Şampiy10
Magazin
Gündem

Kadına seçilme hakkı verildi de ne oldu

Dün, Türk kadınına seçme ve seçilme hakkının tanınmasının 79. yılıydı. Çeşitli yerlerde konuşmalar, paneller yapıldı...

Kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesinin yıldönümünün, belediye seçimleri için aday adaylarının kıran kırana mücadele ettiği ve parti merkezlerinin adaylarını belirlediği bu günlere denk gelmesi iyi oldu...
Ders kitaplarında hep şöyle okuduk: “İsviçre’den BİLE daha önce Türk kadınına bu hak tanındı.”

Ama bu cümleyi her duyuşumda şu hakikati de hatırlatmak isterim:

Dünyada kadınlara oy hakkı tanınmaya ta 1718’de başlandı. Kimi ülkelerde toprak sahibi olma koşulu vardı kimi ülkelerde mülk sahibinin dulu olma koşulu vardı kimi ülkelerde vergi mükellefi olma koşulu vardı. Kimi ülkelerde (örn: İngiltere) erkekler için yaş sınırı 21 iken kadınlarda 30 idi. Kimi ülkelerde (örn: ABD) eyaletlerde hak tanınmıştı, ülke genelinde kabul edilmesi sonradan oldu. Kimi ülkelerde yerel seçimlere oy hakkı vardı da genel seçimlere yoktu. Kiminde seçme hakkı vardı seçilme yoktu. Kiminde belediye başkanı olabiliyordun da başbakan olamıyordun. Ama sonuçta İsviçre’ye gelene kadar Avrupa’nın, Kuzey ve Güney Amerika’nın, Sovyetler Birliği dolayısıyla Asya’nın, Avustralya’nın, Arnavutluk dahil Balkanların çok ciddi bir bölümünde kadınlar sınırlamalarla da olsa seçme hakkını elde etmişlerdi, kimilerinde de seçilme. Üstelik bu uğurda savaşmışlar, hapse atılmışlar ve hatta bazıları ölmüştü bile.

Kadınlara yaşına, malına, vergi mükellefiyetine bakılmaksızın kadınlara HER seçimde oy hakkı veren ilk ülke 1906’da Finlandiya oldu. Onu 1913’de Norveç, 1915’de Danimarka ve İzlanda, 1917’de Rusya, 1918’de Kanada, 1919’de Almanya ve Avusturya, 1920’de ABD, Arnavutluk, Çekoslovakya, 1921’de İsveç, 1922’de İrlanda, 1924’de Ekvator, Moğolistan, 1927 Uruguay, 1928 İngiltere, 1930 Türkiye... Ancak tekrar ediyorum bu ülkelerin çoğunda kadınlar çok önceden bir takım sınırlamalarla da olsa, yerel seçimlerde oy kullanabiliyordu, hatta belediye başkanı, belediye meclis üyesi ve yerel parlamento üyesi seçilebiliyordu. Bu kısa liste kayıtsız şartsız oy verme hakkının verildiği yıllar.

Dünya geneline göre durumumuz ortalarda sayılır. Ne çok ileri ne çok geri. Azerbaycan mesela 1918’de bu hakkı tanıyan ilk Müslüman ülke. İsviçre’de kadınlara seçme ve seçilme hakkı 1971’de, Lichtenstein’da ise 1984’de verildi. (İsviçre’nin bazı kantonlarında daha önceden de vardı)
Fakat buna bakarak Türkiye’de kadının durumu İsviçre ve Lichtenstein’a göre ileride diyebilir miyiz peki?

Türkiye’de her 4 kadından biri okuma yazma bilmiyor.

Türkiye’de kadınların sadece yüzde 3.9’u üniversite mezunu.
Türkiye’de meclisteki kadınların oranı yüzde 4.4..

Türkiye’de kadınların kazancı da erkek kazancından yüzde 40 daha az.

