Şampiy10
Magazin
Gündem

Yoksulluğun karanlığı...

Bu sabah kalktık ortalık resmen karanlık.. Önce dedim acaba çok mu erken kalktık? Zira yeni alarmım Piti! O kaçta kalkalım diyorsa o saatte kalkıyoruz. Yedi, sekiz... Bazen (çok affedersiniz ama) altı için bile şansını zorluyor! (Avucunu yalıyor tabii... Altı ne yav!)

Fakat baktım saat sekiz buçuk... Normal koşullarda aydınlık olması gereken bir saat. Ama Piti’ye kahvaltısını hazırlayacağım ama önümü göremiyorum. Mecbur lambaları yaktım. Dedim sonra “Bu ne? Güneş mi tutuluyor?”

Anladık, yılın en uzun gecelerindeyiz ama bu kadar da değil. (Sevimsiz kış saatine bu yüzden geçmedik mi?) Pencereyi açınca anladım durumu. Bir is bulutu içindeymişiz meğer. Tepelerdeki yoksul evlerin soba dumanları sisle beraber aşağıya çökmüş. O kadar ki göz gözü görmüyor...

Aklıma 90’lar geldi. Herkesin kömür yaktığı yıllara. Kışın nefes alamadığım, depresyondan ölmek istediğim yıllara. “Bu kadar is olamaz, herhalde bir yerler yanıyor” diye sandığım ama yanıldığım yıllara...

Arkadaşım Atina’da yaşıyor. Atina’da kaloriferler merkezi. Ekonomik kriz yüzünden bazı apartmanların kaloriferleri yakılmıyormuş. “Aidatı ödeyebilen var ödeyemeyen var, herkes başının çaresine baksın” deyip merkezi ısıtmayı kesmişler. Kimi klimasını ısıtma modunda kullanıyor, kimisi elektrikli petek kullanıyor kimisi de yıllardır orada süs olarak duran şöminesini (Yunacası “caki”. Yani ocak!) kullanmaya başlamış. Kimisi de hepsini birden... Veya hiçbirini... Atina yıllar sonra 90’ların İstanbul’una dönmüş. Sokağa çıkınca nefes alamaz hale geliyormuşsun. Üstün başın is kokusuyla eve dönüyormuşsun. Rüzgar olmadığı geceler göz gözü görmüyormuş...

Yoksulluk kanser gibi bir şey... Önce görmezsin. Sonra görmezden gelirsin. Sonra koca bir tümör olarak karşına çıkar. Kendi kendini besleyen hatta vücudun geri kalanı da onun için çalışsın, onu beslesin, büyütsün diye “ayarlama” yapan bir canavar.

Van’da terk edilen deprem konteynerleri içinde yaşama savaşı veren yoksullar mesela. Devlet “iki yıldır sizi barındırdım, besledim, okuttum. Artık başınızın çaresine bakın” dedi ve elektriklerini, sularını kesti. “Eh onlar da iki yılda toparlansalardı hakikaten” diyor içinizdeki ses di mi... Halbuki öyle yoksulluklar vardır ki fare yapışkanı gibidir. Çıkamazsın içinden. Bilemezsin nasıl çıkacağını. Çıkabileceğine dair umudun da yoktur zaten.

Yunan yoksulluğu ile Türkiye yoksul- luğu bir mi? Değil. Yunan, bugünlerde kalorifer yakamıyor belki ama kaloriferli evlerde yaşamış iki kuşakları var. Düşmüşlük ve hiç görmemişlik farklı şeyler...

Bir tarafımız yükselirken bir tarafımız düşmeye devam ediyor. Dengesiz bir tahterevalli gibiyiz. Yoksulları daha ne kadar görmezden geleceğiz acaba?

Yazının devamı...

Hikmetine şey yapmak veya yapmamak

İçinde bulunduğumuz hafta (9-15 Aralık) Amerika Birleşik Devletleri’nde Bilgisayar Bilimleri Eğitim Haftası. Sosyal medya üzerinden birçok ünlü, gençleri kod öğrenmeye davet ediyor. Zira hazırlopçuluğun bir ülkenin sonu olduğunu ve başta Hindistan olmak üzere başka ülkelerin yazılım konusunda fena halde arayı kapattığını fark etmiş durumdalar. Haftanın amacı Amerikalı gençlerin yazılımdan ürkmemelerini ve severek öğrenmelerini sağlamak. (Merakınız varsa internette “The Hour of Code” diye arayın. Hayatında hiç yazılım yapmamış insanlara yazılım öğreten şahane bir program.)

