum: Başörtülülere yapılan saldırılar iğrençtir. Kabul edilemez. Başörtülülerin kendilerini huzursuz hissetmeleri, belli semtlerde sokağa çıkmakta tereddüt etmeleri çok üzücü ve utanç vericidir. Gezi direnişinin ruhuna aykırıdır. Benim o kişilerle hiçbir ortak yanım yoktur. Ben zaten devletin polis vasıtasıyla uyguladığı şiddet nedeniyle sokaklara çıkmışım, kadına şiddeti mi onaylayacağım?

Başörtülü kadınların maruz kaldığı şiddet nedeniyle Gezi Direnişçileri suçlanıyor. Dahası polisi uyguladığı şiddet nedeniyle ölenlerin de vebali direnişçilere yükleniyor.

Polis şiddeti ile vatandaşın vatandaşa şiddeti aynı şeyler midir ve kıyaslanabilir mi? Vatandaşın vatandaşa şiddeti nedeniyle (tüm bunlara sebep olan) polis şiddet mazur görülebilir mi? Hatta artması yönünde iktidar tarafından emir verilebilir mi?

Hayır.

İkisi çok farklı şeylerdir. Devlet şiddeti ve vatandaş şiddeti kıyas bile götürmeyecek iki farklı şiddettir.

Hiçbir şiddet, devlet şiddeti kadar şiddetli ve sistemli olamaz.

Devlet, her gücün sahibi. Ordu, polis, yargı, sağlık, eğitim...

28 Şubatta canı yanmışlar bunu çok iyi bilir. Mevcut olunan dönemin “makbul olmayan” vatandaşı isen hayatın her anlamda, her noktada ve her saat karartılabilir.

Az evvel eylemler sırasına yaralananlara bakan doktorlara “izinsiz revir açmaktan dolayı” soruşturma açıldığını okudum. “Biz bu suçu işlemek için yemin ettik ve işlemeye de devam edeceğiz” diye cevap verdiler.

Sağlık Bakanlığı, “Sağlık hizmeti sunma mekanları ve merkezleri bellidir. Yasadışı veya izin dışı uygulamalar yapıldığında da tabii savcılık gereğini yapar” demiş.

Öyleyse şu hikaye de girsin kayıtlara:

Çatışmaların yaşandığı ve yüzlerce yaralının hastanelere taşındığı cumartesi gecesi, 112 Acil Servis’e bağlı ambulanslara “yaralı eylemci taşımayın!” dendiğini duydum mesela dün. Adı bende saklı özel bir hastaneye yaralı geliyor ancak Şişli Etfal’e nakledilmesi gerekiyor. Tanıdığım hemşire 112’yi arıyor. Telefona çıkan “yaralı, eylemci mi?” diye soruyor. Hemşire tanıdığım “evet” diyor. 112 servisindeki kişi “biz onları taşımıyoruz” deyip telefonu kapatıyor. Hemşire, istenirse tanıklık edecek.

Devlet, bir kesimin canını okumak istiyorsa işte böyle yaralısını bile taşıtmaz.

Yazının devamı...

#diren koruyucu anne

Sevgili oğlum

Uzun zaman oldu sana yazmayalı. Kusura bakma. Ortalık çok karıştı, ondan.

Hatırlarsan sana en son mektuplarımı barış sürecine girdiğimizde yazmıştım. Nevruz’dan sonra, içimin umut dolduğu bir pazar sabahı, seni edinmeye karar vermiş, ertesi gün de başvurmuştum.

Kaburgalarımı kırdığım için başvurumun geri kalan belgelerini bir türlü tamamlayamıyordum, geçen gün tamamlayıp teslim ettim. Perşembe günü Sosyal Hizmetler’deki ablaların gelip yeni evine bakacaklar. Benim de bir an evvel merdivenlere kaydırmazlık bandı yapıştırmam gerek. Aldım da elim değmedi bir türlü. Ortalık da seni beklerken fena halde karıştı. Yeni nesil, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ayaklanmasını gerçekleştirdi! Hani şu bir halttan haberleri yok denilen Y kuşağı!

