Şampiy10
Magazin
Gündem

Pazar notlarının gözünü yiyeyim!

Son zamanlarda magazin sütunlarında sürekli karşılaştığım haber şu: Bilmem kim, çocuğunu doğurmak için Amerika’ya gitti/çocuğunu doğurduğu Amerika’dan döndü.. Bu şu demek oluyor: Pek yakında sosyetede olsun şarkı/türkü/film dünyasında olsun Amerikan vatandaşı olmayan tek bir çocuk kalmayacak. Zira Amerika’da gidip doğurmanın manası o. Doğum yoluyla vatandaşlık kazanmak. Yani: “Beyaz Türk” olmanın koşulu bir çıta daha yükseldi! “Sarışın”, “mavi göz”, “uzun boy”, “ince bacak”, “dar kalça”, “kolej”, “sular seller gibi yabancı dil”, “aşırı özgüven” “yurtdışında eğitim” artık yeterli değil. Bir de ABD vatandaşı olmak gerekiyor. O my god, o my god... Hatta OMG!



“Daha ne yapayım? Kürt mü olayım?” Magazin Gazetecileri Derneği’nin o meşhur gecesinde ajitatif bir şekilde söylediği şarkılarıyla Ahmet Kaya’ya yapılan saldırgan hareketlerde payı olduğunu düşünen ve bundan dolayı özür dilemekten, nedamet getirmekten bir hal olan Serdar Ortaç sonunda böyle patladı. Harbiden daha ne yapsın? Öneriler: A) Başa bir poşu B) Kürtçe bir şarkı C) Diyarbakır’da konser. Şimdilik zor ama “olmaz” dememek lazım. Benim bildiğim Kürtler vefalıdır. Böyle bir jesti unutmazlar. Zaten BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş “Serdar Ortaç bana göre en samimi ve masum olanı. O pişmanlığını defalarca gösterdi. O ortamı hazırlayan medya, savcılar, sitem sorgulanmıyor, özür dileyen Serdar Ortaç’a vur da vur” dedi. Mamafih, Şivan Perwer ve İbrahim Tatlıses düeti (kimse kusura bakmasın ama) pek bir kötüydü. Daha iyi bir düet düzenlemesi Serdar Ortaç tarafından yapılabilir. Türk ve Kürt halkı daha iyisini hak ediyor.



“Hepiniz oradaydınız ulan...” “Hepiniz Gezi’deydiniz ulan...” “Hepiniz kızlı erkekli okudunuz ulan...” Devamı nasıl gelir bu söylemin? “Hepiniz seviştiniz ulan...” “Hepiniz kürtaj oldunuz ulan...” “Hepiniz pisliksiniz ulan....”

Şimdiden alışalım, beklentimizi yüksek tutmayalım.

Bu arada olur da Başbakanı aklamak isteyen kraldan çok kralcı biri varsa (ki mebzul miktarda var) hemen yardımcı olayım: “Ulan” Moğolca “kızıl” anlamına geliyor. Ulan Bator diye bildiğimiz Moğolistan başkentinin Moğolca söylenişi “Ulaan Baatar”. Kızıl Kahraman manasına geliyor. Sovyetler Birliği zamanında konmuş bir isim. Çok meraklısı varsa “başbakanımız aslında ulan demedi, kızıl demek istedi. Hepiniz oradaydınız kızıllar demek istedi” şeklinde bir savunma yapabilir. Hiçbir şekilde inandırıcı olmayacak üstelik başbakan anında yalanlayıp söz konusu gönüllü avukatı açığa çıkaracak ama olsun. Bir gün ödülünüzü alırsınız.



Başbakanımız “Ahmet Kaya’ya saldıranların hepsi daha sonra Gezi’de AKP’ye saldırdı” dedi ya. Şarkıcı türkücü takımının cibilliyetini tersinden hatırlatması iyi oldu aslında. Gördük ki o gün Ahmet Kaya’ya saldıranlar bugün AKP’ci. Aslında AKP’ci falan değiller. Sadece “iktidarcı”lar. O günkü iktidar (zinde güçler) anti demokratik, Kürt düşmanı, “Türkiye Türklerindir” olmalarını istiyordu, bugünkü ise tersini. Ben de şunu diyeceğim müsaadenizle: “Hepiniz yavşaksınız ulan!”. Teşekkür ederim. (Yavşak: Swahili dilinde mavi demek..)