Bu hafta dolayısıyla Barack Obama da bir destek videosu yayınlıyor. Müthiş net ve ateşleyici bir konuşma. Benim bile bu yaşta yazılım öğrenesim geldi.

Şu sıralar sosyal medyada dolaşımda olan bir video var. Obama’nın yukarıda söz ettiğim bu konuşmasının arkasına Türkiye Cumhuriyeti Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayip Erdoğan’ın bilişim hakkındaki görüşlerini içeren kısa bir video.

Ne yazarsam yazayım aradaki farkı kendi ağızlarından daha iyi yansıtamazdım. O nedenle olduğu gibi yazıya döktüm.. İyi pazarlar...



Amerikan Devlet Başkanı Barack Obama:

“Herkese merhaba

Bu hafta Amerika’daki okullarda bilgisayar bilimini destekleyen öğretmenlerle öğrencilerle, şirketlerle ve sivil toplum kuruluşlarıyla bir araya geldiğim için çok gururluyum. Bu yetenekleri geliştirmek sadece sizin geleceğiniz adına değil ülkemizin geleceği adına da çok önemlidir. Eğer Amerika’nın son teknolojide kalmasını istiyorsak sizin gibi genç Amerikalıların hayatımızı değiştirecek araçlarda ve teknolojilerde uzmanlaşmasına ihtiyacımız var. Bu yüzden buna sizin de katılmanızı istiyorum. Bir oyun satın almakla kalmayın... Bir tane de siz yapın! Yeni bir uygulamayı indirmekle kalmayın... Tasarlanmasına da yardım edin! Telefonunuzda oyun oynamakla kalmayın... Programını da yazın! Kimse anasının karnından bilgisayar bilimcisi doğmuyor. Ama biraz sıkı çalışma ve biraz matematik ve bilimle herkes bilgisayar bilimcisi olabilir. Bu hafta bunu denemeniz için iyi bir fırsat var önünüzde. Ve kimsenin “yapamazsın!” demesine izin verme! İster genç bir erkek ol ister genç bir kız, ister şehirde yaşa ister kırsalda, bilgisayarlar geleceğin çok önemli bir parçası olacak. Ve çok çalışır ve sıkı okursan o zaman geleceğe şekil verecek olan sen olursun!”



Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım Türk Telekom toplantısında:

“Bulut sistemi dedikleri bir şey var şimdi. Son zamanlarda herkes oraya bir şey atıyor. Gelen ordan işe yarayanı alıyor kullanıyor. Ben böyle biliyor, böyle anlıyorum. Belki farklı bir şeydir. Şey yok artık, böyle sistematik bir şey yok. Abur cubur dolduruyorsun, herkes ihtiyacını oradan alıyor ama hiç de karışmıyor. İstediğini buluyorsun. Bu bilişim fazla kafa yorarsan SIYIRIRSIN. Kullanacaksın, nimetlerinden kullanıp yararlanıp işini göreceksin. Kafayı taktın mı o zaman işin kötü. Hikmetine fazla şey yapmamak lazım...”



Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayip Erdoğan miting konuşması:

“Facebooklar falan... bunlar çirkin teknoloji! Bu facebook falan filan... Bu tip sayfalar... Bunlar çirkin, berbat! Herkes adına buralarda her tür ahlaksızlık yapılabilir...”



İşte beyle... Biri “yaz!” diyor biri “hikmetine fazla şey etme” diyor öbürü “çirkin teknoloji” diyor... Napacan...

Yazının devamı...

Nutuk kesen ticari ürün: Kıble Kart

Türkiye Finans, üzerindeki pusula sayesinde kıble yönünü gösteren yeni bir kredi kartı çıkarmış. Adı da “Haremeyn Şua Kart.” Bir de şöyle önemli bir not düşülmüş: “Bu kartın kullanıcıları hac ve umre seyahat firmalarında peşin fiyatına 6 taksit ile karşılaşabiliyor.”

Dini sömürüde “nirvana” bu mudur?