Gerçi itirazım var! Ben de oradaydım. Ta başından beri. Oturma eyleminde gazlananlar Y kuşağı falan değildi çünkü onların o vakit bundan haberi yoktu daha. Onlar cici bici üniversitelerinde derslerine giriyorlardı o saatte. Orta yaşlılar hiç yokmuş gibi yapılıp duruluyor, bırak orta yaşı bildiğin yaşlı kuşak bile vardı bu sefer. Onlar da kalabalık yarattılar, onlar da bağırdı, onlar da biber gazı ve su yedi. Ama nöbeti anında devralanlar gençler oldu doğruya doğru. Taşan enerjileri ve heyecanlarıyla (ve de bilinçsizlikleriyle) çadırını, yastığını, yorganını kapan Gezi Parkı’na gitti. Başıboşluğunu düzenini, anarşinin armonisini yarattılar.

Şimdi düşünüyorum da bu ayaklanma bilerek gençlere hediye edilmek istendi galiba. Hani bir nevi 20. Yaş hediyesi gibi. “Tebrikler kızım/oğlum, al sana bilinçlendin hediyesi: Gezi Direnişi” Buyur omzunda güzel bir yük. Artık sorumlusun!

Kavuşmamıza az zaman kala kara kara düşünüyorum: Senin kuşağın nasıl bir şey olacak acaba? Geçen i-Pad ile oynayan 3 yaşında bir çocuk gördüm. Her dokunuşunda bir şeylerin patladığı bir bebek aplikasyonu mu ne yapmışlar... Geberiyordu mutluluktan! Bu yazıyı sabahın köründe yazıyorum. Dün gece sabaha kadar gene Taksim’deydim. Şehir dışından gelen ablama ve arkadaşına her noktasını dolaştırdım. Gümüşsuyu barikatlarını, Taşkışla barikatlarını, pembeye boyanmış patlak dozerleri, Gezi Parkı’nı, oradaki çadır alanlarını, bostanı, her tür ihtiyacın ücretsiz giderildiği “sivil inisiyatif” bölümünü, sahra sinemasını, reviri, kütüphaneyi... Göremeden anlamak mümkün olmayan o şahane, ucube, ütopik, çapul “Gezi İnsanat Bahçesi”ni...

İtiraf edeyim her gün gittim oraya. Çünkü her gün “bu sondur, bir daha göremeyeceksin” dedim kendime. Türkiye’de bir daha böyle bir şey olmaz. En azından İstanbul’un göbeğinde, bu kadar geniş katılımlı ve heyecanlı olmaz.

Sabah, gün doğmuş, Lale’de çorbamızı içmiş, son çayımızı da trafiğe kapatılmış Sıraselviler caddesindeki barikat önünde içmiş ve son fotoğraflarımızı çekmişken evlerimize döndük. Ben Beşiktaş’a doğru giderken, karşı taraftan da içi polis dolu onlarca otobüs geliyordu. Anladım ki parti bitti... Bir buçuk saat sonra da Taksim operasyonu yapılmaya başlandı. Gezi’ye dokunmayacağız dedi Vali ama adım kadar eminim ki parkın iki, bilemedin üç günü kaldı.

İşte ben Gezi Parkı’nda yarı gazeteci yarı direnişçi olarak çapuldarken telefon geldi ve kavuşmamıza az zaman olduğunu öğrendim .

“Bu dünyaya çocuk getirmek istiyorum #direngezi” diye bir duvar yazısına değdi gözüm dönerken. O yazı orada kalmayacak bugünden itibaren. Ümitte TOMA tazyikli suyu ve Çevik Kuvvet biber gazı bulaşacak.

Annen, seni işte böyle bir haliyeti ruhiye içinde büyütülecek. Hazır mısın?

Yazının devamı...

Galiba hiçbir şeyi layıkıyla yapma yeteneğimiz yok

Gezi Parkı Direnişi güzellemeleri almış başını gitmişken, başörtülü kadınların “sitemlerini” artık duymazlıktan gelemeyeceğim.

Daha önce de yazmıştım. “Kimseyi incitmeden, incinmeden” başlıklı yazımda başörtülü kadınlara yapılan son derece çirkin tacizlerden uzak durmamız gerektiğini, kendinizi “öteki” hissettiren iktidara karşı gelirken yanı başınızdaki “kuzen”inizi incitmenin alemi olmadığını yazmıştım.

