Şampiy10
Magazin
Gündem

Geçen sene neredeydin, ne yapıyordun?

Kucağımda koruyucu veledim, karşımda 7 aylık hamile arkadaşım oturup çay içiyoruz. Geçen sene tam bu günlerde Yunanistan’da beraber fırt fırt geziyorduk. Şahane koylarda yüzüyor, salaş lokantalarda yiyip içiyor, deli gibi eğleniyorduk...

Bir yıl sonra çocuklu birer kadın olacağımız, aklımızın ucundan bile geçmiyordu...

Bir yıl önce neredeydin, ne yapıyordun ve nasıldın? Bir yıl önce Meryem Ana gününde Selanik’teydim. Yunanca öğrenmeye çalışıyordum ve külliyen bekârdım. Şimdi halen bekarım, halen Yunanca öğreniyorum ilaveten çocukluyum ve çok sinir bir şekilde kaşlarım uzayıp duruyor.

Kaş uzaması vücudumda en alışamadığım değişiklik. (Kilo almaya nihayet alıştım..) Eskiden yoktu böyle bir şey. Ellerim durmadan onlara gidiyor. Yolculukta falan minik makasımı yanıma almamışsam kesemiyorum ve ben onları yolmamak için kendimi zor tutuyorum.

Yahu benim bildiğim 60’ını geçen erkeklerin kaşları uzar! Böyle Atatürk gibi yeldir yeldir... Ne 60 yaşındayım ne de erkek. Ne bu? Kadınların, birbirlerinden bile sakladıkları yaşlanmakla ilgili korkunç bir sır mı bu? Allahım daha neler olacak açık açık söyleyin! Bir taraflarımda boynuz, yumru falan da çıkacak mı?

Demek istediğim hayat bir anda çok acayip bir şekilde değişebiliyor... Geçen sene arkadaşımla erkeklerden söz ederken ki bu sabah bir kez daha en iyilerinin bile bencil domuzcuklar olduğuna karar verdim- ve kaşlarım uzamazken, şimdi önümüzde oradan buradan gelmiş çocuk kıyafetleri, “bu benimkine artık küçük gelir”, “bunu seninki seneye giyer, biz giyer sana veririz” diye tasnif ediyoruz.

Yalan yok. “Çocuk geldi ve ben artık çılgın gibi mutluyum, başka bir şey düşünmüyorum, erkekler umurumda bile değil” falan demeyeceğim. Her şeyin yeri ayrı. Olaydı iyi olurdu. Ama talih diye bir şey var. “İlginç olan alçak, alçak olmayan sıkıcı” kuralı işlemeseydi daha iyi olacaktı...

Fakat bebek arabasıyla nereden kolay geçilir, nereden zor geçilir diye konuşmak da o kadar berbat bir şey değilmiş. Bünyeyi bozmadı yani... Hatta beni fena halde biledi. Durmadan ilgili makamlara mail atıyorum. “O direği oradan kaldırın”, “buraya rampa yapın”, “oraya park engeli dikin”...

Süper bilinçli bir şehirli olmaya doğru gidiyorum. Halkıma bir nebzecik olsun faydam dokunuyorsa ne mutlu bana...

Başbakan ailesine yaptığım “siz de bir koruyucu aile olsanız” çağrıma zerre bir tepki gelmedi ama yaya kaldırımı üzerindeki bir direği kaldırtmayı sanırım başaracağım...

Napalım... Bizim de etkimiz bu kadar...

(Ve yazar tevazu gözyaşları içinde sahneyi terk eder...)

Yazının devamı...

Başbakan “koruyucu aile” olsun

Bugün Star Gazetesi’nde Fadime Özkan’ın, Çocuk Hizmetleri Genel Müdürü Abdülkadir Kaya ile yaptığı röportajı vardı. Konu koruyucu ailelik ve Abdülkadir Bey sağ olsun ismimi anmış: “Gazeteci Mutlu Tönbekici’nin de koruyucu aile olması koruyucu ailenin bilinirliği açısından çok güzel çok mutlu bir olay oldu” demiş.

Ne güzel! Şu memlekete ufacık bir katkım olduysa ne mutlu bana!

