Şampiy10
Magazin
Gündem

Her şey iki yılda bozuluyordu...

Tam iki yıl olmuş bu evime taşınalı. Ağustos’un son haftasında taşınmıştım ve işte yine Ağustos’un son haftasındayız.

İki yıldan sonra ardı ardına bir şeyler bozulmaya başladı. Kapının zil düğmesi yerinden çıktı, klimanın gideri tıkanıp komşunun evini su bastı, çekmecenin kulpu elimde kaldı ve son olarak da kombi ara ara çalışmamaya başladı.. Ara ara dediğim illa ki duş alırken elbette. Sıcak su, başım çılgınlar gibi köpüklüyken kesiliverdi... “Denizde yüzdüğünü farz et” diyerek kendimi kandırmaya çalıştım ama kulaç atmadan soğuk suda çimmek harbiden zor..

Demek istediğim şu: Demek ki evlerin dayanma süresi 2 yıl. Biliyorsunuz dayanıklı tüketim mallarının da garantisi 2 yıldır. Hatta arabaların da. Ve garantinin bittiği gün bozulmaları şarttır.



Ben bu evi gıcır gıcır yaptıktan sonra kiraya vermiş olsaydım ve kiracı 2 yıl sonra çıksaydı ve ben evi bu halde görseydim bayağı küfrederdim herhalde. Evi ne hale sokmuşlar diye... Meğer dikkatli kullanmak diye bir şey yokmuş. Dikkatli bakım diye bir şey varmış. Bozulanı tamir edeceksin, döküleni boyayacaksın...

Kesin kural şu: İki yılda bir İbrahim Ustalar ve Adem Ustalar evlere girecek! Onlarsız bir hayat düşünülmeyecek! Onlara verilen paralar zarar ziyan sayılmayacak! Köşe bucak elden geçecek! Başka türlü olmuyor.

(Sevgili ustalarım! Size daha önce bağırıp çağırdığım için kamu huzurunda özür dilerim.. Beni affedin ve eve dönün lütfen! Ocağınıza düştüm! Klimacı, tamir edeceğim diye dış cepheyi delik deşik etti iyi mi!!)

İki yıl mühim bir süre. Evler gibi ilişkiler de iki yıl sonra “dökülmeye” başlıyor. (Neydi? “Aşkın ömrü 2 buçuk yıl” mıydı?) Ne oluyor bilmiyorum ama benim için fiks süre iki yıl. Sonra bir şey harbiden ekşimeye başlıyor.

Gel gör ki ilişkilerin İbrahim ve Adem Ustaları yok. Var “ilişki tamircisi” diye bir şeyler ama bu sektör sadece ilişki terapistine yarıyor. Güzel para kazanıyorlar. Zira ev tamir “olmamak” için direnmez ama partnerler “direnir”. “Ben niye değişeyim, sen değiş” denir ve buyurun “çıkmaz sokak şenliklerine”.



Demek ki iki yıl bakımı diye bir şey olmalı. İki yılda bir güven tazeleme testleri olmalı. Eşe, müdüre, patrona, eve ve en çok da şehre! Vidalar, somunlar bir elden geçmeli. Her şeyin hesabı 2 yıla göre yapılmalı.

Offff... Eve gene çok fena dağılacak ve daha fenası: siz de tamir maceralarıma maruz kalacaksınız... Geçmiş olsun..

Yazının devamı...

Terör estiren tatilci anneler

Şimdi tatil mevsimi... Ramazan bitti. Türkiye topluca tatile çıkmış durumda...

Akdoğan Özkan’ın, Notos yayınlarından çok komik bir kitabı çıktı: “Sokaktaki İnsanın TC Sözlüğü.” Daha önce yazarımız Mustafa Mutlu da köşesinde söz etmişti. Çeşitli kelimelerin karşılığında esprili açıklamalar yer alıyor.

Karıştırırken “çocuk” sözcüğü karşıma çıktı: 1. Anne babalarının huzurevlerini seçmek için dünyaya geldiklerini başka kimsenin fark edemediği sinsi varlık 2. Butik otellere alınmayan, gürültülü bir aile aksesuarı.