Sonra internette biraz araştırınca kıbleyi gösteren kredi kartını ilk olarak bir yıl önce Birleşik Arap Emirlikleri’nde Al Hilal Bank’ın çıkardığını öğrendim. Üzerindeki pusula dijital bir pusula imiş. Bulunduğun şehri yazıyormuşsun, sana hemen kıble yönünü gösteriyormuş.

Bence süper bir icat! Tam Müslüman zekâsı diyecektim ki yazılımı Hint firması yapmış. Gerçi Hindistan’da da epeyi Müslüman var. Belki bir Hint Müslüman’ı akıl etmiştir. Bravo!

Fakat oksimoron olan şey olayın bir “kredi kartı üzerinde” cereyan etmesi. Benim bildiğim İslam’da “faiz” haram. Ve yine benim bildiğim kredi kartı “faiz” üzerinden çalışan bir sistem. Tamam günü geldiği zaman tüm borcunu ödersen faiz yok. Ama ya ödeyemezsen? Dini referanslı bir banka olduğu için faiz almıyorlar mı? O zaman o banka nasıl ayakta duruyor? Veya “Kartımız kıbleyi gösterdiği için bu aldığımız gecikme faizi haram sayılmıyor” mu diyorlar? Veya o faizin adı (klasik yöntemle) “masraf” olarak mı kayda geçiyor? (Bkz: Faiz değil kâr payı)

Bilemedim. Al Hilal Bank’ın “Qibla kartı” seyahat, elektronik, mücevher ve sigorta alışverişlerinde 6 aya kadar harbiden faiz almıyormuş bu arada. Hac ve Umre seyahatlerinde de 12 aya kadar. Sonra ne yapıyor yazmıyor sitelerinde. Ama bildiğim şu: İstediği kadar dini bir pusula olsun, okun öteki tarafı kapitalizmi gösteriyor. Ama Kur’an’da kapitalizm haramdır demiyor zaten di mi...



Haberi okuyunca aklıma İran’da içtiğim “Zam Zam Cola” geldi. İlk olarak İran Hava Yolları uçağında görmüştüm. Elime alınca nutkum tutulmuştu. Kutsal bir suyun adını nasıl kola gibi süfli bir şeye verebilirler diye ciddi olarak şaşırmıştım. O zaman tarihçesini bilmiyordum. Meğer ilk olarak 1954’te Pepsi tarafından üretilmiş. 1979 İran İslam Devriminden sonra (Pepsi ülkeden çekip gidince) Zam Zam adıyla bir şirket kurulmuş ve üretime o devam etmiş. 2002’de Suudi Arabistan’da insanlar Amerika’nın politikalarını protesto ederken bir Amerikan markası olan Coca Cola’yı da içmeyi reddetmiş. O dönemde Zam Zam Cola boşluğun yerini almış ve Suudi Arabistan’da birden çok popüler olmuş. Ondan sonra Müslüman kolası diye tüm dünyaya yayılmış. Şu an Malezya’da bile tüketiliyormuş.

Peki Mecca Cola’ya ne dersiniz? O da Fransa’da bir Zam Zam Cola bayiinin Zam Zam Cola ile anlaşamaması sonucu bayii sahibi tarafından üretilmiş bir kola! Ama bu marka sadece İslamî olmak (ve batı sermayesine hizmet etmemek) misyonuyla yetinmiyor, biraz daha ileri gidiyor ve Filistin hareketi için de çalışıyor. Gelirinin yüzde 10’unu Filistinlilere insani yardım olarak gidiyormuş. Sloganı da “Vicdanını salla!”

Bitti mi? Bir de Qibla Cola var. Kıble kola yani. Bu marka da İngiltere’de kurulmuş. Bu markanın amacı da yine Müslümanlar yardım eden kuruluşlara destek vermek. Gelirlerinin yüzde 10’unu bağışlıyorlarmış. Yine Malezya’ya dahil tüm Müslüman ülkelere dağıtılıyormuş. Onun da sloganı: “Zevkini özgürleştir” (Bu arada her üçünün de logosu çakma Coca Cola logosu.)

Kredi kartı ve kola illa kullanılacak ve içilecek galiba...Kaçarı yok...

Yazının devamı...