Fakat ben yeterince ünlü değilim. Yeterinde örnek teşkil edemem. “Ben yapmayayım ama siz yapın” diyerek halka çağrıda bulunmak da çok manalı değil açıkçası.

Çok mühim bir ailenin yapması lazım bunu.

Memlekette Angelina Jolie Brad Pitt gibi bir çiftimiz de yok ne yazık ki.

Bu durumda siyasetçilerin örnek olması gerekiyor.

Bu ülkenin en mühim kişisi kim? Elbette ki Başbakan Erdoğan.

Önerim şu: Erdoğan ailesi bir çocuğun koruyucu ailesi olsun. Kendisi olabilir, çocukları olabilir. Yeter ki aileye bir koruma altında çocuk girsin.

Erdoğan ailesi bunu yaptığı anda çok ama çok şey değişecektir.

Zira Erdoğan ve ailesi ciddi olarak örnek alınan bir aile. Giyimde kuşamda olsun, yaşam tarzında olsun, hatta bana kalırsa asabiyette olsun milletimiz başbakanın kendisini ve ailesini dikkatle izliyor.

Aile Bakanlığı, koruyucu aile sisteminde çok kararlı. Bu konuda en büyük desteği de Emine Erdoğan verdi.

Abdülkadir Kaya, Emine Hanım’ın desteğinin altını çizmek için “geçen seneden beri aile yanına yerleştirilen çocuk sayısı yüzde 971 oranında arttı” diyor ama sözünü ettiği rakamlar esasen gülünç rakamlar. 135’den 1312’ye çıkmış. 1’den 2’ye çıınca da yüzde 100 artmış oluyor zaten.

Halbuki kurum tarafından koruma altına alınan çocuk sayısı: 14 bin! 14 bin ailesi tarafından terk edilmiş çocuk var memlekette! Ve bana sorarsanız devlet devletliğini daha iyi bilseydi bu rakamdan çok daha fazla çocuğun da devlet tarafından mahkeme kararıyla koruma altına alınması lazım gelirdi. Türkiye’de ailesinden çok çok kötü muamele gören on binlerce çocuk var. Ancak Türkiye’de devlet, Avrupa’daki gibi aktif değil. Aileden çocukları çok nadiren alıyor. Çünkü nerede bakacak bunlara diye de bir dert var..

Ama konumuz bu değil. Konumuz mevcut durumda koruma altına alınmış bu 14 bin çocuğa yuva bulmak.

“Aile bakanlığı politikalarını destekliyoruz” diyerek ne yazık ki “destek” olmuyor. “Biz almadık ama siz alın” demek hiç samimi ve ikna edici değil. “Önce sen koy taşın altına elini” derler...

Başta Başbakan olmak üzere bakanların, milletvekillerinin, Sosyal Hizmetlerdeki müdürlerin koruyucu aile olup örnek olması lazım.

Ama en çok Erdoğan ailesinin... O zaman işler çok değişecektir.

Yazının devamı...

Bayram nedir?

Bugün kendime bir bayram molası veriyorum ve köşeyi Can Baba’ya bırakıyorum...



“Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz

kalınca anlar insan...

Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir;

sevmeninkini yalnızlık...

Sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır.

Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni

kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp “çok şükür bugünü de gördük” diyebilmek...

Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır.

Yoğun bakımda sancılı geceyi ya da kangren olmuş bir

ilişkiyi bitirmek de öyle...

En acıktığın anda dumanı tüten bir somunun köşesini

bölmek, korktuğunda güvendiğine sarılabilmek, dara

düştüğünde dost kapısını çalabilmek bayramdır.

Bir sürpriz paketinden çıkan hediye, tatlı bir şekerlemedeserilen battaniye, saçlarını müşfik bir sevgiyle

okşayan anne bayramdır.

“Ona güvenmiştim, yanılmamışım” sözü bayramdır.

Hiç aldatmamış, aldanmamış olmak bayram...

Yeni eve asılan basma perdeler, alın teriyle kazanılmış

ilk rızkın konduğu çerçeveler, yüklü bir borcun son

taksiti ödenirken sıkılan eller bayramdır.

Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, akşam kapıda

karşılayan yavuklu busesi, sevdalı bir elin tende gezmesi,

nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır.

Alnı açık yaşlanmak bayramdır; ulu bir çınar gibi ayaktabayram..

Bunların kadrini bilirseniz, kıymet bilmeyi öğrenirseniz her gününüz bayram olur.

Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler.

Deseler de böyle delilik, bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır.

Her gününüz bayram olsun..!”

CAN YÜCEL

Yazının devamı...

İçime kaçan park ve bahçeler müdürü

İki ihtimal var:

- Bir zamanlar bir sarayın bahçıvanıydım... Evet herkes “bir önceki hayatında” mihrace, prenses, leydi, düşes olur ben her zamanki talihimle olsam olsam bahçıvan olurum...

- Veya bir zamanlar bir aslandım ve safariye çıkmış çok değerli çok yetenekli bir “park ve bahçeler müdürü”nü yedim! Ve şimdi şu hayatımda bunun cezasını çekiyorum.

Diyeceksiniz “niye?” Çok tuhaf ve çok nefret ettiğim bir huyum var. Nereye gitsem çıplak tepelere, sarı arazilere kayıyor gözüm... Millet ağaçlara bakar ben sarı alanlara. Sonra başlarım orayı yeşillendirme hayalleri kurmaya. “Şuraya bir meşe, buraya bir ardıç gerisi zakkum..”

Bu kadarla kalsa gene iyi. Çirkin binaları, taş duvarlara da kafayı takarım: “Şu çirkin apartmanı Amerikan sarmaşığı, şu binanın yan duvarını begonvil, şurayı da acem halısıyla kapatalım..” “Şu duvarın dibine kalem selvi, şu yolun kenarına acem borusu dikelim...”

Sonra hızımı alamam milletin evlerine karışırım: “Bu terasın tepesine razakî üzümü pek güzel yakışır...” “Güneşin alnında oturacaklarına neden mor salkım sardırmazlar..”

Hadi beş on dakika düşündün geç git.. Yoooo! Bahçıvan ruhlu Mutlu Hanım, sabahtan akşama bunu düşünür!

Yemin ederim kafayı yiyeceğim. İstanbul’da oturduğum semt Arnavutköy. Camımdan dışarı bakarken daha bir kere bile olmadı ki önündeki dev garajın çirkin çatısını yeşillikle kaplamayı hayal etmeyeyim. Şimdi Ege’de seyahat ediyorum ve sürekli olarak elimde hayali zakkumlarımı oraya buraya dikmekteyim.

Zakkum harbiden şahane bir bitki. Eksi 16’lar olmadıkça her tür iklimde ve toprakta yetişen, üstelik sulamak da gerekmeyen bir bitki. Neden belediyeler (mesela Foça’da olduğu gibi) her yere bundan dikmez? Her daim yeşil, her daim çiçekli.. Güneş, rüzgar aldırmaz, hatta tercih eder. Sularsan mutlu olur, sulamazsan da şikayet etmez.

“Evet Mutlaaanım.. Sırf siz kafayı yemeyesiniz diye beldemize 500 adet zakkum dikeceğiz, şu kadar para yollayın” desinler, yeminle yollarım.

Yok mu beni kurtaracak bir muhtar, belediye başkanı, belde şeyi?

Bayramdan sonrası iki süper öneri

Teomida: Daha önce de yazmıştım, yavaş yavaş keşfediliyor. Geçtiğimiz haftalarda Hürriyet Gazetesi tarafından Türkiye’nin en iyi 10 yaz oteli arasına seçildi. Hakikaten de şahane bir yer. Burhaniye’nin Ayvalık tarafında, Kazdağlarına karşıdan bakan 4 odalı bir butik otel. Türkiye’de benzeri yok. Çok çok farklı bir yapı ve dekorasyon. Sahipleri Fransız Türk bir çift. Pelin hanım nefis Fransız tatlıları, pastaları, kekleri yapıyor. Her gittiğimde başka başka şeyler yediriyor bana. Sırf seviyorum diye benim için Noel’de yapılan meşhur “baharatlı kek”ten yaptı. Teklifim, bir hafta sonu meraklılar için “tatlı kursu” vermesi. (266) 4261161

Stalu: Kazdağları’nda çok sevdiğim başka bir yer. Piti bebeği görmek istediler, uğrayayım dedim şimdi daha da güzel olmuş. Aşağıları yanarken yukarısı şahaneydi. İçimdeki park bahçeler müdürünün tatil yaptığı ender yerlerden. (286) 752 51 50

Yazının devamı...