Ha ha haaaa! İki ilgi alanım birden: Çocuk ve Butik Otel! (bkz: Küçük Oteller Kitabı).

Butik otellere çocuk alınmaması hususu çocuğum olmadığı için şimdiye kadar beni pek ilgilendirmiyordu. Ama artık ilgilendiriyor. Esprisi bile yapılıyorsa nedenini bulmak lazım.

Geçen gün küçük otelcilerimden biriyle sohbet ediyorduk. “Valla bıktım çocuklardan” dedi. Diyen, esasen çocuk seven çok tatlı bir amca. Fakat yedi yıldan sonra illallah demiş.

Neden diye sordum. Sanıyorum ki çocukların gürültüsünden şikâyetçi. Ama şikâyet ettiği esasen anneleri.

Kendim de aynı haltı yediğim için adamcağızı anladım. Biz bebekli anneler bebek nedeniyle HER ŞEYE hakkımız olduğunu sanıyoruz... Sanki kutsal bir görev yapıyoruz ve bu kutsal göreve herkesin katılması gerektiğini düşünüyoruz!

Şöyle şeyler yapıyoruz mesela:

“Patates var mı?” “Havuç var mı?” “Biraz pirinç ve kabağı haşlayabilir misiniz?” “Aaa olmamış bu! Ben tuz istemedim.” “Şeftali rendeleyebilir misiniz?” “Biberonu makinede yıkayabilir misiniz?” “Ama temizlenmemiş bu.” “Ketılınız biraz pis mi?” “Akşam sirke döküp kirecini yok edebilir misiniz?” “Bir küçük tencere alabilir miyim?” “Yok mu bir süzgeciniz?” “Bu balık kokuyor ama.”

Sonra mutfağa girmeler, otelcinin 100 kişiye pazar kahvaltısı çıkarmaya çalıştığı ve ortalığın savaş alanı gibi olduğu anlarda ocağı işgal etmeler, sterilizasyon aletini mutfağın en hayati yerine koymalar, “ay bu mutfak çok dağınık” demeler...

Bitti mi? Bitmedi tabii. Akşam olunca “bebek uyuyor, klimayı/müziği kapatır mısınız?” demeler, yan odalardakilerin cinsel hayatına müdahale etmeler, olmayacak yerde alt değiştirmeler, çocuk biraz daha büyükse odanın her tarafını oyun hamuruna bulamalar, çarşaflara sulu boya “desen” yapmalar...

Ondan sonra ne oluyor? “Butik oteller neden çocuk almıyor?”

Almaz tabii arkadaşım! Sen annesin diye terör estirirsen insanlar niye alsın seni?

Yapılması gereken şu: Öncelikle kendi sebzeni kendin alacaksın. Sonra piyasada çok güzel bir alet var. Hem buharlı pişirici hem de blender bir arada. Tak prize fişini, kendi odanda yap yemeğini! (Markasını veremiyorum ama net’te böyle arayınca çıkıyor ürün) Evde olsun seyahatte olsun, daha faydalı bir ürün düşünemiyorum.

Demek istediğim kreşe değil de otele gittiğimizi galiba unutuyoruz. Hani terbiyesiz çocuklar yetiştiriyor olmamız bir yana (onu da işleyeceğiz bir gün) aynı zamanda ciddi olarak zarar ziyan de veriyoruz otellere..

Tatil zamanı, bilin istedim...

Yazının devamı...

Aile Soruşturma Merkezi

Aile Sağlık Merkezlerimiz var ve herkes oturduğu mahalleye göre bir tanesine bağlı. Oturduğun sokağa göre de merkezdeki doktorlardan birine bağlısın.

Bugüne kadar Aile Sağlık Merkezlerime (ASM) hiç işim düşmedi. Daha doğrusu bir sefer düştü (kaburgalarımı kırdığım gün), fakat o gün de doktorlar grevde olduğu için kabul edilmedim.

Şimdi artık bir veledim var. Koruyucu anneyim deyince millet hâlâ “uzaktan” koruyucuyum sanıyor (hani arada gidip gofret verdiğimi falan) ama öyle olmadığı gibi aşısına kadar da her şey artık benim sorumluluğumda. Dolayısıyla bol bol ASM’lere uğramak zorundayım.

