Şampiy10
Magazin
Gündem

Ense kokusunun açıklanamayan sırrı nedir?

Tartışmamız şu: Bebeklerin tuhaf bir hareketi vardır biliyorsunuz. Gözlerini birden iki üç metre ötede bir noktaya dikerler. Dakikalarca dikkatle bakarlar. Baktıkları yere sen bakarsın, dikkate değer bir şey yoktur.. O zaman neye bakarlar?

İddia şu: Meleklere bakarlar! Çünkü melekler o yaştaki bebelere görünürmüş ve (haliyle) o kadar güzelmişler ki bebeler dakikalarca bakmaktan kendilerini alamazmış...

Haydaaa!!! Böyle bir şey bana nasıl söylenir? Bunu duyduğumdan beri veledim her dalıp gittiğinde, deli gibi onun baktığı yere, üstelik aynı onun gibi gözlerimi kocaman açarak bakar oldum...

Manzarayı hayal edebiliyor musunuz? Kucağındaki bebeğiyle aynı noktaya uzun uzun bakan yetişkin bir kadın!

Komik mi? Komik tabii.. Biri görse tırlatmış der.

Bu kadarla kalsa yine iyi.. Geçen gün mızmızlanıyordu, görünürde de bir ihtiyacı yoktu, aynı onun gibi yapmaya başladım. Bebek ve ben aynı anda aynı sesleri çıkarıyorduk. Ben biraz daha yüksek sesliydim ama notalar birdi...

Sonuç enteresandır: Pes eden bebek oldu. O kadar şaşırdı o kadar şaşırdı ki kaşlarını çatıp dik dik bana bakmaya başladı.

Fakat işin garibi o sesleri çıkarmak acayip hoşuma gitti. Mızmızlanmaya yepyeni bir boyut getirdim. Melodili mızmızlanma, operavari mızmızlanma, türkü şeklinde mızmızlanma..

Sonunda beni arabadan atmaya karar verdiler. Bebeğin mızmızlanması daha çekilir bir şeymiş...



Dört hafta önce başvurum kabul edilip bana bebek teslim edildiği gün hatırlarsanız şunu sormuştum: İnsan doğurmadığı bebeği sevebilir? O sevgi ne zaman başlar? Ve ne kadar yoğun olur?

Çilek bebekle dört haftadır beraberiz. Beraber uyuyor, beraber (sabahın köründe... hmmpfff...) uyanıyoruz. Artık ihtiyaçlarını karşılamada panik devri bitti. Yüz hareketlerinden, sesinden anlıyorsun. Şöyle yapınca acıkmış, böyle yapınca altı ıslak, öyle yapınca uykusu gelmiş... Kurala uyarsan hiçbir sorun yok. Fena da bir anne olmadım bu arada ayıptır söylemesi...

Başlardaki koyu, ağır merhamet duygusu gün be gün daha hafif, daha aydınlık bir duyguya bıraktı yerini. Vazifesini yerine getiren titiz bir bakıcıdan arkadaşını özleyen, uyansa da oynasak diyen, “vucini” “gucini” gibi seslerle bebeği mıncık mımcık eden bir anneye dönüştüm... Bu metamorfoz nasıl oldu peki?

Düşündüm ve işin sırrını keşfettim: ense kokusu!

Sanırım o kokuda bağımlılık yaratan bir madde var.

Yarım gün ayrı kaldığımız bir gün aklıma ensesinin kokusu geldi ve bir eroinman gibi eksikliğini hissetmeye başladım. Gidip bir giysisini kokladım. Hah dedim. İşte şimdi hapı yuttun sen...

Oldun!

Harbiden ne var o kokunun içinde bilen var mı?

Yazının devamı...

TOMA bizi düğüne götür!

Gezi olayları sırasında revirde tanışıp birbirlerine aşık olan iki “çapulcu” dün evlendi. Ve düğünlerini de Gezi parkında yapmak istedi. Fakat beklendiği üzere buna izin verilmedi... Ve park YİNE kapatıldı. Yine TOMA, yine gaz, yine kaçışma, yine gerilim...

