Şampiy10
Magazin
Gündem

Salla salla ipe diz

Akit gazetesi manşeti basmış: “İşte o evlerin faturası: Kızlı-erkekli kalınan evlerde son dönemlerde yaşanan tüyler ürpertici manzaralar, kemalist-liberal ittifakın nasıl bir ahlaksızlığı savunduğunu gözler önüne seriyor... Gayrı meşru çocuk dünyaya getiren üniversiteliler arasında çocuğunu boğan da var, balkondan fırlatan de çöpe atan da...”

- Kemalist-liberal ittifak? Hmmm... Pek ilginç... Her ikisi de bileklerini kessen böyle bir ittifaka girmez!

- Çocuk boğmaya biz “ahlaksızlık” değil cinayet diyoruz.

- Bizler kişiden kişiye göre değişebilen ahlak normlarına göre değil evrensel insan haklarına göre hareket ediyoruz.

- 12 yaşında kızların imamın rızasıyla evlendirilmesi ve cinsel ilişkiye sokulması, hamile bırakılıp çocuk doğurtulmalarına, “çocuk istismarı” “çocuk tecavüzü” ve hatta “pedofili” diyoruz. Ahlaksızlık değil düpedüz suç. Bunu devletin önlememesi büyük bir “vahamet”. Fakat imamların bunu dinen meşru kılması da başka bir “suç”. Yasa dışı bir işe yataklık yapmaktır bu. Neden nikah kıyan imam da suçludur denmiyor?

- Reşit gençlerin “sevişmesi” sizi bu kadar rahatsız ediyor da 12 yaşındaki “çocuklara” imam şehadetinde ve rızasında “tecavüz” edilmesi rahatsız etmiyor, ahlaksız gelmiyor. O zaman başbakan gibi sorayım: Henüz yedinci sınıfa giden kızınıza “bu” yapılsa memnun olur musunuz? O zaman hayırlı olsun.

- Bu kadar yıl kızlı erkekli bir hayatım oldu ama çocuğunu çöpe atan bir tanıdığım olmadı. Doğum kontrolü evet, kürtaj evet ama doğuran olursa da paşalar gibi bakıyor. Çöpten, kanalizasyondan, yastık altından çocuklar daha çok fakir ve görünüşte muhafazakâr mahallelerden çıkıyor. 2 aylık bebeğini evde bırakıp tatile giden “öğretmen” öğretmen olduğu için haber oldu zaten. Yani istisna olduğu için. Beklenmeyen, rastlanmayan bir durum olduğu için.

- Çocuk esirgeme kurumu on binlerce istenmeyen çocukla dolu. Bunların bir bölümü ensest, yani aile içi tecavüz çocuğu. Bu konu hiç ilginizi çekiyor mu? Ama pardon pardon. Başbakan size konu vermeden yazmıyorsunuz değil mi...

Evimizdeki intihar bombacıları: Bebekler!

İnsan nesli nasıl oldu da soyunu devam ettirdi hakikaten anlamak zor. Doğduğunda doğaya en uyumsuz yavru insan. Onu koruyacak ne bir postu var, ne dişleri var ne de tırnakları. Gözleri de görmez. Dahası yürüyemiyor bile. Yanına yemek koy, uzanıp alamaz... 2 haftalık bir kedinin zekâsı 2 haftalık bir insanın zekâsından 100 kat fazladır.

Yetmiyor biraz hareketlenmeye başlayınca da (mesela 7 aylık olunca) sürekli ölümle dans ediyor! Bebeklerin kendilerine zarar verme, tehlikeli maceralara atılma potansiyelini şaşkınlıklar içinde izliyorum. Indiana Jones yanında halt etmiş! Bebek arabasından kendini atmaya çalışmalar, ana kucağını devirmeye çalışmalar, prizlere parmaklarını sokmalar, elektrik kablolarını kemirmeler, saçma sapan şeyleri ağzına atıp yutmaya çalışmalar, koca oturma odasını onun için yorganlar, süngerler, şişme yataklarla oyun parkı yaptığımız halde illa ki yumuşak zeminden çıkıp sert bir yere kafayı vurmalar... Yürümeye başlayınca merdivenlerden aşağıya atlamalar... Biraz daha büyüyünce de camlardan atmaya kalkmalar.. Daha da büyüyünce ağaçlara tırmanıp düşmeler...

İnsan yavrusu neden bu kadar manyak? Beceremeyeceği işlere neden bu kadar hevesle ve şuursuzca kalkışır? Dahası nasıl olmuş da tükenmemişiz? İddia ediyorum dünya, bir günlüğüne çocuklarla adam gibi ilgilenmesin, bakın bırakıp gitsin demiyorum, sadece dörtte bir daha az dikkat etsin, yemin ederim yarısı ölür, önemli bir bölümü de sakat kalır!