Mahallemizdeki ASM’ye gittim veledinoyla. Sanıyorum ki Çilek Piti’nin nüfus kağıdını vereceğim ve hangi aşıları yapılmış hangileri yapılmamış şak şak şak çıkacak ortaya.

Önce benim daha önce alınmamış kaydımı aldılar. Ad soyad bilmem ne..

İlk soru: “Kaç gebeliğiniz var?” Haydaaa.

Sonra “Kaç düşüğünüz var?” Haydaaa.

Sonra “Bunlar kürtajla mı oldu kendiliğinden mi?” E ama!

Durum giderek cinsel hayatımın (ve sonuçlarının) sorgusuna dönmeye başladı. Nasıl korunuyorum vs vs...

“Bir dakika!” dedim. “Ben bunlara niye cevap veriyorum?”

Doktor Hanımla bakıştık. “Valla işte kaydı açarken soruluyor mecburen”

Bu fasıl bitti ve bekliyorum ki sağlığımla ilgili başka sorular da gelecek. Doktor hanım tansiyonumu ve hepatitimi sordu ve sorgu bitti!

Ne güzel değil mi! Devlet, çocuğumun aşısını yaptırayım diye geldim diye benim üreme hayatım hakkında manasızca bir sürü bilgiye sahip oluverdi. Şimdi ben muhtemelen zırva bir istatistiğin zırva bir sayısı olacağım. “Türkiye’de 40 yaşına gelen her üç kadından biri bla bla bla...”



Devlet, üreme bilgilerime özeldir mözeldir demeden büyük bir iştahla sahip oldu ama ucunu gösterip yok ettiğimiz kanserim onu hiç ilgilendirmedi mesela... Migrenim de umurumda olmadı. Diabet miyim, böbrek yetmezliğim var mı, AİDS miyim, verem miyim umuru değil. Reflü falan zaten şımarık beyaz Türklerin derdi.

Yani insanların say say bitmez bir sürü hastalığı var ve iyi bir istatistik için hazır firsat ama yoooo.. İlle de üreme bilgileri...

Tamam o vakit adam gibi onu sor! Mutlu musun de mesela. Var mı bir sevdiğin de.. Hiç orgazm oldun mu de.. Aaa, o çok ayıp di mi! Sorulmaz. Varsa yoksa “kürtaj var mı kürtaj?”



Sonuç olarak kızımın aşıları için gittim ama o konuda zerre sonuç alamadık iyi mi! Sistem yavaş, kayıtlara ulaşılmıyor! Kayıtlara ulaşılıyor aa bakıyoruz Piti’nin kaydı yok! Hadi merkezi arıyoruz doktora ulaşılmıyor... O izinde, bu denetimde bu bilmem nerede... Velhasıl kelam, bugün git pazartesi gene gel...

İşe yaramaz bilgiler depolandı, ama işe yarar bilgilere ulaşılamıyor... Bravo e-devlet!

Yazının devamı...

Ali İsmail Korkmaz

Ali İsmail Korkmaz’ın fırıncı ve polis işbirliğiyle nasıl vahşice, vicdansızca ve acımasızca öldüresiye dövüldüğünü görünce - evet kayıp olduğu iddia edilen kamera görüntüleri dün ortaya çıktı..

Anladım ki her şey bir illüzyon...

Koca bir ülke, dandik bir depremde nasıl yıkılabilme potansiyeline sahipse, dandik bir fikir ayrılığı yüzünden kan gölüne dönme potansiyeline de sahip.

Fay hatlarındaki birikmiş gerilim gibi meğer birikmiş bir nefret varmış. 80 yıllık nefret Gezi olaylarıyla ortaya çıktı. Fırıncı belli ki, birkaç kuşağın intikamını aldı/almış.

Bu güzelim ülke, kışkırtıcı ve ayrıştırıcı politikalar yüzünden demek ki her an bir Suriye’ye dönebilirmiş. Türk Türk’ü, “Allah yarattı” demeden rahatlıkla öldürebilirmiş. “Biz o ülkeler gibi değiliz, birbirimizle yaşamaya alışığız, kıymayız birbirimize” koca bir yalanmış. Ortadoğu’nun kırılgan ülkelerinden biriyiz.