Şaşırmadım. Fakat sonra şaşırmadığıma şaşırdım.

Gezi Parkı belli ki bir “kale”ye dönüşmüş durumda. Sanki Bizans saldırıyor, Ulubatlı Hasanlar da koruyor.

Neyin kalesi peki? Zihniyet kalesi.



Geçen gün www.sanatatak.com’da çok güzel bir yazı yayınladı. Yazının sahibi mimar Jesse Honsa. Şöyle diyor Honsa:

“Gezi Parkı’nın yenilenmesi, İstanbul’un yaratıcı ve üretken ruhunun, kentsel politikalar aracılığıyla, tüm kentte nasıl baskı altında tutulduğunu bizlere gösteriyor.

Bir takım “iyileştirmelerin” ardından Gezi Parkı yeniden açıldı: Gezi işgalcilerinin diktiği sebze bahçesi, tek tip bir çimenlik alan uğruna kökünden edildi; kütüphane, sinema ve benzer oluşumlar yok edildi; bir anıtın üstü alelacele güllerle kaplandı. Duvar boyunca sarkan çiçekleri mekanik bir cihaz suluyor. Nihayet, geniş otoyol peyzajından esinlenen bir toprak banket, parkın batı köşesini süslüyor; tabloyu, yapay çim halıdan fışkıran golf sahası tarzı sulama sistemi tamamlıyor.

Parkın yenilenmesi, sonuçta kamp yerindeki üretken, aktif ortamın tüm izlerini silmeyi ve parkı pasif bir tüketim alanına dönüştürmeyi hedefleyen bir girişimdi. Vali Mutlu’nun önerisini hatırlayalım: “Yürüyüş yapın. Ama parkta kalmayın.” Bu ifade bize açıkça gösteriyor ki parkların, dünyanın her yerinde etkileşim ve keşif alanı olarak kullanıldığını bu yönetim çok az anlayabilmiş.

Hükümet, 2013 Haziran’ındaki oturma eylemini yanlış yorumlayarak belli bir bölgenin yasadışı bir şekilde sahiplenilmesi olarak gördü. Ancak kütüphane, ortak yiyecek standları, sebze bahçeleri ve en önemlisi halk forumları gibi bu gayri resmî kurumların çoğu, aslında vatandaşların, şehirlerinde, gerçek kurumlar olarak neyi talep ettiklerinin fiziksel örnekleriydi...

Gezi Parkı protestolarına yaratıcılık damgasını vurdu: Protesto sloganları, sosyal medya ve Taksim Meydanı’nın etrafındaki tahrip olmuş duvarlar espri ve yaratıcılık kokan mesajlarla doldu taştı. Hükümetin, bu yaratıcı çabaları pek çok cephede bastırması, cadı avına çıkması, etrafı “temizlemesi”, İstanbul’daki yaratıcı ruhu daha yaygın bir şekilde bastırma isteğini yansıtıyor. İstanbul’un canlılığına aktif olarak katkı vermek isteyenlerin sesleri yeni, el değmemiş golf çiminden yapılma halıların altına süpürülüyor.”



Honsa’nın dediklerine yüzde yüz katılıyorum. İktidar, daha doğrusu Başbakan Recep Tayip Erdoğan toplum mühendisliğine soyunmuş durumda. Oluşturmak istediği de muhafazakâr, dindar bir toplumdan ziyade bana kalırsa “sıkıcı” bir toplum yaratmak. Sıkıcı bir basın yayın, sıkıcı bir edebiyat, sıkıcı bir sosyal medya, sıkıcı bir sanat ve tabii ki sıkıcı bir mimari... Yaratıcılığın zararlı olabilir gerekçesiyle baskı altında tutulduğu toplumlarda her şey sıkıcı, sıradan, heyecansız olmaya mahkûm...