Türkiye’de yılda 2 bin 500 kadın doğum sırasında ölüyor.
Dahası bugünlerde belediye başkanları açıklanıyor. Gördüğüm tek şey (AKP Gaziantep Adayı Fatma Şahin ve BDP Diyarbakır adayı Gülten Kışanak dışında) kravatlı, takım elbiseli adamlar. BDP her zaman iyidir bu konuda, hatta 1 ay önce 22 merkezde kadın aday göstereceğini söylemişti ancak anladığım kadarıyla bu fikrinden vazgeçti. CHP, Ankara aday adayı Aylin Nazlıaka’nın neredeyse yüzüne bile bakmadı...

Seçme ve seçilme hakkımızı ha 1934’te elde etmişiz ha 1971’de...

Yazının devamı...

Bornova’ya gitmek için 4 neden

Villa Levante: Çocukluğumda içim acıyarak baktığım metruk Levanten malikaneleri bir bir restore olmuş. Şahane butik otellere, kafelere, lokantalara dönüşmüş. “Villa Levante” onlardan biri... Aslına tamamen sadık restore edildiği gibi son derece zevkli bir el tarafından da tefriş edilmiş. Bahçesindeki camlı köşk bir rüya. Çok da güzel yemekleri var. Mantarlı makarna nefis. Geriye bir Peterson Malikanesi kalmış restore edilecek...

Ferahlık: Bu malikanelerin el değmemiş devasa bahçeleri sayesinde Bornova, İzmir’in başka taraflarına (ve başka bir çok şehrimize göre) çok daha ferah, çok daha yeşil, çok daha yaşanası...

Meydan: Bundan 30 yıl önce meydan var yok arası bir şeydi. Sonra oradaki çirkin binalar istimlak edildi ve yıkıldı, meydan eski haline kavuştu. Ve birden meydanın bir kenarında çok güzel bir kilise gün yüzüne çıktı. Santa Maria Katolik kilisesi. Kilise de restore edildi ve Türkiye’de Taksim’den sonra bir de Bornova Meydanı, “kiliseli” bir meydan oldu. (Taksim Meydanı’nda hamburgerci büfelerinin gizlemeye çalıştığı devasa bir Aya Triada kilisesi vardır. Kızılkayalara yüzünüzü verip geri geri yürüyün, göreceksiniz. Başbakan Erdoğan, bu hamburgercileri yıkmayı ve binayı eski görkemine kavuşturmayı teklif etmişti. Elbette az ötesinde büyük bir cami olması koşuluyla..)

Depo Kozmetik: Kazım Karabekir cad no: 19. Normal bir parfümeriden bir farkı yok. Fakat arkadaşlar o nasıl bir satış sanatıdır! Yeminle hepi topu bir fondöten alıp çıkacaktım fakat ayıptır söylemesi 295 liralık alışveriş yaptım sadece 10 dakikada. Yok peeling jeli, yok göz altı kapatıcı, yok göz çevresi kremi, yok bilmem ne kalemi... Canan Karatay’ın dolandırıcılar karşısında hipnotize olması gibi ben de yeşil gözlü ufak tefek satıcı kız karşısında hipnotize oldum. Bir kadının, yanında kredi kartı varken asla parfümeriye girmemesi lazım.

Nedir arkadaş şu “paraben”?

Varlığını yokluğuyla anladığımız bir madde. Son zamanlarda elime aldığım her şeyin üzerinde “paraben yoktur” yazıyor. Bilhassa Piti’nin malzemelerinde ki an itibarıyla Piti’nin kremleri benimkileri beşe katlamış durumda. (Ben yüzüme çalışıyorum, o popoya...) Parfümerideki satıcı kız da fondöten için “paraben yoktur” deyince merak ettim.

Neymiş peki yok olmasıyla gurur duyulan bu madde? Bir koruyucuymuş. Kozmetik malzemelerinde çokça varmış. Bakterileri ve mantarları öldürmek içinmiş. Şampuanlarda, tıraş jellerine, nemlendiricilere, pişik kremlerinde, bronzlaşma kremlerinde, fondötenlerde ve diş macunlarında bolca varmış. Hatta yiyeceklere bile konulan bir madde.

Peki sonra ne olmuş? Meme kanseri tümörlerinde “paraben” bulunmaya başlamış. (Gram başına ortalama 20 nanogram). Dahası paraben’in östrojeni taklit eden bir madde olduğu ortaya çıkmış. Ve östrojen de meme kanserinin oluşmasında önemli bir etkisi olan bir hormonumuz. Henüz paraben ile kanser arasında doğrudan bir ilişki kanıtlanamadı ama kızların giderek erken başlayan ergenliklerinde de parabenin bir etkisi var mı acaba diye düşünülmekte.

