Şampiy10
Magazin
Gündem

Her meyvede bir çocuğun parmak izi var

11 yaşındaki oğlunuzdan veya kızınızdan istediğiniz tek şey kirli tabağını çeşmenin yanına götürmesi. Bulaşık makinesine bile koymasın. Yeter ki sofradan kalkarken elinde bir şeyle kalksın ve sembolik de olsa “yardımcı” olsun...

Ama onu bile yapmıyor değil mi? Ya unutuyor ya omuz silkiyor ya da inatlaşıyor... Derin nefes alıp sakin kalmaya çalışıyorsunuz. Bağrınca “piskolojisi bozuluyor” zira...



Bu ülkede iki ayrı gezegen var biliyorsunuz değil mi... Bir tarafta çocuklarının kıllarına zarar gelse dünyayı yıkan anne babaların olduğu bir gezegen bir tarafta ise 10 yaşından itibaren sabahtan akşama tarlada çalıştırılan, ev işleri yaptırılan, kardeşlerine baktırılan, 12’sinde evlendirilen çocukların olduğu bir gezegen...

Mevsimlik göçer tarım işçiliği diye bir şey var. Bilhassa Doğu ve Güneydoğu’da yaşayan yoksul aileler, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde tarım işçiliğine gidiyorlar. Bu göçer tarım işçiliğine ailede hemen hemen herkes dahil oluyor. Çalışabilecek veya işe yarayabilecek kim var kim hep beraber gidiyor. Elbette ki çocuklar da. Okul yerine tarlalarda bahçelerde çalışmaya gidiyorlar.

Fındıktan kimyona, pancardan pamuğa, narenciyeye kadar hemen hemen her üründe “okuluna gidemeyen bir çocuğun” parmak izi var.

Ürünlerin ekiminden çapalanmasına ve toplanmasına kadar her aşamasında çocuklar işbaşında. Yazın fındık, sonbaharda üzüm, kışın narenciye.. sürgit bir durum.

“Hayata Destek” derneği “Bu İş Çocuk Oyuncağı Değil” isminde bir kampanya başlattı. Amaçları Türkiye’de çocuk işçiliği sorunu konusunda kamuoyu farkındalığı yaratmak ve sorunun çözümü yolunda kararlı, kalıcı ve tavizsiz adımlar atılmasını sağlamak.

Bu çocuklar en kötü koşullarda yaşıyor. Yere çakılan iki direğe asılmış naylon torbalar altında, toprak üstüne atılmış en uyduruğundan halıların, hasırların üzerinde. Çok büyük bir bölümü okula hiç başlamamış. Yine çoğu kimliksiz. Sağlık ve tedavi imkanlarından uzak. Günde 10 saat çalıştırılıyorlar.

Çin’de, Vietnam’da ölümüne çalışan çocuklar umurumuzda ama kendi çocuklarımız değil. “Elindeki çikolatanın kakaosunu Afrikalı çocuk topladı deyince” içimiz buruluyor, sosyal medyada markalar protesto edilmeye çağrılıyor ama “elindeki çikolatanın fındığını da başka bir çocuk” topladı deyince omuzlar silkiliyor.

Konu ciddi.

Rakamlarla çocuk emeğinin sömürülmesi

350.000: Türkiye’de tarım sektöründe çalıştığı tahmin edilen çocuk sayısı

15: Yasaların çalışmak için izin verdiği yaş. 4857 sayılı İş Kanununa göre 15 yaşını doldurmamış çocukların ücretli veya ücretsiz çalışması yasak.

2016: Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (İLO) hazırladığı sözleşmeye imza atan Türkiye’nin, çocuk emeğini sömürüyü sonlandırmayı taahhüt ettiği yıl.

10 saat 6 dakika: Mevsimlik tarım işçisi çocukların günde çalıştıkları saat.

Yazının devamı...

