Şampiy10
Magazin
Gündem

Bayram sonrası rejime girmiş kadınlara ne yapılmaz

- “Üzme kendini.. Sen böyle de güzelsin” demek... Aslında çok rahatlatıcı bir laf ama cesaretlendirici değil. Bırakınız versin 5-6 kilo.

- “Nasılsa veremeyeceksin.. Neden kasıyorsun” demek... Direkt kavga! Güven yok, inanç yok, sevgi yok... Hiçbir şey kalmadığının bariz belirtisi... Boşanma geldim geliyor...

- “Ben sende bir fazlalık görmüyorum” demek. Çok iyi niyetli ama yalan olduğu çok belli.

- “Versen ne olacak, vermesen ne olacak...” demek. Bakınız madde 2.
Nasıl bir umut kırma arkadaş bu!
Sadece rejimi değil yaşamayı da bıraktırır adama... Ama doğrusu bunu diyeni bırakmak...

- “Dondurma/cips/çikolata ister misin?” diye sormak... Eve bunlarla gelmek... Resmen hainlik...

- Evde pişen yemekleri beğenmemek, dışarıdan pizza ısmarlamak...

- “Nerden bulursun bu saçma sapan diyetleri... Spor yapacaksın spor!” diye azarlanmak... Yanlış değil ama tek başına spor zayıflatmaz. Ayrıca saçma ise doğrusunu sen bul o zaman!

- “Genlerin bozuk kızım senin” deyip annesinin kilolarından söz etmek...

- “Benim şikâyetim yok” demek... İyi niyetli, rahatlatıcı bir söz ama dünya sadece sizin etrafınızda dönmüyor.



Sihirli cümle ve davranış:

“3-5 kilo verirsen harbiden bomba olursun. Ben de sana uyarım, hadi başlayalım” demek ve iyi bir yürüyüş ayakkabısı hediye etmek!

Unutmayın:

İlişkilerde kadın mutluysa erkek de mutludur. Onu mutsuz ederek mutlu olmanız imkân dahilinde değil...

Çok zor arkadaş...

- 43’ünden sonra rejim yapıp zayıflamak..

- Çocuk sahibi olduktan sonra iklim raporlarına kayıtsız kalmak..

- Türk eğitim sisteminin değişim
hızına adapte olmak..

- Soğukların başladığı günlerde “doğru” giyinmek..

- 8 aylık bebekle yatıya misafirliğe gitmek..

- 40 beden olup yine de şık ve zarif olmak..

- Hakkındaki “soğuk ve asabidir”
intibaını yok etmek..

- Yunanca denen zalim dili
öğrenmek.

Yazının devamı...

Kişisel hedefim: 1000 çocuk!

Eski köşe yazarları şöyle yazardı benim çocukluğumda:

“Sabahın erken saatleri. Telefonum acı acı acı çaldı. Açtım, karşımda başbakan! Hiç uzatmadan lafa girdi: “Tenekeci! Doğru yazmışsın ama bir de benden dinle”

“Tenekeci” benim uydurduğum bir köşe yazarı soyadı. Nedendir bilinmez Başbakanlar 20-30 yıl önce, köşe yazarlarına katiyen Mehmet Bey, Ayşe Hanım, veya Ahmetçiğim, Leylacığım diye hitap etmezdi. İlla ki sadece soy ad!

Şimdi nasıl hitap ediyor Başbakan bilmiyorum zira “beni başbakan aradı!” diye yazan yok. Başbakan ya kimseyi aramıyor ya da arandığını yazmak “demode” bir davranış. Aranmak okurla paylaşılması gereken bir bilgi olmaktan çıktı belli ki...

Halbuki 13 yıl önce köşe yazmaya başladığımda en büyük ukdem bu cümleyi kurmaktı. “Telefonum acı acı çaldı. Arayan Başbakandı.. Bana “Tönbelekçiii, Tönbelekçiii” diye seslendi...”



Bu meşhur cümleyi ben bugün şöyle kuracağım: Dün, öğlen saatlerinde telefonum tatlı tatlı çaldı. Arayan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’di!

Bayram günü daha tatlı bir sürpriz olamazdı. Hem bayramımı hem koruyucu anneliğimi tebrik için aramış...