Bir bayram, bir gezici ve iki çevik

Bayramda gazete okuyacak üç beş kişiye: Var ya! Sırf sizin bayramınızı kutlu/mübarek olsun... Helal olsun arkadaş sana! Günlük alışkanlığını seve seve sürdürüyorsun ya.. Şimdi en kralından bir yazı yazacağım sana...

Memleketin en güzel kahvesi Cunda’daki Taş Kahve’den bildiriyorum. Galiba, koca memlekette bu akşam için (bayramın 1. günü) rezervasyon yapılmamış yegâne yer Taş Kahve. Zira yazımı yazmak için nereye oturmaya kalktıysam “ama 5’ten itibaren hazırlık yapacağız bilesiniz..” dediler.. Yani “beşten sonra naşşş” demek istiyor...

İyi dedik ve veledimle beraber Taş Kahveye sığındık. Size bugün Özgür’ün (bizi almak üzere) Ayvalık’a geliş hikayesini anlatacağım.. Ve başına gelenleri..

Gelmeye son dakika karar veriyor. Ve tabii ki arife günü hiçbir şekilde bilet bulamıyor. Ama yılmıyor. Esenler Otogarı’na gidiyor. Ne kadar otobüs firması varsa hepsine giriyor çıkıyor. Umudunu ufak ufak yitirirken uzaktan “Balıkesir.. Balıkesir..” lafını duyuyor. Balıkesir’den bir şey bulurum deyip biletini alıyor... Fakat o da ne? Otobüse ulaşmak için hep beraber ellerinde bavullarla garajın dışına çıkıyorlar. Yürü yürü yürü... Meğer otobüs kaçakmış ve bu kaçak olayına da “cenaze kaldırmak” diyorlarmış. Yolcular kıl kapıyor “ölü müyüz lan biz?”

Bayram zamanı “ölü” de olunuyor “fazla” da... Bir yolcuya koltuk kalmıyor. Koridorda plastik sandalyeye oturtuyorlar. Bu arada yollar aşırı kalabalık. Milim ilerlenmiyor. Şoför Yalova’dan sonra yoldan çıkıp köy yollarında gitmeye başlıyor. Bir süre sonra kayboluyorlar! Şoför önce çaktırmıyor. “Kayış bozuk” bahanesiyle yarım saatte bir durup yol soruyor. 4 saat boyunca “cenaze arabası” nereye gittiğini bilmeden ilerliyor. Özgür durumu çakozlayıp telefondaki GPS’iyle yardım etmeye çalışıyor. Sonunda Uluabat Gölü’nün bir taraflarına çıkıyorlar. Bu arada kayış hakikaten de kopuyor. Hep beraber inip değiştiriyorlar.

Özgür, yanındaki delikanlı ile muhabbete koyuluyor. Bunlar samimi oluyorlar. Beraber şoföre yardımcı oluyorlar, beraber çay içiyorlar, beraber yol bulmaya çalışıyorlar. Genç, bu arada aşk dertlerini anlatıyor uzun uzun. Şöyle olmuş, böyle olmuş, sonra o ona bunu demiş, bu ona böyle demiş... Aslında hiç umut yokmuş ama kıza geleyim mi demiş o da “gel” demiş. Yegâne izin gününde, gece yarısı Ayvalık yollarına düşmüş. Akşamında da dönmesi gerekiyormuş.

Buraya kadar iyi. Sonra Özgür soruyor “Niye izin günün bu kadar az?”. Delikanlı cevap veriyor: “Allah gezicilerin belasını versin!”.