Medeniyet yollar değil kaldırımlardır

Her belediye başkanının veya adayının şöyle bir testten geçmesini çok ama çok isterdim:

“Ayağında bir hayli yüksek topuklu bir ayakkabı ile bebek arabası sürmek..”

İkisini ayrı ayrı da yapabilir ama hazır bir şeye kalkışmış görsün insanın başına neler gelebiliyor.

Kimse kendilerini travesti falan zannetmeyecek, korkmasınlar. “Meşhur köşeci Mutlaanım istedi, onunçün” desinler, zaten halkımız anında “ha tamam o zaman” diyecektir. Böyle de bir gücüm, forsum, tanınmışlığım, sevilmişliğim (nah) vardır...

Başbakan “yollar medeniyettir” dedi ama başıma bir şey gelmeyecekse itiraz edeceğim. YOLLAR DEĞİL YAYA KALDIRIMLARI MEDENİYETTİR. Topuklu bir pabuçla ve de bir bebek arabasıyla yürüyemediğin, öteki durumlarda da in çık sanki Erciyes’te treking yapıyormuş gibi yürüdüğün kaldırımların olduğu sürece “medeniyetsiz”sindir.

Başbakan, “topuklu pabuç giymesinler zaten, ne gerek var” diyebilir (hoş bu durumda başta kendi hanımı itiraz edecektir) ama “bebek arabasıyla dolaşmasınlar” diyemez.

Ama çokçokçok möhim işler peşinde koşarken hayatlarında birrrr kerecik olsun bebeklerini dolaştırmadıkları için (belgesellerde falan da bunu gururla açıklamalar...) ne medeniyetsiz bir ülkede olduğumuzun farkında değiller.

Ve işte tam bu nedenle politikacıların, belediye başkanlarının, kaldırım mühendislerinin, inşaat işçilerinin ekseriyetinin ERKEK olması sinirimi bozuyor.

Hayatlarının hiçbir döneminde bebek bakmamış insanlar şirketleri, şehirleri, ülkeleri yönetiyor.

“Kadınlarımız, ah ne narin, ne zarif yaratıklardır, öyle de kalsın” diyen adamlar, narin değilse de zarif olmanın birinci koşulunun güzel (mesela önüne bakmadan, mesela tepetaklak olmadan, mesela yan basıp bileğini burkmadan) yürümek olduğunun farkında değiller.

“Bu da bebek sahibi olunca dünyanın en önemli işi buymuş gibi yapıyor” demeyin sakın.

“Daha fazla doğurmayın arkadaşlar, çok kalabalığız, yer gök insan, okullar olsun, yollar olsun, işler olsun yetmiyor, yetişemiyoruz” diyeceğine “üç isterim, üç” diyen bir iktidar var.

Ama ben veledimi her gün dağ yürüyüşü modunda gezdiriyorum. Yarım metrelik kaldırıma dikilmiş elektrik direkleri yüzünden bebek arabasıyla en zorlu parkurlarda ilerleme şampiyonu oldum. Acun, bundan sonraki “Survivor” yarışmasını bebekli yapsın, birinci olmazsam namerdim. Uyuyan bebeği uyandırmadan nasıl yüz kere kaldırımdan indirir ve çıkartırsın mesela iyi bir bölüm olur...

Medeniyet yollar değil kaldırımlardır.

(Bu arada mini bir ukalalık: Kaldırım, Yunanca bir kelimedir. “Kali + dromos” yani “iyi yol” sözcüğünden gelir. Kaldırım eskiden “taş döşeli yol” için denirdi. Mesela “Arnavut kaldırımı”. Şimdiki anlamı için “yaya kaldırımı” demek gerek. Zamanla kaldırıma “yol”, yaya kaldırımıma da sadece kaldırım demişiz. Kaldırmak fiiliyle bir ilgisi yok.)

Yazının devamı...

