Şampiy10
Magazin
Gündem

Şafak Pavey’in konuşmasına dair

- Dinlediğin zaman, Pavey’in mimikleri ve güzel yüzü sayesinde çok etkileyici bir konuşma. Ancak metni tekrar tekrar okuduğun zaman anlam bütünlüğünde sorunlar olduğunu görüyorsun. Pavey tam olarak neyi savunuyor?

- “Meclis’in yaş ortalaması 50” diyor. Bu bir şikayet mi? Fazla mı genç buluyor? Veya yaşlı? Hasta ve yaşlı haklarının düşünülmediği dediğine göre genç buluyor olmalı. En genç vekil kendisi değil mi..

- Afganistan’da vs zorla başı örtülmüş olması ona ne tür bir ekstralık verir? İran’da ben de örttüm. So? Ses tonundaki gerilimden pek de hoşlanmadığı sonucunu çıkarttım ben.. “Ben başımın zorla örtülmesinden hiç hoşlanmadım, kendimi boğulmuş hissettim” diyorsa eğer “ben başımın zorla açılmasında hiç hoşlanmadım, kendimi kirlenmiş hissettim, bir daha kirletmeyeceğim” diyen vekile kızmaya hakkı yok o zaman. Vekil hanım üslupsuz olabilir ama onun itikadına göre durum böyle ise, bunu tıpkı Pavey gibi ifade etme hakkı vardır. Başka dinlerde de başka şeyler yapmak “kirletir”. Dindar bir Yahudi’de cumartesi çalışırsa aynı şeyi diyecektir.. Niye üstümüze alınıyoruz ki? Herkesin itikadı ve benzetmeleri kendine.

- “AKP’li başı açık vekiller yerlerini hak etmiyorlar, başı kapalılar gelsin”. Tartışmaya açık bir önerme ama konu bu mu? Partinin tasarrufu değil mi bu? Ayrıca Fatma Şahin’in hakkı neden yeniyor?

- “Polise de başörtüsü hakkı” gelmeliydi. Ok. “Polisle sorunumuz türban değil uyguladığı şiddet”. Buna da yıldızlı ok. “Ama kızlarımızın çoğu zorla başını örtüyor”... Bir yandan “haklarıdır” derken bir yandan yine bir eziklik atfetme, zavallılaştırma... Ne yapalım yani yasak devam mı etsin? Zorla örtündüyse mesleklerini kazandıktan, aile baskısından kurtulduktan sonra açarlar o vakit. Harbiden dert buysa.

- “Siz başörtüsü derdine düşmüşken ülkenin kadınlar köle seviyesinde. Dünyanın neredeyse en gerisi”. Çok doğru, çok haklı. Fakat kadının statüsünün bu halde gelmesi son 10 yılın işi mi? Hadi öyle olsun, artık örtülü olan kadın vekiller daha önce sorumlu değildi de şimdi mi oldu? Başörtüsü özgürlüğü ile yoksulluk ve ilkellikle mücadele çelişen şeyler mi?

- Bütün “ötekilerin” bütün “azınlıkların” bütün “ezilenlerden” bütün “farklı” olanların yenen haklarından kapanan kadın vekilleri sorumlu tutmak biraz haksızlık değil mi? Ama yine de çok iyi teklif. Özgürlük ve hak ihlaliyse mesele akan sular durmalı.

- “Dini tevazu ile yaşamak gerekmez mi?” Valla başka meclislerde bunu sormak, tartışmak mümkün ama bugünkü konumuzla alakası? Bir hak kazanımından söz ediyoruz. Kapıdan gösterişli girmeleri midir mesele?

- “Çiçekli örtüsü ve daracık pantolonuyla Çamlıca’nın kuytularında kızlar sevgilisiyle öpüşüyor” Başı kapalı bazı kızların ve erkeklerin bunu yaptığını hatırlatmak neye hizmet ediyor? Bu bana fena halde şu klişeyi hatırlattı: “Bırak onları. Hiçbiri samimi değil. Çarşaflı kadınların içinde jartiyer var!”