Annelik/babalık veya bebek bakıcılığı: Alt değiştirmenin bile tehlikeli olduğu tatlı bir serüven!

Yazının devamı...

Yeniboğaziçi kasabasının zaferi

Yeniboğaçiçi, Kuzey Kıbrıs’ta küçük bir kasaba. Tanınmayan bir ülkenin tanınmayan bir kasabası da denilebilir. Acılı bir geçmişi var. Kıbrıs’taki bir çok köy kasaba gibi zorunlu göç sıkıntısını yaşamış. 1974’de burayı terk etmek zorunda kalan Rumların yerine, güneydeki köylerini terk etmek zorunda kalan Türkler gelmiş...

İsimler değişmiş, Agios Sergios Yeniboğaziçi olmuş, hayat tabii ki devam etmiş. Bu, “tanınmayan ülkenin tanınmayan kasabası” artık bir “sakin şehir”. İngilizce İtalyanca karışık ismiyle Cittaslow. Cittaslow’un İtalya’daki merkezi Yeniboğaziçililerin başvurusunu kabul etti ve onlar da artık Seferihisar, Taraklı, Halfeti gibi “sakin şehir” oldular. Ve bu payeyi almak için de İtalya’nın sakin şehirlerinden Brisighella kasabasına geldiler... Dünya, Kuzey Kıbrıs’ı tanımıyor olabilir ama Sakin Şehirciler tanıdı. Bu da aslında başka bir hoşluk.

“Sakin şehir” olmayı çok önemsiyorum. Dünyanın kurtuluşu “Sakin Şehir-ler”de. Bugünkü iktidarın “agresif kalkınmacı model” yönetimiyle “Sakin Şehir” felsefesi taban tabana zıt. Ama buna rağmen ülkemde ve şimdi Kuzey Kıbrıs’ta tam 10 adet sakin şehir var!

“Sakin Şehir” olmak ne demek? Her şeyden önce çevreci olmak demek. Yani enerji kaynaklarını çevreye en az zarar veren yöntemle elde etmiş olacak. Enerji verimliliğini maksimum seviyeye getirmiş olmak demek. Suyu havası temiz olacak. Atıklar ayrışacak ve çevreyi kirletmeyecek. Görsel ve trafik kirliliği olmayacak. Işık kirliliği azalacak. Biyoçeşitlilik korunacak. Bisiklet yolu ve park yeri olacak. Engelli ve çocuk dostu olacak. Sağlık hizmetleri en üst seviyede ulaşılır olacak. Yeşil olacak. Kentin internet ağı olacak. Yerel olacak. Yerel ürün kullanımı teşvik edilecek. El ürünleri desteklenecek. Tarımda GDO yasaklanacak. Organik tarım ve tüketim teşvik edilecek. Misafirperverlik teşvik edilecek. Halkın yönetime katılması sağlanacak. Azınlıklara ayrımcılığa karşı çalışmalar yapılacak. Farklı kültürler entegre edilecek.

Yani öyle kolay bir şey değil aslında. Hakiki bir belediyecilikten söz ediyoruz burada. Hem altyapısal hem sosyal yönleri var. Ve ben yaptım oldu diye bir şey de yok. Gelip denetliyorlar. Olmadıysa, yapamadıysan belgeyi vermiyorlar. Veya geri alıyorlar.

Türkiye’de büyük şehirler artık yaşanası değil. Küçük şehirleri de hızla yaşanmaz hale getiriyoruz. Kendi yasalarımız, yönetmeliklerimiz yaşanılır güzel şehirler yapmaya yetmiyor. Böyle bazı cesur belediye başkanları çıkıyor ve taşın altna ellerini koyup kendileri karar veriyor “Sakin Şehir” olmaya. Ve bu şartlara uymaya. Hakikaten bravo o başkanlara...

Türkiye’deki sakin şehirler: Akyaka (Muğla), Gökçeada (Çanakkale), Seferihisar (İzmir), Taraklı (Sakarya), Yenipazar (Aydın), Yalvaç (Isparta), Perşembe (Ordu), Vize (Kırklareli), Halfeti (Şanlıurfa).
Bir an evvel bu şehirlere kaçmalı. Veya kendi şehrimizi “Sakin Şehir” yaptırmalı...

Dünya nelerle uğraşırken biz nelerle uğraşıyoruz! Kızlı erkekli evlerle..

Yazının devamı...