Utandıran Müslümanlar

Kalbim paramparça oldu okurken haberleri. İki gün önce, Pakistan’ın Peşaver kentinde, tarihi bir kiliseye bir intihar saldırısı düzenlendi. Saldırı, yüzlerce kişi ayin sonrası kiliseden dışarı çıkarken yapıldı. Tam 78 kişi hayatını kaybetti. Kim üstlendi? Taliban bağlantılı “Cundullah” örgütü.

Yine Kenya’da bir İsrailli işadamına ait alışveriş merkezinde 62 kişi öldürüldü. 30 kişi de hala ellerinde rehine. Olay Radikal İslamcı Eş-Şebab örgütüne mensup oldukları belirtilen militanların işiymiş. Militanlar, Müslüman olanları baştan AVM’den çıkarmışlar. Peki nasıl biliyorlarmış Müslüman olduğunu? Hz. Muhammed’in annesinin ismini soruyorlarmış..

Taraf gazetesinin haberine göre yüzlerce Türk, Suriye’de radikal İslamcı gruplara katılıp Esad’a karşı savaşıyormuş. Durmadan kulağımıza gelen katliam ve işkencelerde bizden insanların da payı var yani.



Hepsi İslam adına. Hepsi Hak ve hak adına.

Türk kızı Dr. Elif Yavuz da karnında 8 aylık bebeği ile Hak ve hak adına öldürüldü...

Bu adamlar nasıl Müslüman? Nasıl dindar? Nasıl hak arıyorlar?

Nedir bu Müslümanlığı kan ile savunma barbarlığı?

Hak mı aramak istiyorlar?

Buyurun Almanya örneği. Merkel’in yüzde 42.5 ile yeniden seçildiği son Alman seçimlerinde Alman parlamentosuna 10 Türk de girmeyi başardı... (Geçen seçimlerde sayıları 5 idi.)

Üstelik daha çarpıcı olan şu:

Hristiyan Demokrat partisinden ilk defa bir Müslüman milletvekili seçildi. Cemile Yusuf. Adı “Hristiyan” olan bir partiden Müslüman bir milletvekili seçiliyor. Bazılarının “iki yüzlü” deyip durduğu Avrupa değerleri, AB kriterleri işte bu. Hakkını seçim ile, demokratik yollar ile savunma.

Suriye dahil, radikal İslamcıları savunanlar ve destek verenler lütfen şu Almanya seçimlerine bir baksınlar.

Gönendiren Müslümanlar Elif Yavuz ve Cemile Yusuf

Kenya’da AVM’de öldürülen Elif Yavuz sıtma uzmanı bir doktor. Harvard mezunu. Hollanda’da doğmuş. Nairobi’ye hastaneleri ziyaret amacıyla gelmiş. Aynı zamanda halk sağlığı uzmanı. Bill ve Melinde Gates Vakfı’nın Kenya’daki faaliyetleri için çalışıyormuş. Geçtiğimiz günlerde de eski ABD Başkanı Bill Clinton ile görüşmüş. Sevgilisi ve çocuğunun babası olan Ross Langdon ise ödüllü bir mimar. En Kenya’da bir AIDS hastanesinin tasarımını yapmış.

Fotoğraflarına bakıyorum, belli ki idealist, çalışkan, cesur ve mutlu insanlarmış. Birbirlerine aşık, güzel bir çiftmişler. Bırakılsalarmış güzel, neşeli bir hayatları olacakmış. Anne karnındaki bebek dahil üçü de ölmüş saldırıda...



Cemile Yusuf ise genç, dinamik, hoş bir kadın. Biraz retro bir hali var. Almanya doğumlu. Siyasal Bilgiler mezunu. 35 yaşında. Ailesi Türkiye’den değil. Yunanistan Batı Trakya’dan. Azınlık olma durumu, kuşaktan kuşağa bir miras gibi aktarılmış. Değişik bir durum. Yunanistan’da azınlık, Almanya’da azınlık. Hep ayrımcılığa uğramış. AB üyesi olması nedeniyle Almanya’da Yunan vatandaşları seçime katılabiliyor. Cemile Yusuf’un vatandaşlığı bilmiyorum ama Türkiye elbette onu ilgilendiriyor. İlk açıklaması Türkiye’nin AB’ye girmesi gerektiği..