- “Birlikte yaşama efsanemiz çökmüş”. Böyle bir efsane hiçbir zaman olmadı. Her daim ezilen oldu, hor görülen oldu, ülkeden kovulan oldu. Şu an roller değişti.

- “Öç almak ve adalet karışmasın..” Çok doğru ama bu durumda zaten zamanında “öteki” tarafın ezildiğini yani birlikte huzur içinde yaşamadığımızı söylemiş oluyorsun.

- “Bütün özgürlüklerimizi Atatürk’e borçluyuz. Kuytu köşelerdeki öpüşme özgürlüğünü bile...” Ne demeli bilmiyorum. Biraz tarih okusak iyi olacak. Zamanın ruhu diye de bir şey var..

Sonuç olarak Pavey ne demek istiyor? “Başörtüsü serbestliği iyi oldu ama yakında bizi de kapatacaksınız” mı? “Madem bunu atlattık artık gerçek sorunları halledelim” mi? “Korkuyorum anne” mi? Ne harbiden?

Yazının devamı...

Ali ile Ramazan tiyatro sahnesinde

Perihan Mağden’in insanın yüreğini dağlayan sarsıcı romanı “Ali ile Ramazan”ı film olarak göreceğimi düşünürdüm de tiyatro olarak göreceğimi düşünmezdim.

Önkoşul şu: Kitabı okumuş olmak lazım. Aksi taktirde oyundan lezzet almak imkansız demeyeyim ama lezzetti yarım kalır diyeyim. Zira oyun bire bir uyarlama değil.

Hatırlarsanız “Ali ile Ramazan”, Perihan Mağden’in gazetedeki küçük bir haberden yola çıkarak yazdığı birbirlerini yetimhanede bulmuş ve aşık olmuş iki gencin içler acısı hikayesi. Her şey o kadar kirli, o kadar çirkin, o kadar yoksul, o kadar kimsesiz o kadar şiddetli, mütecaviz, keskin, zalim ve merhametsiz ki hikayedeki tek “temiz” şey onların birbirlerine duydukları aşktı.

“Studio 4 İstanbul” bir deneme yapmış. Ali ile Ramazan’ı senaryolaştırıp sahneye taşımamış. Onun yerine içinde Ali ve Ramazan’ın da olduğu yeni bir öykü yazmış. Başka bir sosyoekonomik sınıftan genç (ama yeni “açılmış”) bir “gay”in gözünden, Rüzgar’ın yorumundan Ali ile Ramazan olmuş... Farklı katmanlar iç içe geçmiş, romandan yola çıkarak bir belgesel/okul ödevi hazırlanmış, ders notları çıkmış, aynı kedersiz son ne yazık ki Rüzgar’ı da bulmuş.

Oyuncular çok başarılı. Bilhassa tiner bağımlısı Ali’yi oynayan Nadir Sönmez o kadar başarılıydı ki bana bir ara sokaktan bulunmuş bir tinerci gibi geldi. Zaman zaman tempo düşüyorsa da (belki de kasıtlıdır) reji de gayet başarılı. Dekor olarak kullanılan binlerce alışveriş torbası aynı zamanda zekice bir simge olmuş. Kimi zaman paranın yerine geçmiş, kimi zaman tiner çaputunun kimi zaman adisyonun... Çöp torbalarının üzerine barkovizyon yansıtmak da çok iyi bir fikir olmuş.

Eleştirmek de mümkün elbette. Profesör çok mu uzatıyordu, her “gay”i illa ki acılı bir ölüm mü beklemekteydi, Rüzgar ve annesinin muhabbetleri çok mu klişeydi, romandaki büyük aşkı, büyük ıstırabı hatta onları geçtim hikaye örgüsünü anlamak mümkün olmuş muydu, salon aşırı sıcak mıydı... Böyle böyle gider...