Yazının devamı...

Ayasofya hem cami hem kilise olsun

Hiçbir fikrin, inancın, ideolojinin fanatiği olmadığım için anlamakta güçlük çektiğim bazı konular var. Bunların başında Ayasofya’nın yeniden cami yapılması konusu var. Ayasofya’da kılınacak bir namaz neden bir Müslüman için bu denli önemlidir açıkçası anlamıyorum.

Ayasofya, devlet eliyle yapılmış ilk Hıristiyan mabet. Bizans’tan geriye kalan en büyük bina. Hem dini önemi var hem de kültürel. İnşaası da bir devrin kapandığını gösteriyor, camii olması da.

Katolikler, Roma’daki mabetlere daha çok önem verirler ama bir Ortodoks Hıristiyan için Ayasofya, Kabe’den farksızdır.

Diyelim tarihte şöyle oldu...

1452 yılında Hıristiyanlar Mekke’yi ele geçiriyorlar ve Kabe’yi dev bir Hıristiyan mabedine dönüştürüyorlar. Duvarların hepsine ikonalar asılıyor, bütün revaklar İsa ve Meryem Ana resimleriyle boyanıyor, dört bir tarafına da çan kuleleri inşa ediliyor. Minareler de yıkılıyor. 482 yıl boyunca ayinler yapılıyor. Mekke’yi ziyaret eden bütün Hıristiyanlar oraya gidip mum yakıyor. Hıristiyanların, Müslüman alemine karşı bir zaferi olarak Kabe’nin “Hıristiyanlığı” kutsanıyor, yüceltiliyor. Bu arada Müslümanlar bundan büyük bir hicap duyuyor. Çocuklarına söyledikleri ninnilerinde bile “Kabe’nin geri alınması” temasını işliyorlar. Her Cuma namazı, Kabe’nin geri alınması, yeniden Müslümanların hac merkezi olması duasıyla kılınıyor. Kabe’nin Müslümanlaştırılması, Müslümanların haysiyet meselesi oluyor..

Sonra 1935’de, bir Hıristiyan lider, ne şiş yansın ne kebap diyerek Kabe’yi müze yapıyor. Müslümanlar çok mutlu olmuyor. Haysiyet yine yerine gelmiş değil. Ama, hac farizalarını belki tam olarak yerine getiremiyorlarsa da Kabe’nin kapıları en azından nötr bir şekilde onlara yeniden açılmış oluyor. Fazla ses edemiyorlar.

Hıristiyanlara da tarihi eser olarak ziyaret etmek kalıyor sadece. Şimdi böyle bir durumda kim Kabe üzerinde daha çok talepte bulunma hakkına sahiptir?

Bana göre Müslümanların.

Ama hayır! Ülkenin çoğunluğu ellerinde olan Hıristiyan fanatikler “hak” iddia ediyor. Kabe, yeniden kilise olsun, katedral olsun, manastır olsun diyorlar.



Fatih Sultan Mehmet’in Bizanslı Ortodoks Hıristiyanlar için milyonlarca kutsal ve kültürel manası olan bir kiliseyi camiye çevirmesinin nedeni neydi? Osmanlı’nın Bizans’a karşı zaferini taçlandırmak elbette. Aynı zamanda Müslümanların Hıristiyanlara karşı zaferini de taçlandırmak. O dönemin adeti buydu. Gayet sembolik, mana yüklü bir “zafer” ifadesi. Ayasofya’yı olduğu gibi bıraksaydı fethin ne manası kalırdı? İmparator olmanın keyfi nerede olurdu?

(Osmanlı ve Bizans aynı dinden olsaydı ne olurdu, bakın bilemiyorum... Latin’ler batıdan gelip İstanbul’u 60 yıllığına ele geçirdiklerinde Ayasofya’yı yağmalamış, değerli ne var ne yoksa İtalya’ya, kendi kiliselerine götürmüşlerdi.)