El diyarlarında yoğrulmuş başarılı iki Türk kadını. Birine (ne yazık ki) rahmet birine başarı diliyorum..

Yazının devamı...

Tek derdimiz zeytinyağlı ayva olsa...

Tek derdi “en iyi zeytinyağlı yemeği” yapmak olan bir adamla tanıştım. Marmaris’in Selimiye Köyü’nde.

Adı Bülent. Bülent Cendey. Bir İstanbul kaçkını.. “Şehirde yapacak bir şey kalmadı” deyip eskiden sadece yazları geldiği bu ufacık köye yerleşmiş. Artık yaz kış burada yaşayacak.

Hikayesi şu: Babası iyi bir rakı içicisiymiş. Arkadaşlarıyla Beyoğlu Çiçek Pasajı’ndaki “Degustation” lokantasına gidermiş. Bazen Bülent’i de yanına alırmış. Orada nefis zeytinyağlı mezeler yediğini hatırlıyor.

Rakı Ansiklopedisi”ne baktım şöyle diyor Degustasyon için: “Degustasyon’un yemekleri çok çeşitli değildi, ama çok lezzetliydi. Her gün yeni menü hazırlanır ve kapıya asılırdı. Hepsi Rum olan beş garson, işini iyi yapan, müşterileri tanıyıp isteklerini bilen efendi kişilerdi. Kasanın idaresi ailenin damadı Marcello’daydı. Mutfağı ise yılların emektarı Arif Usta yönetirdi.”

Özetle genç yaşında iyi zeytinyağlı tadı girmiş kursağına. Fakat tam olarak nelerdi hatırlamıyor.

Yıllar sonra bir yerde zeytinyağlı ayva yiyor ve tüm anıları geri geliyor. Evet! Yediği ve unutamadığı işte bu: Zeytinyağlı ayva!

Kolları sıvıyor ve aynı tadı bulmaya çalışıyor. Buluyor da! Sonra lokantasını açıyor. Selimiye’de bir köy evinin mütevazı bahçesi...

Adı da “Bülent’in Mutfağı”

Bir öğlen gittik. Yedi çeşit zeytinyağlı çıkardı. Barbunya fasulye, Çerkez tavuğu, bamya, kereviz, fava, domatesli patlıcan ve elbette zeytinyağlı ayva...

“Ayvanın mevsimi değil” diyorum “ben her zaman bulurum” diyor.

Hepsi de çok lezzetliydi. İsteyenler için birkaç ızgara çeşidi de var ama Bülent bütün sevgisini zeytinyağlılarına veriyor.

Ne güzel bir şey diyorum kendi kendime... Kafayı memleketin en iyi zeytinyağlı yemeğini yapmaya takmış olmak!

www.facebook.com/bulent.cendey

Selimiye Mavisi

Marmaris’i hızla terk edip Bozburun yarımadasında yol alın. İçmeler de geride kalınca: Oh! Bir daha çam ağacı, deniz ve küçük köylerden başka bir şey çıkmayacak karşınıza. İlk gelen Orhaniye köyü olacak. Güzel bir yat limanı var şimdi. Sonra Turgutköy. Ondan sonra da Allahın bir lütfü olarak Selimiye koyu ve köyü.

Köy, 10 yıl önce nasıl gördüysem hala öyle. Dışarıdan gelenler ha babam güzel mekanlar açıyor, köylü de ayak uydurmaya çalışıyor... diyelim...

Köyün biraz ilerisinde küçük bir burun var. Burnun üzerinde de “Selimiye Mavisi” isimli dünya tatlısı bir küçük otel. 4 gündür buradayız. Piti’nin işleri olmasa nüfusumu buraya aldırabilirim. Bir manzaraya aralıksız ne kadar bakılırsa o kadar baktım... Bir denize ne kadar girilirse o kadar girdim... Bir beyin ne kadar dinlendirilirse o kadar dinlendirdim...

