Şampiy10
Magazin
Gündem

Mülâan günlerinde aşk ve yemek!

Olur mu? Olmaz herhalde. Ya gündeme sapına kadar alakasız olacaksın veya daha heyecanlısı:

Olanlar karşısındaki duygularınız ve düşünceleriniz o kadar bire bir aynı olacak ki, birbirinize âşık olmadan duramayacaksınız! Balkonlara çıkıp çıkıp “Bu Başbakanımıza yapılmış bir komplodur...” diye bağıracaksınız mesela... Veya parkalarda, “Bu hükümetten kurtulsak var ya dünya cennet olacak ve biz sonsuza dek mutlu olacağız..” diyeceksiniz veya.. Sonra da mutlulukla birbirinize sarılacaksınız. “Ruh ikizimi sonunda buldum” diye.

“Mülâan günlerinde aşk” biraz zor ama “yemek” pekala mümkün. Yemek esnasında bol bol tartışır memleketi kurtarırsınız hem.

Da bu şahane sohbetlerin yemekleri ne olmalı?

Cemaatten yanaysanız “maklube” deli bir fikir. Fethullah Gülen’in en sevdiği yemekmiş. O yüzden cemaat yemeklerinde illa maklube oluyormuş. (Arapça anlamı “dönüştürülmüş”. Et, pilav, patlıcan ve bolca baharattan oluşuyormuş. Görsel zenginliği de var. Bütün bu malzemeler kat kat)

Yok arkadaş ben başbakandan yanayım diyorsanız o vakit son derece sade ve sağlıklı bir sofra kurmanız lazım. Şeker yok, ekmek yok, nişasta yok.. Kırmızı et de yok. Bol bol sebze! Hem de brokoli..



Lafı bir yemek kitabına getireceğim. İstanbul Culinary Institute (İstanbul Yemek Enstitüsü) bugüne kadar gördüğüm en şahane yemek kitabını çıkartmış! Üç boyutlu! Sayfaları açıyorsun ve önüne “pop up” bir sofra açılıyor! Bir tabakta vişneli sarma, bir başka tabakta kalamar dolması, hemen üstündeki tabakta pideli köfte!

“Pop up” denilen tekniği oldum olası sevmişimdir. Çocuk kitaplarıyla sınırlı olmasına da her daim üzülmüşümdür. Bir yemek kitabında kullanılmış olması çok hoşuma gitti.

İstanbul Culinary Institute çok beğendiğim bir kuruluş. Kendilerini “bir yemek eğitim ve üretim merkezi” olarak tarif ediyorlar. Hem yemek kursları veriyorlar, hem sektöre eğitimli aşçı yetiştiriyorlar hem de şahane bir lokanta işletiyorlar Meşrutiyet Caddesi üzerindeki binalarında. Mönüleri zengin: Balkanlardan Ortadoğu’ya. Kural şu: Mevsim meyve ve sebzelerinden hazırlanacak. Bunun için Saroz körfezi kıyısında çiftlikleri bile var.

Kitap hakikaten çok eğlenceli. Endüstri tasarımı, zevk, gusto, yaratıcılık ve lezzet hepsi bir araya gelmiş. Ama daha önemlisi aşçılığın esas kısmı olan sos, et suyu, balık suyu, aromalı yağlar, soğan marmeladı gibi detayları öğretiyor olması. Sana “git marketten mayonez al gel!” demiyor. Sana yapmasını öğretiyor.

Benim favorim kış sofrasından çıkıp gelen “kuzu mutancana” oldu. Kuru kayısılı, bademli, kuru elmalı, sumak ve ballı şahane bir et yemeği. Onun da anlamı “tencere yemeği” imiş.

Maklube yerine mutancana da olur yani. Yok ben öteki taraftanım derseniz vişneli pazı sarma da şahane görünüyor.

Yazının devamı...

Bi durun da!

Bir insanın akıl sağlığı artarda kaç flaş flaş flaş haber kaldırabilir? Kaç yalan, kaç dolan açıklamaya dayanabilir. Harbiden soruyorum.

Arkanı dönmeye gelmiyor!

Bir bakıyorsun ayakkabı kutusu, ayakkabı kutusu paralar bulunuyor evlerde. Sonra bakıyorsun kasalar dolusu dövizler bulunuyor. Sonra villa parası, imam hatip bağışı gibi saçma sapan açıklamalar geliyor.