Kışları sinir olduğum 3 şey

Salep yerine sahlep denilmesi O aradaki “h” nereden çıktı bilmiyorum nerede görsem/duysam deli oluyorum. Aslında duyulan bir şey değil. Yani kimse günlük hayatta sahlep içtim demiyor. Ama yazmaya gelince gökyüzünden bir h düşüp a ile l arasına yerleşiveriyor.

Neymiş bu kelimenin kökeni (etimolojisi) diye merak ettim ve Nişanyan Sözlük’e baktım. Şöyle yazıyor:

Arapçası husyatu’s-sa’lab. Yani “tilki taşağı”. Orkide için verilen bir isim. Görsel benzerlik var herhalde ki bazı Anadaolu ağızlarında da aynı bitkiye it taşağı deniyormuş. 1420’lerde Türkçe kaynaklarda “ huşyetü’s-sa’leb” şekline rastlanıyor. 1680’lerde huşyet (taşak) kısmı düşmüş sadece sa’leb kısmı kalmış. 1876’daki bir kaynakta saleb olmuş. Sonra da sonraki ‘b’, hep olduğu gibi ‘p’ye dönüşüyor.

Peki o gıcık ‘h’ nereden çıkmış? Kimse bilmiyor. Orman kibarlığı diye tabir ettiğim bir şey bu. Yazarken “doğrusu kesin budur” diye zırvalamak. “Pohaça”, “sandöviç” şeklinde yazmak gibi bir şey...

Şimdi neymiş? Aradaki “H” yokmuş. Bir daa görmeyeyim.

- Hocaya “yılbaşı kutlamak caiz mi?” diye sormak

Her yılbaşında aynı şey oluyor: “Hocam yılbaşında evi süslemek caiz midir?” “Hocam yılbaşında hindi yemek günah mıdır?” “Hocam eve çam ağacı dikmek haram mıdır?”

Hocalar da meşreplerine göre cevap veriyor. Çoğunluk “günah, haram, mekruh” der. Bir kısmı “yeni yıla girerken neşeli olmakta beis yok ama içki, tombala yasak” diyor.

İçkiyi, tombalayı anlıyorum da neden ev süslemek günah, hindi yemek mekruh, yılbaşı kutlamak haram olsun? Kime ne zararı var?

Cevap: “Hıristiyanlara benzememek için”.

Bu hakikaten dini bir günah mı yoksa “dini kimliğe ihanet” “şahsiyetsizlik” “batı özentiliği” kategorisinde bir kabahat mı merak etmekteyim. Zira biraz daha derine gidersek çam ağacı süslemek Hıristiyanlığın değil ondan önceki dinlerin geleneği. Bu nedenle dini vasfını çoktan yitirmiş bir şey. Bağnaz bir papaza sorsan o da “yılbaşı kutlamak pagan geleneğidir, o nedenle büyük günahtır” diyebilir.

Fakat açıkçası ben bu tür sorulara çok sinir oluyorum. Niye kimse “yayalara yol vermemek, insanların üzerine üzerine araba sürmek caiz midir?” diye sormaz da ille de yılbaşı süsüne takılır kalır?

Niye kimse “öküz doğmak ve öküz ölmek ve hatta bu arada üç dört öküzcan yetiştirmek günah mıdır?” diye sormaz da o zavallı hindinin hesabını sorar?

Niye ha niye?

- “En sevdiğim şey: Sıcak şarap” denmesi

Yine çıktı listeler: “Kışın yapmayı en sevdiğim beş şey: bir salep, iki ılık havuzda sıcak şarap içmek...”

Hadi len! Duyan da anneannenin tarifine göre “sıcak şarap” ve “zencefilli kurabiye” yapılan evlerde büyüdün! “Bir Türkün elinde olabilecek en özenti iki şey ne olabilir?” derseniz şampanya ve sıcak şarap derim. Üstelik ikisi de sevdiğim şeyler ama herhalde sıcak şaraba 3 yılda bir tesadüf etmişimdir. Sonra da içtiğim için her defasına pişman olduğum bir şeydir. Zira “glühwein” geleneğinden gelen kendini bilen bir Alman olmadığım için suyunu çıkartır ve midemi bozarım. Birkaç yılbaşım sıcak şarap denen salak şey yüzünden rezil olmuştur. Ama kişisel gıcıklığım bir yana nedir yani bu “sıcak şarapla doğdum onunla öleceğim” havaları?