“Bir bebek ne kadar sevdirilirse o kadar sevdirdim” de diyeceğim zira Piti hanım, büyülü gülüşüyle herkesi tavlamayı başardı. Kucaktan kucağa gezdi durdu.. Bebek sayesinde harikulade insanlarla tanıştım, arkadaş oldum.

“Selimiye Mavisi”, 29 Ekim’e kadar açık. Değerlendirin derim. www.selimiyemavisi.com

Yazının devamı...

Yunan ayısı kadar olamamak

Yollara karşı değilim. Kalkınmaya karşı değilim. Hiçbir şey yapılmasın yeter ki doğa korunsun diyenlerden değilim. Başbakan’ın önerdiği gibi ormanda yaşamayı da çok isterdim... Ama esas istediğim “orman gibi” bir şehirde hatta ülkede oturmak...

O nedenle kesilen her ağaç içime oturur. Bir cinayet işlenmiş gibi hissederim. Mahallemizdeki yaşlı bir ceviz ağacı kesilmesin diye yapmadığım şey kalmadı. Yazık ki yeni köprü için kesilen ağaçlar için bir şey yapamıyorum.

Halbuki dünyada çok örneği var. Fransa’da “Millau Viyadüğü” var mesela. 2001 yılında inşasına başlanan ve 2004’de trafiğe açılan bu viyadük dünyanın en büyük asma köprüsü aynı zamanda. Tarn vadisinin üzerinden geçer. Paris-Montpellier otoyolu üzerindedir. Tüm zamanların en esaslı mühendislik başarılarından biri sayılıyor.

Otoyol pekala yerden de yapılabilirdi. Ancak o vakit doğa anormal bir şekilde tahrip olacaktı. Ve uzun münazaralardan sonra 400 milyon avroluk en pahalı seçenekte karar kılındı. Hem doğa korundu hem de muhteşem bir otoban yapıldı.

Peki yerden kesintisiz giden otobanların yaban hayatına verdiği zararı bilir miydiniz?

Araziyi bıçak gibi keserler ve soldaki hayvan sağa, sağdaki hayvan sola geçemez. E geçmesin diyeceksiniz ama bu hayvanlar suya, besine ve de “eşe” nasıl ulaşacak o zaman?

Yunanistan’da, Dedağaç’tan (Aleksandriapolis) başlayıp İgumenitsa’da biten, yani Ege’yi Adriyatik’e bağlayan uzunca bir otoban vardır: Egnatiya Yolu. Adını Roma zamanında var olan benzer rotada başka bir yoldan alır. Kuzey Yunanistan’ı baştan başa kat eder.

Projelendirme aşamasında doğa dernekleri müdahil oldu. Para da AB’den geldiği için doğa derneklerinin uyarılarını dikkate almak zorunda kaldılar.

“Arkturos Ayı Koruma Derneği”nin baskıları ve yönlendirmeleri sonucu 650 kilometrelik otobanda 170 köprü (40 km) 73 tünel (50 km) yapıldı. Bazıları coğrafi nedenlerle zaten yapılacaktı ama yarısı hayvanlar bir taraftan bir tarafa geçebilsin diye yapıldı. Aksi takdirde ayılar, bilhassa çiftleşme zamanında, karşı tarafa geçmek için illa ki otobana çıkacak ve illa ki kazalara neden olacaktı.

Yunan, ayısı için bunu yapıyor, Türk insanı için bile yapmıyor...

Otoyolları, köprüleri, havaalanlarını yapanlar, yaptıranlar bunları bilmiyor değil... Ama anlamadığım bir inatları var...

Yazının devamı...

Bilseydim öleceğini...

Bugün köşemi Amerika’da yaşayan arkadaşım Pınar Walter’a bırakıyorum... Anlayacaksınız nedenini...