Ancak yine de izlenmeye kesinlikle değer bir oyun. Yine de değdim gibi kitabı öncesinde okumak şartıyla...

“Ali ile Ramazan” yılbaşına kadar her pazartesi 20:30 Garajistanbul’da.

Yazının devamı...

Ahmet Kaya’ya Cumhurbaşkanlığı ödülü...

Ne garip değil mi! “Bir gün gelecek Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bunu da televizyonlar yayınlayacak” dediği için linç edilmeye kalkılan, magazincisiyle, yapımcısıyla, pop şarkıcısıyla, “amiral” gazetesiyle, televizyonuyla hep beraber ve sistemli bir şekilde lanetlenen, ülke dışına kaçmak zorunda bırakılan Ahmet Kaya’ya, ölümünden tam 13 yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı tarafından ödül veriliyor.

“Hizmet ve eserleri ile Türk kültür ve sanat hayatına önemli katkılarda bulunduğu, ülkenin kültür ve sanatının yüceltilmesine çalıştığı” gerekçesiyle...

Pek geç ama pek isabetli bir ödül. Ahmet Kaya yaşasaydı da görseydi keşke. Gerçi yaşasaydı muhtemelen ödül almazdı. Türkiye’de “aykırı” insanlar ancak öldüklerinde değere biner. Yaşamak daima “cezalandırılır”.

Ama zaten ödül Ahmet Kaya’ya değil. Temsil ettiklerine...

Gerekçe, standart bir ifade. Diğer ödül alanlar için de aynısı deniyor. Ahmet Kaya’ya ödül şunu demek istiyor: “Biz Türk Kürt barışını ciddiye alıyoruz. Sadece barışı değil, Kürtleri de ciddiye alıyoruz. Dahası öyle ya da böyle toplumsal bir konsensüs yaratmak istiyoruz. Yaralı kalpleri iyileştirmek istiyoruz..”

Kötü kalpliler “geç kalındı” diyecek, “taviz verildi” diyecek, “değersiz bir ödül” diyecek, “tribünlere oynuyorlar” diyecek, “samimi değil” diyecek, “neden beklediler bu kadar?” diyecek, “bir parça bal çalmak bu” diyecek...

Haklı oldukları taraflar da vardır. Ama unutmasınlar ki Hırant Dink’e hala bir ödül yok. Ödülü geçtim hakkaniyetli bir yargılama bile yok.



Ahmet Kaya Hadisesini anlamak için Ümit Kıvanç’ın “Uçurtmam Tellere Takıldı” belgeselini izlemek gerek. O geceden yola çıkarak Ahmet Kaya’nın hayatını anlatıyor bize Kıvanç. Ama daha mühimi Türkiye’yi anlatıyor. Türk basınını, Türk ünlülerini, Türk ideolojilerini, Türk bağnazlığını...

NTV’de yayınlanmıştı. Ama internette çeşitli sitelerde mevcut. Yeniden izlemek gerek. Hatta okullarda gösterilmesi gerek.

Nereden nereye geldik. Çinlilerin beddua niyetine söyledikleri bir atasözü var: “Çok ilginç zamanlarda yaşamanızı dilerim”. Türkiye hep çok ilginç zamanlarda yaşıyor...

Enseyi karartmayalım...

Yazının devamı...

“Yol” değil “yolculuk” medeniyettir

Israr ediyorum! Medeni olan yol değil “yolculuktur”. Yolculuğun nasıl geçtiğidir. Nasıl bir araçla, ne kadar sürede ve kaç kişiyle beraber yaptığındır.

Yıllardır arabamla seyahat ediyorum. Zira otobüsten nefret ediyorum. Eskiden zor ulaşılır yerlere gittiğim için araba şarttı şimdi de bebek var diye.