İstanbul son 10 yılda muazzam bir inşaat şantiyesine döndü. Yeni yeni yüzlerce bina dikildi, dikilmeye de devam ediyor. Eskiyi sevmeme rağmen modern mimariye de soğuk bakan biri değilim. Modern binaların da heyecan verici olabileceğini biliyor ve dünyadaki örneklerini ilgiyle takip ediyorum.

İstanbul ne yazık ki sıkıcı bir şehir olmaya doğru hızla ilerliyor. Bakıyorum bakıyorum heyecan verici, eğlenceli, zekice tasarlanmış bir yapı göremiyorum. Kanyon hariç hemen hemen bütün AVM’ler aynı tipte, aynı heyecansızlık ve sıradanlıkta. Hemen hemen bütün yeni siteler, zart kentler, zurt towerlar aynı banallikte. Giderek daha irileşiyorlar, daha devasalaşıyorlar, isimleri de her geçen gün daha abuklaşıyor ama iyi bir tasarım, alternatif bir yaşam ve tüketim biçimi sunan yok. Hiçbirinde oturmaya can atmam...

Düğünleri TOMA’larla engellemeye devam edin... Sonunda sıkıntıdan patlayarak yok olacağız...

Yazının devamı...

Sanal pazarda el emeği

Hep söylerim “dünyayı kurtaran” yine kadınlar...

Başından beri sevgiyle takip ettiğim bir proje var. Türkiye Israfı Önleme Vakfı ve Aile Sosyal Politikalar Bakanlığı ve Turkcell desteğiyle gerçekleşen bir proje var. Ekonomiye Kadın Gücü Projesi. Çok basit bir esasa dayanıyor. Dar gelirli, beş kuruş parası olmayan (yani bankaların yüzlerine bile bakmayacakları) kadınlara çok düşük faizle kredi vermek ve iş kurmasını sağlamak.

Ne oluyor mesela hepi topu bin lira verince? Kadın gidiyor yündü, parafindi, hasırdı veya keçeydi malzemesini alıyor ve işini başlatmış oluyor. Aman bin lirayla ne olur demeyin sakın. O bin liralar, 2 bin liralar aslında o kadar değerli ki... Sandığınızdan çok daha büyük anlamlar taşıyabiliyor, hayatlar kurtarabiliyor..

Sistem bir hibe sistemi değil. Evet yoksul kadınlara verilen bir kredi ama amaç para saçmak değil. Alınan kredinin 46 hafta içinde geri ödenmesi gerekiyor. Kâr amacı güdülmüyor. Alınan faizin amacı kâr etmek değil sistemi ayakta tutabilmek. Yani giderleri karşılamak. O nedenle minimum bir faiz ekleniyor. (Başbakanın sözünü ettiği veya etmek istediği “faiz lobisi” bu değil yani.. Normal bankaların işi değil bu...) Amaç dar gelirli kadınlara işe başlama sermayesi vermek ve onları ufacık da olsa kendi girişimlerini yapmalarını sağlamak. Dünyanın pek çok ülkesinde başarıyla uygulanan bir yöntem. Sistemin yaratıcısı Bangladeşli profesör Muhammed Yunus. Yarattığı bu sistemle 2006 yılında Nobel Barış Ödülünü aldı. Türkiye’de şimdiye kadar 65 bin kadın bu mikrokredilerden faydalandı. Yani 65 bin kadın kendi işini kurdu. Amaç 100 bin kadına ulaşmak..

Bunları daha önce yazmıştım, fakat tekrar etmekte bir beis görmüyorum. Zira sözünü ettiğimiz yoksulluk ve mücadele edilecekse hepimizin bir katkısı olmalı.

Bundan sonra dört şey yapabilirsiniz:

- Etrafınızda el emeğini değerlendirerek iş yapmak isteyen ama başlangıç sermayesini bulamayan dar gelirli bir kadın varsa onu bu sisteme yönlendirebilirsiniz.