Bilin diye yazdım.

Yazının devamı...

Sosyal hizmetlerin asosyal personeli

Bildiğiniz gibi 5 aydır bir çocuğun koruyucu annesiyim. Allah nasip ederse de bir ömür beraber kalacağız, birbirimizin ailesi, annesi, kızı, yoldaşı olacağız.

Bunu tekrar tekrar yazıyorum çünkü BİR) yazılarımı düzenli okumayan okuru bilgilendirmiş oluyorum İKİ) ben bunun promosyonunu yapıyorum.

Yani gizlim saklım yok. 5 ay önce Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan bu kızı alırken geride kalan binlerce Piti’de kalmıştı aklım. Çünkü onları görmüştüm! Bulaşık leğeni kadar yataklarında on günlük, 1 aylık bebeler vardı... Oyun alanında koyun koyuna uyuya kalan 5 aylık ikizler vardı... Hiç uyumayan 8 aylık yakışıklı bir canavar vardı...

Yani var oğlu vardı ve biliyorum ki bu süre zarfında hiçbirinin annesi babası gelmedi. Gelmeyecek de. Ama aileleri bu bebeleri kuruma verirken “evlatlık verilebilir” kağıdını imzalamadıkları için (muhtemelen “bir gün alırım” umuduyla veya “bir gün bize bakar” umuduyla...) çocuklar orada öyle mahzun kalakalıyorlar. Bir tarafta evlatlık çocuk bekleyen binlerce aile, bir tarafta yasal statüleri evlatlık verilmeye uygun olmadığı için yurt köşelerinde aile özlemi çeken bebeler...

Çare? Koruyucu ailelik.. Zira bunun için biyolojik anne babanın izni gerekmiyor. İsterlerse çocuğu düzenli olarak görme hakkına sahipler. İsterlerse yanlarına alma hakları da var. Ancak bu talepte bulunan ailelerin sayısı kaç? Bin de 2. Yani şu an koruma altında olan 14 bin çocuğun sadece 28’i (yirmi sekiz) ailesine döndü veya dönecek.

Bu kadar dehşet verici az!

Fakat işin bir başka yönü daha var.

Geçen Cuma, Bornova Belediyesi’nin davetlisi olarak bir konuşma yapmak üzere İzmir’e gittim. Hiç ummadığım kadar güzel bir kalabalıkla karşılaştım. Ben “koruyucu ailelik şöyle iyi, topluma da kendine de şöyle faydalı” diye anlatırken tatlı bir çift söz aldı ve çok acayip şeyler söyledi:

“Biz yıllarca çocuk sahibi olmak istedik olmadı. Sonra sizden ilham alarak Karşıyaka Sosyal Hizmetler’e koruyucu aile olmak için başvurduk ama kurumdaki memur o kadar korkunç şeyler söyledi ki inanamadık! ‘Siz genetik mühendisisiniz, buradan çocuk istediğinizden emin misiniz? Katilin çocuğu da burada, hırsızın da... Ona göre... Hem ileride evlendirirken de sorun çıkar. Karşı taraf evlatlık olduğunu öğrenince ne yapar düşünsenize’ gibi laflar ederek bizi caydırmak için resmen uğraştı. Evde evcil hayvanımız olduğunu öğrenince “aaa hayatta gelmem sizin eve teftişe” dedi. Bu personelle nasıl geliştirebilirler koruyucu aile sistemini çok merak ediyoruz...”

Yüzde yüz haklılar! Benim de başıma benzer bir şey gelmişti hatırlarsanız. Dünyanın en bir sevimsiz yaratığı (stajyer memurmuş) moralimi o kadar bozmuştu ki birinci gün vazgeçecektim... Allah’tan sonra başka memurlar devraldı benim dosyayı.

Onlar öyle konuşunca başka bir hanım da söz aldı ve aynı kurumda benzer davranışlarla karşılaştığını anlattı... Memurla kişisel bir çekişmeye girdiğini ve resmen bir inat uğruna ona çocuk verilmediğini söyledi. Bir kaç kişi daha yakınlarının başına gelenden söz etti.