Meclis’teki “bayan”dan kurtulduk, sıra sizde

Dilimize musallat olan bir “bayan” lafı var. Kadın kelimesi yerine kullanılıyor. Üstelik daha kibar olmak için... 1934’te soyadı kanunu çıkıp herkes kendine bir soyadı alınca Avrupai diller gibi olalım diye “uydurulmuş” iki laf “bay” ve “bayan”. Ama erkek ve kadın kelimeleri yerine değil. Soyadın önüne gelecek bir tamlama olarak. Bayan Tönbekici. Bay Zırvaişler, Bayan Ulumeme... gibi...

Birilerine soyadıyla hitap etmek (“Şöyle geliniz Bay Yanbasan”) veya birini soyadıyla anmak (“Bayan Carcarella’nın giydiği döpyes tam bir skandaldı”) tutmadığı için bay ve bayan kelimeleri geçici bir özenti olarak tarihin çöp sepetine atıldı. Daha doğrusu atılmışken biri “bayan”ı çöpten alıp, üzerindeki tozu pisliği temizleyip yeniden kullanıma soktu. Ama soyad önüne koymak için değil kadın kelimesi yerine!

Bu korkunç şey nasıl oldu? Her şeyden önce şunu bilmemiz lazım ki biz Türklerin, insanın erkek olmayanına verdiğimiz isimler hep problemli olmuş.

Milattan sonra 700-800 yıllarına kadar Türkçe’de insanın erkek olmayana “tişi” demişiz. Sonra Türkler Ortaasya’dan batıya doğru yayılmaya başlamışlar ve şimdi Özbekistan ülkesinin olduğu yerde yaşayan Sogd’larla karşılaşmış. Sogd’lar, o zamanın ve bölgenin en ileri medeniyeti. Yerleşik hayata çok uzun zaman önce geçmişler. “Savaş” ve “yağma” kültürü yerine ticaret kültürüne sahipler. Paralarını “çalmıyor” “çırpmıyor” onun yerine “kazanıyor”lar. Kervanlar gelsin görsün ticaret yapsın diye güzel şehirler ve binalar yapıyorlar. Nizam olsun diye “kanun” yapıyorlar. Ticaret erbabı oldukları için “ölçü” kullanıyorlar. Sanattan, süslemeden anlıyor, dünyanın her yerinden mimarlar, zanaatkarlar ve sanatçılar getirtiyorlar. Uzun uzun anlatmamın nedeni şu: Türkler bu kültürden bir hayli etkileniyor ve onlardan birçok kelimeyi kendi dillerine alıyorlar. Bazıları günümüze kadar geliyor.

“Kadın” işte o kelimelerden biri. Sogdcada kral “hidıv”, kraliçe ise “hvaten”. Zamanla, insanın erkek olmayanına daha kibar bir kelime arayan Türkler, “tişi” yerine “hatın” demeye başlıyor. Tişi kelimesi de “dişi” olup hayvanların erkek olmayanına kalıyor. Hatın kelimesi önce “hatun”a sonra “kadın”a dönüşüyor.

Farsçanın etkisiyle “hanım” kelimesi de giriyor dilimize. O da ismin arkasına yerleşiyor. Daha da kibar olmak isteyenler Arapçadan “nisa” kelimesini ithal ediyor. Nisa taifesi. Nisaniye (Kadın hastalıkları)

Hanım mı kadın mı nisa mı derken Cumhuriyetle beraber bir de “bayan” diye bir şey türüyor. Milletin kafası hepten çorbaya dönüyor. Ama cânım lakaplar varken (Eşek Emin’in carcar Sıdıka gibi) kimse soyada itibar etmiyor. “Hanım” kalıyor “bayan” kadük oluyor, “nisa” da ölüyor.

Sonra acayip bir şey oluyor. Türk filmlerinde bekaretini yitirmek anlamında “kadın olmak” diye bir laf çıkıyor. Kız tecavüze uğrar ertesi sabah saç baş dağınık vaziyette “ben.. ben.. artık.... kadın.. oldum.. bıy bıy bıy...” diye ağlar.

Zaten “kızlığını yitirmek” “kızlık zarı” “kız değil bu!” diye bir şey vardır, “kadın olmak” diye bir şey da eklemlenir. Yani işin içine “seks” girer. Ve biz Türkler kadının seks yapmışını hiç sevmeyiz.

“Arkadaş biz kadına seks karışsın istemiyoruz. Steril bir şey olsun. Hanım, hatun bunlar demode. Hem modern hem de temiz bir kelime arıyoruz...” diye inim inim inleyen Türk halkı “bayan” kelimesini mezarından çıkartıyor. 15 yaşındaki de bayan olabiliyor 89 yaşındaki de. Hem sekssiz hem yaşsız. Oh! Mis!