Sonra bir bakıyorsun istifalar istenmiş! Aaa! Sonra bir bakıyorsun gece yarısı kabine yenilenmiş, Egemen Bağış açığa çıkmış. A sonra bir bakıyorsun Çevre ve Şehircilik Bakanlığı (Türkiye’de olmayan iki şeyin bakanlığı yani) giderayak sıkı bir ayar çekmiş. (“Ben yapmadım Miki yaptı”). Sonra bir bakıyorsun savcı görevden alınmış. Sonra bakıyorsun HSYK birbirine girmiş!

Arada Adnan Şenses ölmüş, kimsenin haberi yok!

Aaaaa ama!

Harbiden takip etme gücüm kalmadı.

Burada bir çocuk bakıyoruz arkadaşlar! Ben kaka rengine göre mutluluk/ sıkıntı/ uyku süresi/ gerekli su miktarı gibi hayati şeyleri saptama konusunda uzmanlık geliştirirken Mummy Brain’im (kafası keçeleşmiş anne beyni) daha ne kadar zorlanabilir!

Bi durun da!

Harbiden durun!

Gavur milleti Noel tatiline girdi, bizim de acilen bir tatil yaratmamız lazım!

Bayramlardan bire öne alınsın... Ramazan olmaz, öncesinde oruç tutumak lazımdı, kurban da olmaz, daha yeni oldu sayılır.. O zaman durduk yerde bir bayram yaratalım! “Sükût” bayramı mesela. İçine dönme, Allah şükretme ve sessizlik temalı bir bayram olsun. Kimsenin kimseyle görüşmediği, sosyalleşmenin yasak olduğu o nedenle sosyal medyanın da günah olduğu bir bayram olsun.

Gazeteler de çıkmasın hatta o hafta! Haber, yorum falan bunların hepsi bu Sükût bayramı sırasında mekruh olsun.

Başka hiçbir şey kurtaramayacak bizi...

Zira biraz daha bu şiddette devam edersek yemin ederim herkes hararet yapan arabalara dönecek. Şanjman, segman ve gömlek dağıtma... Akla ne gelirse olacak.

Bir millet, bir yıl içinde iki kere üst üste yalan dolan ve manipülasyon bombardımanına dayanamaz. Gaz bombasına dayanır, tazyikli suya dayanır , çadır yakılmasına dayanır, Kazlıçeşme mitingine dayanır, orman talanına dayanır ama yalan dolan açıklamalara dayanamaz. Bu kadar dayanıklı değiliz biz. 12 Eylül döneminde bile bu kadar absürt olmamıştı durum.
Bi durun harbiden..

Skandal sayesinde gelişen Türkçemiz

- Bir görevin birinin uhdesinden alınması: Savcı Akkaş, görevden alınmasını böyle ifade etti.

- Duyguların sinede kalması: Fethullah Gülen’in akıllarda en çok kalan romantik bedduası.

- Beddua değil mülâan!: Fethullah Gülen’in yaptığı şeyin bu olduğu açıklandı.

- Mülâan değil mübahele!: Başka birileri de böyle açıkladı.

- Lanetleşme: Meğer anlamı da buymuş. Daha önce duymadığımız bir kavram...

Yazının devamı...

Noel ve Kutlu Doğum Haftası

Bugün Noel.

Dün sabah marketten alışveriş yaparken, bizim mahallenin kilisesinin çanları çalmaya başladı. Her sabahkinden farklıydı. Uzun uzun, sık sık ve güçlü güçlü çalıyordu.

Markette alışveriş yapan kadınlar birbirlerine sordular. “Ne oluyor bu kiliseye? Biri mi ölmüş?”. “Yok” dedim... “Muhtemelen İsa’nın doğum günü için olmalı. Noel yani...”

“Haaa” dediler. “O bugün müydü?” Bir çocuk “Noel ne? Kutlu Doğum Haftası gibi bir şey mi?” dedi. “Hah!” dedim “Aynen öyle... Hıristiyan versiyonu”

Hakikaten de ne kadar benzer Noel ile Kutlu Doğum Haftası!

Sanmayın ki İsa kendi zamanında doğum günü kutlayıp pastadaki mumları üflüyordu. İlk Noel kutlaması İsa’dan 300 yıl sonra yapılıyor. Ondan önce böyle bir adet yok. Hatta böyle bir şeyi yapmak günah kabul ediliyor.