20 yıl önce bugün annemi kaybettim! Ona su bulabilmek için koştururken, veda bile edemedim. 45 yaşında glial tümör yüzünden öldü güzel annem. Prof.Yaşargil Türkiye’deydi şansına ama annem şanslı değildi: ameliyat olsa da yaşama şansı bitkisel hayattı.

Üstelik son yılında ABD’deydim.

Öleceğini bilseydim, senden ayrılmadan bir gece önce fön makinesi yüzünden kalbini kırar mıydım?

Öleceğini bilsem, seninle her gün yürüyüşe çıkardım. İki adımda bir durup, herkesle yarım saat muhabbete girmene aldırmadan... Üstelik bana zorla taktırmaya çalıştığın ve takınca Lady Gaga’ya benzediğim o bereyi, inan şimdi yatarken bile takardım..

Bilsem, sana yaş gününde aldığım o şirin pahalı kolyeyi her ne pahasına olsun yollardım.

Bilsem, komşunun bahçesinden senin için her gün ağaç kavunu isteyip getirirdim, sana ukalalık edeceğime...

Ah kadın! Seni ne kadar özlüyorum! Ama biliyor musun! Aklıma her geldiğinde komik bir şekilde hatırlıyorum seni!

Sevdiğim adam için ağlarken “deveye ot lazım olduğunda uzatır boynunu alır, boşuna üzülüyorsun” diye teselli ederdin!

Bir gün yılbaşı kartı gelmişti. Parlak far gibi gümüş pırıl pırıl. Ben de gırgırına yüzüne sürmüştüm. Assolist kıvamında Maksim’de sahne alacak gibi olmuştun. Sonra unutup bakkala inmiştin de gelince canıma okumuştun.

Bir defa da kapıda kardeşim var sanıp “canım, geliyorum bir tanem” diyerek kapıyı açtığında, seracı çocukla burun buruna gelmiştin. Sen durumu izah ederken ben içerde gülüyordum. İki gün sonra aynı çocuk bu defa bir kucak dolusu gülle gelmişti de sen başka bir şey sanmıştın. Oysa sera sahibinin nazik bir jestiydi bu tesadüf.

Bilseydim, yemek yapmayı öğrenirdim senden. İyi de olurdu, çünkü senden sonra zavallı babam bir sene benim yanık pilavlarıma ve garip yemeklerime talim etmek zorunda kalmazdı.

Uluabat tesislerinden geçerken hep kafamı çeviriyorum. Bakamıyorum. Benim Amerika dönüşümde orada mola verecektik seninle, öyle konuşmuştuk. Ben döndükten sonra hakikaten orada mola verdik. Ama cansız bedenini Akçay’a getirirken... İşte ilk defa orada ağlamıştım... Hem de ne ağlama...

Çocukken kafamıza az yemedik terliklerini. Yeri geldi beğendiğim çocukla diskoya yollamadın diye nefret de ettim senden.. Ama anne olunca seni aslında ne kadar sevdiğimi anladım. Seni üzdüğüm isim meselesini de kızıma senin adını vererek hallettim. Mutlu oldun mu?

Bir tarafım hep eksik annem, çünkü sen yoksun. Şarkıdaki gibi, “şimdi uzaklardasın, gönül hicranla doldu, hiç ayrılamam derken, kavuşmak hayal oldu”...

Pınarın



Ben de annemi kaybedeli 13 yıl oldu. Aynı şeyleri düşündüğüm için Pınar’ın yazısını koydum. Küçük bir hatırlatma yapmak istedim anası babası yaşayanlara...

Yazının devamı...

Eylül’de Bozcaada notları:

- 2004’den beri hemen hemen her yıl gittiğim bir ada. İlk gördüğüm andan itibaren sevmiştim. Şimdi ciddi ciddi yerleşmeyi aklımdan geçiriyorum.

- Zaten sevimli bir adaydı, iyice şekerpare olmuş. Bir sürü yeni otel ve lokanta açılmış. İstanbul’dan İzmir’den Ankara’dan birçok yerleşen olmuş.