Gel gör ki biz cadılar, seksimizden tiksinildiği zaman kızıyoruz. “Ne münasebet”leniyoruz. Kampanya üstüne kampanyalar yapıyoruz. Siteler, facebook sayfaları, sloganlar, “Bayan değil kadınık”lar. Bir yandan da şöyle bir saçmalık oluyor: “Kadın hastalıkları” var, “kadınlar günü” var, “kadın hakları” var ama “kadın” yok! Bir türkücünün dediği gibi “bütün bayanların kadınlar gününü kutlarım” şeklinde garabetler türüyor! Kibar olmaya kalkan bayan diyor ama aslında kadın cinselliğini de farkında olmadan yok sayıyor.

İlk zafer mecliste oldu. Kadın vekillerin kıyafet iç tüzüğü değişirken “bayan” yerine “kadın kıyafeti” diye yazıldı. Çok şükür ufak ufak doğru yolu buluyoruz...

Yazının devamı...

Bizans surları içinde bir AEK Stadı

Nicedir en (belki de tek) eğlenceli komşumuz Yunanistan’dan haber vermemiştim. Zavallılar krizle, faşistlerle ve Türk turistlerle boğuşurken iyi haberler vermek pek mümkün olmuyordu.

Futbolla ilgilenenler AEK futbol takımını biliyordur mutlaka. İstanbul ve Anadolu’dan gelen Rumların 1924 yılında Atina’da kurdukları bir kulüp. AEK’in açılımı da zaten “İstanbul Spor Kulübü”. (Athlitiki Enosis Konstaninoupoleos). Kulübün bayrağı Bizans bayrağı ile aynı: Sarı üzerine çift başlı siyah bir kartal. Renkleri de aynı şekilde sarı siyah. (Tesadüfe bakın ki İstanbulspor’un da öyledir)

Yunan 1. liginde 11 kere şampiyon olan AEK, düzenli olarak UEFA Şampiyonlar Ligi ve UEFA Avrupa Liginde de oynadı. Bir zamanlar Yunanistan’ın en başarılı kulüplerinden biriyken 2012-2013 sezonundan sonra küme düştü. Aynı zamanda iflas etti. Yılların kötü yönetimi sonucu biriken devasa borçları silinsin diye de 3. ligde oynamaya karar verdi. Şimdiki statüsü “amatör”.

Stadyumları ise Nea Filadelfeia yani “Yeni Filadelfiya” semtinde idi. Bu Filadelfiya Amerika’daki değil Türkiye’deki Filadelfiya’dan ötürü. Manisa Alaşehir’de eski bir antik şehir. Bizans’ın son dönemine kadar önemini yitirmemiş bir şehir ve kale. Stad için “idi” diyorum çünkü depremden zarar gördü, eski ve yetersiz diye 2003 yılında yıkıldı. Ve o gündür bugündür yenisi de bir türlü yapılamadı. Takım, maçlarını Olimpiyat Stadında yapıyordu.

Karanlık günler, efsane takımlar için elbette ki sonsuza dek sürmez. Sonunda zengin bir Pontuslu, yani atalarının kökeni Doğu Karadeniz olan bir işadamı kulübün başkanı oldu ve takımını hem borçlarından hem 3. Ligden kurtarmak için kollarını sıvadı.

Önce ne yapılacak? Büyük bir stadyum elbette. Uzun uzun çalıştıktan sonra yeni stadın nasıl bir şey olacağını iki gün önce yapılan bir törenle nihayet açıkladılar. Aman ya Rabbim! Milliyetçi bir Türk için daha “korkunç”, daha “kan dondurucu” bir şey olamazdı herhalde.

Tek başına “ismi” yeter: Ayasofya! Evet aynen böyle! Efsanevi kiliselerini İstanbul’da bırakmak zorunda kaldılar ama bir stadyumda ruhunu yeniden yaşatacaklar!

Peki nasıl olacak Aya Sofia stadı? Bol bol İstanbul görüntülerinin, İstanbul şarkılarının (“İstanbul’a giden bir daha unutmaz” Stelios Kazancidis) kullanıldığı tanıtım filminden öğrendiklerimiz şunlar:

- 33 bin kişilik olacak.

- 2016’da bitecek.

- 65 milyon Euro’ya mal olacak.

- 30 kapılı olacak ama kapılarının numarası olmayacak onun yerine Anadolu’daki yaşayan veya antik Bizans şehir isimleri olacak. Efesos (Efes) Trapezounda (Trabzon) Aivali (Ayvalık) Prousas (Bursa) Nikomideias (İzmit)..