Kaldı ki 25 Aralık’ın İsa’nın doğum günü olması da pek mümkün değil. Zira İncil’de İsa’nın doğumu sırasında çobanların kırda, sürülerinin başında olduğu yazar. İsa doğunca civardaki çobanların yeni doğan bebeğe bakmak için mağaraya gelmişler. Bu, ilkbahar, yaz veya sonbahar aylarında olabilir ama kış aylarında olmaz. Zira kışın sürüler kırda bayırda olmaz. Dahası İsa doğduğunda nüfus sayımı varmış ve o dönemde nüfus sayımları da ancak yaz aylarında yapılıyormuş.

Peki o vakit neden 25 Aralık’ın İsa’nın doğum günü olarak kutlanmasına karar verilmiş?

İki iddia var. Birinci iddia şu: Papazlar, İsa’nın anne karnından “çıktığı” değil (daha kutsal ve mucizevî olduğu için) anne karnına “düştüğü” günün kutlanmasına karar vermişlerdir aslında. O nedenle doğumundan 9 ay 10 gün öncesine gitmişlerdir. Ama insanlar “rahme düşme” ve “doğumu” zaman içinde karıştırmışlar.

İkinci iddia ise bambaşka. Hıristiyanlık, çok tanrılı başka bir dinin içinde yaygınlık kazanmaya çalışmış bir din. Rakibi Zeus ve diğer tanrılar. İster istemez “ikame” etmek zorunda kalmış. Denizcilerin tanrısı (Poseidon) yerine onları koruyan aziz (Aya Nikola) ikamesi mesela çok güzel bir örnektir. Çok tanrılı zamanda 25 Aralık, büyük şölenlerle kutlanan bir gün. Hem de binlerce yıldır. Ta Babil zamanından beri. Güneş tanrı Mithras’ın günü. Çok tanrılığın hafiften solmaya başladığı M.S. 300 yıllarında aynı günü başka bir bayrama dönüştürmek Hıristiyan papazların akıllıca bir stratejisi. İnsanlar madem bir şey kutlamak istiyor, al sana güneş yerine İsa’nın doğumu!

Tam da bu nedenle, yani bir Pagan geleneği olduğu için, bazı Hıristiyanlar Noel’i kutlamayı reddeder. Hatta 1659’da Amerika’da bazı yerlerde bir süre için yasaklanmış bile!

Kutlu Doğum Haftası da bildiğiniz (veya muhtemelen bilmediğiniz) gibi 1989’da Türklerin icadı bir kutlama. Dünyadaki diğer Müslümanların böyle bir haftadan haberi yok. Önceden beri var olan Mevlid (peygamberin doğumu) kandili. Sünniler ve Şiiler farklı günde kutlasa da böyle bir gün zaten var. (Türkiye’de 2. Selim’den itibaren yerleşen bir gelenek). Ancak modern Müslümanlara bu yeterli gelmiyor ve Noel’e benzer bir görkemde kutlama olması için “Kutlu Doğum Haftası” yaratılıyor. Çeşitli sebeplerle haftayı 20-27 Nisan’a sabitlemeye karar veriyorlar. Ancak 23 Nisan Egemenlik ve Çocuk Bayramı’na alternatif bir kutlama olduğu gerekçesiyle (aynı gün kuran okuma yarışması yapılınca) askerler rahatsız oluyor. Onun üzerine bir hafta öncesine alınıyor. AKP iktidarıyla beraber “hafta” yaygınlık kazanıyor, okulların müfredatına giriyor. Resmi gazetede o gün neler yapılıp neler yapılmayacağı bile yayınlanıyor. Ve bir gelenek başlatılıyor. İki yüz yıl sonra meraklısı dışında belki de kimse bunun böyle başladığını bilmeyecektir. Tıpkı 1700 yıl sonra Noel’ın nasıl başladığını çoğunluğun bilmediği gibi.

İlginçtir ama bizim dini bütün bazı belediye başkanlarının nefret odağı Noel babanın bu konuyla hiç ilgisi yok iyi mi... O, günümüzün tüketim manyaklığından çok uzak, kendi haline bir adamcağız(dı) aslında...

Yazının devamı...