Çok mutlu oldum! Birileri takdir etsin diye yapmadım bunu ama yine de insanın hoşuna gidiyor.

Çok da güzel bir bilgi verdi. Koruyucu aile sayısı son zamanlarda muazzam bir artış göstermiş... “Yıl sonuna kadar sizin de katkılarınızla koruyucu aile sayımızın 3000’e ulaşacağını tahmin ediyorum” dedi.

Ah! Keşke on binlere ulaşsa... Keşke koruma altındaki tüm çocuklar bir ailenin yanına yerleşse!

Bir bekar kız arkadaşıma rastladım Bienal’de. Yurtdışında yaşadığı için haberi olmamış. Yanımda Piti’yi görünce şaşırdı. “Ne zaman evlendin? Ne zaman doğurdun?” Dedim “doğurmadım. Yuvadan aldım”.

Arkadaşım, gözü gözümde bir süre dura kaldı. Hayatımda ilk defa, ışık değişmediği halde bir gözbebeğinin açılıp kapandığını gördüm.

Sonra: “Ne güzel akıl etmişsin. Ben de aynısını yapacağım!” dedi. İşlerini bitirir bitirmez beraber başvuracağız.

Birilerine ilham olmak çok ama çok mutluluk verici. Sizlerden de çok şahane mailler alıyorum. Ah tek başıma 1000 çocuk yerleştirsem bu hayatta başka ne isterim ki!

Bu Cumartesi günü İclal Aydın’ın Ahaber’deki “Yaşasın Haftasonu” programında olacağım. Nasıl oluyor, şartlar ne, süreç nasıl işliyor hepsini orada uzun uzun anlattım.. Merak edenler kaçırmasın. (19 Ekim 2013, 9:15)

Yazının devamı...

Ben size bayram dileğim başkadır

Sizin bayramınız nasıl geçti bilmiyorum ama benimki şimdiye kadar hiç hissetmediğim bir “güzellikte” geçiyor.

Bugün hesapladım 3 buçuk aydır berabermişiz Çilek Piti ile... İkinci bayramımız ama bir öncekinde seyahatte olduğumuz için tam anlamamıştım. Bu sefer bayramı daha iyi idrak ettim. Hakikaten “bayram” oldu benim için.

Beraber ziyaretlerde bulunduk. Bayram ziyaretlerine “onunla” gitmekten tuhaf bir gurur duydum. Komşular onun sayesinde artık sanki daha “yakın”. İnsanlar, onun sayesinde daha anlayışlı. Taksiciler dışında herkes yol veriyor bize. Markette önceliğim var. Fark ettim ki kavga etmeye değer bir şey bulamıyorum artık. Bir şey canımı sıkar gibi yaptığı anda onun gül yüzü geliyor gözümün önüne. Gülümsüyorum... Ve yeniden mutlu oluyorum.

Bir an bile pişman olmadım Çocuk Esirgeme’den bir bebek aldığıma, o bebeğin koruyucu ailesi olduğuma.. Bir an bile! Her dakikası mutluluk dolu geçti bu üç buçuk ayın. Her anı sevinçli. İçime çektiğim nefesim hafifledi.. Beynim duruldu...

Çocuk eve mutluluk getiriyor. Ama galiba “kimsesiz” bir çocuk daha çok mutluluk getiriyor. Aklıma geldikçe kendimle kıvanç duyuyorum. Kendime verdiğim en güzel hediye Çilek Piti..

Bayram günü herkes birbirine sağlık, afiyet, mutluluk vs diliyor ya.. Ben de size “koruyucu ailelik” diliyorum... Allah size de nasip etsin. Hiç pişman olmayacaksınız emin olun...

Çocuk bakmak hiç zor değil... Yeter ki...

- Yeter ki yapacak başka HİÇBİR şeyin olmasın. Pişirecek yemeğin, yazacak yazın, çalışacak dersin... Sürekli ilgilenirsen ondan mutlusu yok! Öyle ben hem bir gazete köşesinde yazı yazayım hem Yunanca öğreneyim hem çocuğuma ve kendime sağlıklı yemek yapayım, arada kitap okuyayım... Yok arkadaş! Sabahtan akşama “haniymiş benim kızım!” “A-aaa.. altına yapmış!” “Fış fış kayıkçı” “Uç uç uç uç!” “Hadi bir ki üç... hopaaa!”