5 saatin sonunda anlamışlar ki biri çevik polis biri de gezici! Biri bol bol gaz atan, biri de bol bol gaz yiyen taraf. O kadar dertleştikten şimdi nasıl gıcık olacaklar birbirlerine? Olamamışlar...

Sonra bunlar Edremit’e kadar 4 kişi taksi tutuyorlar. 3 gezici 1 çevik oluyorlar bu sefer. Taksici, diğer ikisini Altınoluk’a bırakıp dönüşte alıp Ayvalık’a götürme sözü veriyor. Parada da anlaşıyorlar. 1 saat sonra ne gelen ne giden... Taksici vazgeçmiş..

Bir çevik ve bir gezici sabaha karşı yürümeye başlıyor. Çevik dertli gezici başka türlü dertli, kanka olup çıkıyorlar. Tabii çeviğin anlattıkları bizde kalıyor. Otostop, otobüs, minibüs bir şekilde sabaha karşı ulaşıyorlar Ayvalık’a... Şimdi whatsapplaşıyorlar.

Hey güzel Allahım diyorum. Bayramda küsler barışırmış denen bu muydu?

Hepinize iyi bayramlar...

Yazının devamı...

Ne isen tüm dünya da odur...

Rahmetli annemin şöyle bir lafı vardı: “Hastayken herkes hastadır... Hastaneye bir gidersin ve birden tüm dünyanın hasta olduğunu fark edersin... Herkes veremdir, herkes kanserdir...”

Tam da öyleydi. Annem kanser hastasıydı ve ilaçlarını almak benim işimdi. SSK Okmeydanı’ndan alıyordum üç haftada bir. Sabah çok erken gidip muayene kuyruklarına girip imzalar attırıp sonra da eczane kuyruğuna girmek gerekiyordu. Onkoloji kuyruğu başkaydı. Önümde arkamda hep kanser hastası yakınları olurdu. Konuşurduk... “Seninki ne kanseri?” “Evresi ne?” “Kaçıncı kemosu bu?”

Ölümü hiç kimse konduramıyordu hastasına. Herkes, bir başkasının hastası ölecek diye düşünüyordu. Kendiki iyileşecek başkalarınınki gidecek... Ben de öyle... Emindim bundan. Annem sağ kalacak...tı.

Yazık ki öyle olmadı. Belki de o sıradakiler arasına en önce ayrılan annem oldu kim bilir...



Nereden girdim bu konuya bilmiyorumÖ Geçen gün siyah beyaz eski bir fotoğrafa bakarken “resimdekilerin hepsi ölü” dedim kendi kendime... Ölü insanlara bakıyordum... Bakmaya devam edemedim... Çok ayıp, çok kötü bir şey yaptığımı düşündüm... Mezarlarını açmışım gibi...

Aklıma onkoloji kuyruğu geldi. Sıradakilerin de hepsi ölü müdür acaba dedim...



Şimdi bebek bakıyorum. Ve tüm dünyanın anne olduğunu fark ettim. Hatta kimilerinin de benim gibi koruyucu aile olduğunu... Şimdi birden görünür oldular. Karşıma olmadık yerlerde evlat edinmiş aileler, kız kardeşler, tek anneler hatta tek babalar çıkıyor...

Konuşuyoruz. Bana ileride karşılaşacaklarımı anlatıyorlar. Hukuki maceralarını anlatıyorlar. Evlatlıkların bize kendi aralarında “çakma anne” dediklerini öğreniyorum.

“Kalp kırıcı değil mi?” dedim Emine hanıma, “aman önce insan biraz bozuluyor ama sonra gülüyor” diyor kahkahalarla..

Mailler de gelmeye başladı. Koruyucu ailelerden. İzmir’den, Ankara’dan.. Hepsiyle görüşeceğim. En azından telefonda...

Şimdi bazen sokakta çocuklara bakıyorum ve “bu da evlatlık mıdır? Bu da koruyucu velet midir?” diye soruyorum kendi kendime.

Ne isen tüm dünya da odur...

Yazının devamı...

Otoyol kenarından notlar....