Şu an bazı Müslümanlar, neden Ayasofya’da yeniden namaz kılmak istiyor? Neden “işaretler havada görünüyor”? Adı bile Müslüman olmayan bir mabette kılınacak namazın kıymeti harbiyesi nedir? İstanbul yeniden mi “fethedildi”? Şehir, başka bir dine mensup başka bir devletten yeniden mi alındı? İstanbul’u “kaybettik” de yeniden mi “kazandık”?

Sormak istediğim şey şu: Hangi zaferi taçlandırmaya çalışıyoruz? Neyin rekabeti bu? Dinler arası bir şampiyona mı var?

Madem geçmişten gelen bir hak iddianız var ve Müslümanlık başka inançlara sözüm ona saygılı ise o vakit Hıristiyanların geçmişten gelen hak iddialarını ne yapacaksınız?



Benim teklifim şu: Ayasofya üçü birden olsun! Pazartesiden Perşembeye müze, Cuma günleri cami, cumartesi tatil, Pazar günleri da kilise.

Yapılacak olan Perşembe gecesi halı sermek, cumartesi günü de sandalye yerleştirmek... Yani ucuz “mevzuat böyle. İbadethane dışında kullanılamaz” numarasıyla değil hakkaniyetle yaklaşalım.

Bülent beye sevgilerimle...

Yazının devamı...

Yok yok... Kızlı erkekli eğitim büyük hataydı...

ŞefkatDer, 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü’nde, TÜİK, Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, barolar, meclis soru önergelerine verilen cevaplar, sivil toplum kuruluş ve akademisyenlerin araştırmaları ile basında yer alan haberlerden derlediği verilerle bir rapor yayınladı.

- Son bir yılda aile içi şiddet nedeniyle 15 çocuk öldürüldü, 20 çocuk intihar etti.

- 3 bin çocuk sokakta yaşıyor.

- 500 bin çocuk sokaklarda çalıştırılıyor.

- 10 bin çocuk dilendiriliyor.

- 250 bin çocuk son üç yılda suça bulaştı.

- 3 bin çocuk tutuklu ve hükümlü olarak cezaevlerinde.

- 75 bin çocuk bu yıl okula kaydolmadı.

- 130 bin kız çocuğu “gelin” oldu.

- 27 bin çocuk kayboldu.

- 500 bin çocuk hakkında adli işlem yapıldı.

- 70 bin çocuk tecavüze uğradı.

- Çocuklara karşı cinsel saldırı davaları son 5 yılda yüzde 400 arttı. Adalet Bakanlığı verilerine göre, çocuğa karşı işlenen cinsel taciz, saldırı ve istismar suçları ile ilgili davaların sayısı 2008’de yedi bin 500, 2009’da 13 bin 812 iken, 2011’de 18 bin 334, 2012’deyse 33 bin 992’e ulaştı.

- Tecavüz ve tacizlere uğrayan çocukların ailelerinin en fazla yüzde beşi adli mercilere başvuruyor. Yani yüzde 95’i hasıraltı ediliyor. Bu hesaba göre 2012 içinde en az 660 bin çocuğun cinsel taciz ve tecavüze maruz kaldığı varsayılıyor.

- Buna karşın 2012’de sadece 70 bin erkek çocuklara tecavüz ve cinsel istismardan dolayı yargılandı.



Durum bu... Ve bizim vekillerimiz ise “kızlı erkekli eğitim hataydı” diyor. Bütün bunlar kızlı erkekli eğitim yüzünden oldu di mi...

Evet. Tabii.

Yazının devamı...

İyi aile kızlarına yer yok

Şov bizınız dünyası 16 yaşında ve korkunç bir aile hayatı olan insanları istiyor. 16 yaşında olacak ama 18’im diyecek. “Ailem çok iyidir, birbirimizi çok severiz” diyecek ama babası annesini 9 yerinden doğramış olacak. Sonra da bunlar “yalanı ortaya çıktı” diye tek tek serpiştirilecek “vahşi yaşam” meraklısı Türk izleyicisine.