Gerçeği görelim: Yan komşumuz her an kafamıza bir odun indirebilir. Gece eve dönerken her an bir çete etrafınızı sarıp bir tarafınıza bıçak saplayabilir. Bir gün eve döndüğünde evin kül edilmiş olabilir.

Kimse kusura bakmasın. Cam çerçeve indirmek başka, insan öldürmek başka. “Cam çerçeve indirdiler, ülkeye zarar verdiler, çok ayıp ettiler” diyenlerin şu an sus pus olmaları bu cinayete açıkça destek verdiklerini gösterir.

Felaket tellalı gibi oldum farkındayım ama bundan daha üzücü bir şey düşünemiyorum.

Bundan daha büyük bir yıkım düşünemiyorum...

Hiçbir facia halkın halka, komşunun komşuya kıyması kadar yıkıcı değildir. Ekonomik kriz vs... Varsın en beteri olsun. Hepsini atlattık, hepsini geçirdik...

Ama fırıncı çıkıp sokaktaki adamı polisle beraber öldürmek için dövüyorsa, (öyle yanlışlıkla abarttık falan durumu yok) işte orada artık cehennem başlamış demektir.

Allah sonumuzu hayretsin diyorum ama umudum pek yok açıkçası...

Yazının devamı...

Bilin bakalım aşağıdakinin cinsiyeti ne?

Bir yardım istediğinde, tam, ama tam önündeki (mesela 50 santim mesafedeki) şeyleri görmeyip “bu kavanozun kapağı nerede?” “anahtar nerede?” “tabaklar nerede?” “havlu nerde?” “bez nerde?” “Alper nerde?” “Tunga nerde?” şeklinde sorular soran ve adamı delirten kişi...

- Kahvaltı hazırlama niyetiyle buzdolabından sadece peyniri çıkaran, onu da monoblok masaya getiren, domatesin, zeytinin, balın, yumurtanın ve dahi ekmeğin masada kendi kendine yeşermesini uman kişi. (Opsiyonel davranış: Dilimleyeceğim diye peyniri kırıntı haline getirmek ve bunun için yarım saat uğraşmak..)

- Buzdolabında 2 çeşit zeytinyağlı, bir adet etli yemek, yıkanmış kurulanmış kaplara konulup kaldırılmış salata malzemesi ve dahi bir sürü hazırlop yiyecek varken dışarıdan pizza ısmarlayan ve “yahu dolap yemek dolu” cümlesine de “baktım ama görmedim” diyen zat...

- Islak havluyu muhakkak surette yatağın üzerine atan, sonra da “yatak niye ıslak?” diye soran ve “kedi işemiştir” deyince de buna inanan saf...

- Yemek yapmak için malzeme almaya giden, zahmetli bir alışverişten sonra çok yorulup malzemeleri arabada bırakıp ev yerine lokantaya giden şahıs.

- Bozulmuş aleti tamir etmek yerine kullanmamayı seçen ama atmayı da asla düşünmeyen ama buna asla makul bir cevap veremeyen kişi.

- 67 liraya bilet varken bir türlü karar veremeyip biletler 500 liraya çıkınca “e hadi gidelim madem” diyen ama 500 lirasına da kıyamayan cimri...

- Şahane bir kahvaltı davetine elinde leş bir tost ile gelen ve bunu “napiim dayanamadım” şeklinde açıklayan yaratık...

- En rezil börekçinin en iğrenç böreklerine bayılan ve o tatsız tuzsuz, vıcık vıcık yağlı şeyi beğenmediğine ŞAŞAN şey..

- Rejime başladığın gün elinde 5 paket cipsle eve gelip “bira içer misin?” diye soran hayvan...

- Alışveriş yaparken yerli yersiz her şeye muhalefet eden ve sana yeni çıkmış zamazingolu bir temizlik kovası bile aldırmayan çok bilmiş...

- Bir şey anlatırken durmadan araya girip “Zehra kim?” “Hakan kim?” “Ali kim?” “Veli kim?” diye aslında gayet iyi bildiği insanları sorup muhabbetin tadını kaçıran ama sonra muhabbetle hiç ilgilenmediği ortaya çıkan kişi...