Halbuki arabadan vazgeçmek istiyorum. Abuk subuk yerlere yeterince gittim artık gitmek istemiyorum. İstediğim in bin yapmadan makul bir sürede, ferah bir yolculuk yapmak. Uçak bebekle çok kasıyor. Ben tren yolculuğu yapmak istiyorum.. Pulmana atlayıp İzmir’e gitmek mesela. Yataklıya atlayıp Antalya’ya gitmek mesela. Atlayıp Edirne’ye gitmek veya..

Ama yok! Otoyol yapılacak ki otomobil almak zorunda kalalım sonra da o otomobiller için deli gibi ÖTV, KDV, yıllık taşıt vs vergi verelim,. Yetmesin araç muayene için para verelim. Yetmesin kullandığımız yakıtın maliyetinin 4 katı vergi verelim. Yetmesin zorunlu trafik sigortası yaptıralım..

Otoyol medeniyet falan değil “Devletin vatandaşı soyma biçimleri”nden biri. “Aferin kızım, arabanda bir yamuk yok” demek için benden gecikme cezasıyla beraber 215 lira alıyor.

Şimdi size bu normal geliyor di mi? İyi vatandaş olduğumuz, çevreyi kirletmediğimiz, frenlerimiz düzgün çalıştığı için cezalandırılıyoruz! Git gel olmasın diye önceden servise de götürmüşüm, arabanın bakımını da yaptırmışım ama yooook... Geciktin ceza! (Faiz lobisinin tillahı da devlettir bu arada. 2 ay için yüzde 50 faiz!!! En gaddar tefeci bile bu kadar yüksek faiz uygulamaz. Bunu da yeri gelmişken söyleyeyim. Faiz kalkacaksa devlet de kaldırsın arkadaş!)

Sat arabanı kurtul kardeşim! Çok doğru! Yol boyunca bebekle ilgilenirsin, uyursun, okursun...

Ama sunuyor musun bana iyi bir alternatif?

Hayır.

Araba otobüs uçak...

Yıl boyunca ödediğim vergilerle, sigorta, kasko ve muayene ücretleriyle çok daha manalı bir şey yapabilirdim. Bir kız çocuğunu daha okuturdum mesela.

Sonra “niye tıkanıyor bu trafik böyle? Acaba gezicilerin işi mi?”

Bir de bir şey soracağım: Devlet madem her şeyden vergi, madem her hizmeti ücretli, o vakit neden gelir vergisi de alıyor?

Yazının devamı...

Niye doğuralım ki?

İki gün önce Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, Türkiye’de Nüfus ve Aile Politikaları başlığı altında aralarında benim de olduğum küçük bir grup gazeteciye bir sunum yaptılar.

Türkiye’de bildiğiniz gibi nüfusun “yaşlanacağına” dair bir endişe var. Çoğalıyoruz çoğalmasına ama azalan bir ivme ile. Aileler artık iki çocukta kalıyor. Bu bir süre sonra nüfusun sabit kalması ve yaşlı yani çalışmayan nüfusun çalışan nüfustan daha fazla olması anlamına geliyor.

Türkiye’nin bir de 2023’te “dünyanın ilk 10 ekonomisi” arasına girmek gibi bir hedefi var. Kişi başına milli geliri 25 bin dolara çıkartmak için türlü türlü çalışmalar yapılıyor veya yapılacak. Benim anladığım şu: O kadar çok yatırım olacak, o kadar çok iş yeri açılacak ki neredeyse tüm nüfusun çalışması gerekecek. Çalışabilen tüm erkekler çalışsa dahi yetmeyecek. Kadınların çalışma hayatına daha çok girmesi gerekecek.

Mevcut durumda kadınların sadece yüzde 30’u çalışıyor. Her 10 kadından 7’si çalışmıyor. Daha çok kadının çalışma hayatına girmesi ise daha az çocuk doğrulması anlamına geliyor zira çalışan kadının çocuklarını bırakabileceği yerler ya yeterli değil ya da ekonomik anlamda ulaşılabilir değil. Yani paradoksal bir durum söz konusu.