De facto Ekümenik

Geçen haftanın “ayakkabı kutusunda rüşvet” depreminden dolayı pek kimsenin söz ed(e)mediği bir hadise yaşandı Türkiye’de. Rum Ortodoks Patriği Bartolomeos, Boğaziçi Üniversitesi’nden fahri doktora unvanını aldı. Doktorası “Ekümenik Patrik” olarak takdim edildi.

Fahri doktora unvanları “kripto” gibidir. O dönemki konjonktürü anlatan bir çeşit şifre, akrostiş, define haritasıdır.

Patrik Bartolomeos’a verilen bu unvanın deşifresi ise “eşitler arasında bir ilk” mertebesinde.. Teker teker gidelim:



- Dünyanın birçok ülkesinin kurum ve üniversitesinden sayısız nişan ve fahri doktora unvanı almış olan Rum Orthodoks Patriği Bartolomeos, ilk defa bir Türk üniversitesinden fahri doktora unvanı almıştır. Bartolomeos, 1991’den beri Ortodoks Hıristiyanların patriği. İstanbul Fener’deki Patrikhane’de yaşar. Gökçeada doğumludur.

- Ama bundan daha önemlisi Boğaziçi Üniversitesi, Patriğin ekümenikliğini üniversite olarak “tanımış” bulunuyor. Fahri doktor unvanını “Boğaziçi Üniversitesi’nin 150. yılında akil ve cesur insan Ekümenik Patrik Bartolomeos’a Fahri Doktora unvanı vermekten şeref duymaktayız” cümlesiyle takdim etmiştir. Bunun üzerine Patrik Bartolomeos “Ülkemizde yıllardır suni bir gündem yaratmak üzere, ekümeniklik unvanının siyasi ve gizli gündem amaçlı olduğunu iddia eden ve tarihi bilinçten yoksun bazı tarafların menfi gayretlerine rağmen, tarihi makamımıza ait olan bu unvana sahip çıktıkları için Boğaziçi Üniversitesi’ne ve Sayın Rektörüne takdirlerimizi ve şükranlarımızı ifade ederiz” cümleleriyle teşekkür etmiştir.

- İstanbul Fener’de bulunan patrikhane 586 yılından beri “ekümenik”. Ekümenik kavramı çok kolay açıklanacak bir şey değil ama özet olarak “evrensel” demek. Dünyadaki diğer patrikler arasındaki konumu “eşitler arasında ilk”. Patriğe, Ortodoks Hıristiyanların uluslararası toplantılarına başkanlık etme imkânı tanıyor.

- Osmanlı İmparatorluğu zamanında ekümeniklik, bırak karşı çıkmayı sıkı sıkıya korunan bir pozisyondu.

- Türkiye Cumhuriyeti ise tüm dünyanın tanıdığı bu unvanı 1923’ten itibaren tanımamakta. Bu nedenle 90 yıldır bir sürtüşme yaşanmakta.

90 yıldır “ekümenik” lafını duyduğunda cin çarpmışa dönen Türk hükümet ve yetkilileri nasıl oldu da bir devlet üniversitesinin böyle bir şey yapmasına izin verdi? Veya göz yumdu?

Başbakan Erdoğan “Atalarımı rahatsız etmediyse bizce de bir sıkıntı yok” demişti ama 1923’den beri sürdürülen bu politikada bir değişikliğe (en azından açık seçik bir şekilde) gitmedi. Boğaziçi Üniversitesi “de facto” bir şeyler mi başlattı?

Boğaziçi Üniversitesi “Ermeni konferansı” yapmaya karar vererek de bir süreci başlatmak istemişti ama biliyorsunuz konferans sonradan “yoğun itiraz” bahanesiyle iptal olmuştu. Özetle izin verilmedi.

Patrik’e fahri doktora unvanı takdimi ise iptal edilmedi.

Buna “Türkiye geçmişi ile barışıyor” mu demeli yoksa “paranoyalarından kurtuluyor” mu demeli bilemedim. Sessiz sedasız bu da oldu.. İyi oldu.

Ama insan merak etmiyor da değil. Acaba yine bir dış mihrakın işi mi? Malum. Gezi’den ayakkabı kutusuna kadar hep dış mihrak hep dış mihrak...

Yazının devamı...

Muz cumhuriyeti lafı nerde gelir?