Bir yandan koruyucu ailelik gelişsin diye Emine Erdoğan’ın Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığıyla beraber yürüttüğü “Gönül Elçileri” projesi bir yandan hacze gelmiş icra memuru tavrında, üstelik kafatasçı, hayvan düşmanı “sosyal hizmet” memurları...

Dünyanın en zor kararını vermiş insanların karşısına zarif, eğitimli ve devlet adına “müteşekkir” insanların çıkması gerekmez mi? Hatta başvuranların altına kırmızı halı serseler yeridir.

Yoksa bu iş zor yürür bilesiniz...

Yazının devamı...

Şahane iki Pazar önerisi

BRUSKO:

Bebek’te yeni açılan bir Girit Lokantası. Ama bildiğimiz Türk şefli Girit lokantalarından değil. Burası harbi harbi Girit. Sahipleri Yunan bir çift. İkisi de adalı. Dimitris aynı zamanda şef. Yıllarca Atina’daki lokantasını işletmiş. Mutfakta harikalar yaratıyor.

Türkiye’de Girit lokantası deyince herkesin aklına “ot” geliyor ama beklentiniz “ot” olmasın. Zira Girit’te, -enteresan ama- bizim yediğimiz kadar ot yiyen yok. Esas yedikleri ve çok güzel pişirdikleri “et”. Hem de küçükbaş. Yani keçi ve koyun. Deniz ürünü de yiyorlar ama esas olarak et.

Brusko’da başlangıç olarak bir “dakos” alın. Girit peksimedi, domates ve “mizitra” peynirinden oluşan bir salata. O mizitra peyniri zaten deli güzel bir şey. Kıvamı ve görüntüsü lora benziyor ama tadı bambaşka.

Sonra bir Hanya böreği. Kabak, patates ve yine mizitra peynirinden yapılan hamursuz bir börek. Yanına bir tabak kabak çiçeği dolması ve Yunan usulü cacık da (adı ve malzemesi aynı ama bana göre farklı) iyi gider. Ama benim favorim her Yunanistan’a gittiğimde yediğim tiro saganaki. Yani sahanda kızarmış Girit gravyeri.

Ben ama yemek olarak hem fırında kuzu yedim hem de keçi. Keçiyi Girit radikası (Yunancası “stamnagati”. En sevdikleri ot) ile beraber pişiriyorlar. İkisi de şahaneydi. (Et hariç hemen hemen tüm malzemeler Girit’ten geliyor. Et Gökçeada’dan. Zira Dimitris’e göre Ege’nin tuzlu otunu yiyen keçi ve koyunların eti daha güzel oluyormuş.)

Deniz ürünü sevenlere uzolu karides tavsiye ederim. İri karidesleri, kabuklarıyla beraber bir hayli kuvvetli bir sosta pişirip sonra uzo ekleyip flambe ediyorlar.

Sonra çok basit ama şeytani bir tatlıları var. Ballı pide. Biraz tadayım dedim ve hepsini yedim. (Sonra “neden şişmanlıyorum doktor bey?”)

Adres: Bağarası sok. (Akbank ile Yapıkredi’nin arasındaki sokak) No: 2E Bebek İstanbul 0212 257 24 02-3

OSMANİ:

İstinye Park içinde çok başarılı bir Türk lokantası. Anadolu mutfağına ciddi olarak sahip çıkıyorlar. Her ay bir başka şehrin mutfağını sunuyorlar. Malzemeleri o şehirden getiriyorlar. Hatta gerekirse usta bile getirtiyorlar ki işin tam aslı gibi olsun diye.

Eylül’de Mardin mutfağını yapmışlar. Kasım’da Karadeniz. Aralık’ta Kars Mutfağını yapacaklar. Biliyorsunuz Kars’ın kazı meşhur. Kazın ayazı yemesi gerektiği için Aralık’ı bekliyorlar. Kazın dolması, kazın tiridi, kazın butu... Türlü türlü kaz spesiyalleri olacak. Kabilca pilavını yapabilmek için Ardahan’ın bir köyünden özel buğday gelecek. 40 kalemlik bir liste var her gün bunun 15 kalemini pişirecekler..

