Şampiy10
Magazin
Gündem

Sevgili kızım sen bana gökten zembille indin

Bu saate kadar ‘gaipteki çocuğuma’ yazıyordum, oğlum/kızım karışıyordu artık tamamına erdik rahat rahat “sevgili kızım” diyebiliyorum.

Sen şimdi bana tam anlamıyla gökten zembille indin. Yeni kuşaksın, ‘zembil’in ne olduğunu bilmezsin. Hemen açıklayayım: Sepet demek. Hazırdan örülmüş bildiğin saplı sepet. Farsçadan gelmiş Türkçeye. Aslı “zanbîl”. (Anan kelimelere biraz meraklıdır, her şeyin aslını astarını illa bilmek ister, şimdiden hazır ol, kafanı zar zar ütüleyecek...)

İlk gecemiz, hadi itiraf edelim biraz komik geçti... Sen de ben de şaşkaladık.

Bana gelene kadar yurt disipliniyle maşallah pek güzel yetişmişsin. Bir önceki yazımda da dediğim gibi Çocuk Esirgeme Kurumu’nun Bahçelievler’deki 0-2 yaş bakım yurdu tek kelime ile MÜKEMMEL! Gördüğüm en pahalı, en lüks kreşlerden daha güzel, daha sıcak, daha konforlu ve aynı zamanda 5 yıldızlı bir hastane kadar temiz ve titiz.

Dediğim gibi bir İsviçre saati olmuşsun! Acıkma saatin belli, uyuma saatin belli, su içme saatin belli... Hatta galiba kaka saatin bile... Üstelik sallamadan, uğraşmadan kendi kendine uyuma becerin de var. Harika! Aslında tam istediğim gibisin.

Ve lakin gel gör ki anan öyle değil... Hahahaha! Her daim her yere ya geç kalır ya da son saniyesinde yetişir... Planladığı hiçbir şeyi saatinde, saati geçtim gününde yapamaz..

Ama artık işler değişti. Artık sensin söz konusu olan...

Hamile kalmadan anne olunca acayip oluyor. Sen gelmeden 2 hafta öncesine kadar Gezi’de yatıp kalkıyordum düşünsene! Şimdi ise seni üç saatte bir, fiks saatlerde beslemem gerekiyor. Gündüz hadi tamam ama bu gece de aynen böyle devam ediyor. Yani gece 11, sabah iki, beş ve sekiz seansların da var.

Peheee! Sabah beşi ve sekizi görmeyeli bin yıl olmuştur herhalde.

Saat kurup bebek besleyen bilmiyorum benden başkası var mıdır? Mıkırdanmanı duymam diyerek saat kurdum. Saati duymam diyerek cebi de kurdum. Cebi duymam diyerek Özgür’ü de kurdum. Özgür? Evet “dayın” oluyor kendileri. Yeni evindeki ilk geceyi üçümüz beraber geçirdik.

Gece 11 seansı mükemmel geçti. Sen uyandın, ben elimde biberon zaten hazırdım, 5 dakikada işlem bitti. İki seansı biraz sorunlu geçti, zira Özgür koltukta uyumuş, ben de hıyar gibi cebin sesini kısmışım, saati de kurmayı unutmuşum. Ama ilk fıkfıkında yerimden fırladım. Fırlarken ayağımı da bir yerlere çarptım ya neyse..

5 seansı harbiden komik geçti. Ben gözlerim kapanmak üzere elimde biberonla başında bekliyorum sen horlaya horlaya uyuyorsun. Eeee? N’oldu senin İsviçre disiplinin? Tamam, ben de benzer bir disiplinle yurt dışında büyüdüm ama bir Türk olarak uyuyan bir bebeği uyandırıp ağzına biberon vermek vicdanımıza sığar mı?

Sığamadı. Resmen kıyamadım. Üç dürttüm, 5 seslendim ama nafile. İşte disiplin nasıl delinir, saat gibi bir çocuk nasıl dejenere edilir adım adım izlemektesiniz sayın seyirciler!

Beşi atladın ama sekizi atlamadın... Ve ilk defa şahane zırıltınla tanıştım... Ufaksın mufaksın ama maşallah ciğerlerde bir sorun yok...muş...

Sonra? Sonra dünyanın en mutlu çocuğu olarak güne başladın. Arka arkaya gülücükler attın...