Bir kızcağız var “O Ses Türkiye” yarışmasında. Çok da güzel. Beğenildi de. Seçildi de. Sonra jürinin aklına yaşını sormak geldi. Zira genç gösteriyor. Biraz da yaşsız. “33” dedi. Gayet dürüst. Jürinin yüzü düştü bir an. Ay yaşlı buldular! Ay bilemediler! Ay pek bir şaşırdılar!

“Ne yapıyordun bu saatte kadar peki?”lediler... Ne yapacak? Okumuş, İngilizce öğretmeni olmuş, çalışmış. Sakin ama sağlam limana çekmiş kendini... YANİ? Yani senin kendi kızına da “yap” diyeceğin şeyi. Aman oku, iyi kötü bir mesleğin, bir vasfın olsun.

Daha da fenası kızın ailesi de pek düzgün. Annesi, anneannesi falan gelmiş, hanım hanım oturuyor. Pek güzeller, pek medeniler. Kimse kimseyi doğramamış, biçmemiştir bu ailede...

İnsan şunu fark ediyor: Bu yarışmalarda kör, topal, yaralı olacaksın. Ama tabii sadece manen. Yani bedenin sapasağlam ruhun paramparça olacak. Bir katliamdan ‘survive’ etmişsen mesela, en süper sensin. Yaşın ne kadar küçük geçmişin ne kadar “kanlıysa” o kadar işlerine yarıyorsun. Ama sadece onların işine yarıyorsun. Kendi işine değil!

Hiçbir ünlü çıkaramadı bu yarışmalar şimdiye kadar. Bir tek Barış Akarsu olacaktı sanki. O da ölüverdi genç yaşında. Firdevs’i hatırlayan? Abidin’i hatırlayan? Bayhan’ı hatırlayan? (Merak edene: Bayhan geçen günlerde çiğ köfteci dükkanı açtı. Abidin ise 9 yıl sonra bugünlerde albüm çıkardı. “Duy beni”. Rockmuş meğer tarzı. 9 yıldır Popçu “kimliğini” üzerinden atmaya çalışıyormuş. Pek uzun sürmüş popstar tozunu üzerinden atmak. Demek bir de negatif etkisi var...)

Bir tek jüri üyelerinin işine yarıyor bu yarışmalar. Hem de her şekilde. Reklamlardan servet götürmeler mi istersiniz, genç kadınlarla skandal evlilikler yapmalar mı dersiniz...

Ama yarışmacı isen 33 yaş... Ooo çokmuş...

Otuz üç yahu! Otuz üç!!! Ne ki?

Bundan daha büyük bir terör olabilir mi?

Yazının devamı...

Pazar notları

- İki seferdir aracına bindiğim taksici bana kanser olduğunu ve para topladığını söylüyor. Numara da hep aynı başlıyor. Telefonda güya annesiyle konuşuyor ve diyor ki: “Tamam anne... Az kaldı. Toplayacağız inşallah. Allah izin verirse ameliyatımı olacağım ve iyileşeceğim inşallah... Üzülme anne... Tamam anne...” Telefonu kapadıktan sonra “hayırdır?” dersen sana acıklı bir kanser hikâyesi anlatıyor. Çok pahalı bir ameliyat için para topladığını söylüyor. Meğer bu son zamanların en büyük numarasıymış. Kime anlatsam “aa benim de başıma geldi.. Hatta fazladan 20 lira verdim” diyor.

- Bir başka dolandırıcılık da engelliler adına aradığını söyleyen ve tiyatro bileti satmaya çalışan bir çete tarafından yapılıyor. Ezkaza “peki” dersen yarım saatte kapına bir kurye geliyor, eline bir bilet tutuşturuyor ve senden 50 lira alıp gidiyor. Ben, gazeteci olduğum için bana davetiye yollayacaklar sanıp adresimi verdim. Kapıya gelen kurye 50 lira isteyince “hadi kapıma kadar gelmiş, bir yardımım oldun” diyerek 50 liramı kaptırdım. O kadar da utanmazlar ki bir kere tufaya geldiysen her ay arıyorlar. Önce (salak ben) kibar kibar “ben sıramı savdım, başkası yardım etsin” diyordum. Ama meğer ne öyle bir tiyatro varmış ne bu paralar engellilere gidiyormuş. Şimdi bir kez daha aramalarını istiyorum.