- Turkcell’in katkılarıyla açılan www.ekonomiyekadingucu.com sitesinde kadınların ürettiği ürünlere bakabilir ve siparişlerinizi verebilirsiniz. (Seramik takıdan kurabiyeye, börekten taşlı çok güzel ipek fularlara, beşikten işli güpürlü havlulara, kanaviçe bebek takımlarına kadar dünyanın el emeği..)

- Ürettirmek istediğiniz bir ürün varsa sanal el emeği pazarından birileriyle ilişkiye geçebilir, kendi tasarımlarınızı ürettirebilirsiniz.

- Hayır hiçbiri size uymuyorsa kredi veren olabilirsiniz. 5 lira, 10 lira veya 100 lira. Hiç fark etmiyor. Paranız size geri dönecek üstelik bu arada bir hayat kurtarmış olacaksınız.

Yoksulluğun nasıl bir kara sarmal olduğunu ancak çeken bilir. O nedenle lütfen duyarsız kalmayın. Şu siteye bir göz atıverin...

Yazının devamı...

Tepsi kenarındaki bebek

Surat ekşi, dudaklar büzük, ıkınma sesleri giderek sıklaşıyor... Eyvah! Felaket yaklaşıyor!

- Komutan! Silahlar hazır mı?

- Hazır efendim! 4 ölçü su, 4 kaşık mama, iki peçete, bir önlük ve bir biberon emir ve görüşlerinizi bekliyor!

- Bezler de hazır mı?

- Hazır efendim!

- Peki beybi vayplar?

- Onlar da hazır!

- O vakit topları doldurun ve ateşleyin!

- Emredersiniz valide sultanım!



Veledino, an itibariyle ilk yolculuğunu yapmakta... Tabii bizimki öyle Moldovalı hizmetçiyle 5 yıldızlı otele oradan da kotraya geçmece tatili değil. Bırak bakıcıyla, uçakla bile gitmiyoruz. Bizim esnaf cipi Caddy ile! Bildiğin halk tipi yani... Üstelik İzmir’e! Yani çok yakına da değil... Akrabalarını görsün artık di mi ya...

Şoförümüz Özgür... Onun da İzmir’de işi varmış, o önde biz arkada beraber gidiyoruz. Güya sabah yedide çıkacaktık yola fakat velet dahil hepimiz uyuya kaldık... Yuvanın İsviçre saati gibi yetiştirdiği o pırıl pırıl çocuk, 20 günde benim kopyam oldu iyi mi! Peee... 6-7 yıl sonrasını görür gibi oldum.. Okul servis kapıya gelecek ve biz hala çanta topluyor olacağız!! Tabii eğer uyanabilmişsek...

Yolculuk için her tür önlemi aldık. Termosta mamasını yapmak için ılık su, ölçülü kabında her gözünde 4 kaşık mama, cam rende, cam rendede rendelenmeye hazır kayısı, kaynatılıp soğutulmuş içme suyusu, binlerce bebek bezi...

Arabanın arkası lunapark gibi oldu. Titreterek şarkı söyleyen ana kucağı, titretmeden şarkı söyleyen oyun parkı, emniyet kemeriyle arabanın arkasına doğru bakacak şekilde sabitleştirilmiş (çok şükür hiçbir ses çıkarmayan) oto bebe koltuğu, katlanan puset, 3 paket bez, 3 paket mama, her tür sesi çıkaran çıngıraklı oyuncaklar... Göz gözü maymun ve zürafalardan görmez bir halde.. (Çocuk eşyası modasında bu yıl en sevilen hayvanlar bunlar...)

Fakat daha komik olanı araba her viraja girdiğinde “tısı tısı tısı... çiling çilöng çilöng... vigi vigi...” şeklinde seslerin çıkması.. Her gidi hey... Normalde benim arabamdan çıkan sesler eskiciden topladığım sandıklara yine olmadık yerlerden bulduğum toprak testilerin çarpma sesi olurdu... Değişime bak!