Muz, benim indimde (Trabzon hurmasıyla beraber) “Allah’ın tatlısı” olarak gördüğüm bir meyve. Rejimlerin en evvel yasakladığı şahane bir şey. Mutluluk verir, tok tutar, şekeri haricinde çok da faydalı bir meyve. Aynı zamanda çok da “siyasi”.

Olaylar şöyle gelişmiş: Avrupa’ya muz 15. yüzyılda Afrika’dan gelmiş. Sonra 16. yüzyılda İspanyol misyonerler Orta ve Güney Amerika’da yetiştirmeye başlamış. Oradan Kuzey Amerika’ya gitmiş. Çok sevilmiş. O kadar ki dalından koparıldıktan sonra olgunlaşmaya başlayan muzu Amerikan pazarına ulaştırabilmek için uzun demiryolları yapılmış. Bu inşaatların ardından bu ülkelerdeki rejimleri Amerikan dostu kılmak ve muz işçilerini ucuza çalıştıracak düzeni koruyan hükümetlere arka çıkmak gerekmiş. “Arka çıkmalar”, “hükümet devirmeler”e, sonra da bizzat “adamını seçtirmeler”e vardı. Amerikalılar ucuza muz yesin, muz ticareti yapan Amerikalı tüccarlar çok zengin olsun diye yüz binlerce insan “köle” edildi, karşı çıkmaya kalkan on binlerce insan öldürüldü ve ülkeye ihanetin şahikası yaşandı. İşte “Muz Cumhuriyeti” lafı ondan sonra çıktı. Sanıldığı gibi Afrika ülkeleri için değil (başta Honduras ve Guatemala olmak üzere) Orta ve Güney Amerika devletleri için kullanılıyormuş. Sonra, hükümetleri büyük devletlerce kolaylıkla manipüle edilebilen, genelde tek bir ihracat ürünü olan, yolsuzluğun, rüşvetin diz boyu olduğu, diktatöryel yöntemlerle yönetilen, kaynakların cebe indirilip, borçların halka yüklendiği, az gelişmiş ülkelerin hepsine denmeye başladı. Muzun yerini başka şeyler (mesela petrol) aldı.

Tüm bunları Hülya Ekşigil’in son çıkan “İyi bir yemek tek başına yenmeyen yemektir” kitabından öğrendim. (Oğlak Yayınları) Hülya Ekşigil her ay Milliyet Sanat Dergisi’ne yazdığı yemek, daha doğrusu “yiyecek” üzerine şahane yazılarını toplamış. Muzdan giriyor, ananastan devam ediyor, elmadan çıkıyor. Bazen bir kitap bazen bir lokanta tanıtıyor... Her bir maddede de ilginç bir tarif veriyor... Yemeğe içmeye ve tarihe meraklıysanız tavsiye ederim.

(Muz maddesi harbiden tesadüfen çıktı karşıma. Hiçbir ima, gönderme yapmak değildi amacım. Pazar yazısı yazdım sadece. )

Operasyon sayesinde öğrendiklerimiz

- Bakanın oğlunun tutuklanmasıyla “Şehircilik Bakanlığı” diye bir bakanlığın olduğunu... (Dünyanın en çirkin, en berbat, en biçimsiz şehirlerine ve kasabalarına sahip bir ülkede “beyhude” bir bakanlık)

- “Pensilvanya” ile savaşın “Washington” ile savaşa dönüşebileceğini... Cemaati bitireceğim derken işin (operasyonda parmağı olduğu iddiasıyla) Amerikan büyükelçisini kovmaya kadar gidebileceğini...

- Halk Bankası’nın asıl işlevinin “İran’ın dünyaya açılan kapısı” olduğunu... Amerikan ambargosunun yıllardır şahane bir şekilde delindiğini... Türkiye’nin nasıl işler içinde olduğunu... Kendi aramızda konuştuğumuz bu mühim konunun bir rüşvet skandalıyla ortaya çıkabileceğini... (Benzer konular için bakınız: Susurluk kazası derin devlet, aldatma/boşanma/intikam İSKİ vurgunu)

- “Useful idiot” (propaganda yaptırmak için kullanılan budalalar) teriminin propagandanın en kralını, en şahını, en padişahını yapanlar tarafından karşı görüşte olanları aşağılamak için kullanılabileceğini... (bkz: inanılmaz ama gerçek)

- Ne kadar çok paran varsa o kadar çok gül alındığını (Bkz: Reza Zarrap’ın bir kamyon gülü)

- Yandaş medyanın ayakkabı kutusuna karşı alerjisi olduğunu... (Bu kadar lezzetli haberleri yayınlayamıyor olmaktan hicap duyuyor olduklarını düşünüyorum)

- Sosyal medyada ve Zaytung’da en güzel esprilerin böyle zamanlarda ortaya çıktığını...