- Bir de akordeon çalan Romenler var... En zavallılar bunlar aslında o nedenle dolandırıcı diyemem. Ama numaraları şu, kapıya çıkıp üç beş kuruş para verdiysen yarım yamalak Türkçeleriyle çocuklarının ağır astım hastası olduğunu anlatıyorlar. Bir sefer verdim. Fakat sonra her akordeon çalan aynı şeyi söylemeye başladı. Dediğim gibi dolandırıcı diyemem onlara ama sadakalarını üç beş arttırmak için böyle bir hikâyeleri var. Ben yine de üç beş kuruş para vermeye devam ediyorum zira sokaklarda akordeon sesini duymayı çok seviyorum.

- Körler orkestrası... Belirli köşelerde, son sesine kadar açık hoparlörlerle hayatımda duyduğum en kötü müzisyenlik ve şarkıcılık performansını sergiliyorlar. Önlerinde de bir tabela “Belediye’den izinlidir”. Bu kadar kötü müzik icra edenlerin körlüğünden de şüphe ediyorum. Yine de temkinli konuşayım ama asla para vermem.

- Benim aracımı, sırf hafif ticari diye her köprü girişinde durduran trafik polisi, (üstelik muayene ücreti olarak da 250 lira bayılmışım daha geçenlerde) egzozuna özel gürültü arttırıcı ve patlama sesi çıkarıcı alet takmış motorsikletleri neden durdurmaz ve trafikten men etmez? Ayrıca bu tarz aletleri aracına takan insanlar nasıl yaratıklardır? Eskiden sinir oluyordum şimdi bebeği uyandırıyorlar diye dövmek istiyorum. Olur da girişirsem ve adam beni mahkemeye verirse tahrik indirimi alır mıyım?

- İnsanı en çok korkutan şey anı ses patlamaları. İnsanın en çok sinirini bozan da gürültü. “Sessiz şehir yaratmak” diye bir hedefi olan bir belediye başkanı adayı olacak mı acaba? Neden bu, önemli bir konudan sayılmaz? (Bağıra çağıra seçim propagandası yaparken “sessiz şehir” vat etmek de bir hayli ironik ya neyse...)

- “Pazar notları” olmasa bir konu bulup bir kompozisyon topaçlayamayan köşeciler ne yaparmış?

Yazının devamı...

Mutsuz İstanbulluyu kim tedavi edecek?

Yerel seçimler yaklaştığı ve yeni belediye başkanlarımızı seçme arifesinde olduğumuz bu günlerde şunu düşünmeye başladım...

Koca bir şehir ki neredeyse herkes mutsuz. Herkes öfkeli, herkes sinir krizinin eşiğinde. Sıradan bir İstanbullunun hal ve davranışlarını listeleyip Amerikalı bir psikiyatriste göstersen “çok çok acil ‘öfke kontrolü’ ve ‘antidepresan’ tedavisine başlaması gerekiyor” diye not düşer. Harbiden normal değiliz. Hiçbir zaman olmadık ama artık iyice ayyuka çıktı. Avrupa’da aynı şekilde çalışsalardı, İstanbullu taksicilerin hepsinin ehliyeti “öfke kontrolü yapamadığı” gerekçesiyle bir daha geri vermemek koşuluyla alınırdı.

Bir şehrin yaşanılır olmasının elbette en önemli koşulu alt ve üst yapısının düzgünlüğüdür. Avrupa’da bu taksicilerin hemen hemen hepsinin ehliyetleri “aşırı öfkeli davranış” nedeniyle alınırdı evet ama oradaki hiçbir taksici de bu çıldırtıcı trafikle boğuşmuyor. Güzergâhı üzerinde illa ki gözlerini ve ruhunu dinlendirebileceği bir yeşillik, bir açık alan oluyor. Günde 12 saat aralıksız, üstelik çok az bir kâra çalışmıyor..