Bunu çözmek için türlü çözümler getirilmeye çalışıyor. Doğum izinleri yeniden düzenleniyor, doğum yapmış ailelere yardım düşünülüyor, kreşlerin sayısı arttırılmaya ve daha ulaşılabilir hale getirilmeye çalışılıyor. Ayrıca işverenlerin doğum izni artmış ve esnek çalışma saati uygulamasına gitmesi teşvik edilen kadınları “çalıştırmama” eğilimini de kıracak önlemler alınmaya çalışıyor. Zira bu kadar külfetli bir elemanı kim ne yapsın?

Bu arada asıl hedefin de “eğitimli” ailelerin daha çok doğurması zira istenen işgücü lalettayin bir iş gücü değil nitelikli bir iş gücü. Yani okumuş etmiş uzmanlaşmış insanlara ihtiyaç var.

İşte esas paradoks da burada. Mevcut Türkiye, “eğitimli” bir kadını en az üç çocuk doğurmaya ikna edebilir mi? İstedikleri kadar para versinler, istedikleri kadar doğum izni versinler, istedikleri kadar çalışma saatlerini esnetsinler “mesele” sadece ilk 3 yıl mıdır ki?

Her şeyden önce şehirlerimiz hiçbir şekilde çocuk ve aile dostu şehirler değil. Avrupa’nın en biçimsiz ve en gürültülü kentlerinde yaşıyoruz. (Bebek uyutmaya çalışanlar demek istediğimi bilir) Hani nerede egzoz dumanı altında olmayan çocuk parkı? Hani nerede bebek arabası sürebileceğin özel yollar? Hani çocuğunu güvenle bırakabileceğin sokaklar?

İnsanlarımız da çocuk dostu değil. Ben Avrupa’da doğdum ve büyüdüm ve çocuk dostu toplum denen şeyi çok iyi biliyorum. Çocuk hiyerarşinin en üstündedir. Önce çocuğun yararı düşünülür. Evler, sokaklar, okullar, toplu ulaşım, trafik hepsi çocuğa öncelik verir. Ama insanların içinde de vardır bu. Yaya geçidinde bir çocuk karşıdan karşıya geçmek istiyorsa neredeyse bütün şehir durur! Market kasasına bir çocuk geldiği zaman herkes geriye çekilir ve “çocuk müşteri” sıranın en önüne geçer. Akla hayale gelebilecek her şeyin bir çocuk versiyonu vardır. Bizde IKEA dışında bir Allah’ın işletmesi çocuk klozetini, çocuk lavabosunu akıl ediyor mu? Bebek alt değiştirme yeri bile yok çoğu yerde.

Çocuk, engelli gibidir Türkiye’de. TOKİ 25 katlı binalar yapıyor ve asansöre de şu tabelayı asıyor: “12 yaşından küçük çocukların bir yetişkin olmadan asansöre binmesi yasaktır!”

Hadi bunları geçelim diyelim. Avrupa’nın en kötü okulları bizde. Hepsi son derece itici, çirkin, soğuk. Bahçe dedikleri yerler beton kaplı zeminler. Sınıflarda hâlâ en rahatsız, en anti ergonomik tahta sıralar. Eğitim desen yine Avrupa’nın en kötüsü. Matematikte durmadan dökülüyoruz. Hadi matematikte ben de kötüydüm ama yabancı dil? Bu kadar mı berbat olur? Üstelik adı Anadolu Lisesi olan liselerde bile.

Demek istediğim... Hükümet eğitimli insanların doğurmasını istiyor ama “nitelikli iş gücünü” yaratma yükünü de aileye yüklüyor. Dört çocuğunu da “koleje” verebilecek babayiğitler de ne yazık ki pek yok. Ben bile, koruyucu ailesi olduğum tek çocuğumu en iyi nasıl okutabilirim derdindeyim şimdiden. Neden bu endişeyi 3’e katlayayım?