Manzara şu: İzmir Çanakkale arasındaki otoyol kenarında “outlet” kandırmacasıyla açılmış çakma AVM’lerden birinde bir köftecide oturmuş, bir elimle bebek arabasını ileri geri ittiriyorum bir elimle de yazı yazmaya çalışıyorum... Ve tek elle yazı yazmanın imkansızlığı ile cebelleşiyorum sevgili okur...

Demek ki neymiş? Bebek arabası üreticileri “yalnız, bakıcısız ve de çalışmak zorunda olan anneler” için ayakla DA itilip çekilebilen bebek arabası üreteceklermiş.

Nasıl olacak bilmiyorum. Bir pedal mı koyarlar, aşağı yukarı bastırdıkça araba ileri geri gider, ya da başka bir şey mi bilemem. Ayağımı geçirebileceğim bir bant bile yeter aslında...

İleri zeka endüstri tasarımcıları varsa aranıza buyurun size şahane bir hedef! Yapın böyle bir şey, bu köşede kocaman kocaman resimlerle tanıtmayan eşek olsun. Sizi zengin edecek “ürün” bebek endüstrisine arkadaşlar! Hedefinizi doğru seçin. Dünyanı kurtarmaya falan kalkmayın. Körlerin hiçbir yere çarpmadan 300 kilometre yürümesine yardım edecek cihaz size prestij ve ödül kazandırı ama para kazandırmaz. Yapacağınız şey çok basit: Modern anneleri izleyin! Neye ihtiyaçları var, ne yapsak bu gerzolar satın alır onu düşünün! Bir önceki gün mesela gaz yapmayan bir biberona (Dr. Brown) 25 lira verdim. Özelliği hava girsin diye biberonu çocuğun ağzından çıkartmak zorunda kalmamak. Zira emerken emerken şişenin içinde bir süre sonra hava kalmıyor, iç basınç yüzünden sıvı da haliyle dışarı akamıyor. Bebek var gücüyle biberonu emerken sizin onu ağzından çıkartmaya çalışmanız gerekiyor. “Aman ne önemli şey, çıkarıver ağzından iki saniye ne olur” mu dedi biri? Eğer sizin de bebeğiniz ağzından biberon çıkartılınca ortalığı ayağa kaldıranlardansa görürüm sizi.

Yolda, tek başınayım... No bakıcı, no koca... Koca zaten yok, bakıcıyla da yola çıkabilecek durumda değilim. Hedef Ayvalık.

Gazetedekilere dedim bugün yazmayayım. Büyük gün bugün. Ergenekon günü. Cezalar maşallah. İsviçre’de son yüz yılda tüm mahkumlara verilen cezaların toplamından daha çoktur herhalde. (Daha ileriyiz ya İsviçre’den...) “Yaz yaz bitmez, size bol bol sayfa lazımdır” dedim... Benim “boş” yazılarımla (biliyorsunuz yemin ettim..) bir arada gitmez dedim..

Yemediler. “Sensiz olmaz” dediler. “Günü gelene kadar etinden sütünden faydalanacağız” dediler... “O saatte kadar maaşını kuruşuna kadar hak et” dediler..

Elbette bu lafları etmediler. Latife yapıyorum. “Yerin hazır” dediler o kadar... Denyo bir takım medyalama siteleri totosundan anlayıp abuk subuk şeyler üretmesin...

(Bu arada çıplak ayağımla bebek arabasını ittirip çektirmeyi becerdim. İleri zeka endüstri tasarımcıları boşuna zahmet etmesin. Ürünü almayacağım..)

CSI ALAÇATI

İki gece önce Alaçatı’da silahlar patladı. Böyle güpegündüz denecek bir akşam saatinde. Herkesin akşamüstü için lokantaya oturduğu bir saatte dan dan dan dan: dört el.

Ertesi gün Alaçatı kaynıyordu. Nereye gitsem aynı sahne: Herkes elinde telefon, (ama mutlaka kulaklıkla konuşulacak) bir bilgi edinme ve malumat aktarma durumunda... Herkes bir Horatio kesilmiş olayı çözmeye çalışıyor. CSI Alaçatı!