Ancak yine de şunu söyleyeyim: Sebepli veya sebepsiz karşındakine düşmanca davranmak “bulaşıcı” bir şey ve İstanbul bu “salgın hastalıktan” kıvranıyor durumda. Öfkeli ve egoist olmak bir İstanbul tarzı oldu. Her hangi bir aksaklıkta söze “kavga” ile başlamak normal kabul edilir oldu. En şık, en lüks, en pahalı restoranda veya mağazada bile, dünyanın parasını veriyor olsan bile alıp alacağın her yeri dökülen gecekondu bir nezaket. O da ilk anlaşmazlıkta anında buhar olur gider. On binlerce AVM’miz, sevimsiz suratsız yardımsevmez “maaaalesef haaanfendi”ci tezgahtarlarla dolu. Bir önceki müşterinin dedikodusunu iş arkadaşıyla bağıra çağıra yapar, senin bundan alınabilme ihtimalini ise hiçe sayar.

Ve bu “kavgalı hal hastalığı” sınıf ayrımı da yapmıyor. Eğitimli eğitimsiz, zengin fakir, dindar, dinsiz, kadın erkek, yaşlı genç herkesi pençesi altına almış durumda. Sadece trafikte değil! Her an, her yerde, her koşulda. Cenazede kavga edebilen insanlar olduk. O derece.



Peki ne yapmalı?

New York, 90’lara kadar dünyanın en kaotik şehriydi. Suç kol geziyordu. Geceleri sokağa çıkmak için insanın aklını peynir ekmekle yemiş olması gerekiyordu. Şehir bilhassa 90’lı yıllarda yaşanılmaz bir yer haline gelmişti. Sokaklar çöp yığınlarıyla doluydu. Her yerde porno ilanları vardı. Fuhuş almış başını gidiyordu. Uyuşturucu gayet rahat satılan ve kullanılan bir şeydi. Havası kirli, suyu kirli, insanı kirli, bakımsız bir şehirdi. Ve en kötüsü herkes herkesten şüpheleniyor, herkes herkesi düşmanca görüyordu.

1994’de belediye başkanı Giuliani oldu. İlk olarak polis gücünü anormal bir şekilde arttırdı ve suçla mücadele etti. Şehri temizledi. Hem suçtan, hem çöpten, hem dilencilerden, hem uyuşturucudan, hem bakımsızlıktan, hem vandalizmden... Şehrin birçok yerinde “kentsel dönüşüm” başlattı. Çok eleştirildi ama New York 2000’lerde gelindiğinde başka bir şehir oldu. ABD’nin en güvenli büyükşehirlerinden oldu.

Ancak mesele sadece bu değildi. Şehirdeki bu muazzam değişime insanlar da katkıda bulundu. “Daha nazik, daha dostça, daha güler yüzlü bir şehir yaratalım” kampanyaları başladı. Kamu spotları, reklamlar bu fikir üzerinden yürüdü. 2001’deki korkunç saldırı ve İkiz Kulelerin yıkılışından sonra da “dayanışma”nın ne kadar önemli olduğu çok daha iyi anlaşıldı.

Başımıza böyle bir felaket gelsin demiyorum. Allah Korusun. Ancak bu yaz Gezi ile beraber bir aycık bile olsa çok farklı, çok nazik bir İstanbul olabileceğini gördük.

Demek istediğim şu: Bu şehrin yollara, mollara, rahat bir trafiğe ihtiyacı var elbette ama daha çok ihtiyaç duyduğu “nezaket”. Bir belediye başkanı da keşke bunu vaat etse...

Yazının devamı...

Atatürk olmasaydı savları “ileri zeka” şampiyonşip

İki gün önce “Galiba ‘Atatürk olmasaydı’ yarışması açıldı ve ilkokul 1 seviyesindeki beyinler yarışmacı kabul edildi” demiştim ama zeka seviyesi konusundaki fikrimi şu tweeter “atışmasından” sonra değiştirdim.
A: Atatürk olmasaydı peygamberimiz Hz. Muhammed olmazdı. O kafanıza sokun şunu.