Onun dışında inanılmaz güzel daimi yemekler var. Ben soğan dolmasını çok beğendim. Soğanın tatlılığı ile içindeki köfte acayip güzel gitmiş. Bir de şimdiye kadar yediğim en güzel hamsili pilavı yedim. Onlar hamsi içli tava diyorlar. Bildiğiniz iç pilav ama daha az baharatlı. Onun yerine bol maydanoz ve biraz da kaşar koymuşlar. Karadeniz mutfağının baş malzemesi mısır unu olduğu için şef Mahmut Yerlikaya çok hafif de bir tatlı icat etmiş. Pekmezli mısır unlu helva.

Osmani, İstinye Park’ta hiç ummadığım bir lezzet deryası.. AVM’nin “Pazar Yeri”nde. (Üst kattaki Çabuk Osmani ile karıştırmayın.)

Yazının devamı...

Harbiden soruyorum nerede bu devlet!

Bazen bana öyle geliyor ki bu ülkede bir vergi dairesi bir de trafik polisi çalışıyor.

İş “yediğimize” gelince o meşhur “denetim” hava oluyor, cıva oluyor...

Konumuz gene balık.

Geçen sene balık avlanma kuralları değişti diye sevinmiştik. Güya 20 santimin altındaki lüferler avlanamayacak, gırgır tekneleri de yüzeyden 24 metreden sığ yerlerde ağlarını atamayacaktı.

Şöyle açıklayayım. İstanbul Boğazı, sanıldığından çok daha mühim bir yer. Biliminsanları buna “biyolojik koridor” diyor. Yani bu balıklar bu boğaz olmasa, bu sularda olamayacaklar.

Zira ilkbaharda karınlarında havyarları ile koştura koştura Karadeniz’e çıkıyorlar, sonbaharda da bebe yavruları ile ağır aksak, dinlene dinlene sıcak denizlere iniyorlar. Bunu yapamasalar palamut, lüfer diye balıklar belki de olmayacaktı. İstanbul ve Çanakkale boğazları sayesinde varlar ve varlıklarının devamı da Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı.



Konunun çok sıkı takipçisi Fikir Sahibi Damaklar Derneği’nin kurucu başkanı Defne Koryürek şöyle diyor:

“Söz konusu bu göçmen balıklar boğaz girişlerinde bir baştan bir başa atılmış ağlarla yakalanıyor. Ama ne yakalama! Sonar ve radarlarla donatılmış dev gırgır tekneleriyle bir tanecik balığı sağ komamacasına! Öyle gözlerden ırak falan da değil. Büyükdere’ye giden kendi gözleriyle görür.”

Bu olacak iş değil. Yavru balıkların geçip gidebilmesi için bu ağların 24 metreden daha derin yerlerde ve 24 metrenin altına atılması gerekiyor. Ama balıkçı reisleri sanki hiç böyle bir yasa yokmuş gibi gayet de yüzeyden atıyor ağları. Tek bir balık kaçarsa günaha girecekler sanki. Ve twitter’dan da şöyle twit’ler atıyorlar: “İnadına çinekop, inadına sarıkanat. Çinekop istemeyen İstanbul’dan gitsin. Biz boğaz çocuğuz”. Bu olacak iş değil...



Ama mesele balıkçı reislerinin olayı çarpıtmaları ve takım taraftarı gibi amigoluk yapmaları değil. Dünya kadar borçları var ve dünyayı tutsalar ödeyemeyecekler. Böyle yapmaları hem garibanlıklarından hem de vizyonsuzluktan.

Burada üzerine vazife düşen tabii ki de yasa koyucu ve yasa uygulayıcı Devlet. Nerede bu devlet harbiden soruyorum. Pazarlarda 14 santimlik lüferler var. Adını da bulmuşlar: “Dökme lüfer”. Sarıkanadın adı “bednam” oldu ya, halk bilinçlenmeye başladı ya o zaman adını değiştiriyor “dökme lüfer” diyor. Sarıkanadı, çinekopu sana kakalıyor yine...