On ayrı telefon görüşmesinin sadece dinleyerek komple palavra olduğunu düşündüğüm şu sonuçları çıkardım: İki mekan (“Avlu” ve “Fogo”) birbiriyle çöp yüzünden kavga etmiş. Bir mekandakiler (Fogo) öbür mekandakileri kavgadan sonra çöpe atmış! Bayağı bildiğin karga tulumba! Ertesi gün de dananın kuyruğu kopmuş...

Canım Türkiyem. İstediğin kadar entel dantel “herkesin gelmediği” (ne demekse?) bir yer yapmaya çalış... Fiyatlar astronomik olsun... Aziz Nesin’in oğluna dediği gibi: “Malzeme bu! Yapacak bir şey yok...”

Otoyol kenarından, bir ayakla bebek arabası sallarken.. bu kadar arkadaşlar...

Burhaniye’de görüşmek üzere...

Mutellanız...

Yazının devamı...

Yolculuk terapisi

Başlığı Zeynep Atılgan Boneval’dan “çaldım”... Onun şahane seyahat sitesinin adı... “Yolculuk terapisi” lafı o kadar hoşuma gidiyor ki Zeynep’den söz etmeyecek olsam da bir günlüğüne emanet aldım...

Minik kurbağa ile Karaburun’dan Alaçatı’ya geldik.. “İğdeli Han” adında yeni açılan harikulade bir otelde kaldık. Acayip ferah, iç açıcı nefis bir bahçe yapmışlar. 130 çeşit bitki dikmişler. Kocaman bir havuzu var. İki gün boyunca bana ve bebeğime acayip iyi baktılar. Mutfağa inip bebek için kabak haşlamama bile izin verdiler.. Daha önce otellerde başka şeylere bakarken şimdi kabak haşlamaya müsait mi diye bakıyorum hahaha! (Bu arada bebekli insanlar büyük otellerde ne yapıyorlar gerçekten? Evlerinden ocak mı getiriyorlar?)

Yolculuk hakikaten bir terapi. “Fazlalıkları atma terapisi” diyorum. Fazla eşyaları, fazla düşünceleri, fazla insanları... Bir nevi bayram temizliği... Erimiş zift gibi beyne dağılmış olan düşüncelere de bir çare bulduk mu tamamdır... (Onun için hassas bir beyin cerrahisi gerekiyor sanırım...)

Alaçatı, Ramazan’ın etkisiyle sakin. Ölü değil ama sokaklarda insan seli akmıyor. Bu yıl Hacı Memiş Mahallesi iyice gelişmiş. 5 yıl önce inin cinin top oynadığı sokaklarda şimdi birbirinden şık onlarca restoran, kafe, pastane var.

“Kınalı” diye bir küçük lokantaya gittik. Herkes yediğinden çok memnun kaldı. Sahibi Ercüment Bey Alaçatı’lı. Ve işin ilginci şu: Lokantanın sahibi, çok çok yıllar önce Turizm ve Otelcilik okumak için Almanya’nın Frankfurt şehrine gidiyor. O zamanlar Alaçatı’da iş yok diye orada kalıp bir Türk lokantası açıyor. Ve memleketini hatırlatsın diye de adını “Alaçatı Lokantası” koyuyor.

Yıllar sonra, iş yok diye bıraktığı köyü, Türkiye’nin en pahalı tatil beldesine dönüşüyor iyi mi! Ercüment Bey’de bu yaz Frankfurt’daki Alaçatı lokantasının bir “şubesini” Alaçatı’da açmaya karar veriyor. Ve dükkan falan kiralamasına gerek kalmıyor zira “çarşı” evinin önüne kadar geliyor. Ufak tefek düzenlemelerle doğup büyüdüğü ev minik bir lokantaya dönüşüyor. Önce fanfinfon bir isim koyuyor. Sonra eşi dostu diyor ki “bu saçma bir isim. Senin lakabın Kınalı. Neden bu ismi koymuyorsun?” O da tamam diyor. Dükkanın ismini “Kınalı” koyuyor. Frankfurt’dan bir Fransız aşçı ile beraber işe koyuluyorlar.

Fazla masası yok. Yer ayırtmak gerekiyor. (0507 1555541)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.