- Yeter ki tüm işlerini gece yap! Zira gündüz uykusu denen şey palavra! Hiçbir düzeni yok. İki saat uyur diyorsun, yarım saatte uyanıyor. Zaten uyutması sürmüş yarım saat, e ne anladım ben bundan?

- Yeter ki yuvarlanmayı öğrendiği andan itibaren bütün evi 10 santimlik süngerle kapla! Yer olsun duvar olsun hatta tavan olsun her yüzey süngerlenmeli.. O kafa nasıl oluyor da en imkansız, en güvenli yerlerde bile çarpacak bir parça sert zemin bulabiliyor şaşarsınız! 20 yastık arasında 2 santimlik bir boşluğa nasıl denk getirebiliyor bir tarafını inanamazsınız! Türk inşaat mühendisleri acilen “çocuklu ev” modelini geliştirmeli... Muşamba altı sünger zemin kaplaması, parkenin yerini almalı! Türk endüstri tasarımcıları dünyaya bir icat kazandırmalı! Olmadı ben el atacağım bu işe.. (Oturma odasının ortasında plastik şişme su havuzu da bir seçenek tabii...)

- Yeter ki yeni çıkan dişlerinin keskinliğini unutma... Neyi nasıl patlatacağını iyi hesapla... Diş kaşıma aletleri pek sağlam değil akıldan çıkarma...

- Yeter ki panik olma...

- Yeter ki kriz anında derin nefes almayı unutma...

- Yeter ki her şeyin çözüleceğini unutma..

Tüm bunlara rağmen.. Çocuk esirgemeden bir bebek aldığıma, bir yavrunun koruyucu ailesi olduğuma çok mutluyum...

Yazının devamı...

Kestik ama niye?

Bugün Kurban Bayramı...Yüz binlerce hayvan, siz bu yazıyı okuyana kadar kesildi, temizlendi ve dağıtıldı bile...

Allah kabul etsin. Kurban kesenlerin günahları af olur mu bilemem ama sonuçta fakirler et yiyebilecek...

Niye hayvan kesiliyor demeyeceğim. “Niye namaz”, “niye oruç” soruları nasıl saçmaysa “niye kurban” da öyle... İbadet böyle emredilmiş... Maksat “iyilik” gibi görünse de tarihine bakınca maksadın “kesmek” olduğunu görüyoruz. Fakire dağıtmak işin ikinci kısmı... Aksi taktirde çoktan evrilir başka haller alırdı...

Kurban kesmenin binlerce yıllık geçmişi var. İnsanlığın Allah’la ilk akti. Müslümanlıkla başlamadı. Kelimenin kökeni “korban” Arapçaya Aramice ve İbraniceden gelmiş. “Allah’la yakınlaşma, hediye verme, adak sunma” demek.

Daha evvel de yazmıştım ama hem hoşuma gittiği için hem de günü olduğu için yeniden yazıyorum...



Kurban ve sünnetin birbiriyle bağlantılı olduğunu ve aynı gün emredildiğini bilir miydiniz?

Şimdi binlerce yıl öncesine gidelim. Henüz çok tanrılı dinler hâkimdir.

Musevilik dâhil tek tanrılı hiçbir din yoktur. Ortadoğu’da bir kavim yaşar. Habirular. Arapçası “İbranî kavmi”. Hayvancılık yaparlar. Çok tanrılı bir dine mensupturlar.

Tevrat’a göre şöyle olmuş: Mesleği kilden put yapmak olan bir Avram vardır. Avram, mesleğini kayınpederinden öğrenmiştir. Bir gün Avram “bunların hepsi boş, tek bir ilah vardır, o da Allah’tır” der ve put imalatını terk eder. İsmini de Abraham (İbrahim) yapar. İbrahim, işini ve o zamanlar gelişmiş bir şehir olan Ur’u (şimdiki Irak’ta) terk ederek uzun bir seyahate çıkar. Babil, Harran (Urfa), Kadeş, Şam, Kudüs derken Mısır’a kadar gider. Başına birçok şey gelir. Urfalı çocukların bir nefeste anlattıkları “ateşe atılma, sonra ateşin göle, odunların da balığa dönüşme hikâyesi” bunlardan sadece biridir...