Dün Yeni Şafak yazarı Fatma Barbarosoğlu’nun “Sen Gezi’de hür, ben evde mahpus sevgili kuzen” yazısını okurken anladım ki o hiçbir zaman onaylamadığım sokaktaki başörtülülere saldırı hadiseleri yine hortlamış.

(Fatma Barbarosoğlu’nun yazısından)

“Sen Gezi Parkı’nda eylem koyarken, destek medyası aman da başı örtülüler ile mini etekler yan yana kanka diye haber yaparken ben nasıl yaşadım son bir haftayı hiç merak ediyor musun?

Ben bir haftadır Bağdat Caddesi’ne çıkamıyorum, hatta aksam 7’den sonra evden çıkamıyorum. Niye mi? Sizin ‘Gezi’de şu anda tesettürlü birine eylemlere destekçi diye laf söylenmiyor olabilir, ama Cadde’de yüzüme küfrediyorlar. Karşı komşumuzun başındaki örtüyü çektiler başından. Sokakta yanımızdan geçerken bize korna çalıyor insanlar, bazı komşularımız zınk diye selam vermeyi kesti. Her aksam tencere tava sesleri bana beni bu ülkede görmek istemeyen insanların haykırışı gibi geliyor. Eylemcilerin arasında böyle düşünmeyen var ama emin ol genel olarak dindarlara ve başımızdaki örtüden dolayı da en bariz hedefler olan bize yöneliyor süngünün ucu.”



“Delil yok, fotoğraf yok” sığlığına girmenin alemi yok. “Oldu” diyorsa olmuştur. “Kendimizi tehdit altında hissediyoruz” demesi bile benim için yeterlidir.

Zira bütün mesele zaten BU!

Başbakan “yüzde 50’yi evde zor tutuyorum”, dedikten ve o yüzde elli de havaalanında “ez de ezelim” diye haykırdığından beri ben de kendimi tehdit altında hissediyorum.

İkisi aynı şeyler değil (biri spontan bir şiddet öbürü manipüle edilmiş bir şiddet) ama aynı fiili durumu yaratıyor:

Kendini güvende hissetmemek.

Polisinden korkmak, askerinden korkmak, amirinden korkmak, komşundan korkmak, sokakta az evvel aynı dondurma kuyruğunda olduğundan korkmak...

Gezi Direnişi’nden çıkan sonuç bu olmamalıydı.

Bu ülke tam da bu nedenle yaşanmaz bir yer haline gelmişti.

Önce devletinden sonra komşusundan (ki daha incitici olan budur) korktuğu için milyonlarca farklı renkte, dinde, ırkta, siyasal görüşte insan göçtü gitti bu ülkeden.

Bunları aştığımızı düşünür, geri kalanların istedikleri dilde, istedikleri kılıkta, istedikleri inançta, istedikleri sembollerle dolaşabildiğini düşündüğümüz günlerde...

Gezi Direnişi’nden çıkan sonuç bu olmamalıydı.

İnsanların başı kapalı kadınlara saldırdığı, yandaş basının da eylemcilere türlü iftiralar atıp sokağa çıkamaz hale getirdiği günler değil.

Yazıklar olsun...

Yazının devamı...

Mevzuat Hazretleri

İki gün önce Murat Menteş’in çok güzel bir yazısı vardı:

“Resmi ve gayri resmi danışmanlar bir türlü ‘Artık devir değişti, bu insanlar ideolojik şablonlarla düşünmüyor, kavgacı değiller, bakın bin türlü espri yapıyorlarÖ Duvarlara ‘Mustafa keser’in askerleriyiz!’ yazıyorlar’ demeyi akıl edemiyor! Başbakan ile halkın arasına giriyorlar. ‘Yedirmeyiz’miş! Bu saçma sapan, bayağı lakırdıyla gerilimi tırmandırıyorlar. Çünkü onlar da demode siyasetin bir parçası. Ve çatışma sayesinde varlık kazanıyorlar.”

Siyasi iffetten söz ediyor bugün Hüseyin Çelik. Kılıçdaroğlu’nu iffetsizlikle itham ediyor. Ve fakat hemen sonrasına Gezi olaylarını yeniçeri ayaklanmalarına benzetiyor. “Hoşafın yağı kesildi” gibi sudan sebeplerle kelle avcılığı yapan yeniçerilerden söz ediyor. Ve yine bayat “AKP’yi çekemediler, 14 illegal örgüt var işin içinde (daha önce 7 demişlerdi), dış mihrak, darbe, Ergenekon” retoriğine bağlıyor. Demokrasi dersi veriyor. Hesapça.