Yazının devamı...

Sağ beyin çalışmaları

Beynimiz iki lobdan oluşuyor. Sağ ve sol. Her iki lobun üstlendiği görevler farklı. Genellikle sol beyin daha baskındır. Konuşma merkezi ve duygudurum (mood) merkezi soldadır. Matematik sol beynin işidir. Sağ beyin ise boyut ve hacim değerlendirmelerinde ön plana çıkıyor. Bilgiyi şekil ve hayal gücüyle işleme (yani estetik zeka) sağ beynin işi. Mimar, mühendislik işleri için, müzik enstrümanı çalmak için, edebiyat ve resim için sağ beyin gerekiyor.

Peki sağ ve sol beyin bağımsız mı çalışır? Hayır. Beyinin her iki yarım küresi, korpus kallosum denilen ve sinir liflerinin yaptığı köprüsel bir yapı ile bağlantılı. Bu sinir ağları vasıtasıyla her iki yarım küre birbiri ile sürekli bilgi alışverişi içinde. Korpus kallosum ne kadar iyi gelişmişse insanın bir bütün olarak beyinsel yeteneklerini sergilemesi o kadar artıyor ve üst düzeye çıkıyor. Eğer korpus kallosum iyi gelişmemişse o zaman sağ ve sol beyinden hangisi baskın ise kişi o özelliklerini ön plana çıkararak hayatını sürdürüyor. İdeali beynin tümünün kullanılması.

Bebekler sağ lobları daha gelişkin doğarlar. Zamanla genetik ve çevresel etkilerle bir taraf baskın olur ki çoğunlukla bu sol beyin. Erken sağ beyin eğitimi ile bu dengeli hale getirilebiliyor. Ve bu eğitimine doğar doğmaz başlamak mümkün.

Bebekler sandığımızdan zeki

Neler yapılabilir diye detaylarıyla okuyunca şunu anladım: İlgili anneler veya bakıcılar önemli bir bölümünü yapıyor zaten. Hatta “yav küçücük çocuğa neler yaptırıyor?” diye dalga geçilen anneler aslında en doğrusunu yapıyor. Yani bebeği kendi haline bırakan veya iPad’e veya baby TV’ye teslim edenlar pek akıllıca bir iş yapmıyor. Bilmemiz gereken şey şu: Bebekler sandığımızdan DAHA zeki! Yani bir oyun oynarken, mesela elimizde beş farklı renkte top var, bunların ne renkte olduğunu daha 6 aylıktan itibaren öğretebiliyor ve sonra “kırmızı nerede?” diye sorabiliyoruz. Bir rulonun içine (bitmiş streç film rulosu mesela) bir şal sokuşturup, “şal nerede?” diye sorup o rulonun içinden o şalı çıkartmasını sağlamak çok ciddi bir sağ beyin alıştırması. Aslında hep aynı taktik: 1) Merakını kışkırtmak. 2) İlgisini farklı bir şekilde oluşturmak.

3) O saftirik (gibi görünen) bebekten minik bir detektif yaratmak. 4) Ve sonra sevgiyle ödüllendirmek.

Fakat daha ileri teknikler de var. Mesela flaş kartlar. Siyah beyaz birbirinin negatifi bir takım şekilleri gösterip ikisinin bir bütün olduğunu fark ettirmek. Veya renkli meyve veya hayvan resimleri göstermek. (www.sevgilibebek.com sitesinde bilgi kütüphanesi bölümünde bu kartlar var. İndirip çıkış alabiliyorsunuz) Her gün 10 dakika çalışmak gerekiyor. Yabancı dili de yine aynı kartlarla öğretebiliyorsunuz..

FAKAT çok önemli bir unsuru atlamayalım: Tüm bunları rahat, gerilim olmadan, eğlenerek ve ten temasını hiç kesmeden yapmak lazım. Çünkü sağ lob, alfa beyin dalgaları frekansında kayıt yapabiliyor. Bu frekansa da ancak sevgi ve huzur ortamında sahip olunabiliyor. Yani sevgi, güven ve huzur yoksa sağ beyin kayıt yapmıyor. Rekabet, zorlama, memnuniyetsizlik asla olmayacak.
“Televizyondan daha çok şey öğrenir” diyorsanız yanılıyorsunuz. Bebek ancak kucağınızdayken öğrenme kapılarını açıyor. Ve bu çok uzun zaman böyle devam ediyor.