‘Hmm....’ dedim kendi kendime... “Demek merhamet böyle evriliyormuş. Bu ufacık veletler adamı nasıl tavlayacaklarını biliyorlar..

Devlet önce araştırıyor

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı koruyucu aile yönetmeliğini 14 Aralık 2012 tarihinde resmi gazetede yayınladı. Yönetmelikte, koruyucu aile olmak için aranan şartlar ve izlenmesi gereken yol ayrıntılı bir şekilde ele alındı.

Yönetmeliğe göre koruyucu aile olmak isteyen kişi yada çiftler yaşadığı yerleşim yerindeki il veya ilçe müdürlüklerine başvuracak. Yapılan bu başvurular il veya ilçe müdürlüklerinde oluşturulan komisyonlarca değerlendirmeye alınacak ve araştırma sürecine geçilecek.

KAPSAMLI BİR ARAŞTIRMA

Çocukların uygun koruyucu ailelerin yanına yerleştirilmesi için kapsamlı bir araştırma yapacak olan komisyonun aradığı şartlar ise şu şekilde sıralanıyor; ilk olarak koruyucu aile olacak kişi ya da çiftin Türk vatandaşı olması ve Türkiye’de sürekli ikamet etmesi gerekiyor. ikinci olarak koruyucu ailede 25-65 yaş aralığı aranıyor. Eğer koruyucu aile çift ise çiftlerin yaş ortalaması göz önüne alınıyor. Eşler arasındaki yaş farkının on yaştan daha az olması halinde küçük olan eşin yaşına göre değerlendirme yapılıyor. Üçüncü olarak ise koruyucu ailenin en az ilkokul düzeyinde eğitim almış olması ve düzenli gelire sahip olması isteniyor.

Son olarak çocuk ile arasındaki yaş farkı 18’den az olan kişiler ve çocuğun kendi anne, baba yada vasisi koruyucu ailesi olamıyor.

AİLEYE EĞİTİM VERİLİYOR

Komisyon değerlendirme aşamasında gerekliği gördüğünde ailenin koruyucu aile eğitimi almasını istiyor. Tüm şartlarını yerine getiren koruyucu ailenin yanına çocuğun yerleştirilmesi aşamasında koruyucu aile sözleşmesi imzalanıyor. İmzalanan bu sözleşme mahalli mülki amire onaylatılıyor. VATAN HABER MERKEZİ

Yazının devamı...

İçkiyse içki’den öte

Türkiye çok çirkin günler geçiriyor. Türkiye’de bir deprem oldu, vazo ortadan kırıldı ve ne yazık ki kimse yeni bir vazo inşa etmeye çalışmıyor.

Geçmiş hesaplar, “sen de o zaman yanımda değildin, şimdi sen çek!” sitemiyle ortaya seriliyor. 28 Muhafazakarlar “28 Şubat’ta neredeydin?” diye soruyor, Kürtler “30 yıldır bizim üzerimize hakiki bombalar atılırken nerdeydin?” diye soruyor.

Kendi adıma temiz olduğumu düşünüyorum. Yazılarım ortada. Bugüne kadar kim olursa olsun her kesimin hakkını savundum. Kimse bana ama sen de o günlerde hiç sesini çıkarmamıştın diyemez. Üstelik kendi mahallemin “menfaatçi” “maaş alıyor” “iktidara yanaşmaya çalışıyor” “Kürt şakşakçısı” itham ve iftiralarına rağmen...

Ancak genelleme hastalığı bir kanserdir biliyorsunuz. Yayılır.. Kurutması zordur.

Gezi olaylarında polisin şiddeti bariz bir şekilde ortadayken (4 ölüm, yüzlerce yaralanma), insanların büyük çoğunluğunun bu nedenle sokağa çıktığı da gayet açıkken, iktidarın kendini temize çıkarmak için attığı türlü türlü gülünç iftiralara muhafazakarların bu kadar kolay, itirazsız ve canı gönülden ortak olmaları cidden çok üzücüdür. Bunu eleştirince bu sefer de “geçmişte yaptıkların belli ki muhafazakarlarla iyi geçinme uyanıklığıymış sadece” denmesi daha da üzücü. (Özlem Albayrak, Yeni Şafak 25 Haziran 2013)

Kimseyle kişisel bir polemiğe girmeyeceğim. Zira gün kişisel kavga günü değil. Mesele toplumsal. Ne anlatırsan anlat herkes kendi anlamak istediğini anlayacak.