Ne tesadüftür ki The Economist’in bu haftaki kapağında Erdoğan, 3. Selim pozunda ve kılığında yer alıyor. Fazladan elinde bir gaz maskesi var. “Demokrat mı Sultan mı?” diye de soruyor dergi. The Economist, Erdoğan’ı padişaha benzetmek isterken bilerek mi yeniçeri ayaklanmasında kellesi giden 3. Selim’i seçti yoksa pozu mu hoşlarına gitti bilemiyorum. Zira 3. Selim bir 4. Murat veya Yavuz Sultan Selim gibi “kanlı” bir padişah değildi.

Ama meselemiz bu değil. Demokrasiden en çok söz edenlerin demokrasiden, çok seslilikten en az haberdar olması. Yunanca “dimos” halk demek. “Kratis” ise iktidar. Bürokrasi ise devlet memurlarının iktidarı demek.

Bürokratlık nasıl bir hastalıktır bilmiyorum. Devlet “hizmetine” giren hemen hemen herkes nasıl oluyor da 1940 kafasına yani memurun iktidarı kafasına giriyor anlamadığım bir şey.

Bakıyorsun en medeni, en dünya, en memleket görmüş kişi bile bir iki yılda değme bürokrat olmuş, dış mihrak, illegal örgüt, provokasyon diyerek, meydanlardaki insanların zekalarıyla alay etmeye başlıyor. “Bizim bildiklerimizi siz bilmiyorsunuz, bir takım şeylere alet oluyorsunuz” blöfüyle de demodeliklerini, bayatlıklarını, ezikliklerini örtbas etmeye çalışıyorlar.

Peki diyelim ki öyle. Diyelim ki 7 düvel bir araya geldi ve bu direnişi organize etti. Diyelim ki üç beş ağaç sever de bu işe alet oldu.

O kadar akıllı ve istihbarat doluysan senin vazifen bu komplolara müsaade etmemek ve ta başından akıllı manevralarla sokağa dökülmüş halkı doğru bir şekilde manipüle etmek değil midir?

Hakaret ederek, aşağılayarak, alay ederek kışkırtmak, sonra polisi ölümüne üzerlerine salmak nasıl bir ferasettir? Nasıl bir komplo savarlıktır? Madem güya elinde bir dolu istihbarat var, insan böyle olacağını bile bile ortamı kızıştırır mı? Devletin bir kanadı (Abdullah Gül ve Bülent Arınç) ortamı yumuşatmaya çalışırken onları da rezil edercesine hala aynı sertliği sürdürür mü?

Çok açık ve net: Krizi yönetemediniz. Bilemedin belki de bir çay ikramıyla çözülecek bir meseleyi bir memleket kalkışmasına çevirdiniz. 3 cana mal oldunuz.

Ama klasik mevzuat hazretleri gereği kuyruğu dik tutmaya çalışıyor ve yalan dolan istihbaratlar sürüyorsunuz şimdi önümüze.

Bu “danışmanlar”, bu istihbarat kaynakları nasıl bu kadar yalancı olabiliyor, nasıl bu kadar alçak olabiliyorlar aklım almıyor. Polis şiddetini maruz göstermek için daha ne yalanlar söyleyecekler çok merak ediyorum.

Fakat bildiğim bir şey var ki bu bayat 1940 kafasıyla eğitimli, çağdaş AKP tabanını da ikna edemiyorsunuz.

Başbakanı, büyük bir kalabalık karşılasın diye yollanan SMS’lerden birine şöyle yanıt vermiş bir AKP’li: “Gelemem, direnişteyim.”

Yazının devamı...

Bu hareketin lideri kim olmalı?

