Şampiy10
Magazin
Gündem

Narlı bonfile patlıcanlı nar

Her gazetenin bir sağlık köşesi var. Her sağlık köşesinin de havalı bir doktoru var. Bu havalı doktorlar da sağ olsunlar bize sağlıklı yaşamanın yollarını anlatıyorlar. Spor yapın, bol bol yeşillik yiyin, taze sebze ve meyve tüketin ama aman dikkat edin mevsiminde olsun, kızartma yemeyin, yağı ve tuzu azaltın vs vs.. Detaylarda farklılıklar varsa da hepsinin kesinkes birleştiği nokta “beyaz unu, şekeri, nişastayı tamamen kesmek”. Az yiyin falan demiyorlar. Böyle altını çize çize beyazlar yok olsun, gebersin gitsin diyorlar.

Sonra yandaki sayfaya bakıyorsun yemek tarifi köşesi. Kış vakti karnıyarık tarif etmiş mesela. Tarifte “mevsiminde” olan hemen hemen hiçbir şey yok. Hadi bunu geçelim, diyor ki “patlıcanları alacalı soyun, 15 dakika tuzlu suda bekletin sonra bir buçuk bardak zeytinyağında kızartın.”

Bu şu demek: Ben senin aşırı yağ emmiş tuzlu patlıcanlarla ölmeni istiyorum! Ya mide kanamasından ya da kalp krizinden...

Veya “hafif” adı altında şöyle bir tarif var mesela: “Elmaları soyun, bir tencereye koyun, üzerine bir buçuk bardak şeker koyup pişirin”

Elmalar ısı görünce zaten şekerlenir, ilave şekere ne gerek var gibi bir mantık hak getire.

“Hafif” tatlının devamına bakıyorsun irmikleri de elbette YİNE şekerle pişirip üzerine koyacakmışız.

Hadi onun adı “tatlı” peki şu “sağlık fıçısı” ıspanak püresi tarifine ne dersiniz? “Ispanakları 20 dakika tuzlu suda haşlayın. Sonra sıkarak sularını yok edin. Küçük parçalara bölün. Şimdi pişirmeye başlayabilirsiniz.”

Sonra da üzerine bir buçuk bardak unla beşamel sos yapacakmışız. Arzu edenler bir buçuk bardak kaşar rendesi de ekleyebilirmiş..

Ölmüş ıspanakla ve bir buçuk bardak unla ne sağlığı arkadaş?

Herkes Mehmet Öz okuyor, herkes Osman Müftüoğlu okuyor, herkesin en sevdiği doktor Canan Karatay ama yemek tarifi vermeye gelince iş yemek yazarlarımız birden sapıtıyor. Birden gözleri dönüyor.

“Zeytinyağlı şekersiz olmaz” “Unsuz kıvam tutmaz” “Zeytinyağı bol olmalı...”

Hiçbiri doğru değil! Patlıcanları tuzlu suda bekletmeye gerek yok. Alacalı soymaya gerek yok. Yağda kızartmaya hele hiç gerek yok. 4 çorba kaşığı zeytinyağıyla bir tepsi karnıyarık yapmak mümkün! Ispanağı çiğ yemek mümkün. Şekersiz güzel zeytinyağlı yapmak mümkün. Hatta şekersiz tatlı bile yapmak mümkün. Ve hiçbiri de lezzetsiz değil. Hatta bildiğin yemekten bir farkı yok.

Narlı tarifeler

Uzun zamandır beni heyecanlandıran bir yemek kitabı geçmiyordu elime. Bugün paketten Refika Birgül’ün “Narlı Tarifler”i çıktı. Patlıcandan pilava, karidesten, yaprak sarmasına, tavuktan patates kızartmasına kadar her şey narlı.

Fakat daha güzeli patates kızarması bile sadece birkaç kaşık zeytinyağıyla pişirilmiş. Yani yukarıda beni deli eden “bir buçuk su bardaklı” hiçbir bayat numara çekilmemiş.