Sevgisiz ailelerimizde ve okullarımızda neden süper cahiller yetişiyor anladınız mı?

Yazının devamı...

Yeni nesil: Sağ beyin çocukları

Şimdi bebek sahibiyim ya.. Üstelik doğurmadım ve annesinin hamileliği nasıl geçti, nasıl travmalar atlattı bilmiyorum ya... Dahası yavrumun ilk 5 ayı yuvada mahzun (ve bir hayli tek düze) geçti ya...

Şimdi ben bu garibin zihinsel gelişimi aksak olmasın diye her şeyi okumaya başladım. Doktor arkadaşım aradı bugün “bak sağ beyin odaklı erken eğitim diye bir şey var. Onu oku” dedi.

Sevgilibebek.com’da detaylarıyla anlatmışlar. Dehşet içinde kaldım! İnsanın en önemli bölümü ilk 36 ayı imiş. İlk 36 ayda beynin sağ lobu inanılmaz bir süratte gelişiyormuş. “Sağ beyin odaklı erken eğitim”, bu gelişmeye paralel, her alanda bilgiyi depolatmaya yönelik bir metotmuş. Bebeğin beyni, dış dünyadan ilk yıllarda ne denli çok ve çeşitli uyarım alırsa on denli gelişiyormuş. Ki doktorum da aynısını söylemişti bana... “Markete götür, otobüse bindir, düğüne götür, geziye çıkart, sergi gezdir... Ses ve görüntü sok beynine...”

Olay özetle şu:

Bebekler, sağ lobları daha gelişmiş dünyaya geliyormuş.

Matematik, yabancı dil, müzik, bilim, sanat ve kültür beynin sağ lobunda işleniyor ve depolanıyormuş.
O nedenle hazır sağ lob gelişkinken o tarafa yönelmek gerekiyormuş.

Bebek, sağ beyin lobuna kaydettiği her bilgi sayesinde daha sonraki yıllarda daha çabuk öğreniyormuş zira daha büyük bir öğrenme isteği oluşuyormuş. Yani “merak”, ilk 36 ayda verilen bir “huy”muş. (Benim ilk 36 ayım CERN’de mi geçti acaba da bana söylemediler?)

Sağ beyin odaklı erken eğitim, aile ilişkilerini güçlendiriyormuş ve küçük çocuklara hedeflerini gerçekleştirebilecekleri donanımları kazandırıyormuş.

Ancak bu öğrenmenin kesinlikle gerilimden uzak, sevgi dolu bir ortamda olması gerekiyormuş. Bebek ancak rahat olursa sağ lobunu bilgiyle doldurabiliyormuş. O nedenle ilk yıllarda kıyaslama yok, yarış yok.. Maksat “süper çocuk” yetiştirmek değil. Maksat, gerilmeden, kasılmadan “öğrenebilen” bir çocuk yaratmak.

Oh be! Ben veledi bienale falan götürünce, “ne anlar?” demişlerdi. Bak anlıyormuş işte! Dağı taşı, ineği kuzuyu da anlıyormuş, rengi, dokuyu, sanatı, enstelasyonu da anlıyormuş. Anlamasa da depoya atıyormuş.

Tabi sadece markete götürmekle olmuyor. Ciddi ciddi yöntemler var. Uzak Doğu’da çok eğiliyorlar bu sağ beyin hadisesine...

Yarın devam edeceğiz...