- Şimdi dikkat! Stadın şekli İstanbul surları gibi olacak. Elbette modern, stilize bir şekilde.

- Slogan da şu olacak: “Surlar bir daha asla düşmeyecek”
Peh peh peeeeh... Nasıl?

Krize rağmen Atina Valiliği 20 milyon euro hibe kredi veriyor. Kulüp Başkanı Dimitris Melisanidis cebinden 10 milyon euro koyuyor. Tören sırasında Fener Rum Patriği Bartholomeos mesaj gönderdi, Patriklik 50 bin euro bağışta bulunacakmış.



Bizde Osmanlı takıntısı varsa, onlarda da Bizans takıntısı var. Yapacak bir şey yok... Ölmüş gitmiş devletlerden güç almaya çalışmak, bir hayali yaşatmak... Eğlenceli hatta diyelim öğretici de.. Fakat surla çevrili bir futbol sahası? İnsan sırıtmadan edemiyor.. Su dolu hendekler de olacak mı acaba?

Yazının devamı...

Hayırlı olsun!

Seçim öncesi ne güzel bir manevra! Çocuğu üniversite eğitimi için başka şehirde olan muhafazakar aileler şimdi pek mutludur tahminimce.

Kızlarının “namusu” Başbakanlık düzeyinde korunuyor düşünsenize!

Ve bu o kadar “tabu” bir konu ki biri kalkıp “size ne ya! Ben kızımın kızlı erkekli yaşamasını istiyorum. Delirdiniz mi siz?” dese..

“Hafif meşrep” analıktan başlarlar “godoş” babalığa kadar götürürler. Sen özgürlük savunucusu olmaya çalışırken, “kızını satan ana/baba” manşetiyle kendini bir sitede görüverirsin.

Zaten bu yazıyı yazarken tam da öyle bir diyalog oldu başbakan ile bir gazeteci arasında: “Kişinin müstakil özel evlerinde bir kız ile bir erkeğin aynı evde kalması ne denli uygun olabilir? Eğer siz kızınızla ilgili böyle bir şeyi uygun buluyorsanız, size hayırlı olsun.”

Ne demek “hayırlı olsun”? Şu demek: “Ben sizin hakkınızda iyi şeyler düşünmüyorum. Allah bildiği gibi yapsın”
“Hayırlı işler Selami” diye bir laf vardı benim gençliğimde. Biri biriyle flört ederken, oldu da kıza bir çay ısmarlamayı başarmışsa sevimsiz arkadaşları yanlarından geçerken böyle derdi.

Recep Tayyip Erdoğan neymiş bu “evler” onu da açıklamıyor! Ne oluyormuş oralarda bilmiyoruz!

Kızlar uyuşturucu müptelası yapılıp fuhşa mı zorlanıyor? Porno mu çekiliyor? Şiddet mi uygulanıyor? Korkunç deneyler mi yapılıyor?

Bir kadın ve bir erkek öğrenci beraber ev tutmuş diye mi bütün bu tantana?

Bu kadar ZIRVA bir şey mi başbakanın derdi? Bu mu ülke gündemi?

Türkiye’de küçük kızlar mevsimlik işçi olarak oradan oraya sürükleniyor, küçük yaşlarında günde 18 saat çalışıyor, hayatlarında adam gibi bir kap yemek yiyemiyor, evin kölesi olarak her işi görüyor, okuma yazma öğrenecek kadar bile okula gitmiyor, kimlikleri çıkartılmıyor, aşı olmuyor, tedavi olmuyor, sonra 12 yaşına gelince KÖLE gibi parayla satılıyor. BUNUN bir sakıncası yok da öğrenciler yurtsuzluktan veya canları öyle istediği için aynı evde kalıyor büyük mesele öyle mi?

O kızlar gittikleri yerde KÖLE hizmeti görürken aynı zamanda öldüresiye dayak yiyor, en az on çocuk doğuruyor, sonra sudan bir sebeple öldürülüyor, cenazesi bile kaldırılmıyor BUNUN bir sakıncası yok da öğrenciler yurtsuzluktan veya canları öyle istediği için aynı evde kalıyor büyük mesele öyle mi?

Küçük kızlara milli eğitim müdüründen polisine kadar ne kadar evli barklı işinde gücünde ne kadar adam varsa tecavüz ediyor sonra mahkemede “biz para karşılığı beraber olduk” diyor, hakim de “kızın rızası vardı” diyor, adamlar serbest kalıyor, kızlar da hayatlarına bir paçavra olarak devam ediyor BUNUN hiç önemi yok da öğrenciler yurtsuzluktan veya canları öyle istediği için aynı evde kalıyor büyük mesele öyle mi?