Acayip hoşuma gitti. Nar, tam da mevsimi. Pazarda benim Piti’nin kafası kadar narlar vardı.

Refika bir şeyi söylemeyi unutmuş: Mutfağı berbat etmeden nar ayıklamak istiyorsanız su dolu bir kabın içinde yapın ayıklama işlemini. İşi kolaylaştırmıyor ama işlem sırasında narlar patlayınca etraf batmıyor en azından.

Yazının devamı...

Şu kör yoksulluk olmasa memleket ne güzel yönetilirdi...

Laf eski milli eğitim bakanlarından.. “Şu okullar olmasa bakanlık ne güzel idare edilirdi” demiş olduğu iddia edilir.

Van depremi üzerinden iki yıl geçti. Deprem sırasında şehre gelmiş hem merkezi hem çevresini bol bol dolaşmıştım. Bu sefer değişimi görmek istedim..

Merkez eskisi gibi. Enkaz temizlenmiş, hayat tüm telaşıyla geri gelmiş. Fakat biraz öteye gittin mi görüyorsun ki TOKİ başka Van’lar yaratmış...



TOKİ çılgın bir performansla 20 bin konut yapmış iki yılda. Afet koşulları nedeniyle estetik yönlerini tartışmak anlamsız ama yine de hazır firsat varken başka şehircilik kafasıyla gidilebilirdi. Az katlı, az beton, çok yeşil şehirler yapamayacağız belli ki...

Kuralar çekildi, insanların çok büyük bölümü evlerine yerleşti. Konteyner evler bir bir boşaldı...

Ama işte yoksulun yoksulu son bir 150 aile, konteynerleri terk etmedi. Daha doğrusu edemedi. Çünkü çoğunun gidecek hiçbir yeri yok. Daha önce de evleri yoktu şimdi de olamıyor. Zira devlet evet 20 bin konut yaptı ama onları bedavaya vermiyor. Daha önce ev sahibi olmak koşuluyla uzun zamana yayılmış çok düşük taksitlerle satıyor. Fakat bu yoksulun yoksulu 150 ailenin ne daha önce evleri vardı ne de o düşük taksitleri ödeyecek halleri de var...

50 gün önce elektrikleri kesilmiş. Zira devlet uzun süredir konteyner kenti boşaltmalarını istiyor. Valiye sorarsanız gereğinden fazla müsamaha göstermişler. “Okullar kapansın, ramazan bitsin” diye diye ek süre istemişler. Onlar da kabul etmiş ama nereye kadar...

Hakikaten nereye kadar bilmiyorum.

Ailelerin hepsi en az beş çocuklu. Aralarına bastonlu yalnız nineler var. Sadece kulağı duyan yüzde yüz engelli çocuğu olan var. Kocası ölmüş veya başkasına kaçmış dul/terk çocuklu kadınlar var. Deprem, iki yıllarını kurtarmış. İki yıl, hayatlarında ilk defa devletin yumuşak elini görmüşler.

“Numara yapıyorlar, durumları iyi” diyenlere bir kadın isyan ediyor. “Gelsinler bir gece kalsınlar burada! Kim ister ki burada yaşamayı?”

Açlık grevi yapıyor kadınlar. Çocuklarını yıkayıp giydiremedikleri için okula yollamak istemiyorlar. İyi kötü kabul edildikleri okulları 3 kilometre ötede. Çöpten topladıklarıyla ocaklarını yakıyorlar. Bulgur ve patatesten başka bir şey yiyemiyorlar.

Yoksulluk berbat bir sarmal. Hem içinden çıkamazsın hem de inandıramazsın kimseyi. Hem de her şeyi yaptırır sana...

Sonra şaşırıyoruz... “Bize neden bunu yapıyorlar” diye...

Yazının devamı...