- İlk gittiğimde yeme içme hayatı sadece küçük liman etrafındaydı. Sonra sonra kale arkasındaki cadde canlandı. Sonra onu dik kesen sokaklara masa atıldı. Şimdi iki paralel arkasına kadar her yer masalarla kaplı. Eski Nevizade, eski Asmalımescit gibi süper bir cümbüş var! İşin güzeli cümbüş var, kakafoni yok. Her yerden ayrı müzik, ayrı ses yok. Gel gel’ci yok, eline mönü tutuşturmaya çalışan yok.

- Adanın Rum geçmişi adeta hortlamış. Bir zamanlar tencere tava ile kovaladığımız Rumlar geri gelmediler ama yeni lokanta ve otellerin isimleri paso Rumca. Yunan adasına gitmek istemeyen veya isteyip de gidemeyen için şahane bir alternatif. Yazık ki Yunan adaları kadar ucuz değil.

- “Çiçek Pastanesi”nde kahvaltı yapmadan döneni kediler yesin! Sahibesi Menekşe Hanım. Dünya tatlısı bir hanım. Karadenizli. Kahvaltıda muhlama (kuymak) veriyor. 30 küsur yıl önce terk ettiği memleketini bir nebze yaşatıyor burada. Şekere ve una karşıyım ama yasak illa delinecekse Çiçek Pastanesi’nin içi yumuşak bademli ve kakaolu kurabiyesiyle delinsin. Uzun zamandır bu kadar güzelini yememiştim.

- İyi yemek için “Ada’M”.. Rum Mahallesi’nde Alsancak sokakta ufacık bir lokanta. Az masası var. Erken gitmek veya masa ayırtmak gerek. Sahibesi İzmirli Saada hanım. Geçen kış çat diye karar vermiş, adaya yerleşmiş. Çok güzel bir hanım aşçı ile çalışıyor. Şahane yemekler, mezeler yapıyorlar. Enginarlı ahtapot için millet sıraya giriyor. Beğendili mezgit kavurma, ızgara karides, kabak sıyırma da tadı damakta kalanlardan.

- Adanın insanın DNA’sını yeni baştan dizdiren meşhur soğuk suyu eylülde ılıcacık oluyor! Ayazma’da ürke ürke suya girdim sanki Datça’dan denize giriyorum.

- “Ela Tenedos” yeni güzel bir otel. Biraz tepede (yürüyerek gidilebilir) son derece zarif, zevkli bir küçük otel. Ayrıca çok yardımcılar. Bebek arabasıyla aşağıya inip çıkması zor olur diye beni araçlarıyla oradan oraya taşıdılar.. Hayır, köşeci olduğum için değil. İyi bir işletme olduğu için.

Üç çocuk mu?

Türkiye çocuk dostu bir ülke değil. Kimsenin aklına bebeklerin sürekli altına yaptığı gelmiyor. Kimsenin aklına en güç durumdaki yolcunun bebekli anne (veya baba) olduğu da gelmiyor. Sabiha Gökçen havaalanı çok havalı di mi? Ama mimar efendi (hayatında hiç çocukla seyahat etmediği için belli ki) her tuvalet bölgesine bebek alt değiştirme odası koymaya gerek duymamış. Göğsünde 7 kiloluk bebek, elinde 20 kiloluk valiz ile alt değiştirme odası bulana kadar tuvaletten tuvalete koşturuyorsun..

Ama bu gene iyi. Hiç olmazsa binanın öbür ucunda da olsa var. Ama hiçbir lokanta akıl etmiyor bir yere bez değiştirme tablası koymaya. Hiçbir benzin istasyonu da... Ve tabii otel de...

Şeytan diyor koy veledi lokantanın en ortasındaki yemek masasının üzerine, bembeyaz örtüleri kirlete kirlete alt değiştir! En son bir çocuk kaydırağının bitişinde değiştirmek zorunda kaldım mesela. İş mi şimdi bu?