Herkesin birbirine “kibirli” dediği günlerdeyiz. Herkes aynı anda kibirli de gerçekten. Ama aynı zamanda da “ezik”.

Hangi özgürlüğünüzü kaybettiniz de dırdırlanıyorsunuz söylemi benim çocukluğumda muhafazakarlara yöneltilirdi.. Camileriniz açık, ibadetinizi yapmanıza kimse engel olmuyor. Kurbansa kurban, Kuran kursuysa Kuran kursu. Üstelik okullarda din dersi de zorunlu. Ancak işin derinine inince hiç bu kadar basit olmadığını artık biliyoruz. İşten atılanlar, dindar diye işe alınmayanlar, başörtüsü yasağı.. Ama en önemlisi: “Makbul olmayan vatandaş statüsüne sokulmak”. Vergini verdiğin ülkede adam yerine konulmamak. Yani onurunun ayaklar altına alınması.

Şimdi büyük bir rahatlıkla dindarlar soruyor: “Allahaşkına ne kaybettin de bu da dırdır ediyorsun? Nedir yanı bu kadar gürültü yaptığın? İçkiyse içki, dekolteyse dekolte. Daha ne?”

Cevap yine aynı aslında: “Makbul olmayan vatandaş statüsüne sokulmak.”

İktidarın nefret ettiği ve nefret ettirmeye çalıştığı kesim olmanın ne olduğunu bu kadar iyi bilirken nasıl şimdi bu kadar rahat “içkiyse içki, dekolteyse dekolte.. daha ne?” diyebiliyorlar?

İnsan nasıl oluyor da bu kadar unutkan olabiliyor?

Yazının devamı...

Seferihisar’da “Mutlu yazar yoktur” evi

İşte oradaydık...

Antik şehir Teos’un meclisinin merdivenlerinde oturmuş sessizce şair Bejan Matur’u dinliyorduk...

Bejan, şiirlerini okurken ay arkasından yavaş yavaş yükseliyordu. Hangisi daha parlaktı, hangisi daha güzeldi bilmiyorum... Birbirlerini tamamlıyorlardı belki de... Bejan’ın kederli dizelerini ay teselli ediyordu...

Teos yok olalı binlerce yıl oldu. Bir zamanlar İonia şehirler topluluğunun mühim altı isminden biri. Tarihçi Ekateos’un şehri. Ne olmuşsa Teos terk edilmiş. Ama insanlık ve “umut” devam ediyor...

Seferihisar Belediyesi’nin yazar Neslihan Acu ve Gülşah Elikbank’ın işbirliğiyle düzenlediği edebiyat günlerindeyiz... Murathan Mungan’ından Pınar Kür’üne, Mario Levi’sinden Latife Tekin’ine Türkiye’nin ünlü yazarları burada. Edebiyat severlere “atölyeler” yapıyorlar. Yazarlık deneyimlerini aktarıp insanları yazmaya teşvik ediyorlar.

Mario Levi “yazarın bir derdi vardır” diyor. “Derdi olmayan yazar olamaz. Bu dert aşk olabilir haksızlığa uğramışlık olabilir, sıkıntı olabilir... Ama mutlu yazar diye bir şey yoktur” diyor. Türk filmlerindeki röbdoşambırlı zengin yazar tiplemesiyle dalga geçiyor, gülüyoruz...

Yazarlık hakikaten sıkıntılı bir iş. Pınar Kür’le sohbet ederken her gün ancak bir sayfa yazdığını söylüyor, şaşırıyorum. Yeniden yeniden yazılmış “bir” sayfalarla oluşuyor romanlar... En kötü romana bile saygı duyası geliyor insanın.

En sevdiğim yazar Ayfer Tunç geliyor sonra. Türkiye’nin bana sorarsanız en “küstah” yazarı. “Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi” kitabını okumadıysanız şimdiye kadar, mutlaka okuyun derim. Bir roman içinde binlerce başka roman, öykü, tarih. “Türkiye’nin yalan yanlış anlatılan kısa tarihi” de olabilirmiş adı ama zaten bu haliyle aynı manaya geliyor... Konu sıkıntısıyla debelenip duran yazarlara ciddi bir manifesto, iddialı bir nanik! Bir başyapıt.

Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy ile Sait Faik’in pek de bilinmeyen bir hikâyesini çözümlüyoruz hep beraber. Hikâyeyi, hikayedeki başka bir kahramanın ağzından yazıyoruz bir kez daha... Sonra bir kez daha, bir kez daha...