Daha da fenası kaşla göz arasına yasal avlanma boyunun altında yakalama müsamahası yüzde 5’ten yüzde 15’e çıktı. Yani yakalanan balıkların yüzde 15’i yasal avlanma boyunun altında olabiliyor artık.

Sanki 20 santimi çok şahane denetleyebiliyorduk da bundan sonra teknelerde yüzde 15’i denetleyebileceğiz. Pazarda satılan balıklara bir kılıf daha geldi: “Teyze bunlar o yüzde 15... Merak etme sen. Yasal yani...”

“Ya n’apacan işte devletimiz çok fakir, denetim mekanizması yok, ondan oluyor” bunlar demesin kimse. Devlet denetlemek istediği zaman gayet de ceberut olabiliyor. Mesela trafikte göz açtırmıyor. Mesela vergide adamın ciğerini söküyor. Nasıl bir çevreciliğin daniskalığıdır ki bu Allah’ın yarattığı bir canlının soyunu tüketme hakkını görebiliyor kendinde..

Yazının devamı...

Vicdanımız kime emanet!

Geçtiğimiz günlerde “Vicdan Dolandırıcılarını” yazmıştım ya.. Şaka gibi yeniden arandım! Hem de hemen ertesi gün!

Hesapça “Engelleri Aşmak” isimli tiyatro oyununa bilet satıyorlar ve toplanan paralarla engellilere yardım ediyorlar.

Fakat işin aslı şu: “Engelleri Aşmak” isimli oyun esasen BEDAVA.

Düşünsenize siz bir dernek kurmuşsunuz ve tiyatro oyunu sergiliyorsunuz. Biletleri isteyene ücretsiz veriyorsunuz. Bir takım çakallar bu biletleri alıyor ve sonra sizden habersiz ama sizin derneğe yardım topladığını söyleyerek- 50 liraya satıyor! Size tek kuruş gelmediği gibi millet de size yardım yaptığını sanıp tiyatro izliyor veya oyuna gelmese de başını huzurla yastığa koyuyor.

Nasıl yapıyorlar bunu? Şöyle: Bir yerlerden bir telefon listesi buluyorlar. Sonra “Alo Mutlu Hanım’la mı görüşüyoruz?” diyorlar ve evet dediğiniz andan itibaren sakız gibi yapışıyorlar kulağınıza. Engellileri şöyle giydirmişler, şöyle okutmuşlar, şöyle evlendirmişler vır vır vır..

Yardımsevmez bir toplum olduğumuz için biri size “yardım et” deyince asfalttaki tavşan gibi kalakalıyoruz. Vicdanımızın en karanlık yerine birden ışık tutuluyor zira. Düzenli olarak bir yere bağış yapsaydık veya bir yerde gönüllü çalışsaydık “sağol kardeşim, ben sosyal sorumluluklarımı yeterince yerine getiriyorum” deyip gönül rahatlığıyla kapatırdık telefonu.

Ama suçlu değilse de zayıflara karşı kabahatli olduğumuz için Sakız hanıma bunu yapamıyoruz. (Sakız hanım’ın kod adı Dilber bu arada) O konuştukça “50 lira da para değil, vereyim gitsin” diyoruz..

Yani tahmin ediyorum böyle oluyor. Zira call center kuracak kadar para kazanıyorsa bu çakallar, bir psikolojik zaafı kullanıyor olmalılar.

Geçen gün beni yine aradılar dedim ya. Biraz daha bilgi isteyince bir takım fısıldaşmalardan sonra telefonu yüzüme kapattılar.

Sonra gugılladım. Yenişafak Gazetesi bu çakallar hakkında 10 ay önce gayet geniş bir haber yapmış. Daha sonra Zaman Gazetesi daha kapsamlı bir haber yapmış ve engellilere yardım topluyoruz diye on on beş çetenin benzeri işler yaptığını yazmış. Hepsi savcılığa bildirilmiş.

Ben on aydır düzenli olarak her ay arandığıma göre belli ki hiçbir müdahale yapılmamış.

Devletimizin saçma sapan şeylere müdahale gücü var (mesela kızlı erkekli evlere) ama dolandırıcılığa karşı müdahale gücü yok.