Gezi Parkı eylemi, kim ne derse desin kendiliğinden, partisiz, örgütsüz başlamıştır. Partiler ve örgütler, İstanbul Bağımsız Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in dediği gibi “ambulansın açtığı yoldan gelen taksi” gibidirler. Ama güzel olan şu ki kimse onlara bu spontan oluşumu kaptırmadı. “Fikrini kapan” parka geldi. Park, emsali az görülecek bir ideoloji fuarına döndü. Gitmemek, görmemek ciddi söylüyorum büyük bir kayıp. Başörtülüler arasında yayılan “bize saldırıyorlar” dedikodusunun aslı astarı yok. Parkta Miraç kandili de kutlandı Cuma namazı da kılındı! Son nokta bu Pazar, bir papazın gelip sabah ayinini orada yapması olur herhalde..

Tersinden lider arayışı

Bu oluşumdan bir şey çıkar mı? Bir “Çapulcular Hareketine” dönüşür mü? Aranan muhalefet bulunur mu? Sosyal medyada tartışılan bu.

Peki böyle bir harekete nasıl bir lider yakışır?

- Yaşı en fazla 45 olmalı. 40 olursa daha iyi.

- Saçları gür, çok kısa kesilmemiş, hafif dağınık olmalı.

- Takım elbise, lacivert, kravat giymemeli, takmamalı. Ama giydikleri yakışmalı.

- Esprili bir dili, güzel bir Türkçesi olmalı. Konuşmalarında sokağın vülger olmayan dilinin izleri olmalı. Dizilerdeki, reklamlardaki esprileri kullanabilmeli.

- Digital dünya onun için çocuk oyuncağı olmalı. Notebook, ultrabook, i-Pad, tablet, android telefonlar elinden düşmemeli. Sosyal medya eğlencesi olmalı. Zello’yu dış mihrak, Whatsapp’ı illegal örgüt sanmamalı.

- Twitlerini danışmanları değil kendi atmalı. Ve twitleri parti propagandası değil “hakiki” olmalı. Günlük hayata dair twitler atmalı.

- Futboldan, basketboldan anlamalı. Real Madrid, Barcelona derbisini bilmeli. Liverpool taraftarlarının “You will never walk alone’’ şarkısından haberdar olmalı.

- Kulaklık takarak Mp3 dinlemeli. Münir Nurettin Selçuk’tan, Hafız Burhan’dan, Kani Karaca’dan, Hamiyet Yüceses’ten, Neşet Ertaş’tan, Zeki Müren’den, Tarkan’dan, Ceza’dan, Ahmet Kaya’dan haberdar olmalı. Mp3 listesi ele geçirilmeye çalışılmalı.

- Rap dendiğinde “geçiniz”, blues dendiğinde “anlamam”, hip hop dendiğinde “serseri işi” dememeli.

- Nazım Hikmet’in de, Necip Fazıl’ın da bu ülkenin değerleri olduğunu bilmeli.

- Elinde sadece tablet değil bestseller kitaplar da olmalı. Beğenip beğenmediğini bilmeliyiz. Olumlu veya olumsuz eleştirileri güdük kriterler üzerinden olmamalı.

- Güncel konulara anteni açık gezmeli. Danışmanlara ihtiyaç duymamalı. Veya danışmanları arasında bir fırlama da olmalı.

- Tarihi ve coğrafyayı lisede okuduklarından kat be kat ve farklı perspektiflerden bilmeli. Kinle değil bilgiyle konuşmalı. İnsanlık suçlarını sahiplenmemeli. Bu konudaki duruşu net olmalı.

- Bisiklete, motosiklete binebilmeli.

- İnsanların içine sadece seçim zamanı (göstermelik) değil normal zamanlarda da olmalı. Filmi sinemada izlemeli. Çay bahçesinde çay içebilmeli. Karısının veya sevgilisinin elini tutabilmeli.

- Karl Marx kadar olmasa da sosyalizmi, Adam Smith kadar olmasa da kapitalizmi bilmeli.

- Psikolojiden, halden, ruhtan anlamalı. “Onlar şöyledir böyledir” demek yerine “gelin hele, bir çay için, soluklanın, nedir istediğiniz” diyebilecek biri olmalı.

- Kavganın, savaşın, hoşgörüsüzlüğün çözüm üretmediğini bilmeli. İyi niyet ve hoşgörünün insanın yüzüne de yansıdığını bilerek bağırmadan, sinirlenmeden ve diyaloga açık bir şeklide konuşmalı.