Yola çıkarken karısı Sara kısırdır. Yaşları de geçmiştir. Fakat dua etmeye devam ederler. Umulmadık bir anda Sara hamile kalır. Bir oğulları olur. Adını İshak koyarlar.

Allah, İbrahim’in samimiyetini ölçmek için oğlu İshak’ı, eli iş tutmaya başladığı gün kurban etmesini ister.

İbrahim, yegâne çocuğunu kurban edeceği için çok üzülür ama söz sözdür. Oğlu delikanlı olunca günün geldiğine kanaat getirir ve maiyetiyle birlikte Moriad dağına çıkar.

İbrahim oğlunu tam kurban edecekken, gökten bir melek iner. İbrahim’e oğlunu kurban etmemesini, yerine bir koç kurban etmesini söyler.

Tevrat’ta bu hadise “İbrahim’in Akti” diye geçer. Allah, İbrahim’in inancının samimi olduğuna kanaat getirmiştir. Hem oğlunu ona bağışlar hem de onu İsrailoğullarının şefi yapar. Hazreti İbrahim’in yolculuk yaptığı toprakları da İsrailoğullarına vaat edilmiş (arz-ı mevut) topraklar ilan eder.

Peki sünnet?

İşte bu “aktin” mühürlenmesi gerekiyordur. Nerede? İnsan vücudu üzerinde! Ve Allah, Hazreti İbrahim’e hemen orada sünnet olmasını emreder. İbrahim önce kendini, sonra oğlunu sonra da uşaklarını sünnet eder. İnsanoğlu kendini mühürleyerek akti “imzalamıştır”.



Kuran’da bu hikaye biraz farklı anlatılıyor. Kuran yorumcuları İbrahim’in kurban etmek istediği oğlunun İshak değil de (adı geçmese de) İsmail olduğunu söylüyor. Halbuki Tevrat’a göre İsmail, İbrahim’in ikinci karısı Hacer’den olma oğlunun adı.

Yahudiler, Kudüs’teki tapınakları 2100 yıl önce yıkıldığından beri kurban kesmiyorlar ama sünnet olmaya devam ediyorlar. Müslümanlarsa her ikisini birden yapıyor.

Peki Kur’an’da sünnetle ilgili tek bir kelime edilmediğini bilir miydiniz?

İlginç değil mi?

İyi bayramlar...

Yazının devamı...

Terk edilmiş bir şehirden notlar

Bayram tatili dünden itibaren başladı. İbrahim Ustam bile memleketi Bayburt’a gidiyordu aradığımda... Müşterilerinin tümü ortadan kaybolunca o da atlamış arabasına yola çıkmış. Kurbanını orada kesecekmiş... Bizim boru bütün bayram boyunca patlak kaldı yani... Yapacak bir şey yok... Kural 1: Bayram’da bir yerin arızalanmayacak... Ne hasta olacaksın ne de borun patlayacak. Nöbetçi doktor belki bulursun ama nöbetçi tesisatçı? Nasla! Allah’tan tek dileğim patlağın sızıntı olarak devam etmesi. Şelaleye dönerse ayvayı yedim demektir bayram bayram...



Bugün Piti ile dolaşırken fark ettim: Arnavutköy’ün sokakları hiç de dar değilmiş! Meğer park etmiş arabalar dar ediyormuş sokakları... Yüzü gözü açılmış mahallenin! Arabadan kurtulabildiğimiz an her şey güzel olacak.