Yazının devamı...

Türkiye’nin Abramoviç’i

Petrol işinde... Altın işinde... Binicilik işinde... Gemicilik işinde... Havacılık işinde. Mobilya işinde... Para transfer işinde... Demir çelik üretim işinde... Lüks yat imalat işinde... Maden işinde. Ben yoruluyorum sayarken o yorulmuyor. Oradan oraya özel jetiyle uçuyor. Ton ton altın taşıyor. Türkiye’nin altın ihracatının yüzde 46’sını tek başına o yapıyor!

O bir kral! Holdinginin adı da zaten Royal!

Ve sadece 29 yaşında!

Hey maşşallah....

“Kaç yaşında başlamış yahu, 14 mü?” diye dalga geçerken arkadaşım, bakıyoruz harbiden öyleymiş. 14 yaşında başlamış. Zengin babanın emrinde.

Olağanüstü bir serveti var. Sadece karısı Ebru Gündeş’e aldıkları (1 milyonluk araba, 1 milyonluk yazlık, 1 milyonluk tablo, 20 milyonluk iki yalı vs vs) dudak uçuklatıyor. Bir kamyon gülü de (oha be arkadaş!) unutmayalım lütfen. (Kamyon ve gül! Daha uyumsuz bir ikili olabilir mi?)

Şarkıcı sevgili seviyor. Daha önce de Azeri şarkıcı Günel ile takılmış. Onun için bile 4 milyon lira (veya dolar veya Euro... bilmiyoruz) harcamış. (Kendi itirafı) Ancak Günel ile Branjelina olamayacağını hızlı kavramış, “güçlü ses” tercih edilmiş.

Yetiyor mu? Yetmiyor. Bir de güftelerimiz var. Über zengin, über çalışkan ve über yetenekli yani. Ebru Gündeş’e hediye etmiş. Çokçokçok değerli hediyelerinden biri olarak.

“Olmaz sana kalpten sitemim / Her ne dersem dilimden / Eğer seni incitirse bu kalp / İnan sökerim yerinden / Anlamıyorsun gönül derdinden / Neler çektim elinden / Kaç kere kırdın / kaç kere üzdün / Beni perişan ettin sen / Yine de ah etmedim, yine de ah etmedim. / Sadece sevdim, sadece sevdim ben”

Bu ‘güçlü kalem’ Sibel Can’a da bir güfte hediye etmiş. Hadise “kocamın hatrını kırmayayım, çok para harcadı, yazııık” durumu değil yani. Ev dışına da ihraç ediliyor değerli şarkı sözleri. Bir parça da oradan alalım...

“Çok eskiden adı varmış... Başka bir tadı varmış... Adam gibiymiş..

Sevmeler... Ne düzenbaz sevişmeler... Ne vedasız gitmeler.. Yokmuş böyle bahaneler...”

(Yılmaz Erdoğan’ın “Hüzünbaz Sevişmeler”ini katiyen hatırlatmıyor. Hayır hayır. Ne münasebet! Arak değil, esin!)

Yetenekli bay Zarrab’a bu yetiyor mu? Hayır hayır yetmiyor. Trabzonspor’un da sponsoru olmuş 2013-2014 sezonu için. Ali Ağaoğlu ile beraber takımı şahlandıracaklarmış. Bir çilek transfer operasyonu düzenbazlayacaklarmış, pardon düzenleyeceklermiş ama başka bir operasyon ikisine birden çaktı. Trabzon, yine başka bir bahara kaldı....

Bir de pek sanat sever. Müzayedelere girip milyonlar saçıyor. Kanlıca’daki yalısını birbirinden değerli sanatlama eserleriyle donatıyor ama orada biraz çuvallıyor galiba zira bir ara sahte olduklarına dair bir söylenti çıkıyor. Olsun ne olacak! Reza da para maşşallah kum gibi. Alır başka başka tablolar. Hem zaten Hüzünbaz sevişmeyi düzenbaz sevişme yapan kişinin sahte tablodan çok rahatsız olmaması gerekir di mi?