Manisa’ya kadar gayet iyi dayandı... Oto koltuğuna oturttuk, mamasını verdik, güzel güzel uyudu... Ara ara durduk gezdirdik, terlemiş üstünü değiştirdik. 5. kıyafetten sonra sıkıldım ve dedim daha pratik bir çözümü olmalı... Ve çocukluğumun en nefret ettiğim şeyi aklıma geldi: Terini emsin diye sırta peçete tıkıştırmak! Beş dakika boyunca tereddütte kaldım zira çocukken bunu çocuğuma asla yapmayacağıma dair kendime söz vermiştim... Fakat kardeşim bu oto koltukları da niye terleten kumaştan yapılır anlamam ki! Ne yaptık, tıkıştırdık tabii... Peee... Tamam büyüyünce yapmayacağım...

Fakat Manisa’da #DirenPiti durumuna geçti. (Bu haftaki adı Piti..) Her tür temel ihtiyacı karşılanmış olmasına rağmen isyan etti. Manisa İzmir arasındaki rampayı çıkarken artık midesi mi bulandı, kulakları mi tıkandı bilmiyorum fena halde ciyakladı. Tam da o sırada kucağımda yastıklı tepsim, üzerinde bilgisayarım yazımı yazıyordum...

Sonuç? Ne olacak! Bilgisayar biraz sağa kaydırılır, bebek koltuktan alınıp yastıklı tepsinin bir kenarına oturtulur, o etrafı seyrederken yazı tek elle yazılır... Hey güzel Allahım. Bir “hey gidi hey” daha alabilir miyim?

Yazının devamı...

Bu ülkede bir komedi filmi mi çekiliyor?

Bir ay evvel #diren1940kafası diye bir yazı yazmıştım. “Dış mihrak” “şer güçler” “maşa olarak kullanılan marjinal gruplar” “faiz lobisi” diye bir terane başlayıp Gezi ile ilgili soruşturmalar başlayınca demiştim ki “korkarım 4 kişinin ölümünü ‘Geziciler içip içip birbirleriyle kavga etmiş’ diye açıklayacaklar. Hazır olalım” demiştim.

İşin kötüsü ben “bu kadarını yapamazlar” diye düşünerek yazmıştım. Yani abartabildiğim kadar abartmıştım...

Eskişehir Valisi, eli sopalılar tarafından yediği dayak sonucu hayatını kaybeden Ali İsmail Korkmaz için “birbirlerini dövmüştür bunlar” dedi biliyorsunuz.

O an yazım aklıma geldi ve ürperdim.

Gezi parkında bayrak sattığı için tutuklanan zavallı bayrakçı var biliyorsunuz. Dün tahliye oldu ama davası devam edecek. Yani beraat etmedi. Bu nedenle mahkûm olabilir gerçekten.

Oldu olacak karpuzcuyu, sucuyu, termosa çay satanı da tutuklasınlar.. Eylemciye destekse bunlar da lojistik destektir...

60 yaşındaki Mücella Yapıcı tutuklansın diye savcılar çılgın bir ısrar içinde. Ne olduysa hakim gerek yok dedi...

Beyoğlu’nda “Çok zor durumda kaldık, Allah bu Gezicinin belasını versin” şeklinde açıklama yapan “esnafı” tanımadıklarını söyledi diğer Beyoğlu esnafı...

Ethem Sarısülük’ün ölümüyle ilgili iddianame hazırlandı. İddianameyi okuyorum, ilgili mobese kayıtlarına bakıyorum ve savcılarla aynı görüntülere bakmadık herhalde diyorum. “Dönme sonucu polisin elin yere paralel gelmesi, kasıtlı olmayan bir maksadını aşma...” Ne güzel laflar bunlar böyle!

Bayrak sattığı için tutuklanan adamın karısı Merhamet’in konuşmasını izlediğimde balataların nasıl sıyrıldığını gördüm. Örgüt kurma suçu için “He örgütüz! 7 kişilik örgütüz. Kocam ben ve 5 çocuk!”

Aklıma “Piskopat bir toplum yetiştirmenin yolları” yazım geldi...

“Idiocrasy” filminin devamı çekiliyor sanki...