Öğrenci kızlarımızın namusları devlete emanet ama biz vatandaşların paraları değil.

Tuhaf bir durum. Devletin yasal olarak olması gerektiği yerlerde devleti göremiyoruz ama yasal olarak olması gerekmediği yerlerde sürekli onunla burun buruna kalıyoruz.

Boğazdaki vahşi balık avı da onlardan biri ki yarın da o konuya geleceğim...

Yazının devamı...

Umut veren erkek Barış

Ayşe Arman, Lobna’nın iç burkan hikayesini yazmaya devam ediyor. Çok da iyi ediyor.

Hatırlarsanız Lobna ile ben Gezi olaylarını başlamasına neden olan Taksim oturma eyleminde en fazla 5 metre arayla oturuyorduk. Daha doğrusu oturuyormuşuz. Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesini sessiz sedasız SADECE OTURARAK protesto ederken, Türkiye Cumhuriyeti üzerimize saldırdı. O gruptakilerin hepsi sağlam kaldı, Lobna’nın ise başına bir biber gazı fişeği isabet etti.

Lobna o gündür bugündür hayata geri dönme mücadelesi veriyor. Komaya girdi, çıkamaz denirken 25 gün sonra çıktı... Felçli uyandı, bir daha yataktan çıkamaz derken çıktı... Konuşma yeteneğini kaybetti, konuşamayacak derken konuşmaya başladı. Daha doğrusu başlamış... Ayşe Arman’ın iki gün önce Lobna ile yaptığı röportajdan öğreniyoruz.

“Hep ağlıyorum” diyor. “Çünkü bir sürü şeyim, yeteneğim, bilgim... Artık yok! Çöpe gitti. Okuyamıyorum... Yazamıyorum... En kötüsü de istediğim gibi konuşamıyorum” diyor.

ODTÜ’de felsefe okuyan, master yapan, kardeşinin deyimiyle ciddi entelektüel olan Lobna, 5 yaşında bir çocuk gibi yeniden okumayı, yazmayı öğrenmek zorunda. Boyama kitaplarıyla felçli elini yeniden geliştirmeye çalışıyor. Bildiği dilleri (Türkçe, Arapça, İngilizce) hatırlamaya ve hizaya sokmaya çalışıyor. 35 yılın ilmek ilmek emeği dediği gibi çöpe gidiyor...

Çok çok üzücü bir şey bu. Adına bakıp yabancı sandıkları Lobna bir Türk kızı. Babası Ürdünlü annesi Türk. Burada yetişiyor. Burada eğitim görüyor. Burada yoğruluyor. Burada kafası çalışan bir insan oluyor. Ve burada bir polisin “kastıyla” vuruluyor. Gezi olayları aslında Lobna için başlıyor... Ve iktidar bunu hâlâ anlamıyor...



Ama ben o mevzua girmeyeceğim bugün. Röportajda beni etkileyen bir başka kısım Lobna’nın erkek arkadaşı Barış tavrı oldu. Lobna’yı hiç bırakmamış. Komadan çıktıktan sonra işini gücünü bırakmış ve hayatını Lobna’ya adamış. Ne kadar birikimi varsa Lobna için kullanmış. Depresyona girmemiş ama zaman zaman çok bunalmış. Ama umudunu asla yitirmemiş.

Röportajı okur okumaz aklıma şu geldi. Aynısı başıma gelseydi beraber olduğum erkek bana böyle bakar mıydı? İşini gücünü bırakır mıydı? Bana yeniden konuşmayı, yemeği, içmeyi, okumayı, yazmayı öğretir miydi?

Birçok kadının da aynı soruyu sorduğundan eminim.

Eşlerine/sevgililerine bakıp düşünmüşlerdir...

O, acı “bakmaz” cevabını yutkunmaya çalışmışlardır...

Gerçeği bile bile akşam yemeğini hazırlamaya devam etmişlerdir...



Gerçek bu. Kadın bakar, adam bakmaz... Bunu bile bile düzeni devam ettiriyoruz.

Yine de, arada Barış gibi umut veren erkeklerin çıkması iyi oluyor...

Umarım Lobna hızla eski haline gelir...

Yazının devamı...