Meseleye bu açıdan bakmaları lazım.

Yazının devamı...

Apartman için de medeniyet demişlerdi...

Gezi’ni ağaçlarından sonra şimdi de ODTÜ’nün ağaçları. Halbuki mesele olarak üstelik daha vahim olarak- 3. Köprünün ağaçları da var.. Daha doğrusu vardı. Artık yok.

Başbakanımız “yol medeniyettir” retoriğini benimsemiş. Durmadan bunu söylüyor. Yolları o kadar seviyor ki gerekirse “cami” bile yıkabileceğini söylüyor.

“Yol” elbette “medeniyet”tir. “Yol medeniyet değildir” diyen yok zaten. Ancak biz Türkiyelilerin yaptığı yollarda bir “medeniyetsizlik” var.

Türkiye dünyanın en abes yollarının yapıldığı bir memleket. Medeniyeti getireceğim diye daha önceki tüm medeniyetleri silip süpüren, son derece çirkin yapılar.

Trabzon’un “üstünden” geçen bir yol vardır mesela. Ahali “tanjant” der bu yola. Görmeden korkunçluğunu anlamak zor. Şehrin tepesinde, tepesinde derken az biraz dışında yamaçlarda falan değil, hakikaten başının üstüne, olamaz çirkinlikte bir garabet! Godzilla gibi şehrin üzerinde çöreklenmiş, akıllara seza bir yapı. Bir şehir ancak bu kadar güzel katledilirdi. Trabzon’a getirdiği medeniyetten tümüyle şüphe içindeyim açıkçası... O egzoz yağmuru ve gürültüsü altında hangi “medeni yaşamdan” söz edilebilir bilmiyorum. Daha beteri İstanbul Mecidiyeköy’ün üstünden geçen E5’tir. Kimse bana bunun medeni, insani ve sıhhatli bir çözüm olduğunu söylemesin.

Dalan’ın yaptığı Tarlabaşı Bulvarı da benzer bir faciadır. O da bu “medeniyet”i çok sevmişti. Cami değilse bile yüzlerce güzel binayı yıkıp şehrin ortasından bir “otoyol” geçirmeyi başarmıştı. O yol yüzündendir ki Beyoğlu bıçak gibi ikiye bölünmüş, üst taraf gelişip güzelleşip medenileşirken, alt taraf bir suç bataklığına dönüştü. Şimdi, “çılgın” dönüşüm projeleriyle o bölüm de medenileştirilmeye çalışılıyor. Hâlbuki o berbat otoyol kesmeseydi, yukarının temizlenip paklanmasından orası da nasibini alacaktı. Keşke Taksim’i yayalaştırma projesine, Tarlabaşı Bulvarı da dahil edilseydi. Bulvar adı verilen (ama olmayan) o berbat otoyol da yer altına inseydi. Yukarısı ve aşağısı eski günlerdeki gibi “bir” olsaydı. Kalan boşluk park, bahçe olsaydı. Bari.



Çine Yatağan arasındaki otoyolda seyreden dikkatli gözler ufak köprüler görür. Tabela olmadığı için bu eskiden kalma masal köprülerinin manası bilmez. Halbuki aracınızdan inip o köprülerin üzerine çıkarsanız o köprülerin bir yolun parçası olduğunu fark edersiniz. Türkiye’de sağlam kalabilmiş eski bir İngiliz yolunun parçalarıdır. Otoyol yapılırken kimse “yahu burada eski bir yol var. Bu aslında çok değerli bir şey. Anıtsal binalar var ama taş döşeli 200 küsur yıllık sağlam bir yol yok. Bunun arkeolojik değeri vardır” dememiş ve s’ler çizerek devam o yolun üstüne, dolar işaretinin ortasındaki çizgi gibi yeni yolu yapmıştır. Bırakılsaydı dünya çapında bir yürüyüş yolu olurdu. Binlerce insan gelirdi. Likya yolu gibi olurdu.