(Fikir verdiği için Yavuz Taftalı’ya teşekür ederim)

Yazının devamı...

Kimseyi incitmeden, incinmeden

Taksim’in mevcut durumu şu: Anne baba şehir dışına gitmiş, evde bir hayli şirazesinden çıkmış çılgın bir parti verilmiş, kristal kadehler kırılmış, Çin vazosu çatlamış, gümüş kaşıklar eğilmiş, avizeden konfetiler sarkıyor, mobilyaların içi dışına çıkmış, her yer boyanmış, çizilmiş.. Ve şimdi toparlanması gerekiyor.

Görmeden anlamak zor. İstanbul İstanbul olalı bu kadar deli, bu kadar manyak, bu kadar dağınık, bu kadar “rüküş”, bu kadar “yüklü” bir Taksim meydanı görmemiştir herhalde...

Bu kadar gündür bu kadar “serbest” bırakmaları da ilginç... İstibdat devrinde yetişmiş bir on iki eylül çocuğu olarak şaşkınlıklar içinde olduğumu itiraf etmeliyim.

Benim bildiğim Türkiye’de çoktan sıkıyönetimin ilan edilmesi gerekiyordu.

Artık toparlanma zamanı.

Kanaatimce Gezi Parkı hariç her yerin ivedilikle eski rutin haline getirilmesi gerekiyor.

Zira kimimizin çok komik, çok zekice, çok hergele bulduğu birçok şey kimileri için çok incitici.

“Aman onlar da katlanıversin biraz” demek de eylemin felsefesine aykırı.

Zira madem “özgürlük”, madem “yaşam biçimime saygı” diyoruz o zaman bunu herkesin yapması gerek. Şikayetimiz “kim güç kazanırsa öte tarafı aşağılıyor, sınırlamaya kalkıyor” değil miydi?

Yıllarca Kemalist rejim dindarların yaşam biçimini küçümseyip onların onları istemedikleri biçimde şekillendirmeye kalkmadı mı?

Ve tam da bu nedenle küskün, sitemli ve kindar bir “yarım” oluşmadı mı?

O vakit, tüm ideolojilerin fuarı haline gelen ve Miraç Kandili’nin de kutlandığı “Gezi Ruhu”nu geliştirelim, karşı tarafın değerlerini aşağılamayalım.



Bunu, sözde eylemci şehvetiyle ve (sözde) zafer sarhoşluğuyla idrak etmenin zor olduğunu biliyorum. Ben de başörtülü arkadaşım, “bana hiç komik gelmiyor” diyene kadar algılamamıştım.

Ki bilirsiniz empati kurma konusunda, karşılıklı saygı konusunda elimden geleni yapan bir insanım.

Baktım ki onun algıda seçiciliği ile benim algıda seçiciliğim farklı çalışıyor.

Güldüğüm her lafta geçen ismi değiştirerek (mesela çok değer verdiğim bir ismi koyarak) yeniden okudum ve o zaman anladım...

O vakit status quo ante.

İcat olduğundan beri: Provokasyon

İcat olduğundan beri: Provokasyon

- Hiç bu kadar içi boşaltılmamıştır.

- Hiç bu kadar yanlış yerde aranmamıştır

- Hiç bu kadar yanlış imla ile yazılmamıştır

- Hiç bu kadar fotoğrafı karartmak için kullanılmamıştır

- Hiç bu kadar bayıcı olmamıştır

Sizler, “benim çocuğum kötü değil ama arkadaşları kötü” demeye devam etmek istiyor olabilirsiniz ama hakikat bu değil. Meydanlara, hiçbir (legal veya illegal) örgüt, dış mihrak, kıskanç komşu, beter süpergüç olmadan toplanan insanlar arasında kırıp dökenler “provokatör” değil bildiğin düz andaval, öküz, hırbodur... Bu adamlara “provokasyon” gibi zeka isteyen bir nitelik yüklemeyin lütfen.

Ha “bir kesimi, bir kesime karşı kışkırtmak” derseniz o zaman yaralı tedavi etmek maksadıyla alelacele revire dönüştürülen camide “toplu seks yapmış bile olabilirler” diyen iblislere dönüp bakmak lazım ama sanırım onları da “içimizdeki düz andaval, öküz, hırbo” olarak kategorize etti çok şükür insanlar.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.