Biri de “üç çocuk!” deyip dursun daha...

Yazının devamı...

Neden akıl malülüyüz?

Bandırma’dan Yenikapı’ya hızlı feribotla dönüyoruz. Eskiden aşağıya, araçların yanına inmek son derece katı kurallara tabi idi. Kapılar sıkı sıkıya kapalı olurdu, aşağıya inmeye vapur yanaşamadan çok kısa bir süre önce izin verilirdi.

Şimdi durum laçkalaşmış, inen çıkan belli değil. Fakat anlatmak istediğim bu değil. İnsanlar aşağıya çok önceden iniyorlar ve ne yapıyorlar? MOTORU ÇALIŞTIRIYORLAR!!!

Kapalı bir alanda motor çalıştırmak Amerika’da falan bir intihar yöntemidir. Ölmek isteyenler garajlarına inerler ve araçlarını çalıştırırlar. Yarım saat sonra da karbonmonoksit zehirlenmesinden ölürler.

Peki bizim insanımız bunu niye yapıyor?

Tek bir cevap var: Akıl malülü olduğu için mi?



Türk milletine hakaretten kimse beni mahkemeye falan vermeye kalkmasın.

Feribotun kapıları açılmadan, yanaşmaya 10 dakika kala motor çalıştıran bir “topluluk” akıl malülürdür. Tartışmak gerekmez.

Tartışmamız gereken şu: Bizim insanımız neden akıl malülü?

Çünkü bebekken yetersiz besleniyor.

“Yetersiz beslenme” deyince aklınıza Afrika’daki çocuklar geliyor ve dönüp topaç gibi bebeğinize bakınca içiniz rahat ediyor değil mi?

Ama fena halde yanılıyorsunuz. Türkiye’deki 0-6 yaş aralığındaki çocukların yarısında demir eksikliği var. Ve demir, çocuk gelişiminin en önemli maddesi. Zira oksijen kandaki demirle taşınıyor. Kandaki demir yetersiz ise yetersiz oksijen taşınıyor.

Demir ayrıca hücre büyümesi ve bölünmesi için de şart. Demir eksikse çocuk hem beden olarak hem zihin olarak yetersiz gelişiyor.

Bebekler, kendilerine 6 ay yetecek demirle dünyaya geliyor. Altıncı aydan sonra dışarıdan demir takviyesi gerekiyor. “Anne sütü veriyorum, bütün ihtiyaçlarını gideriyorum” sanmayın. Erken doğanlar, düşük kilolu doğanlar, anne sütü hiç almayanlar, altı aydan uzun süre anne sütü dışında bir şey almayanlar, bir yaşından önce inek sütü alanlar, sık enfeksiyon geçirenler, demir içeriği düşük yiyeceklerle beslenenler demir eksikliği riski taşıyor.

Bizde bebekler genelde anne sütü, sonra bisküvi ve pirinç unundan yapılan muhallebi ile besleniyor. Daha sonra da marifetmiş gibi yemeğin suyuna banılan ekmekle... Halbuki bisküvi, muhallebi bir işe yaramıyor. Yemeğin suyunda da sadece yağ ve salça var ki 1 yaşından önce salça da inek sütü gibi verilmemesi gereken besinlerden...

Sonra ne oluyor? “Feribotta kapak açılmadan 10 dakika önce motor çalıştıran” insanlarımız oluyor. Yeterince zeki olmayan kanserli insanlara dönüşüyoruz. Bir gün feribotta topluca da öleceğiz, tam olacak...

Demek istediğim şu: Bebek büyütenler! Doktorun verdiği demir damlalarını ihmal etmeyin. Taze sıktığınız meyve suyuna ilave edin. Bir saat öncesinde ve sonrasında süt vermeyin. Makus (aptallık) talihimizi ve tarihimizi belki bu sefer anneler sayesinde yırtarız...

(Demir konusunda beni bilgilendiren Dr. Yalım Üner’e teşekkür ederim.)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.