Her seferinde içim cız eder. Yol biraz kaydırılsaydı, biraz daha uzatılsaydı o yol kalırdı. Ama heyhat! Yol medeniyettir!

Elbette yol medeniyettir ama bu “yollar” değil. Eski medeniyetleri silip süpüren, ormanları, şehirleri katleden yollar medeniyet değildir. Bir zamanlar “apartman medeniyettir” denirdi. Bütün köşk ve neoklasik binaları çatır çatır yıkıp yerine berbat betonarmeleri yaptılar. Şimdi eski fotoğraflara bakıp bakıp hayıflanıyoruz, “bunu nasıl yaptık?” diye. Son kalan eski binaları restore edip ışıklandırıyoruz. Ormanları da böyle mi yapacağız? Son kalan ağaçları tamir edip ışıklandıracak mıyız?

Yazının devamı...

Hayran olduğum kadın tipleri:

- Eş dost yesin diye eve tatlı alıp sağlığını veya formunu bozar diye o tatlıya tek bir çatal bile atmayan kadın...

- “Yetti gari!” deyip çat diye, üstelik zirvedeyken köşe yazarlığından istifa eden kadın...

- On yıldır görüşmediği lise arkadaşı gelmiş, evinde 15 kişi yatıya kalmış, bir önceki gece deliler gibi yenilmiş içilmiş hiç aldırmadan/etkilenmeden sabah koşusunu ihmal etmeyen, gerekirse saat altıda kalkan kadın...

- Ojeleri bir gün olsun kusurlu olmayan kadın...

- 30 yıl boyunca aynı saç modelini kullanan/kullanabilen kadın...

- İki kadehte bırakan kadın...

- Şikâyet etmeyen kadın...

- Hem çocuk yetiştiren, hem kedi köpek bakan, hem nefis yemek yapan hem blog yazan hem fotoğraf çeken hem kitap yazan hem de bu işlerden şahane bir şekilde para kazanan kadın...

- Hiçbir yere gecikmeyen kadın...

- Yüzünde doğal bir gülümseme asılı olan kadın...

- Ne zayıflayan ne şişmanlayan, hep aynı kiloda, aynı beden ölçüsünde kalan kadın...

- Okuyan, dünyayı takip eden ama bunu gözüne sokmayan kadın...

- Sevdiği adamla evlenmiş ve mutlu olmuş kadın...

- Sevdiği adamla evlenememiş ama mutsuz olmamış kadın...

- Birikmiş milleriyle 8 ay öncesinden dünyanın öbür ucuna bilet alıp tek başına gidebilen kadın...

- Misafir ağırlamayı seven kadın...

- Hep aynı parfümü kullanan kadın...

- Kendiyle dalga geçebilen ama bunu yaparken gaddar olmayan kadın...

- Annesiyle göbek bağını koparabilmiş kadın...

- Saçını boyamayıp kırlarıyla stil yapmış kadın...

- Evi ışıklı ve renkli kadın...

- Bol çiçekli bir balkonu olan kadın...

- Best seller yerine değeri bilinmemiş iyi yazarları keşfedip okuyan kadın...

- Aşk maceralarını romantik komedi tadında anlatan kadın...

- Dedikodu yapmayan kadın...

- Eşya atabilen kadın...

- Kitap verebilen kadın...

- Ortama erkek gelince halden hale girmeyen kadın...

- Kendine fular ve takı yakıştıran kadın...

- Alışveriş delisi olmayan kadın...

- Küçük bir çantayla seyahat edebilen kadın...

- Lüksü bilip çadırda da kalabilen kadın...

- Yelken yapmasını bilen kadın...

- Düzenli olarak gönüllü işleri yapan kadın...

- Flört ederken sağı solu dağılmayan kadın...

- Empati kurabilen kadın...

- Evden yarım saatte giyinip süslenip çıkabilen kadın...