Dizi delileri için şahane site: Ekranella

Dizi manyakları için Elçin Yahşi şahane bir site kurmuş. Ekranella.com. Türkiye’de benzeri yok. Yerli yabancı ne kadar dizi varsa hepsini bölüm bölüm, sahne sahne didikliyorlar. Herkes bir diziden sorumlu. Her bölümden sonra zeki bir özet/gözlem/değerlendirme yapılıyor. Çok çok iyi yazılar var. Dil, yaklaşım, yorum, kesim, biçim hepsi çok iyi, çok başka. Ve sürpriz isim: Perihan Mağden. Bir “dizi freak” olarak iki yazı yazıvermiş. “Neo gerçekçi dizileriyle kutsal annelik takır takır yıkılıyor” ve “Aşinalığımızı kazandıkça güzelleşenler.” Lezzetle okuduk tabii, pek sevdiğimiz yazarımızı. Onun dışında Özge Doğan’ın yazılarını çok beğendim. A.Ş.K. dizisi hakkında yazıyor. Böyle bayağı bir dizi yargıçlığı yapıyorlar. Sadece dizi değil yarışmaları da değerlendiriyorlar. Bir süre sonra çok ciddi takipçileri olacak sitenin. Yeter ki kafasızlık beyinsizlik basmasın “okur yorumu” adı altında. Evet illa her yere sızacaklar. İlla ki ilan edecekler ne kadar moron olduklarını.. Neyse. O da başka bir durum.

Yazının devamı...

Kadından neden CEO olmuyor?

-Amerika ve İngiltere’de üniversite mezunlarının yüzde 60’ı kadın olmasına rağmen şirketlerin yönetim kurullarında kadınların oranı tüm dünyada %15’un altında. Türkiye’de aile bağlantısını saymadığımız zaman ortaya çıkan rakam yüzde 4.Yetişmiş yeteneğin yarısı kadınken, en üst karar mercii olan yönetim kurullarında kadın bulundurmamak yeteneğin yüzde 50’sini boşa harcamak demek.

- Yine Amerika ve İngiltere’de işletme yüksek lisansı yapmış üç bin mezun arasında yapılan araştırmaya göre okul başarısında kadınlar daha ileride olmalarına rağmen erkeklerin maaşı ve aldıkları terfi daha fazla.

- “Kadınlar ne gibi bir artı değer getiriyor yönetim kuruluna?” sorusuna karşılık “erkekler ne gibi bir artı değer getiriyor yönetim kuruluna?” sorusu hiç sorulmuyor.

- “Biz hiç ayrım yapmıyoruz, yeteneğe göre işe alıyoruz” diyen şirketler üst düzey pozisyonlara neden kadınların hiç başvurmadığını veya insan kaynakları şirketlerinden neden hep erkek yollandığını sorgulamıyor.

- “Ben hiç ayrımcılığa uğramadım” diyen kadınlara şu soru soruyu da sormak gerek: “Aynı yetenekte ve tecrübede olsaydın daha üst düzeyde ve daha yüksek maaşla çalışma imkanın olur muydu?”

- Karar mekanizmasında kadın olmamasını açıklamaya çalışanların en geçersiz argümanı şu: “Kadınlar şirketleri iyi yönetmez”. Halbuki durum şöyle: Yönetim kurulunda en fazla kadın bulunduran şirketler, en az kadın bulunduran veya hiç bulundurmayan şirketlere göre daha başarılı, hisse değerlerinin değeri yüzde 30 daha yüksek.

- Şirketlerin karar mekanizmasında ne kadar farklı ses çıkıyorsa o kadar kaliteli karar alınıyor. En çok yapılan espri şu: Tüm dünyayı krize sokan Lehman “Brothers” (biraderler), Lehman “Sisters” (kız kardeşler) olsaydı mesela, durum ne kadar farklı olurdu?

- Yönetim kurulunda neden kadın var sorusunu şirket sahipleri “çünkü dünyanın yarısını erkekler yarısını kadınlar oluşturuyor. Gayet normal değil mi?” demiyor. Dedikleri daha çok şu: “E ürünlerimizin alıcısı kadınlar. Onları daha iyi anlamak için kurula kadına sokmamız gerekiyordu”. Yani ürünlerinin alıcısı erkek olsa kadınlar yine umurlarında olmayacaktı.

- Bir de “kraliçe arı sendromu” var. Bir kadın üst düzeye gelip kabul gördükten ve bunun keyfini çıkardıktan sonra etrafında aynı düzeyde bir başka kadın daha görmek ve kadın ayrıcalığını paylaşmak istemiyor.

- Kadınların oyundan düşmelerinin en büyük nedenlerinden biri çocukları ve ailevi öncelikleri. Bir erkek işi uğruna çocuğunu aylarca hatta yıllarca gör(e)memeyi normal, hatta marifet sayabiliyorken böyle bir şey bir kadının aklından bile geçmez. İş dünyası gaddar (ve sorumsuz) babalara göre tasarlandığı için kadınlar “başlarım kariyere” diyebiliyor veya böyle deme ihtimalinden dolayı baştan üst pozisyona getirilmiyor. Kadının gaddar anneleşmesi yerine oyunun kurallarının değişmesi gerek.