- Her konuda önce kesin konuşan sonra biraz kurcalayınca şüphe ve tahmin üzerine resmen işkembeden salladığı ortaya çıkan bunu da “isabetli öngörü” diye paketleyen sallamacı.



Evet bildiniz. Ve biz bunlara şirket, okul hatta ülke yönettiriyoruz iyi mi!

Yazının devamı...

Asrın sorusu: Mamalarda müsekkin mi var?

Bebek büyütüyoruz malum. Fakat emziremiyoruz. “Koruyucu annelik” var ama “koruyucu meme ve anne sütü” diye bir şey yok. Dolayısıyla ana besinimiz formül mama veya devam sütü denilen şey.

Çok içime sinmese de veriyorum. Doktoru vermeye devam edin dedi. Gerçek besinlere geçince keseceğiz zaten. Gerçek besinlere de yeni yeni geçtik. Patates, kabak, havuç, mercimek, şeftali, kayısı... Ufak ufak deniyoruz. Arkadaş da iştahlı. Ne dayasak, biberonda olmak koşuluyla yiyor, içiyor.

Fakat kardeşim sonra ille de mama! Koca bir biberon sebze çorbası içmiş, mantıken midesi ağzına kadar dolu, çılgın gibi tok olması lazım ama öldür Allah o sahte süt içilmeden uykuya dalınmıyor... İlle de mama! Bızzz bızz bızzz ille de mama... Uyku öncesi mama, yemek sonrası mama, meyve sonrası mama, uyanınca mama, gezinirken mama...

Sonra çok mutlu... Şarkılar, türküler, gülücükler... Oyuncaklarıyla kendi kendine oynamalar... Huzur içinde uyumalar... Uykusunda port port portlamalar...

Ne var arkadaş bunların içinde? Hakiki gıdalarda olmayıp bunlarda olan şey ne? Bu nasıl bir Alman “mucize”sidir böyle? İçeriğine bakıyorum “laktoz” diyor. Kardeşim bu laktoz anne sütünde de yok mu? Niye o zaman bütün çocuklar huzur dolu değil... Niye mızır mızır dolanır Türk çocukları?

Bazen sinirim bozulunca kendime de bir bardak yapasım geliyor. “Yap bir çikolatalı apta, rahatla” diyorum.. Passiflora yerine “devam sütü”.. Evet saçma görünüyor ama veledinonun mutluluğunu görünce... Sen de iç sen de fosur fosur uyu diyorum. Gül oyna tek derdin yere düşürdüğün “Zürafa Sophi” olsun...

Hadi itiraf edeyim. Bunların bir de muhallebi versiyonu var. Devam sütüyle kıyaslanınca bayağı lezzetli bir şey. Bugün bir ara tatlı krizine girdim, ne yiyeyim ne yiyeyim derken gözüm Piti’nin muhallebi paketine takıldı. “Kızım manyaklaşma, bebek maması yiyecek değilsin herhalde..” dedim gittim bir elma yedim. Kesmedi tabii... On dakika sonra kedi gibi tezgâhın orda dolanmaya başladım. Lan ne olacak dedim ve kendime küçük bir kase bebe muhallebisi hazırladım... Rezillik tabii.. Farkındayım..

Bebeklerin uykularıyla ilgili 4 bilinmeyen:

- Nasıl olur da analarından daha az uykuyla ayakta kalabiliyorlar? Hesap ettim o 6 saat ben 7 saat uyudum ve o benden çok daha enerjik!

- Uykuları varken neden uyumak yerine bızzlarlar? Uykun geldiyse uyusana kardeşim! Yetiştirmen gereken bir yazın yok, ocağında yemeğin yok, makinede çamaşırın yok... Neyi kaçıracağım diye dertleniyorsun? “Yalan Dünya”yı mı? Roger Waters’ı mı? Sen uyuyacağım diye ağlıyorsun ben uyuyamıyorum diye iyi mi!