Yazarlık teşvik edilebilir bir şey midir? “Yazası” gelen insan her halükarda yazar mı? Harry Potter’in Starbucks’ta yazıldığını düşünürsek galiba biraz öyle...

Öte yandan biraz katkıdan da can çıkmaz. Toplantılar sırasında öğreniyoruz ki Seferihisar Belediyesi, ilçede bir “Yazar Evi” kuruyormuş! Üç ay kalınabilecek sessiz sakin bir ev düzenliyorlarmış. Yılda dört yazarı ağırlayacaklarmış. İstedikleri tek şey “bu kitap Seferihisar Yazar Evi’nde yazıldı” diye kitabın başında belirtilmesiymiş.

Daha önce de yazdım: Seferihisar Türkiye içinde bir ışık gibi yükseliyor. Belediye Başkanı Tunç Soyer, şimdiye kadar gördüğüm en vizyon sahibi başkan. Onu seçen Seferihisarlılara ne kadar teşekkür etsek az...

Yazının devamı...

Bana şehrini göster, sana aklını göstereyim!

Yaşanılası şehirler yaratma konusunda dünyanın en beceriksiz ülkelerinden biriyiz. Yamuk yumuk itiş kakış, üst üste, alt alta ve mutlak surette ÇORAK. Yeni uydu kentlere bakıyorum aynı üstüne üstüne gelme, basma halleri devam ediyor. Beton beton beton... Hepsinin ortasına en pahalı malzemelerle yapılmış bir AVM var, ama ağaç, çim, ferahlık yok. Tanesini 5 liraya aldıkları cılız çırpı iki ağaç bir gün büyüyecek de yeşillik olacak...

Milano’da yapımı devam eden biri 110 biri 76 metrelik iki adet yüksek bina var. Projenin adı “Bosco Verticale” yani “Dikey Orman”. Binalar bittiğinde aynı zamanda 900 ağaçlık bir ormana ev sahipliği yapacak. Yani 10 dönümlük dikey bir orman olacak. Binaların tüm cepheleri ağaçla kaplı. Ağaçlar arıtılmış suyla sulanacak. Ağaçlar evleri ısınmadan, gürültüden, tozdan koruyacak, nem sağlayacak. Klima masrafını azaltacak. Karbondioksit emecek, oksijen verecek.

Akıllı olmak işte tam da böyle bir şey!

15 gün önce Akıllı Şehir Amsterdam’daydım. Akıllı şehre dair notlarım:

- Enerji Haritası: Şehrin bir çok noktasına yerleştirilen sensorlar aracılığıyla kim ne kadar hangi saatlerde enerji harcıyor, ne kadar karbondioksit salımı var, anı anına denetleniyor ve enerji santralleri devreye giriyor veya çıkıyor. Hiçbir şey boşa üretilmiyor.

- Hedef “0” karbondioksit: Amsterdam’ın hedefi, iki yıl içinde karbondioksit salımını sıfırlamak. Bu salımın üçte birinden evler sorumlu. Isıtmaya gerek olmayan evler inşa ediyorlar. Mevcut ısı kaynaklarından çıkan ısıyı (mesela bir data merkezinde “soğutma”dan dolayı) civardaki evlere dağıtıyorlar. Elektrikli araçlar çoğalsın diye park yerlerine priz yerleştiriyorlar.

- Çöpten elektrik: Elektrik iyi bir şey ama temiz bir şekilde üretilmişse! Amsterdam’da çöpler ayrıştıktan sonra geri dönüşemez olanlar yakılıyor. Çıkan ısıdan ise elektrik üretiliyor. Yakma sonucu çıkan karbondioksit toplanıp meyve sebze ve çiçek üretilen seralara veriliyor.

- Ucuza yüksek teknolojili ofis: Bir iş yapmak istiyorsun ama ofis tutacak kadar paran yok. Smart Office diye bir zincir var. Buraya aylık çok da yüksek olmayan bir aylık ücret ödüyorsun. Diyelim 100 euro. Bundan sonra bu zincirin her halkasına çalışabiliyorsun. Bu ofisler sana çok hızlı bir internet sunuyor. Postaların bu adreslerden birine geliyor. Toplantı yapmak istediğin zaman toplantı odalarından birini kullanabiliyorsun. Daha kurumsal olmak istiyorsan üst katlardaki büyükçe odalardan birini tutuyorsun. Temizlik, güvenlik, internet, sekretarya ile uğraşmıyorsun. Dünyanın her yerinde bu zincire bağlı ofislerde çalışabiliyorsun. Bu evinde tek başına çalışmak yerine sana aynı zamanda bir sosyallik sağlıyor. Kafeteryası, restoranı hatta bazılarına spor merkezleri de bulunuyor.