Yazık ki bu mümkün görünmüyor. İstanbul belediyesi bana arabamla seyahat dışında bir ihtimal tanımıyor. Dün de yazdığım gibi ben Kabataş’a deniz yoluyla gidemiyorum. Bu da bebek arabasıyla seyahat edemiyorum demek oluyor. Zira otobüslerde bebek arabasına yer yok beyler hanımlar! Bebekliysen ve bebek arabasıyla bir yerlere gitmek istiyorsan araba veya taksi dışında bir seçeneğim yok. Evime en yakın metro istasyonu da 25 dakikalık bir hayli dik bir yokuşun sonunda. Ve ben henüz o kadar güçlü kuvvetli bir anne olamadım. Halbuki dün Çengelköy’e giderken tekneye bebek arabasını çımacının yardımıyla rahatlıkla yükleyebildim ve bir anne olarak bu beni çok mutlu etmişti... Deniz yolunun bir başka güzelliği de bu. Bisikletine de bebek arabana da yer var.

Ancak yine de yılacak değilim. “Bebek arabasıyla toplu taşımada seyahat etmeyi” hazır İstanbul boşken deneyeceğim. Bugün erkenden kalkıp Piti ile beraber Bienal’e gideceğiz. Mahallemden otobüse binip Kabataş’ta inip oradan da Karaköy’e yürüyeceğiz. Otobüs şoförleri ne kadar yardımcı, insanlar ne kadar anlayışlı göreceğiz. En azından bugünlerde, biraz daha medeniyet gelir şehrimize diye umuyorum...

Bayram günlerinde bile gelmiyorsa terk etmek için her tür neden var demektir... Ama yine de enseyi karartmayalım...

Bayramınızı şimdiden kutlarım. Merak etmeyin bir yere gittiğim yok. Köşemin başındayım. Her bayram olduğu üzre...

Yazının devamı...

İstanbul’un trafiği: Deniz diye bir şey var

Şimdi herkes bunu tartışıyor. İstanbul’un trafiği ne olacak diye.

Bu sabah Arnavutköy’den Çengelköy’e gittim. 08:55 teknesiyle. Onu kaçırsaydım bir sonraki sefer 10:55’de. İki saat sonra.

Sabahki 08.55 teknesinde beş kişi ya vardık ya yoktuk. O saatler Anadolu yakasının Avrupa’ya aktığı saatler. Az kişi olması normal gibi görünse de mesele bu değil. Mesele seferlerin az olması. Çoğu zaman işine gelmiyorsa o saatler, işine yaradığı saatlerde bile aklına gelmez o ihtimal.

İstanbul denizle iç içe bir kent. Çok içeride kalan mahalleler dışında birçok semtten denize ulaşmak en fazla 20 dakika sürüyor. Ama denizin en dibinde de otursan karadan gidip geliyorsun bir yerlere. Ben mesela haftada iki kere Taksim’e gidiyorum. Güzergahım Arnavutköy Kabataş. Ve ben bu yolu denize baka baka otobüsle gidiyorum.

Saçmalık! Evimin önünden tekneye binip kıyın kıyın Beşiktaş, oradan Kabataş, hatta, Eminönü’ne, hatta Yeşilköy’e kadar gidebilmeliyim. Eskiden böyle imiş. Şimdi sadece sabahları, üstelik 5 dakika arayla iki sefer var, o kadar.

Sahil yolu her sabah ve akşam ve Pazar günleri tam gün, kilitdir. Kıpırdamaz. Denizde vızır vızır gidip gelen teknelere baka baka otobüslerin, arabaların içinde sıkıntıdan ölür insanlar. Neymiş? Deniz havası alacaklarmış.

Deniz bağlantısı deyince akla sadece iki yakayı birleştirmek geliyor. Aynı yakayı da denizle birleştirmek gelmiyor. Avcılar’daki insanı da Beşiktaş’a denizden taşıyabilirsin, Eyüp’tekini de. İç mahaller de hızlı bir şekilde denize akıtılsa sorun yine çözülür.

Yetkililer, metrobüs hızlı diye çok övünüyor fakat hiç biniyorlar mı çok merak ediyorum. Günün her ama her saati mahşeri bir kalabalık var. Çünkü insanlar her tür ulaşım aracını bıraktı metrobüse binmeye başladı. Eh tek hat da İstanbul’un tüm nüfusunu taşıyamıyor. Avcılar’dan Kabataş’a, arada bir yerlere yanaşan, sık bir deniz hattı da olmalı.