Durum o kadar trajikomik ki insan “endişe” bile edemiyor...

“Akıl geri gelir ve biter bu saçmalıklar” diyor...

Bitsin hakikaten...

Yazının devamı...

“Anneliğim” eleştirilmeye başlandı bile

Cins bir toplumuz... Burada iki haftadır evlatlık maceralarımı anlatıyorum biri tweet atmış:

“Yazınızı okudum... Sizi koruyucu anne olmak değil komşu teyze olamayacak bir samimiyette gördüm.. çok yazık..” @Pinardedegungoren

Başkası da şöyle demiş:

“İnsanları bir sosyal sorumluluğa yaklaştırmak istiyorsunuz anlıyorum ama eğer onu siz doğurmuş olsaydınız kimseden kullanılmış veya kullanılmamış bir şey talep etmez, her şeyini sil baştan siz alırdınız. Eğer gerçekten onun annesi olmak istiyorsanız, gerçek anneler gibi hepimizin çocuğu olması yerine ‘o kesinlikle benim’ deyip bakıcısından hatta babasından bile deli gibi kıskanırdınız. Gerçekleri önce siz unutun..” @seksenlerdeyim

Birincisi belli ki “çocuklar birer kanatsız melektir... Onlar gökyüzünden yere inmiş, gözlerimizi kamaştırmadan parlayan, parlamadan kamaştıran, kamaştırıp parlatan, parlatıp kamaşan yıldız parçalarıdır..” şeklinde dünyanın en berbat cümlelerini sarf etmediğim için beğenmemiş anneliğimi.. Çocuğa “veledino”, “3 günde bir eden program”, “pazarlık yapmayan küçük yaratık” “gülücük makinesi” demek kötü annelikse... pehhh!... Daha neler diyeceğim minik karabiberime... Onu benzetme manyağı yapacağım..

Fakat @seksenlerdeyim’den gelen tweetler çok kafa karıştırıcı... Daha doğrusu çok ürkütücü.

İyi niyetli olduğundan hiç kuşkum yok. Bana bir şeyler tavsiye etmek istiyor belli ama dediği her şey hayat felsefeme aykırı. Sahip olma, tüketim, yeniden dönüşüme karşı olma...

“O kesinlikle benim” yaklaşımı ilginç mesela. Hayatımda hiçbir şeye “o kesinlikle benim” diyemedim bugüne kadar. Böyle bir hissim hiç kimse ve hiçbir şey için olmadı. Sahipmişim gibi görünen her şeyin ne kadar kolay elimden gidivereceğini de çok iyi biliyorum.

Ama ondan çok iyelik duygum yok. Çilek bebe, sağlığım müsaade ederse elbette ki benim çocuğum olarak büyüyecek ama büyük bir ailesi olsun istemem, herkesin akrabası olsun istemem, onu koruyup kollamayacağım manasına nasıl gelir ki? Ayrıca bu toplum bana kalırsa fazla sahiplenilmiş ama yeterince korunup kollanmamış çocuklar ve onların yetişmiş halleri yüzünden çekiyor.

Dahası bu tüketim, hepsini ben alayım, hepsi yeni olsun, kimsenin eşyasına ve hediyesine muhtaç değilim kafası nedir? Ben ki “başka dünya mümkün” yazı serilerimde takasın, yeniden dönüşümün güzelliğinden uzun uzun söz etmişken... Dahası Gezi Direnişi bugünlerde tam da böyle bir ruh ortaya çıkartmışken..

Hele ki kıskanmak?? Hem de bakıcısından bile??? Hem de babasından bile??

Çılgınlık sanırım bu... Asla dahil olamayacağım bir çılgınlık hali ki Türk annelerinde son yıllarda fena halde gördüğüm bir durum bu...

Bir de anladım ki hayatım boyunca çocukla ilgili aldığım her rasyonel karardan sonra birileri “doğurmuş olsaydın böyle yapmazdın” diyecek... Ve kendi irrasyonelliğini bir takım hormonlar, doğurma ve sezaryenle açıklayacak... Ve sırf bu nedenle bunun daha doğru olduğunu iddia edecek. Ve benden de eziklenmemi bekleyecek...