Çöpten okul yapmak

Van’dayım. İki yıl aradan sonra ilk defa. Hatırlarsanız depremde gelmiş, Erciş’teki çadırkentte gönüllü olarak 10 gün kalmıştım. On gün boyunca hem yardım ettim hem haberler yaptım.

Sonra dönmeden bir gece önce ikinci deprem oldu. Şu an hayattaysam Van misafirperverliği sayesindedir. Zira o gece uçağım erken diye Bayram Otel’de kalacaktım. Vanlı arkadaşım son dakika evlerine davet etti. “Rahatsız etmeyeyim” deyince “on kişiyiz, seninle on bir olacağız, ne olacak” demişti.

Ve o gece Bayram Otel yok oldu. Onlarca insan hayatını kaybetti. Onlardan biri olabilirdim. Olmadım. Hayattayım. Bir melek beni korudu.



Sonra bir daha gelemedim Van’a.

Bir kaç fırsat oldu ama ayaklarım gitmedi. Yardım topladığım Vanlı ailemi bile ziyaret edemedim.

Şimdi MNG Kargo’nun yaptırdığı 18 derslikli okulun açılışı için Erciş’teyim. Önceden aynı arazide olup depremde zarar gören okulu yıkıp yepyeni bir ilk ve orta okul yaptırmışlar.

Ama bu okulun yapılışında bir fark var. Bu okul esasen çöpten yapılma!

MNG, kullanılmış kargo poşetlerini toplayıp geri dönüşümünden elde ettikleri gelirle yaptırmış okulu. Bir yerde çifte sosyal sorumluluk projesi. Hem geri dönüşüm hem de okul yaptırma.

“Aslında” diyor MNG Kargo’nun genel müdürü Aslan Kut “daha çok kullanılmış kargo poşeti toplanabilseydi bir okul daha yapılırdı.”

Aklıma bugüne kadar attığım binlerce kargo poşeti geldi. Meğer onları toplamamız gerekiyormuş. Çöp değil okulmuş, sınıfmış, sıraymış, tahtaymış onlar.

1500 ton kargo poşeti toplandı

MNG Kargo, kargo poşetlerini toplayıp geri dönüştürerek okul yapma projesine 2008 yılında başlamış. Birinci okul 2010 yılında Bitlis’te yapılmış. O projeye 20 bin kurum ve kuruluş destek vermiş. Erciş’teki okulun inşaatı için ise 80 bin kurum ve kuruluş destek vermiş. Tam 1500 ton plastik kargo poşeti toplanmış. Toplanan poşetler yeniden torba olmuş.

Kampanya devam ediyor. Siz de elinize geçen (hangi şirkete ait olursa olsun) kargo poşetini biriktirip en yakın MNG şubesindeki biriktirme kutularına atabilirsiniz. Mavi kapak biriktiren ey güzel halkım! Artık kargo poşeti de biriktir, okullar yapılsın, çocuklar adam gibi okullarda okusun!

Yazının devamı...

Bir daha alışverişe çıkanı kediler yesin

Türkiye’nin her yeri AVM oldu ama aradığın hiçbir şeyi bulamaz hale geldin.

Dün bütün günüm bir alışveriş Merkezinden bir alışveriş merkezine gitmeye çalışmakla geçti.

Aradığım da öyle atla deve bir şey değil. Bebek yatağına basit bir şilte arıyorum. Evime en yakın AVM Akmerkez.

Yatağın markasının da mağazası var. Fakat onlar şilte satmazmış. Nişantaşına gidecekmişim. Yandaki mağazaya gittim, onlarda da kalmamış. Metrocity’deki mağazada varmış. yağmurlu bir günde insanın duymak isteyeceği en son şey herhalde “malesef yok ama şuradaki mağazamızda var” lafıdır... Akmerkez Metrocity arası yürüme 20 dakika ama acelem var diye araçla gittim. Ve bir buçuk saat sürdü!