Venedik’e her giden vızır vızır işleyen vapurları görmüştür. Hızlı yanaşır, hızlı kalkar. Otobüs gibidir. İskeleler ona göre yapılır. Merdiven in bin yapmazsın. Her şey hem zemindir. Bebek arabasıyla da binersin rahatlıkla tekerlekli sandalye ile de. Açık hava alanı da vardır kapalı alanı da. Bağla çöz çok hızlıdır.

Her yere metro iyi güzel ama her yere tekne niye olmasın?

Sen yapamıyorsan özelleştir. Başkası yapsın. Bir şirket hem iskeleleri hem tekneleri standart bir şekilde yapsın, işletsin.

İnsanlara yüzlerce seçenek vereceksin ki bir yere yığılmasınlar ve sonra kaos olmasın.

Yazının devamı...

Kim bölücü acaba?

Fethiye Belediyesi’nin yarı Türkçe yarı Kürtçe bayram tebrikinden yola çıkarak şunlar aklıma geldi...

Almanya’da Neo-Nazi bir Berlin Belediyesi yarı Almanca yarı Türkçe bir noel kutlaması paragrafı yazsa ve altına da “Anlamadınız değil mi? İşte bunun için tek millet, tek vatan, tek dil, tek bayrak! İyi Noeller” dese...

Yunanistan’da Altın Şafaklı bir belediye başkası yarı Yunanca yarı Türkçe bir paskalya kutlaması paragrafı yazsa ve altına da “Anlamadınız değil mi? İşte bunun için tek millet, tek vatan, tek dil, tek bayrak! İyi Paskalyalar” dese...

Türk Dışişleri Bakanlığı ne yapardı acaba? Afişlerin hemen indirilmesini, belediye başkanının da görevden alınmasını isterdi.

Nota falan bile çekerdi.

Haklı da olurdu.

Zira yaptığı ırkçılıktır.

Türkiye, 100 yıldır ırkçılık yaptığı için bazılarına normal geliyor bu ama

Amerika’da ana dili İspanyolca olan Güney Amerika göçmenlerinin (Hispanik) yoğun yaşadığı şehirlerde veya New York özelinde mahallelerde İspanyolca reklamlar, billboardlar asılıdır. Hatta resmi yazılar, uyarılar bile iki dillidir. Maksat hayatı kolaylaştırmak, zorlaştırmak değil. Bu nedenle Almanya’da havaalanlarında da Türkçe uyarılar görürsünüz. Gerçi o uyarılar insanı biraz utandıran cinstedir (“Sıraya gir!” “Sıraya önden değil arkadan girilir” “Tekrar ediyoruz: Sigara kesinlikle yasaktır!”) ama olsun.

Düşünün aynı afişi Diyarbakır Belediyesi yaptırsaydı ve astırsaydı nasıl olurdu?

Çünkü tersi de geçerli. Madem Türkçe Kürtçe karışık “anlaşılmıyor” o vakit hepimiz Kürtçe konuşalım bitsin bu “çile”.

Dargınları birleştirmesi gereken Bayram, bazıları için “bölücülük” malzemesi bile olabiliyor ya...

Duru Türkçe meselesi

Fethiye Belediye Başkanı “Anadolu coğrafyasında bizi bir arada tutan en önemli faktörlerden biri de duru Türkçemizdir. Anamızın ak sütü gibi olan dilimiz. Bu anlamda dilimizin önemini vurgulamak için bunu yaptık. Şunu da itiraf edeyim, Türkçe mesajımızın Kürtçe anlamını birçok Kürt kardeşimize sorduk. Malatya’daki ayrı, Ağrı’daki ayrı, Diyarbakır’daki ayrı ifadeler gönderdi. Ari bir Kürtçeden bahsetmek mümkün değil. Lehçe ve kelime anlamlarında fark var. Türkçe Anadolu coğrafyasının ortak dilidir. Biz de bu bayram tebrikinde, tamamen ülke bütünlüğümüzün en önemli köşe taşlarından birinin dilimiz olduğunu vurgulamak için bunu yaptık. Birbirimizi anlayamayacak noktaya geleceğiz” demiş.

Duru Türkçe öyle mi? Birbirimizi anlamayacak noktaya geleceğiz öyle mi?