Çilek bebe.. Sen hakikaten ilginç bir sınav olacaksın benim için. Hadi bakalım!

Yazının devamı...

Bebek endüstrisi uzaya çıkmış!

Hayatım boyunca bebekle ilgili her şeyi reddetmiş ve sonra böyle pat diye birden bir çocuk edinmiş biri olarak şaşkınlıklar içindeyim... Şaşkınlığım bebek ürünlerine!

Bebek endüstrisi diye bir şey varmış meğer. Hem de öyle böyle değil. Teknoloji bebek ürünlerine de fena halde yansımış. Endüstri mühendisleri son 20 yılda bayağı iyi çalışmış...

“Elektrikli sallanan beşik”, “sallanan ana kucağı”, “ninni söyleyen beşik” mesela süper gelişmeler. Selin ablasından Çilek bebeğe hediye gelen ana kucağında bile “titreşim modu” var mesela. İki pille çalışan bir titreşim mekanizması kurmuşlar. Tam olarak ne işe yaradığını henüz anlamadım zira benimki alttan titreşim gelince yerinden zıplıyor...

Pilli ateş ölçeri uzun zamandır biliyorduk. Şahane bir şey. Fakat son tanıştığım çok çok acayip yeni ürün: PİLLİ BURUN TEMİZLEYİCİSİ. Kibarcası aspiratör, kabacası... Hassas arkadaşlar burayı atlasın lütfen... Sümük emici. Her çocuk sahibi kişinin bileceği gibi bebekler sümkürmeyi bilmiyor. İnsanlığın geliştirdiği bir davranışmış meğer bu da. Dünya üzerinde sümküren başka bir hayvan yok. Fakat sümkürmeyi ancak 3 yaşında öğreniyormuşuz. O saatte kadar zavallılar tıkalı bir burunla dolaşıp duruyor. Alet aynı zamanda müzik çalıyor. Müziğe kanan velet alete tepki göstermiyor, sen de o arada burnuna dayıyorsun cihazı. Çok işe yarıyor mu? Eh...

Fakat en hoşuma giden ürün sporcu anne veya babalar için tasarlanmış bebek arabaları. Özel suspansiyonu, kocaman tekerlekleri ve aerodinamik şekli sayesinde bebek gezdirirken jogging yapmak artık mümkünmüş. Manzaranın komikliğini düşünebiliyor musunuz? Elinde bebek arabasıyla koşan bir hatun veya kaslı bir erkek!!! İnternette videoları var, komedi filmi gibi. Fakat gayet mantıklı aslında.. Ancak Türkiye sokakları için geçerli değil tabii bu. Zira normal gezdirirken bile o kadar çok yerden elimle kaldırıp indirmek zorunda kalıyorum ki koşmaya kalkarsam bebek yüzde yüz ölür..

Hazır lafı gelmişken Türk şoförlerine bir lafım olacak: Kaldırım rampalarının önüne park edenlerin Allah cezasını versin. Gayet netim. Belediye düşünmüş, kaldırımdan caddeye inerken rampalar yapmış. O rampalar hem sakatlar için hem de bebek arabaları için! Ve son derece de işlevsel. Bu hainliği nasıl yaparsınız yahu!!! Tekrar ediyorum. O minik kaldırım rampalarının önüne park etmeyin!

Bebek ürünleriyle ilgili son gelişmeleri takip etmenin en iyi yolu www.tuniko.com ile www.ebebek.com. Manyak ürünler var. Birine hediye yollamak için de çok pratik. Karşı tarafın adresini veriyorsun, parasını ödüyorsun, hop teslim ediyorlar. Bebekçilikte çağ atlamışız haberim yokmuş...

Yazının devamı...