- Sabah gün doğumunda uyanmanı anlarım. Henüz hayvani içgüdülerinin hâkimiyetindesin. Martılarla, kargalarla uyanman normal. Peki gecenin 3’ünde uyanıp şarkı söylemeler, ses denemeleri yapmalar, yatakta perendeler atmalar nedir? Tamam ağlamayan bir çocuksun, bunun için Allah’ıma bin kere şükrediyorum ama saat üçte de oyun oynanmaz ki!!

- Bütün bunlardan sonra “muayene sırasında doktorun elinde uyuya kalmak” ne peki? Tam ben “doktor bey uyumuyor ve doymuyor” derken.. Ha şimdi ben “uyutamayan beceriksiz anne” oldum di mi? Bravo! Teşekkürler yani...

Yazının devamı...

Binaların çatılarında bir kaşif

Alaçatı’da çok ama çok ilginç bir insanla tanıştım. Avustralyalı. Ama yedi yıldır Paris’te yaşıyor. Gündüz normal insan... Tam öğrenemedim ama galiba program yazıyor. Gece ise...

Ne anlatsam acaba? Filmlere konu olabilecek bir şahsiyete dönüşüyor. En büyük zevki tarihi veya anıtsal binalara gizlice girmek ve çatılarına çıkıp fotoğraf çekmek! Elbette ki tamamen kurallara aykırı bir şekilde. Amaç zarar vermek değil. Amaç “girilmez, yapılmaz, yasak” denileni yapmak, şahane fotolar çekmek ve iz bırakmadan aşağıya inmek.

Hayatı bunun üzerine kurulu. Tüm seyahatlerini bunun üzerine yapıyor. New York’a mesela “Rockefeller” binasına çıkmak, “Brooklyn Köprüsü”ne tırmanmak için gidiyor. Roma’ya Panteon’a çıkmak için. Paris zaten yaşadığı yer. Notre Dame, Sacre Coeur... Hepsine tırmanmış. Sadece binalara tırmanmıyor, metrolarda da dolaşıyor. Moskova metrosunu bir gece boyunca dolaşmış.

“Örümcek Adam” ile “MacGyver” arasında bir tip. Açamayacağı bir kilit yok. Maymucukla da değil üstelik. Bildiğiniz “anahtar” yapıyor. Gündüz gidiyor kilidin kalıbını çıkarıyor sonra akşam oturduğu yerde, bir iki alet yardımıyla anahtar yapıyor. Dünyanın bütün anıtsal binalarının “anahtarları” var evinde..

Kendine “Şehir Kaşifi” diyor. Şehirlerin en göz önündeki “yasak” noktalarını keşfediyor. Birkaç kere yakalanmış da. Polisler, binaların tepesine hiç zarar vermeden, sırf fotoğraf çekmek için çıkmış bir adama ne yapacaklarını bilememiş. Serbest bırakmışlar.

“Türkiye’de sakın yapma bunu” dedim. “Yakalayıp terörist diye yargılarlar, ömür boyu hapisten çıkamazsın” dedim. Çapkın çapkın güldü. Meğer Fatih Sultan Köprüsü başta olmak üzere bir sürü binanın tepesine çoktan çıkmış!

Tırmanırken bazen ip de kullanıyor. Bu nedenle tırmanma yeteneği gelişsin diye dağcılık da yapıyor... Dağlarda antrenman, binalarda tatbikat...

“Güpegündüz kilitlerle oynarken kimse senden şüphelenmiyor mu?” dedim “Asıl güpegündüz yaparsan senden kimse şüphelenmez” diyor. Millet, hatta binanın bekçileri bile “mutlaka birileri görevlendirmiştir” diye düşünüp “kolay gelsin hemşerim” diyerek yanından geçiyormuş. Tam “gerçeği söyle, kimse sana inanmasın” durumu..

Maceralarını anlatırken ağzım açık kalıyor. Bir kere bir katedralin kubbesinden iple inmiş ve polisin kucağına konmuş. “Aslında yakalanmazdım da tam karşısında karakol olduğunu gözden kaçırmışım” diyor. Kubbenin tepesinde şarap içerlerken emniyet amiri penceresinden görmüş bunları...