- Yaşlıların ileri teknoloji ile evde bakımı: “Yalnız yaşlı” yaşlanan Avrupa’nın giderek büyümekte olan bir sorunu. Huzur evine gitmek, bir çok nedenle her yaşlının tercihi değil. Her eve bir bakıcı yollamak da imkansız. Eve kamera koyup izlemek de hem mahremiyete aykırı hem de milyonlarca yaşlıyı milyonlarca insanın durmadan izlemesi anlamına geliyor ki yine manasız. Alarm butonu da işe yaramıyor: Yaşlılar, boyunlarında alarm butonu taşımaktan hoşlanmıyor, taşısalar bile alarm durumunda düğmeye basmayı pek de beceremiyor. Çözüm biraz bizdeki alarm sistemine benziyor. Evin çeşitli yerlerinde sensorlar var. Mesela buzdolabı kapısında. Normal koşullarda kişi buzdolabını günde kaç kere ve hangi saatlerde açıyor ve kapıyor önceden tespit ediliyor. Bu rutin dışında bir şey oluyorsa, mesela 2 saattir açılmıyorsa yanlış giden bir şey var deniyor ve yakınlarına haber veriliyor. Bu aynı zamanda yaşlının demansa girdiğini de saptayabiliyor. Rutinden fazla açılıp kapanması “yemek yediğini unuttuğu” anlamına gelebiliyor mesela. Yatağa ve koltuğa konulan bir sensor kişinin ateşini ve kalp ritmini de ölçüyor. Anormal bir durumda merkez bunu hem yakınlarına hem de sağlık birimlerine bildiriyor.

Yazının devamı...

“Akıllı Şehir” olsaydık bunlar olmazdı

Gezi Olayları patlak vermeden önce Amsterdam’daydım. Ve şu tesadüfe bakın ki “Akıllı Şehir” konferansında! Neden tesadüf dedim? Çünkü İstanbul’da bir parkı yani yeşil uğruna çıkan (ve sonra polis şiddeti nedeniyle içerik değiştirip tüm ülkeyi ayağa kaldıran) protestoların temel nedeninin “akıllı şehir” olmaktan uzak oluşumuza bağlıyorum.

“Akıllı Şehir” nedir? İngilizcesi “Smart City.” Yeni bir tanım. Şehirlerin gelişmişlikleri artık sadece alt yapıları yani fiziki sermayeleriyle ölçülmüyor. Yani kaç kilometre kanalizasyonu var, kaç kilometre yolu var, kaç kilometre metrosu var, toplu ulaşım ile bir baştan bir başa kaç dakikada gidiliyor gibi rakamların yanı sıra veri transferinin hızı ve kalitesi, doğal kaynakların akıllıca kullanılıyor olması, temiz enerji kullanımı ve en önemlisi “katılımcı bir sosyal altyapısı”nın varlığı da şehirlerin değerini ve rekabet gücünü arttıran unsurlar.

Veri transferi çok önemli. Yavaş bir internetle gelişmiş bir şehir olamıyorsunuz. Şehrin her noktasının anında değerlendirilmesi ve yaşayanlarına kurumlar tarafından çözüm sunması gerekiyor.

Kömürle, doğalgazla ısıtılan şehirler artık akıllı şehir sayılmıyor. Onun yerine başka bir işlemden çıkan ısının evlere dağıtılması akıllılık sayılıyor.

Bina yapıp insanları şehirlere akıtmak sonra işyerlerine ulaşsınlar diye kaos yaratmak akıllılık sayılmıyor. Onun yerine yüksek teknolojiyle insanları mümkün olduğunca evlerine yakın bir yerde tutup işlerini öyle yapmalarını sağlamak akıllılık sayılıyor.

Seçimden seçime belediye başkanını ve belediye meclisini seçmek sonra da olup biteni izlemek artık akıllılık sayılmıyor. Onun yerine makul aralıklarla insanların fikrini ve önerilerini sormak, alternatifler getirmelerini sağlamak, proje üretmelerini teşvik etmek ve bunu politize etmeden yapmak akıllılık sayılıyor.