Üç günde bir olan program: Bebek

Cemal Safi’nin “İçim ürperiyor, ya evde yoksan” diye şahane bir şiiri vardır ya... Evde çalışan bir yazar olarak benim için de şu sıralar şu laf geçerli: “İçim ürperiyor, ya birden uyanırsan?”

Bildiğiniz gibi iki haftadır anneyim. Koruyucu anne oldum. Koruyucu aile lafını çoğu kişi “part time” ailelik sanıyor ama öyle değil. Bildiğin tam mesai annelik. Üstelik sonsuza dek! Üstelik tatil yok, fazla mesai yok, akbil de yok. Dahası bende koca da yok... Peeee... (Bu arada: Hani her bebek kısmetiyle gelir diyorlar ya... “Kısmet tercih imkanı” varsa eğer ilgili merciin dikkatine önemle sunayım: ev ve araba istemiyorum. Onlar çok şükür var... Ben başka bir şey istiyorum. Bilmiyorum anlatabildim mi...)

“İçim ürperiyor, ya birden uyanırsan” lafına geri dönersek..

Uyanınca pek şeker oluyor, gülücükler dağıtıyor, itirazım yok amma... Tam yazının ortasında, hele de biraz geç kalmışsam ve gazetedekiler “acele et, hat kaçıyor!” diye (haklı olarak) ensemde boza pişiriyorsa... Uyanması tam bir “felaketim olur, ağlarım” durumu oluyor. (Bugün de “şiirlerden alıntılama günü” oldu...)

Bakıcısı Ayşe’yi, oruç tuttuğu için erken yolluyorum ve 4’den sonra veledinoyla baş başa kalıyoruz. İki üç defa olmayacak bir zamanda uyandı, akla karayı seçtim. (İş yetiştirmeye çalışan annelerin koruyucusu tanrısı niye yoktur acaba, mitoloji sana diyorum!) Denemediğim şey kalmadı. Veledi kanguruya oturtup yazı yazmak bu denemelerin en başarısızıydı diyebilirim. Zira bu ufak tefek arkadaşlar uykudan uyandıklarında son derece neşeli, hareketli ve “göz çıkartıcı” oluyorlar. Böyle tam isabet bir şekilde işaret parmağını sol gözüme bir sapladı, ben diyeyim 17 siz diyin 38 yıldız gördüm... Tek gözü kör bir anne olmama ramak kalmıştı yani... Gerçi kanguru denen taşıma aletini başka zamanlarda da beceremiyorum ayrı...

Demek istediğim şu sıralar yazılarımı bir gerilim filmi tadında yazıyorum, hatalar, cümle düşüklükleri varsa affola...

Şu 2 hafta içinde şunu anladım: Bu ufak tefek arkadaşların programı üç günde bir oluyor. Hiçbir teknoloji bu kadar hızlı değişmiyor, değişemiyor. (Ateizzzler bunu da açıklasın!) Üç gün boyunca mesela sabah 4,5 uyanır, sen de buna göre önlemlerini alırken 4. gün “güncelleme” geliyor ve arkadaş uyanmayı 3’e alıyor! Peki diyorsun hadi öyle olsun, ama 3 gün geçtikten sonra bu sefer hem saat 2’de hem de saat 6’da uyanıyor. Tamam buna da razıyım diyorsun fakat 3 gün sonra komple format atıyor ve bambaşka saatte uyandığı gibi mamayı da reddediyor! Eee? Ne istiyor peki? Oyun eğlence gezme tozma... Lan saat sabahın beşi!?!? Ne gezme tozması???

Dahası gezme tozma talebi de 3 gün sürüyor. Sonra yine mama ve uyku dönemine giriyoruz. Fakat bu sefer de biberonu ağzına verme yüz metre yarışına döndürüyor işi. Üç saniye, yemin ederim 3 saniye geciktim diye bir bağırma bir çağırma... Ortalığı inletti...

Dün gece ağzımdan şu cümle çıktı: Çok şükür bu macerayı da başarıyla atlattık... Kahramanımız acaba yarın hangi ile uyanacak, heyecanla bekliyoruz..

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.