B: Asıl peygamber efendimiz olmasaydı bırak Atatürk’ü, kainat olmazdı. Bilmiyorsan öğren bre cahil.



Eyvah eyvah eyvah! Al birini vur ötekine.. Hangisine ne anlatacaksın?

Hey güzel Allahım!

Kainatı yaratan peygamberler, peygamberlerin varlığını borçlu olduğu siyasi liderlerÖ İnsanlar nelere inanır oldular böyle? Bilgi ve zeka seviyemiz ilkokul 1’i geçemeyecek mi? İnsanlık ve zekası nereye kayboldu? Peki bunların birbirlerini cahillikle suçlamalarına ne demeli?

Daha kaç 10 Kasım bu zırvalıklara tahammül edebiliriz?

Dahası: Ne yazarsan yaz ya A’nın kampından ya da B’nin kampından sayılmanın dayanılmaz sıkıcılığına ne demeli?

Dünya yıkılıyor biz kızlı erkekliyi tartışıyoruz

Filipinler’de şimdiye kadar kaydedilmiş en büyük tayfun felaketlerinden biri oldu, ülke yerle bir oldu, 2 bin 500 kişi öldü, 5 yüz bin insan aç ve açıkta, 4,5 milyon insan etkilenmiş durumda, bütün dünya yardım etmeye çalışıyor ama Türkiye’de bundan kimsenin haberi yok! Kimse haber yapmıyor, kimse ilgilenmiyor. “Kızlı erkekli” bir zırvalıktır gidiyor..

Başbakan harbiden lüzumlu lüzumsuz sürekli konuşuyor. Onun her konudaki beyanatlarını bir grup insan durmadan savunmak durumuna kalıyor bir grup insan da sürekli eleştirmek. Gazetelerde, televizyonlarda, sosyal medyada başka hiçbir şey göremiyorsun.

Bu nasıl bir içe kapanıklık, zavallılık ve özgüven kaybıdır böyle?

Bizans ile ilgili pek sevilenbir anekdot vardır. Osmanlı surlara dayanmış şehrin kapılarını kırarken, ruhban sınıfı güya meleklerin cinsiyetini tartışıyormuş.

Şehir güm güm top atışı altındayken, gökten cehennem gibi ok yağarken, meleklerin cinsiyetini tartışan elbette olmamıştır ama dünya, iklim değişikliğinden yıkılırken Türkiye hakikaten BUNU yapıyor iyi mi!

Yazının devamı...

CHP ve Dimitri’ler Yorgo’lar...

Galiba “Atatürk olmasaydı” yarışması açıldı ve ilkokul 1 seviyesindeki beyinler yarışmacı kabul edildi.

CHP milletvekili Muharrem İnce: “Atatürk olmasaydı adımız Yorgo, Dimitri olacaktı” dedi dün. İnsan başkalarına nasıl bakıyorsa başkalarını da elbette öyle görür. Yunan Türk savaşında Yunanistan kazansaydı durum ne olurdu bilemeyiz. (Batı Trakya’da Müslüman Dimitri var mı?) Ama CHP’nin, yüzlerce yıldır İstanbul’da yaşayan, Osmanlı vatandaşıyken Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan ve Lozan Anlaşması gereği eşit vatandaşlar olarak yaşaması gereken Yorgo ve Dimitri’lere ne yaptığını çok iyi biliyoruz.

1928 - “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası: Hukuk öğrencilerinin başlattığı, hükümet (CHP) destekli, Yorgo’ların Dimitri’lerin kendi dillerini konuşmalarını engellemeyi amaçlayan bir kampanya. Kampanya sırasında bazı ilçelerde Türkçe dışında başka dil konuşan insanlara para cezaları verilmiş. Darbeden sonra 1960 yazında tekrar hortluyor. Ama turizm nedeniyle fazla sürmüyor.