Yani İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın bugün ifade ettiği gibi durağın yerini bile değiştirirken soracaksın.

Vazo kırıldıktan, içinden her türlü kötülük, pislik aktıktan sonra değil ama! Bundan sonra kim samimi duygularıyla hareket eder/ edebilir hiç emin değilim.

Akıllı şehirlerde kişi başına düşen yeşil alan ve ısıtmada olsun soğutmada olsun ulaşımda olsun fosil yakıt yerine temiz yani yenilenebilir enerji kullanımı çok önemli bir kriter. İstanbul akıllı şehir olmak istiyor. Fiber optik kablolarla döşeyecekler her tarafı. Türkiye’de bu yönde başka şehirlerde de çalışmalar yapılıyor.

Ancak burada da gördüğüm “teknolojisini alalım ahlakını almayalım” felsefesi sanki.

Yarın “Akıllı Şehir” Amsterdam’da gördüklerimi yazacağım.

Yazının devamı...

Gezi ile beraber muhafazakar kesimle ilgili öğrendiklerim

- “Endişeli modernler”den daha çok “endişeli muhafazakar” varmış meğer. Muhafazakarların büyük bir kısmı, 28 Şubat travmasından kurtulamamış daha.

- Altlarındaki zeminin kayıp gidivereceğine, yine o kara günlere dönüleceğine dair tahmin ettiğimin çok ötesinde kaygıları, korkuları varmış.

- Başbakan’a edilmiş her lafı, her eleştiriyi direkt kendilerine yapılmış sayıyorlar. Başbakan’ın yönetim biçimine yapılmış bir eleştiriyi bütün süzgeçleri kaldırıp İslami yaşam biçimine, İslami değerlere, muhafazakar aile yapısına yapılmış addediyorlar. Başbakana eleştiriyi veya hakareti şahsi alıyorlar. “Bana karışma Başbakan!” sözünden bile “karışmasın ve sen bizi tepele öyle mi?” mesajını çıkartıyorlar.

- “Modern”lerin veya hadi “laikçiler”in diyelim, bu on yıl zarfında bir hayli değiştiğini fark etmemişler. “Aramızda türbanlı istemiyoruz” diyenlere uzun zamandır çatlak veya bunak muamelesi yaptığımızı anlamamışlar.

- Seküler kesim, sandıklarının tersine başörtülülere çoktan alıştı. Bakın sevdi, bağrına bastı demiyorum, alıştı diyorum. Alışmaktan öte muhafazakârların giyimlerini kuşamlarını, şairlerini, yazarlarını, gittikleri mekânları ilgiyle izler oldu. (Başörtülü görmeye bir tek Gülriz Sururi alışmadı! Ama onunla biz de dalga geçtik)

- “Huzur Sokağı” kitabı dizisiyle dalga geçmiştim ve en muhafazakâr bile bu kadar saf olamaz. 1968’de yazılmış “dindarların tümü iyi yürekli ve ahlaklıdır/ dindar olmayanların tümü kötü yürekli ve ahlaksızdır” klişesine itibar etmez demiştim ama Gezi’den sonra okuduğum yazılardan, başbakanın tepkisinden, bana gelen tweet ve maillerden durumun öyle olmadığını esefle fark ettim. “Siz kaymak tabaka! Siz her halükarda mutlusunuz! Fakirin fukaranın dindarın derdini dinliyor, onu kalkındırıyor diye mi bu kıskançlık?” bana en çok gelen tweetlerden. (“Endişeli Fukara” sayısı da bir hayli fazla anlaşılan ve “endişeliler” arasında tek anlayacağım kesim de onlardır bu arada.)

- Endişeli Muhafazkar’ın kaygılarını anlamakla beraber büyük bölümünün zalimin yanında durması beni çok üzdü. Kabataş’ta eylemcilerin saldırısına uğrayan başörtülü kadın ve yine saldırıya uğrayıp bebeğini düşüren kadın için derinden üzülüp ama polis kurşunu veya kapsulü veya tekme tokadıyla ÖLEN, tekrar ediyorum ölen 4 kişi, kolu bacağı kırılan yüzlerce, gözü çıkan onlarca, ciğeri sökülen, burnundan kan gelen binlerce kişi umurlarında bile olmadı. Kimi inkâr yoluna gitti kimi alenen dalga geçti. Herkesi bir tutup, sokağa çıkanları yakıp yıkan vandallar olarak görmek işlerine geldi.