Ve işin kötüsü o mağazada da yoktu iyi mi! Telefondaki kız ölçüyü yanlış anlamış..

Taksi parası boşa gitmesin diye bilgisayarımın kaybettiğim şarj ünitesini sorayım dedim, tekno dükkanlarından birine gittim. Şarj ünitesi elbette yokmuş (niye “elbette” artık sormadım) ama depolarından istetebilirlermiş...

Aghsgtfnsjhkjfsssss....

Bu ne aptalca ne salakça bir şeydir arkadaş!? 5 saat ve 40 lira çöpe! Devasa binalardan devasa binalara gidiyorum ama aradığım hiçbir şey yok!

Bir kaç gün önce de başıma geldi. İnternetten bir ayakkabı markasının modellerine baktım. İstediğim renk ve tip, bu yılın koleksiyonunda da var.

Sevindirik oldum, coştum, Ortaköy’deki mağazaya koştum. Ve bingo! O modeli getirmemişler. Tabi bu sonuca “öyle bir model yok hanfendi” ile başlayan internetli ufak bir sinir harbiyle ulaştık.

Kitap arıyorsun, yok. Mobilya arıyorsun, yok. Bilgisayar veya cep telefonu aksesuvarı arıyorsun, yok.

Neymiş yeterli alanları yokmuş, neymiş dükkan kiraları yüksekmiş, neymiş elemanlar sürekli kaçıyormuş...

Ama hepsi nerede var? İnternet mağazalarında! Üstelik hakiki mağazalardaki iddialı ama bir halt bilmeyen sersemlerle de uğraşmıyorsun.

Adam gibi bilgi, adam gibi çeşitlilik üstelik çok daha ucuza.. Şimdiye kadar internetten ısmarladıklarım arasına memnun kalmadığım hiçbir şey olmadı. Beni kandıran da olmadı. Tek dert iki gün beklemeye sabrın olacak.

“Alışverişi baka baka yapmanın da zevki başka” en fazla semt pazarında geçerlidir. Alırsın eline mis gibi naneyi koklarsın falan.. O tamam... Ama aptal bir kabloyu mıncıklayarak almanın bir manası yok. Zaten alamıyorsun...



Hal böyleyken nasıl oluyor da yere göğe heryere AVM yapmaya devam ediyorlar anlamıyorum. Neye güvenerek markalar mağaza açıyor onu da anlamıyorum. Bir tek isyan edip “uyanan” ben değilim herhalde.

Korkarım ülke AVM çöplüğüne dönecek çok yakın zamanda...

Yazının devamı...

Zelal ne yaşar ne yaşamaz

Kürt açılımından ilk söz edildiğinde benim şöyle bir sorum vardı: “Türk’ün Kürt’e açılımı iyi güzel hoş da Kürt’ün Kürt’e açılımı ne zaman olacak acaba?”

Demek istediğim şu idi: Kırsaldaki yoksul Kürt kadının ve kızının durumu ne zaman insani düzeye gelecek? Dünyanın en kötü koşullarındaki kadınlar sıralamasında başa güreşiyor Kürt kadını. Köleden pek bir farkı yok.

Ve bu kimsenin umurunda değil! Çok tuhaf bir şey ama köle koşullarında yaşayan bu kadınlar kendi kaderleriyle baş başa bırakılmış durumda. Yılda bir kez herkesin tüylerini diken diken bir cinayet veya tuvalete kapatılıp ölüme terk edilme haberleri dışında ne oluyor ne bitiyor... Bilmiyoruz. Bilmediğimiz gibi bilince de ne yapmamız gerektiğini bilmiyoruz. Başka bir ülkenin başka bir halkının kadınları gibi görüyoruz onları.