- Kıkırdayarak gülen kadın...

- Bir yerlerde illa ki bir şeyini unutmayan kadın...

- Telefonunu hep neşeyle açan kadın...

- Arabasını en zor yerlere bile en fazla iki manevra ile park edebilen kadın...

- Arabadan inerken çöpünü de alan kadın...

- “Geliyorum” dedikten sonra 40 dakika içinde gelebilen kadın.

- Bir konu üzerinde ne gereğinden kısa ne de gereğinden uzun duran kadın...

- Yemek yaparken, evi toplarken şarkı söyleyen kadın...

Yazının devamı...

Son zamanların en iyi...

- Köşe yazısı: Yiğit Karaahmet “Zorlu Olacak” Taraf, 15.10.2013

- Bienal çalışması: Çinli sanatçı Wang Qingsong’un “Beni Takip Et”, “Onu Takip Et”, “Kendini Takip Et” isimli fotoğrafları. Galata Rum İlkokulu’nda. (Unutmayın: Bugün son gün!)

- Aktivitesi: Pazar günü Karaköy’de ara sokaklarda dolaşmak ve yeni açılan lokanta ve otelleri keşfetmek.

- Yemeği: Siyez bulguru ile kuzu tandır. “Moda Saklıköşk Restoran”.

- Kitabı: “Edebiyatta Ermeniler” Murat Belge. İletişim Yayınları. Anlı şanlı edebiyatçılarımızın bile ne kadar ırkçı olduğunu görmek bakımından bir şaheser...

- Dergisi: La Cuccina İtaliana. Yemek bilene de bilmeyene de süper tarifler.

- CD’si: Max Richter’in yeniden bestelediği Vivaldi’nin Dört Mevsim’i. Hem tüyler diken diken oluyor hem kendinden geçiliyor.

- Yemeksel icadı: “Badem Mantı”nın ıspanaklı mantısı... Altunizade. Şahane bir şey!

-Elektrikli ev eşyası: Dyson köpek kılı temizleyicisi. Makineye taktığınız parçayla direkt köpeği tarıyorsunuz. Kıl ve koku kalmıyor.

- Filmi: “Sihirbazlar Çetesi” Yönetmen: Louis Leterrier. Zeka diyorum başka bir şey demiyorum.

- Haberi: Bebek’te bir Girit Lokantası’nın açılacak olması.

- Kafası: İklim Raporuna karşı dünyanın tavrı. Rapor: “30 yıl sonra dünyanın sonu geliyor!” Dünya: “Eeee? Nolmuş?” Bravo yani bize..

- App’i: “BiTaksi”. Bulunduğun yere en yakın boş taksiyi görüp taksiciyle direkt haberleşiyorsun ve sonra konum yolluyorsun. “Durakta taksi yok, adresi bir türlü tarif edememe!” derdine son! Tek gıcık tarafı taksicilerin çok azı sisteme dahil.

- Dizisi: Çalıkuşu.

- Oyuncusu: Burak Özçivit. Çok yakışıklı diye mi öyle düşünüyorum bilmiyorum ama adamı seyre doyamıyorum arkadaşlar!

- Reklamı: Gülse Birsel’li Bonus reklamı: “Bu yolun dönüşü yok Mimit!”

- Ürünü: Tschibo’nun pencere pervazına takılan kedi yatağı. Şahane bir şey!

- Cep telefonu tasarımı: HTC One.

- Kurabiyesi: Tahinli Alaçatı Kurabiyesi.

- Haberi 2: Lübnan’da kaçırılan Türk pilotları Murat Akpınar ile yardımcısı Murat Ağca’nın serbest bırakılması.

- Aylık yayını: İstanbul Art News. Türkiyede böyle bir şeyin çıkıyor olmasına hala inanamıyorum. Sanat ama harbi sanat! Çok sağlam sanat yazıları var. Hardcore entelektüel.

- Bebeği: BENİM PİTİ! Hehehe...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.