- Yeni Şafak’ta yazan Özlem Albayrak Gezi Direnişçileri için “Kindar Kemalistler” dedi geçen günkü yazısında. Halbuki yazısının sonlarına doğru anladım ki ortada “Kindar Kemalist”den ziyade çok ürkütücü bir “Kindar Muhafazakar” kitlesi var. Halbuki sokağa çıkanların en az çeyreğinin ana babası AKP’ye oy vermiştir.

- Yandaş medyanın kötülük cehennemin kuyusuna düşme hızı 28 Şubat’taki TSK’cı medyayı fersah fersah solladı.

Yazının devamı...

Bir nefes: Gezi yerine Seferihisar!

Artık derin bir nefes almanın ve o nefesi kontrollü bir şekilde yavaş yavaş vermenin zamanı...

Nefes verirken de mümkün olduğunca içinizdeki nefreti, sitemi, küskünlüğü, ezikliği, kompleksi, kibri de verin... Verin ki her yer Gezi Parkı olsun. Olumlu anlamda. Yaratıcı anlamda. Beraber yaşamayı bilme anlamında... Ne iktidar kurmak için ne de muhalefet olmak için. Muktedirlerin anlamadığı bir başka “iktidar” için...

Bu cumartesi (22 Haziran 2013) Seferihisar Edebiyat Günleri başlıyor. Milletin dışarıya yemeğe bile gitmediği bu karışık günlerde inadına festivali yapıyorlar ve çok da iyi ediyorlar.

Seferihisar ülkemizin ilk “Sakin” şehri. “Sakin”den tembel, uyuşuk bir şehir aklınıza gelmesin. Kişi başına düşen yeşil alandan suların nasıl arındırılacağına, şehir merkezine giren araçlardan açılan fast food dükkanlarından semt pazarındaki meyve sebzenin organikliğine kadar bir dizi kural, yasağın ve teşvikin olduğu, sağlıklı, yaşanır, huzurlu şehirler yaratmak amacında olan bir hareket. Bir ofisi var. Başvurduğun zaman gelip denetliyorlar ve uygunsan sana “Sakin Şehir” beratını veriyorlar. İnsanlar da bunu bilip oraya gidiyor.

Seferihisar, neredeyse bir yıldır “Edebiyat Festivali”ne hazırlanıyor. İptal edilmesi hakikaten yazık olurdu zira bir hafta boyunca Türkiye’nin birbirinden ünlü yazarları ve şairlerini okurlarıyla bir araya getirecek.

Kimler yok ki! Neredeyse herkes. Festival’in açılış konuşmasını Murathan Mungan yapacak. Bejan Matur, Murat Uyurkulak, Emrah Serbes, Küçük İskender, Cezmi Ersöz, Gonca Özmen, Hüsnü Arkan, Mehmet Yaşın, Haluk Şahin ve Orhan Alkaya söyleşi yapacak, Serra Yılmaz şiir okuyacak, Mehtap Meral de kapanış konserini verecek.

Benim için heyecan verici olan yazarların yapacağı yaratıcı yazarlık atölyeleri. Latife Tekin, Ayfer Tunç, Pınar Kür, Mario Levi, Murat Gülsoy, İnci Aral, Buket Uzuner, Gülşah Elikbank ve Neslihan Acu 25’er kişilik gruplara yazarlık çalışması yaptıracak.

Fakat daha da heyecanlı olan şu:

Oxford ve 19 Mayıs Üniversiteleri ortaklığıyla dünyadaki ilk “Yaratıcı Yazarlık Merkezi”nin temelini atılacak.

Demek istediğim şu: Madem ki Gezi Parkı çok şahane bir platformdu, madem biz orayı çok sevdik, madem yok olunca kendimizi öksüz hissettik... Gelin başka yerlerde bu ruhu yakalayalım. İsmi de diyelim “Sığacık Parkı” olsun. Seferihisar Belediyesi tüm gençlere böyle bir çağrı yapıyor. Barışçıl bir ortamda ruhu devam ettirin diyor...

Başvurular ve ayrıntılı bilgi için Seferihisar Belediyesi Kültür Sosyal İşler Müdürlüğü 0 232 743 3960 no’lu telefondan Berfin Çelikkol Uzun ya da Sinem Kankaya ile irtibata geçilebilir. kultursanat@seferihisar.bel.tr

Yazının devamı...