O zaman gelsin Yunus Emre’nin Türkçesinden birkaç kuple:



‘Işk da‘vîsin kılan kişi hîç anmaya hırs u hevâ

‘Işk evine girenlere ayruk ne meyl ü ne vefâ

Girçek ‘âşık olan kişi anmaya dünyâ-âhiret

‘Âşık degüldür ol kişi yüriye ‘izzeti kova

Her kim ‘izzetden geçmedi ‘âşıklık bühtândur ana

Hergiz girdügi yok durur ‘ışkıla ‘izzet bir eve

Diliyile ‘ışk diyenler bilmediler ‘ışk neydügin

Benüm cevâbum sen eyit ‘ışka ‘izzet midür bahâ.



Günümüz Türkçesinden bir hayli farklı değil mi! Ağrı, Malatya, Diyarbakır Kürtçeleri arasındaki farktan çok daha fazla.

Dil dediğin tam da böyle bir şeydir. Durmadan değişir. Zamandan zamana, bölgeden bölgeye. Anadolu’da eskiden bu Türkçe vardı. Ama başka Türkçeler de vardı. Halen de var. Aynı metni konuştuğu gibi yazsa Rize Çayelili farklı yazar, Erzurum Oltulu farklı. Resmi dil diye, eğitim dili diye aksanlar kalktı, bambaşka bir hal aldı. Pek yakında ortak bir Kürtçe de olacaktır. O zaman hangi argümana sığınacaklar acaba?

Yazının devamı...

Dekolte krizi

Konu atlanacak gibi değil.

“Endişeli Modernler”in haklı çıktığını görmenin, hakiki bir demokrat olarak ne kadar rencide edici olduğunu nasıl anlatabilirim bilmiyorum.

Bir televizyon programının sunucusu, kıyafeti başbakan yardımcı tarafından “kabul edilemez” bir açıklıkta bulunduğu için işte çıkarılan bir ülke olduk. Devlet televizyonunda olmuyor bu.

Bir hafta önce Habertürk sağlık muhabiri Dilek Şanlı yaptığı haber nedeniyle işten atıldı. Haberin başlığı “Bu mu sağlıkta çağ atladığı iddiasında olan Türkiye?”. Bu sözler Dilek Şancı’nın röportaj yaptığı son derece mağdur bir annenin sözü. Yani yorum değil alıntı. Ancak haber belli ki AKP’yi kızdırıyor, gazete bir “kelle” vermek zorunda kalıyor, muhabir işten çıkarılıyor.

Olayın içinde “meme” olmadığı için herhalde- fazla yankı yapmıyor.

Yıldıray Oğur, bilemediğim bir kin ve nefretle kendince “demokrat görünen laiklerin” Gezi’den sonra nasıl da “fabrika ayarları”na geri döndüğünden söz etmiş.

Pişmanlık getirenlere ah işte görüyorsunuz, zaten hiçbir zaman demokrat değillerdi- tonuyla o giderek uzayan ve karmaşıklaşan cümleleriyle vermiş veriştirmiş.

Uzun ve karışık cümlelerle yazınca haklı olunmuyor yazık ki.

“İfade özgürlüğü” nicedir sadece iktidar yandaşları için söz konusu. İktidar kendi demagoglarını yarattı. Şakşakçıları maaşa bağlandı. İktidarla temelde bir derdi olanlar çoktan tasfiye edildi veya dar bir alana sıkıştırıldı. Şimdi sıra başlığı sevilmeyen, dekoltesi fazla bulunan muhabirlere, sunuculara geldi.

Birileri halk adına ama halka rağmen karar veriyor. O kabul edilemez, buna tahammül edilemez dedikleri programlar o halk tarafından bayıla bayıla izleniyor. Rencide olan başka kanala gider denmiyor da sunucu kız sanki kıyafetleri yapımcı tarafından verilmiyormuş gibi- kovuluyor.

Yani bir kelle daha veriliyor...

Ve bu da elbette kayıtlara “Patronajın tasarrufu. Hükümetin konuyla ilgisi yok” şeklinde geçiyor.

Ama şikâyet etmeye bile hakkın yok. Adın “zatenhiçdemokratolamayantakiyeciuslanmazKemalist”e çıkıyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.