1942 - Varlık vergisi ve Aşkale (Erzurum) Toplama Kampı: İstanbul’daki sermayenin Gayrimüslimlerden Müslüman Türklere “hileyle” geçmesi için uygulanmış hakkaniyetten ve adaletten yoksun bir vergi ve bu vergiyi ödeyemeyenlerin yollandığı Hitler’in toplama kamplarından örnek alınıp yapılmış sözde cezalandırma kampı. “Yorgo”, “Dimitri”, “Moiz” ve “Kevork”ların mallarına değerinin 3 katı vergi konuldu. Satsa dahi vergisini ödeyemez hale getirildi. Gece yarıları palas pandıras yapılan hacizlerle hem malları ellerinden alındı hem de “Yorgo”lar “Dimitri”ler Nazi model kamplara sözüm ona çalışmaya yollandı.

1964 - Yunan vatandaşlarını “ajan” diye sınır dışı etme: Atatürk ve Venizelos arasında 1930 yılında imzalanan anlaşmaya göre her iki ülkenin yurttaşları iki ülke içinde ticaret yapma, oturma, mal, mülk edinme hakkına sahipti. Osmanlı zamanında uyruk değiştirmiş birçok Rum vardı. Anlaşma nedeniyle Yunan vatandaşları doğup büyüdükleri İstanbul’da kalmaya ve yaşamaya devam etti. Kıbrıs’ta Türk ve Rum kesimleri arasında gerginlik oluşmaya başlayınca İsmet İnönü, Yunanistan’ı dize getirmek için 34 yıl sonra anlaşmayı bir gecede iptal etti. Yunan uyruğunu koruyan 12 bin 500 İstanbullu Rum “Kıbrıs olaylarıyla ilişkileri var” gerekçesiyle mallarına el konularak sınır dışı edildi. Bu kişiler arasına 80 yaşında yaşlılar da vardı. Onlarla evli olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı aileleri de mecburen gitmek zorunda kaldı.

1964 - İmroz faciası: Çoğunluğun Rum olduğu o zamanki adıyla İmroz Adası’nın Lozan anlaşması gereği özerk olması gerekiyor. Ancak CHP 1927’den sonra anlaşmaya uymuyor, özerkliği alıyor, okullarını devletleştiriyor. Yine CHP, 1942’de varlık vergisinden sonra Rumların mal edinmesini yasaklıyor. Adaya Karadeniz’den Türkler yerleştiriyor. 1961’den sonra eritme politikası başlıyor. Okulları kapatılıyor. Rumların mal edinmesi yasaklanıyor. 1964’de açık cezaevi açılıyor. Memleketin ne kadar suçlusu varsa serbestçe dolaşsınlar diye oraya yollanıyor. Gelen mahkumlar tecavüz, hırsızlık, darp ve hatta cinayet gibi suçlar işler, işlemeleri “teşvik” edilir. Yetmez “üretim çiftliği” bahanesiyle adanın ekilebilir arazisinin yüzde 90’ı sözüm ona “istimlak” edilir. (Yumurtanın tanesinin 25 kuruş olduğu yıllarda metrekareye 8 kuruş vererek. Yani bir dönüm arazi bir sepet yumurta fiyatına!) 1970’de adanın adı değişir, Gökçeada olur. Türkiye’nin her yerinden aileler zorunlu olarak adaya yerleştirilir, kalan mallar gelenlere “hediye” edilir.

1971- Heybeliada’daki Ruhban okulunun gerekçesiz kapatılması.

1974: Kıbrıs olayları nedeniyle kalan Dimitri ve Yorgo’ların da göçü çeşitli vesilelerle hızlandırılması.

CHP’nin Yorgo’lara Dimitri’lere yaptığı işte budur. Demokrat Parti’de aynı “pogrom”a dahil olmuştur. Devlet memuru olamıyor olmaları gibi türlü gizli ayrımcılıklara daha girmedim bile... Bir de şu var: Dün bir YORGO (Yunanistan’ın eski başbakanı Yorgo Papandreu) Gezi’ye bir ağaç dikti.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.