Kıza amcaoğlu tecavüz ediyor, kız “kirlendi” diye öldürüyorlar, önemi yok. Kız kaçıyor, devlet koruyamıyor, önemi yok. Devlet Yurtlarında terk edilen çocukların önemli bir bölümü suça ve fuhşa karışıyor, önemi yok.
Kadınlarının yüzde 41 nokta 9’u fiziksel ve CİNSEL şiddete uğruyor, önemi yok. Bu kadınların sığınacakları yerler son derece kısıtılı ve kötü durumda, önemi yok...

Ama ülkemin en önemli şeyi öğrencilerin yurtsuzluktan veya canları öyle istediği için aynı evde kalması öyle mi?
Hayırlı olsun hakikaten...

Yazının devamı...

Marmaray’ın patatesi

Marmaray’da yolcular durmadan imdat frenine basıp seferlerin aksamasına neden oluyormuş ya... Bir takım çılgınlar da “bunu Geziciler yapıyor” dedi ya...

Bundan sonra hakikaten böyle olur!

Ve “biz size demiştik” derler.

Zira paranoyaklar, paranoyalarını gerçekleştirmek için yaşarlar.

Karım beni aldatıyor paranoyasına sahip bir adam sonunda karısını o kadar bezdirir ki kadın hakikaten gider başkasıyla yatar. Adam da “ben biliyordum... ben biliyordum” diye kasım kasım dolaşır ortada...

Size komik bir hikaye anlatayım.

Yıl 1828. Yunanistan, Osmanlı’dan bağımsızlığını kazanmış. Harıl harıl memleket kurmaya çalışıyorlar. Tamam bağımsız oldular ama fakirlik, açlık da diz boyu.

Yunanistan’ın ilk devlet başkanı Yannis Kapodistrias. Daha önceden Rusya’nın dışişleri bakanı. “Bu memleketi açlıktan kurtarsa kurtarsa patates kurtarır” diyor ve Rusya’dan gemi ile patates getirtiyor. Patates çuvallarını limana indirtiyor ve isteyenin bedava alabileceğini söylüyor.

Fakat o sıralarda Yunan milleti patates nedir bilmiyor. Hayatında hiç görmemiş, yememiş. Yamru yumru şeyi bir şeye benzetemiyor. Bir iki aile dışında alan olmuyor.

Kapodistrias, Yunan halkını iyi bildiğinden yeni bir bildiri çıkarıyor: “Patates almak yasaklanmıştır”. Ve patateslerin başına da asker dikiyor. Ama nöbetçilere gizli komutu da şu: “Çalan olursa göz yumun!”

Yasak geldi ya, Yunanların kanına dokunuyor. Bir gecede patateslerin tümünü çalıyorlar. İşte o gece Yunanistan’ın patatesle tanıştığı ve Yunanların patatesin tadına varıp bir daha bırakamadığı gecedir.



Tamam konuyla çok alakası yok ama hikaye güzel, benim de anlatasım vardır. Ama şu kadar diyeyim, sen “Gezicilerin işi... Gezicilerin sabotajı” dedikçe Geziler yaratırsın. Zaten Gezi’yi de aynı güdük kafa yarattı. Durduk yerde eşeğin aklına karpuz kabuğunu sokmaktır bu.. Ve bunun hâlâ farkında olmayışınız hakikaten çok “eğlenceli”...

Şimdi Taksim metrosunda da aynı şey olmaya kalkar mı? Bence kalkmaz zira bunu yapanı önce yolcular tepeler. Zira hepsi işinde gücünde insanlar ve bir yerlere yetişmeye çalışıyorlar.

Üsküdar Kazlıçeşme arasına işsiz bol demek ki...

Yılmaz Ulusoy yine ağacımıza dadandı

Biliyorum bana gene çok kızacak, sabahın bir hayli erken saatinde arayıp bana gürleyeceksiniz ama başka çarem yok: Yılmaz Bey, adamlarınız yine 100 yaşındaki ceviz ağacımıza musallat oldular. Muhtemelen size otopark yapmak için binanızın yanındaki İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait yeşil alanda kazı çalışması yapıyorlar ve bu arada ağacımızın köklerine zarar veriyorlar.

1) Kamu malını işgal etmeyiniz!

2) Ağacımızı rica ediyoruz, hatta yalvarıyoruz rahatsız etmeyin! Zaten geçen yıl birileri siz rahat rahat inşaat yapasınız diye çılgın gibi budayıp kelaynağa çevirmişti, şimdi de otopark uğruna köküne kibrit suyu dökmeyin. Çok uzak değil sadece 200 metre ileride mahallemizin otoparkı var. Ziyaretçileriniz üç beş kuruş verip oraya park etsinler. Hem hemşeriniz Hasan Ağbi de kazanmış olur.