Yazının devamı...

Bir çocuğa bakmak ne işe yarar?

Geçen günkü sapık parfümeri alışverişini saymazsak (resmen hipnotize oldum arkadaş!) fark ettim ki artık sadece Piti için alışveriş yapıyorum... Ve hepsi de güvenlik ve sağlık için! Merdiven kapısı, yatak kenarı bariyeri, çekmece kilidi, yirmi üçüncü pişik kremi.. Kendime gidip bir pantoloncuk olsun almak canım istemiyor. (Mevcut olanlara sığamadığım halde...)

Marketten alışveriş yaparken bebek/çocuk temalı dergiler dikkatimi çekti bir ara. Kapaklarında ünlü (ve zayıf) kadınlar annelik hakkında bir şeyler söylemişler.. “Dünyaya bakışımı değiştirdi...” “Sabrı öğrendim...” “Karşılıksız sevgiyi tanıdım...” “Hayatım mana kazandı...” “Onunla büyüyorum...” Bla bla bla...

Durdum durdum ve şunu dedim kendime: “Artık benim de annelik hakkında ileri geri, zırva sapan konuşma hakkım var”. Yi-ho-hayt! Bunun beni ne kadar mutlu ettiğini anlatamam... Zira bu memlekette her doğuran (ne kadar dummkopf olursa olsun), illa bilgece (olduğunu sandığı) bir laf yumurtlama hakkını kendinde görür. Ve daha fenası bu da (başlar hafif yana eğik, yüzde zarif bir gülümseme “ya ya.. di mi...” cevaplarıyla) takdir, sevgi, saygı ve teşvik görür. (179 “Anneler klişeliyor” hattı)

Bugüne kadar bu mecrada at koşturamıyor olmanın derin hicabını ve noksaniyetini duyuyordum. Artık benim de o ünlü (ve zayıf) kadınlardan bir eksiğim kalmadı. (Hatta fazlam var: 10 kilo ve 2 beden heh heeee!)

Doğurmamış olabilirim, hatta o kadar kilo da vermemiş olabilirim ama 5 aydır benim evimde de bir bebek var... Resmi statüm “Koruyucu Aile” olduğu için bazıları hâlâ çocuk sadece hafta sonları eve geliyor sanıyor ama hayır arkadaşlar! İki gofret, üç giysi annesi değiliz! Yavru 7/24 bende! Beraber yatıyoruz, beraber kalkıyoruz. Doktoru, giyimi, kuşamı, yemesi içmesi, tatili, denizi, güneşi hepsi benden. Yani sizin çocuğunuz neyse benimki de o. Her hafta yeni bir numara!. (Bugünkü numarası: el sallayana el sallamak...) Zorla elimden almadıkları sürece bırakmayı da asla düşünmüyorum.

İyi anladık, lafı uzatma. Ne öğrendin?

Açıkçası bir şey öğrenmedim.

Çok güzel kokuyorlar, çok çabuk hasta oluyorlar, tahmin ettiğimden daha fazla sıçıyorlar, çok büyük bir hızla büyüyorlar ve zekâları da yine tahmin ettiğimden daha hızlı gelişiyor. Bir de komik de olabileceklerini gördüm. Benimki beni sürekli güldürüyor.

Ama bunlar “öğrenme” klasmanında şeyler değil. Ne hayatım değişti ne düşünce şeklim...

Bir tek şey hissediyorum:

İşe yaradığımı!

Bana yüzde yüz muhtaç bir varlığı yıkarken, giydirirken, doyururken sadece bu aklıma geliyor: Allah’ım bir işe yarıyorum!

Hayatım boyunca bir sürü haber yaptım, bir sürü yazı yazdım, bir sürü iş yaptım ama açıkçası ne kadar ve nasıl işe yaradığımı hiçbir zaman bilemedim. Belki de hepsi boştu, boşunaydı...

Şimdi öyle değil. Şimdi bir işe yarıyorum. Bunu bire bir görüyorum..

Ve insanı mutlu eden de galiba bu...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.