Ne ilginçtir ki yakın geçmişe kadar “Kürt asimilasyonu” için her tür önlemi alan devlet, yoksul Kürt kadınlarının durumunu düzeltmek adına hiçbir politika geliştirmiyor. “Biz Kürt’ü ezerken Kürt de Kürt’ü ezsin” denmiş ve bırakılmış. Durumu, en azında eğitim sağlama yoluyla ele alan ve düzeltme çabasına giren yine sivil toplum kuruluşları oluyor. “Baba beni okula yolla” kampanyalarını yine şirketler yapıyor.

Geçtiğimiz gün verdim size rakamları. Tarımda, 400 bin çocuk işçi olduğu tahmin ediliyor. Göçer mevsimlik tarım işçilerinin çok büyük bölümü yoksul Kürt aileleri, bir bölümü de yine yoksul Romanlar. Bu çocukların yarısının (ve anladığım kadarıyla da bu yarının çoğu kız) kimliği yok. Kimlikleri olmadığı için aşıya çağıran, okula çağıran, ne oldu bu çocuğa diyen de yok. Doğuyor, hasbelkader yaşıyor, sonra çalışıyor, çalışıyor, çalışıyor... Sonra belki çocuk yaşında ölüp kalıyor ama bundan ne devletin ne bizim haberimiz oluyor. Zelal ne yaşar ne yaşamaz...

Çok korktuğumuz Taliban tarzı yaşam, yüzyıllardan beri doğunun kırsalında gümbür gümbür sürüyor. En az 5 milyon kadın(ımız) bu topraklarda hesapça İslam, çokça töre adına köle tarzı berbat bir yaşam sürüyor.

Ben açıkçası, bundan çok rahatsız oluyorum. Varsayımsal tehlikelerden endişelenmek yerine mevcut durumdan rahatsız olmak ve bununla mücadele etmek gerektiğini düşünüyorum. Bir ülkenin azımsanmayacak büyüklükte bir bölümünün çokçok yoksul, çokçok cahil ve bundan kaynaklı olarak çokçok gayrı medeni olması her tür ilerlemeyi yaralar hatta “geçersiz” kılar. İstanbul’da 400 kilometrelik metro ağı olmuş, kanal açılmış, üçüncü havaalanı açılmış kimin umuru! En yoksulundan başlamak şartıyla... Önce insan!

Yazının devamı...

Paketten Kürtlere 3 harf çıktı

Mevsimlik göçer işçi ailesinin küçük kızları Zelal şimdi kim bilir ne mutludur. Demokrasi paketinden özel okullarda Kürtçe eğitim serbestisi çıktı ya... Günde 10 liraya 10 saat çalışan, bulgurdan başka bir şey yiyememiş, hayatında hiç okula gitmemiş, tek kelime Türkçe bilmediği için gitse de bir şey anlayamayacak olan 12 yaşındaki Zelal artık babasından rica edebilir: “Baba beni ÖZEL okula yolla! Benim anladığım dilde eğitim orada varmış. Ne olacak ki! 15 bin liracık!”

Ana dilde eğitim süs olsun diye isteniyordu sanki! Bir çeşni olsun, bir tat, bir doku olsun diye sanki! Hayır beyler hanımlar! Türkçe bilmeyen yüz binlerce çocuk okula gittiğinde bir şey anlasın, öğrensin diye isteniyordu. Siz lüks malzeme haline getirdiniz. Üstelik eğitim dili olarak değil “bağzı” dersler için gelmiş serbesti.

Yani? Kendi başının çaresine kendiniz bakın deniyor. Bana Kürtçe bilen öğretmen aratmayın diyor. Bana ders programı, müfredatı yaptırmayın diyor. Bana ders kitabı yazdırmayın diyor. Madem o kadar istiyorsunuz o vakit paralı parasız verin kendi eğitiminizi diyor.

Ve bekleniyor ki bir yatırımcı Diyarbakır’da Van’da Bingöl’de okul açacak, devletin uğraşmak istemediği bu sorunlarla uğraşacak, hangi lehçede eğitim verileceği konusunu çözecek, Kürt ailelerini çocuklarını kendi okuluna göndermeleri için ikna edecek vs vs...