En tepesine çıkmadığı hemen hemen hiçbir bina kalmamış. Mısır’daki büyük piramidin tepesinde çektiği foto olağanüstü. Ki en sert ceza orada veriliyormuş. Buna rağmen göze almış.

Türkiye’de çıkmak istediği binayı söylesem kulaklarınıza inanmazsınız. İşte bu nedenle ne adını veriyorum ne de binayı söylüyorum. Fotoğrafını görünce çok güleceğim ama...

Yazının devamı...

Çatıdan evime düşen komşu

Çok ilginç bir komşum var. Evime ilk seferinde çatıdan girmişti. Hem de bir elinde kahve kupası bir elinde purosuyla.. Absürd bir sahne fakat olayın geçtiği yer: Arnavutköy. Boğazdaki şirin mahallecik. Evlerin hemen hemen hepsi birbirine bitişik. Birinin çatısı öbürünün duvarından çıkıyor falan... Bir de bu çatıların bir kısmı kaçak kuçak uzatılıp yükseltilince senin tuvaletin benim yatak odamın dibinde, benim mutfağım berikinin salonunda oluyor falan... Dördüncü kattaki eski evime de çatıdan kedi girip duruyordu hatırlarsanız...

Mahallemiz 500 yıldır o kadar birbirine girmiş ki ben mesela, evimin gideri hangi rögara bağlanıyor bilmiyorum. Zamanında biri bir yere bağlamış ben de devam ettim. Ama olur da tıkanırsa nereyi açmam gerektiğini bilmiyorum.

Şimdi sizler apartmanlarda yaşadığınız için böyle bir şeyi bilmekle mükellef değilsiniz unless müteahhit veya sorunlu bir apartmanın bedbaht yöneticisi değilseniz. Fekat bizim köyde evler müstakil. Giderinin hangi rögara gittiğini bilmek zorundasın çünkü canının istediği deliğe borunu sokamıyorsun.. (Eöhhh... Valla kasıtlı yazmadım... Suçu Türkçenin elastikliğine atın) Bildiğin cezası var. Çatıdan gelen yağmur suyu sokağa bırakılacak, pis su kanalizasyona verilecek, her 4 ev aynı rögardan kanalizasyona bağlanacak... Böyle kurallar.. Muhakkak bir anlamı ve gereği vardır... Gel gör ki bir süre sonra çözemiyorsun ve elindeki boruyu bir yere sokuyorsun..

Çatıdan (hem de bir elinde kahve kupası bir elinde purosuyla) evime giren komşumla işte hangimizin gideri hangimizin rögarına bağlı mevzuunu konuşmaya çalıştık.

“Ay” dedim “mini Türkiye gibiyiz. Her tarafımız eğri büğrü, kuraldışı, yamuk and yumuk... Kaçak yükseltilmiş bir çatı üzerinden evime girebiliyorsanız eğer rögar sorununu çözebileceğimizi umuyor musunuz?”

Tatlı şirin bir kahkaha attı. “Yes” dedi. “Borunuzu çıkartırım olur biter...”

Ben de cevaben tatlı tatlı gülümseyip ona yeşil çay ikram ettim. Sonra konu anında “hızlı kilo vermeye” kaydı. Her Amerikalı veya orada yaşayanla (kadın erkek fark etmez) rahatlıkla konuşabileceğiniz bir konu. Hızlı kilo vermenin püf noktaları, hızlı kas yapmanın trükleri ve hızlı para kazanmanın yolları...

(Hazır ayaktayken bana söylediğini söyleyeyim bari: öğlen bire kadar karbonhidrat yemeyeceksiniz. Sabah yemeyince canınız bir daha istemiyor zaten. Karbonhidrat karbonhidratın mayasıdır. Yedikçe yiyesiniz gelir...)

Seyahatten döndüğümden beri ben de zayıflamaya çalışıyorum. 4 gündür ağzımdan tek bir lokma hamur işi, ekmek, makarna, tatlı geçmedi. Sonuç 600 gram.. İnsanlık için küçük, benim içinse... Ulan benim için de küçük bir kayıp.. Neyse...

Bir “boş” yazımın altına daha imzamı atıyor ve uzuyorum sevgili gazap üzümlerim... Bundan böyle böyle...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.