3) Orayı kendinize “bahçe” yapmaya niyetlendiyseniz, yeryüzü şeklini değiştirmeden yapın ne yapacaksanız. Bir masa üç iskemle atmanıza bir itirazımız olmaz ama kazı yapın beton dökmeye kalkmayın!

4) Büyükşehir Belediyesi siz de arazinize ve ağacınıza sahip çıkın lütfen! Bir otopark uğruna 100 yıllık ceviz ağacımız gitmesin gümbürtüye. “Başka yerlere ağaç diktik biz” mavalını da bize okumayın. Biz BU ceviz ağacını BU arsa üzerinde istiyoruz!

Yazının devamı...

Boğaz hattındaki lezzetli kıpırtılar

Lezzetli deyince aklınıza yiyecek geldi biliyorum ama benim bahsedeceğim kıpırtılar “dimağ” için lezzetli şeyler.. “Dimağ ne?” diyen genç okurlarımı da hemen aydınlatayım: Dimağ, Arapça beyin, kafa demek.



Gümüşlük Akademisi artık İstanbul Arnavutköy’de!

Ünlü yazarımız Latife Tekin’in Bodrum Gümüşlük’te yürüttüğü Gümüşlük Akademisi’nin şubesi İstanbul Arnavutköy’de açıldı. Farklı bir üretim, farklı bir eğitim ve farklı bir paylaşım anlayışıyla kurulan Gümüşlük Akademisi gayet bombastik bir programla Kasım’da başlıyor “çalışmalarına”! Şair Haydar Ergülen’in yönetimindeki programda gazetemiz yazarı Müge İplikçi ile “öykü çalışmaları”, Mario Levi ile “roman çalışmaları”, Küçük İskender ile “şiir çalışmaları”, Haydar Ergülen ile “yazı alıştırmaları”, Harun Tekin ile “şarkı yazma”, Ümit Ünal ile “senaryo bakışı”, İdil Akoğlu ile “reklam yazarlığı” ve İsmail Gezgin ile “Arkeoloji dersleri” olacak. Kasım ayına özel bir etkinlik ise yine gazetemiz yazarı Ruşen Çakır “Türkiye’de ve Dünyada Araştırmacı Gazeteciliğin Durumu”nu ele alacak 2 gün boyunca. Bu “şubeleşmenin” benim için en güzel tarafı olayın bizzat mahallemde geçmesi. Böylece hayatımda ilk defa bir yere gecikmeden varabileceğim. Diye umuyorum... (Detaylı bilgi için www.gumuslukakademisi.org)



Mona Lisa: Buruk bir Tebessümüm Kısa Hikayesi

Hazır Arnavutköy’e gelmişken, Feridun Oral’ın bu “hınzır” sergisini atlamak olmaz.

Feridun Oral, bir gün bir köy berberinin duvarında bir adet Mona Lisa görür. Bu “ilginç” rastlantıdan ilhamla Mona Lisa’nın, yıllardır insanların aklını kurcalayan o buruk gülümsemesinin peşine düşmüş. Floransa’ya gitmiş, Mona Lisa’nın yaşadığı dönemi incelemiş. “O gün ne olmuş olabilir?” diyerek fantastik ve komik bir öykü kurgulamış. Ve bu öyküsünü de üç boyutlu bir hale getirmiş.

Hikaye ta dedelerden babalardan başlıyor. Ama biz daha çok o gün, Mona Lisa için poz veren modelin başına gelenlere odaklanıyoruz. Daha doğrusu o buruk gülümsemenin ardındaki “bilinmeyene”. İstanbul ile de bağlantıları olan hikaye hem komik hem inandırıcı. Daha da çok inanalım diye türlü objelerle desteklenmiş.

Galeri Selvin sırf bu sergi için yeniden düzenlendi. Duvarlar Rönesans bordosuna boyandı, bazı yerlere kadife perdeler asıldı.

Sergilenen eşyaların ve tabloların hangisi orijinal hangisi Feridun Oral’ın fantazmasından çıkma ve üretilme hemen anlamak mümkün değil. “Bu kesin bir antikacıdandır” dediğiniz Oral’ın ürettiği bir güya dişçilik malzemesi iken, “böyle bir eşya olamaz!” dediğiniz ise hakikaten zamanında kullanılan, -diyelim bir “kulak kaşıma kaşığı”... Zaten eğlenceli olan da bu! Gerçek nerede başlıyor nerede bitiyor belli değil...