Yüzümüze nasıl bakacaksınız?

Sevgili başörtülü kuzen

Bundan bir hafta önce bana şöyle sitem etmiştin: “Sen Gezi Parkı güzellemeleri yaparken ben artık sokağa çıkamaz oldum. Başörtülüler taciz ediliyor, tartaklanıyor. Hiçbir şey olmasa kötü bakışlar atıyorlar. Bu mudur adalet, bu mudur özgürlük?” demiştin.

Ben de senin sesine kulak vermiştim.

Sen Pazar günü Kazlıçeşme’de mitingini izler, Başbakan bizden “Bunlar... bunlar” diye tiksinerek, yüzünü buruşturarak söz ederken, sen Başbakan güzellemeleri yaparken biz ölüm kalım tehlikesi yaşıyorduk.

İnsanlar boğulur, insanlar ciddi olarak yaralanırken, ambulanslar insanları durmadan hastaneye taşırken sevdiğim başörtülü bir arkadaşım “Eh anlamayana bu yapılır. İyi niyetin gaz hali” diye tweet atıyordu. Başka biri “Olmayan beyinleriniz kafalarınızdan çıksın diye. Ellerine sağlık” diyebiliyordu. Bir başkası “Eh artık herkesin Anne Frank gibi bir biber gazı günlüğü olacak” diyebiliyordu. Bir başkası tweet edilen fotoğrafların uydurma olduğunu kanıtlama çabasındaydı. İnsanların vücutları su yüzünden yanıyor, Vali Mutlu “Evet içinde bir ilaç var” diyor, ama onlar ısrarla “yalan” diyor.

Sevgili kuzen

Sen ne zaman bu kadar zalim oldun?

“Haklılar haksızlar, cumartesi günü parkı boşaltsalardı iyi olurdu/olmazdı” tartışmasını bir yana bırakıyorum. Önce “merhamet” gelir demedin de “ezdik geçtik” dedin, gülücükler saçtın. “Lut kavmi gibi yok olacaksınız” diyebildin. O gece hepimiz “tuz” olalım istedin.

Nasıl bakacaksın şimdi yüzüme?

12 Eylül’de, 28 Şubat’ta devletin “yalan” rapor, yalan fişleme yapma konusuna ne kadar maharetli olduğunu bilmiyormuşsun gibi her önüne getirilene inandın. Hırsız dediler her tutuklanan hırsız sandın. Camide içki içtiler dedin inandın. Parkta yattıkları yere şeediyorlar dedin inandın. Hadi O’nu biliyoruz, sen ne zaman bu kadar zalim oldun? “Aldığım duyumlara göre park, kin ve nefret kusanların beyni gibi kokuyormuş” diyebildin?

Sen ne zaman bu kadar “saf” olabildin?

Sevgili kuzen

Biz sandığınız kadar sevişmiyoruz. İnan. Aklınıza ilk gelenin “toplu seks” olması da çok tuhafımıza gidiyor. İki gaz arasında el ele tutuşmaktı en fazla yapabildiğimiz. O parkta yapılanın toplu seks ayinleri olduğunu düşünmek için cidden çok “dertli” olmalısın. İçimizdeki en şeytanın bile aklına gelmiyor ama nedense senin aklından çıkmıyor.

Sevgili kuzen

Anladık ki hakkımızda kasalar dolusu raporlar hazırlanıyor şu an. Gezi Parkı’nın sözde sponsorlarından tut da 25 Mayıs’ta ilk tweet’i kimin attığına, hangi STK’ların, hangi reklam ajanslarının yardım ettiğine kadar, benim geçen gün yazdığım “fantastik rapor”dan bile gülünç raporlar.

Sevgili kuzen

Sen, cumartesi ve Pazar, belediyenin araçlarıyla ücretiz rahat rahat mitinge giderken biz ise o sırada “kara” listelere dahil oluyorduk. Hepimiz mimliyiz artık. Attığımız tweetimizden yazdığımız yazıya, metroya bindiğimiz saatten, eve girip alarmı kapattığımız dakikaya kadar hepsi zırva sapan raporlar halinde başbakana sunuluyor şimdi. O günlerde Taksim’e gelenler taksicilerden sair zamandan daha çok fiş talep etmişmişmiş! Dış mihraklara “masraf” olarak yazacağız herhalde..

Buna bile inandın ya kuzen...

Sen benden bu kadar mı nefret ediyordun?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.