Yani?

Zelal’in derdi hiç kimsenin umurunda olmayacak. Okul mokul görmeden 13 yaşında evlendirilecek ve 20’ine kadar 6 çocuk yapacak. Hiçbir zaman insan yerine konmayacak, ölene kadar köpeklerden bile daha çok çalışacak ve onlardan daha çok itilip kakılacak... Yoksul doğacak yoksul ölecek..

“Bu dünyaya bir Zelal gelmişti ama adından başka güzel hiçbir şeyi olmamıştı” olacak.



Tabii herkes kendi derdiyle uğraşıyor. Türk Rum Cemaati de Ruhban okuluyla ilgili bir şey çıkmadığı için hayal kırıklığına uğradı. Aleviler Cem Evleriyle ilgili bir çözüm gelmediği için sıkıntılı. Başörtülüler, yasak, hakim ve savcılara kalkmadığı için öfkeli...

Twitter’da biri çok güzel özetlemiş: “Paketten Alevilere üniversite ismi, Kürtlere 3 harf, Süryanilere 270 dönüm toprak, Romanlara enstitü çıktı.”

İyi bir fırsattı halbuki...

Yazının devamı...

Hakiki umutsuz ev kadınları

Okulda hukuk dersinde hocamız önümüze cins cins davalar koyardı. Ve bizim sanki bir savcı, sanki bir avukat ve sanki bir yargıçmışız gibi davaya bakıp iddianame, savunma ve karar hazırlamamızı isterdi...

Türk Ceza Hukukuna göre davalarda esas olan kanunlardır. Duygusal iddianameler de hazırlayamazsın duygusal savunmalar da yapamazsın duygusal kararlar da veremezsin.



İzmir’de en küçüğü 5 aylık dört çocuğu olan 33 yaşındaki bir kadın, uyumakta olan kocasının penisinin üzerine kızgın yağ dökmüş...

Haberin spotunda sebep olarak “aldatma” yazıyor.

Fakat haberi sonuna kadar okuyunca adamın sadece aldatmadığını ailesini aç bırakıp başka bir kadınla yaşadığını, üstelik onu da hamile bıraktığını öğreniyoruz...

Adamın hayati tehlikesi devam ediyor. Yakalanan kadın adam öldürmeye teşebbüsten tutuklanıyor. Dört çocuk, hepten perişan ortada kalıyor...



Şimdi bir savcı olsanız, bir avukat olsanız, bir hakim olsanız ne yapardınız?

Bir kadın olarak kadınların işlediği şiddet eylemlerine elimde olmadan “taraflı” bakıyorum. Bir kadının, bıçak kemiğe dayanmadıkça böyle bir şey işlemeyeceğini düşünüyorum. Çoğu zaman da haklıyımdır. Kadın, şiddet gördüğü için şiddet gösterir.

Öte yandan da ne kadar sorumsuz, hergele ve bencil de olsa kızgın yağla haşlanmış bir “can” var ortada. Ölmese bile hayatı boyunca sakat kalacak bir can.

“Kötü” diye insanları haşladığımız bir devirde yaşamıyoruz. Kendi adaletimizi kendimizin yerine getirdiği bir devirde de değiliz.

Ama işte Türkiye’de, 4 çocuğuyla aç biilaç ortada bırakılan bazı kadınlar, öfkelenmek ve çileden çıkmak dışında bir şey yapamıyor. Ve böyle daha da beter bir kuyuya atıyor hem kendini hem de çocuklarını...

Hâlbuki bu kadına bir “çıkış” kapısı sunması gerekiyordu hem devletin hem de STK’ların. Psikolojik, hukuki ve finansal çıkışlar...