Mona Lisa’nın buruk gülümsemesinin kısa hikayesini merak ediyorsanız 17 Kasım’a kadar, Galeri Selvin, Dere sok No:3 Arnavutköy. Galeri ne yazık ki pazar günleri kapalı.

Yazının devamı...

Örtünmeye ve kirlenmeye dair

Şafak Pavey, meclisteki konuşmasında kapanan vekil hanım için “Başımı açarak, bir daha kirlenmeyeceğim’ dedi. Bu durumda başı açık olanlar kirlenmişler midir? İnanç üstünden öbürünü kirli ilan edebilmek kimin haddi olabilir?” diye sitem etti.

Şafak Pavey’e güvenerek “açık baş kirli midir?” diyerek “ağırca” bir yazı döşenmeyi düşünüyordum ki bir kontrol edeyim dedim. Hakikaten böyle denmiş mi?

Sevde Bayazıt Kaçar’ın HaberTurk te-levizyonunda “Başkent Gündemi” programında 28 Ekim 2013 tarihinde verdiği röportaj şöyle: “(Hacdan) Dönünce bir daha ne yapacağım? Çünkü açtığım zaman kendimi kötü hissederim. Buraya geliyorsunuz tertemiz oluyorsunuz, yeniden doğuyorsunuz sonra bile bile gidip yeniden günah işlemek... Yani bana göre öyle..”

Sevde Hanım’ın sözleri bu kadar. Kendi itikadına göre başı açık dolaşmak günah. (Var mı bir itiraz?) Hacca gidince temizlendiğini düşünüyor. (Var mı bir itiraz?) Sonra dönüp “başı açık dolaşma günahını” işlemeyi içine sindiremiyor. (Var mı itiraz?)

Buradan yola çıkarak “bundan sonra başımı açarak kirlenmeyeceğim, başı açık kadınlar kirlidir” dediği sonucunu çıkarmak???

Üstelik Pavey aynı konuşmasında hacca gidip gelmeyi şöyle tarif ediyor: “Büyük bir ruh temizliğinden doğan muhteşem bir tevazu ile yaşanması emredilen hadise.”

“Temizlikte” hemfikirsiniz yani öyle mi? O vakit kirlenmekte “ayrı” taraflara düşmek niye?



Ben dindar bir insan değilim. Dinle bağlarım bir hayli zayıftır, bunu saklama gereği de duymam. (Var mı itiraz?) Vekil hanım böyle demiş olsa bile bana vız gelir tırıs gider.

Ne zaman hacı hocalardan biri “flört günahtır, kadının okuması pisliktir, çalışması cehennemliktir hede hödö” dese aklıma gaddar şair Nef’i’nin sözleri gelir:

“Tahir Efendi bana kelp demiş.. İltifatı bu sözde zâhirdi... Malikî mezhebim benim zira.. İtikadımca kelp tahirdir...”

İtikadımca başı açık dolaşmak kirlenmek değildir. Hacca gidip gelmek de temizlenmek değildir. Ama başkaları böyle hissediyorsa itirazım yok. Ne itiraz ederim ne katkıda bulunurum ne de “o öyle emredilmedi böyle emredildi” gibi işlere kalkışırım.

Ama aynı itikadımca ortada böyle bir söz yokken başı açıkları ve kapalıları karşı karşıya getirmek provokasyondur.

Ayrıca itikadımca “Sekülerizm beyler hanımlar, sekülerizm!” (laikliğin suyu çıktı herhalde) diye (haklı olarak) haykırırken, “müftünün fetvasına kalırsak halimiz yaman!” diye (haklı olarak) uyarırken durmadan dini referanslar serpiştirmek de oksimoron bir durumdur.

“Sekülerizm”den başka bir “temelin” caiz olmadığını söylerken “çiçekli başörtüleri ve daracık pantolonlarıyla Çamlıca’nın kuytularında öpüşüyorlar” diyerek “dini referansla” eleştiri getiremezsin.

“Ben eleştirmiyorum, haklarını savunuyorum” diyorsa o vakit bu “ironik saptamaya” ne gerek vardı? “Kibirden küfelik olmak” gibi pek yaratıcı bir teşbih yaparken burada hiç mi istihza yoktur diye sorarlar adama. “İnanç samimiyet testleri” 90’larda kalmadı mı?

Dahası “çiçekli başörtüsü” vurgusu bir “zevk” sitemi midir, onu da merak etmiyor değilim...

Bir de: Öpüşmeyi Mustafa Kemal’e borçluysak el ele tutuşmayı İsmet İnönü’ye sevişmeyi de Adnan Menderes’e mi borçluyuz konusunda da açıklık getirir mi acaba?

Teşekkür ederim.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.