Koruyucuların koruyucuları

Pazar günü hayatımın en ilginç toplantısına gittim. Koruyucu aileler toplantısına!
Çocuk Esirgeme Kurumu, arada sırada böyle toplantılar düzenliyormuş. Ben de taze bir koruyucu aile olarak ilk toplantıma gittim.

Açıkçası neyle karşılaşacağıma dair en ufak bir fikrim yoktu. Ama çok da merak ediyordum. Bu, dünyanın en güzel “işini” yapan aileler nasıl insanlardır diye.

Gördüm ki “iyi” insan olmanın hiçbir kaidesi yok. Türkiye’nin her kesiminden değişik değişik aileler vardı. Başı örtülüsü vardı, mini eteklisi vardı, yaşlısı vardı, genci vardı... Üniversite, lise, ilkokul her eğitim düzeyinde, her gelir seviyesinde çok güzel insanlar vardı.

Hatta yeni evlisi bile vardı! Çok şaşırdınız değil mi? Ben de! Verda ve Serdar, kendi çocuklarını doğurmak yerine dünya tatlısı bir kız almışlar kurumdan. Hayır hiçbir sağlık sorunları yok. Sapasağlamlar, gepegençler. Ve çokçok tatlılar. Her ikisinin de ailesi çok kızmış. “Önce kendi çocuğunuzu yapın, sonra çok isterseniz el alemin çocuğunu alırsınız” demişler. Ama Verda ve Serdar dinlememiş, kararlarında direnmişler. Minik bir kız almışlar.

Benim Piti onlarınkinden iki üç ay sonra gelmiş bana. Ben ballandıra ballandıra yazmaya başlayınca yazılarımı ailelerine göstermişler. Yazılarım sayesinde durum biraz “normalleşmiş”. Eskisi gibi çok ses etmiyorlarmış.

Bilirsiniz, kendini bir halt sanan köşe yazarlarından değilim. Darbeyi önlediğini veya hükümete verdiği ayarlarla memleketi kurtardığını veya eğitim politikasına yön verdiğini veya sosyeteyi hizaya soktuğunu sanan gafillerden değilim. Fakat bunu duyunca nasıl mutlu oldum anlatamam... Ben burada kendi kendime bir şeyler yazıyorum diye sanırken meğer bazı insanların hayatlarına hiç tahmin edemeyeceğim şekillerde dokunuyormuşum.

Ne yalan söyleyeyim bunu bilmek iyi geldi... Piti sayesinde kendimi son beş aydır acayip iyi hissediyordum, Pazar günü daha da iyi oldum...

Adımız “koruyucu aile” ama kim kimi koruyor acaba? Ben mi Piti’yi, Piti mi beni?

Bu Cuma Bornova’dayım

“Uzun zamandır Piti hakkında yazmıyorsun” dedi arkadaşım. Piti hakkında yazmıyorum ama konuşuyorum. Geçen Çarşamba Nişantaşı’ndaki Citi’s AVM’nde Ayşe Arman ile canlı röportaj yaptık. (Tweeter’da da canlı röportaj deyip durdum, sanki ölü röportaj mı varmış gibi. Ayşe Arman röportajlarını hep yazılı olarak kamuoyuyla paylaşıyor ya... Ondan bunlara da canlı röportaj dedim..)

Açıkçası bu kadar güzel olacağını hiç tahmin etmemiştim. Bu kadar ilgi göreceğimi de... Bizi izleyenlerle kah güldük, kaç ağladık... Sayemde birkaç kişi daha bir çocuğun koruyucu ailesi olmak istediyse (ki bir aileyi sonra Pazar günü Çocuk Esirgeme Kurumu’ndaki toplantıda gördüm) ne mutlu bana...

Bu Cuma ise (29 Kasım 2013) İzmir Bornova’da olacağım. Bornova Belediyesi’nin her Cuma düzenlediği paneller var. İşte bu Cuma konuşmacı olma sırası bende. Bornova Uğur Mumcu Sanat Merkezi’nde saat 17:00’de Koruyucu Ailelik hakkında konuşacağım. Selden başınızı alabilirseniz (bu arada çok geçmiş olsun İzmir’e), İzmirli okurlarımı beklerim. (Nimet Anne, sizi de!)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.