Çok açık ki ne devlet ne STK’lar bu kadınlara yeterince ulaşamıyor. Kocasını kızgın yağla haşlamayı akıl eden kadının daha önce psikolojik sonra da hukuki destek alması gerekiyordu.

Bu destekleri alacağı birimlerin evinin yakınında kolay ulaşılır bir yerde olması gerekiyordu.

“Aile hayatı zarar görüyor” diye alkole ulaşmayı zor yapıyorsan, o vakit bu “umutsuz ev kadınlarına” da çıkış yolunu daha kolay yapacaksın.

Alo 183 diye bir telefon hattı yaptık diyecek şimdi Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ama bu numarayı bilen kimseye rastlamadım ben şimdiye kadar.

Kamu spotuyla, afişinle, el ilanınla, tek tek evleri gezerek Alo 183’ü (Kadınlara Şiddeti İzleme ve Önleme Servisinin hattı) akıllara kazıyacaksın.

Nasıl 122, 155 gibi numaraları biliyoruz 183 de aynı bilinirlikte olmalı. Ve bu hattın da çok düzgün çalışması gerekiyor.

Ve dahası bu kadının davası gibi davalara STK’ların ve Aile Bakalnlığı’nın müdahil olması gerekiyor.


İşte o zaman medeniyet gelir bu ülkeye..

Yazının devamı...

Tuncel Kurtiz

Yıllar önce tanımıştım onu... Henüz herkesin tanıdığı bir oyuncu değildi. Belli çevrelerin bildiği ve saygı duyduğu bir aktördü... Ne Kazdağları’na çekilmişti daha, ne Ramiz Dayı vardı... Yağmurlu bir kış günüydü. Düğündeydik. Arkadaşım, Tuncel Kurtiz’in karısının kardeşiyle evleniyordu. Bir ara nasıl olduysa baş başa kalmıştık...

“İnsanlar niye evlenir biliyor musun?” diye sormuştu. “Niye?” demiştim. “Ayrılmayı başaramadıkları için” demişti.

Bunu bir düğünde söylediği için çok gülmüştük tabii... Gerçi hemen arkasından o zamanki aklımla karşı çıkmıştım. Tatlı tatlı tartışmıştık...

Yıllar sonra hak verdim ona. İnsanların yarısı hakikaten ayrılamadığı için evleniyordu. Daha doğrusu ayrılabilmek için evleniyordu...



“Ramiz Dayı” rol değildi.

Kendiydi aslında.

O yüzden o kadar sahiciydi. O kadar inandırıcıydı...

O yüzden o kadar sevmiştik.

Hatta o kadar ki Yunanistan’da bile fenomen oldu Ezel dizisi gösterime girince. Bana sık sık Ramiz Dayı’yı soruyorlardı. “Çok seviyoruz onu” diyorlardı. Her seferinde hem şaşırıyordum hem de seviniyordum. “Çok hoş şeyler söylüyor değil mi?” dedim bir kez, güldüler. “Biz söylediklerini pek anlamıyoruz” dediler. “Niye?” dedim “Tercüme edilmiyor mu?”. “Ediliyor ediliyor ama yine de anlamıyoruz” dediler. “Biz onun hallerini seviyoruz...”

Sonra düşündüm.. O şiirler alt yazılara sığacak kadar hafif değildi ki. Kilolarca bagajı olan metinler... Kan, ter, gözyaşıyla yoğrulmuş... Sıradan bir tercümanın harcı olabilir miydi ki...



Şimdi baktım, yüzlerce Yunan sitesinde “Ramiz Dayı”nın ölümünden söz ediliyor. Kendi aktörlerinden biri ölmüş gibi üzgünler.

Güzel bir hayat sürdü. Herkesin tersine, yaşlandıkça ününe ün kattı, yaşlandıkça sevildi. Kazdağı’nda, şahane bir köyde yaşadı. O çok sevdiği köyün mezarlığına gömülecekmiş Pazar günü.

Nur içinde yatsın.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.