Özetle: Karşımızda bir hazine var arkadaşlar. Gardiyan kardeşlerime rica ediyorum, hor davranmasınlar garibe. O çok değerli bir yetenekbaz.

Yazının devamı...

Fırtınalar eserse essin

Polisiye filmlerde olayları bir yere kadar gayet iyi takip edersin de sonra durum karışmaya başlar, o kimdi, bu ne demişti, onu niye vurdular, bunu niye tutukladılar, şu kimin adamıydı, of ya of ya demeye başlarsın ya... Ve tam o sırada filmin kahramanı kapana sıkışmıştır, dan dun silah sesleri başlamıştır ve sen artık olayın örgüsünü çözmeyi bırakıp “kahramanımız o çatışmadan sağ salim çıkacak mı çıkmayacak mı?” heyecanıyla filmi izlersin ya...

Galiba birkaç kişi hariç tüm Türkiye işte o halde.

Kimse, yolsuzluk iddiaları neymiş öğrenmeye zahmet etmiyor. Bakan oğulları, Reza Zarrap, Ali Ağaoğlu, Fatih Belediye başkanı ne yapmış da tutuklanmış merak etmiyor. Ortada birbiriyle bağlantısız üç ayrı dava olduğunun bile farkında değil.

Bir gün, hatta bir saat bile sürmedi: Ülkenin yarısı olup biteni külliyen “komplo” sayıyor. Ortada yolsuzluk falan olmadığından emin, başbakanını dinliyor büyük bir sadakatle. Haştagleri bile var: #TürkiyeSaldırıAltında! Yıldıray Oğur yolsuzluk olabileceğine ve yargılanmaları gerektiğine inananları da “kullanışlı salaklar” diye damgaladı bile! (Sovyetler Birliğini öven ve aslında fena halde kullanılan batılı komünistler gibiymişler..)

Ülkenin öbür yarısı ise külliyen emin böyle yolsuzluklar olduğuna. Detaylarına girmeye, neymiş bu yolsuzluklar öğrenmeye bile zahmet etmiyor. Hatta bunun gibi binlercesi olduğuna emin, bir başka “kavgada” da onların çıkmasını diliyor. Cemaatle hükümetin kavgasını “iyi oldu, denge oldu” diye değerlendiriyor. Hocanın hakkından imam geldi diyor. Beşiktaş’ta ellerinde ayakkabı kutularıyla sokağa döküldüler bile.

Yani hepimiz filmin kurgusunu bir kenara bıraktık, kahramanımızın çatışmadan kurtulup kurtulamayacağına odaklandık. Twitter mahkemeleri kurduk, müebbet müebbet diye bağırıyoruz.

Ve en çok nefret edilenin ne bakanlar ne başbakan ama Ebru Gündeş olduğunu anladık.

Kadıncağız, durduk yerde 2700 ayakkabılı İmelda Marcos oldu çıktı. Nefret okları ona atıldı. Kanlı paraların keyfini çıkarmakla suçlandı. Ayılıp bayılması bile alay konusu oldu. Bunca yıl azarlıyormuş gibi şarkı söylemesi, çatık kaşları pek o kadar da sempati yaratmıyormuş demek ki.

Sonunda olan galiba sadece Ebru Gündeş’in kocasına, evliliğine ve kariyerine olacak gibi. AKP yerine Ebru Gündeş.

Yazının devamı...

Güneşin doğuşunu izleyen ayı

“Hayvan” deriz kaba, saba, duygusuz insanları tarif etmek için. Ancak geçen gün öğrendiklerim beni çok şaşırttı.

Doç. Dr. Çağan Şekercioğlu yönetiminde National Geographic Channel Türkiye ekibi müthiş bir belgesel yapmış. Kars Sarıkamış ormanlarında bozayıları izlemiş. Amaç Türkiye’nin en büyük memelisi olan bozayının ekolojisini izlemek ve daha etkin korunmalarını sağlamak. Yani maksat bir belgesel kanalına bir film çekmenin ötesinde. Amaç bir “Yaban Hayat Koridoru” oluşturmak.

Belgesel, uzaktan (ve güvenli bir yere) yerleştirilmiş kameralarla değil bizzat ayıların üzerine kamera takarak yapıldı. Bunun için ayıları önce yakalamaları gerekiyor!

Ayıları yakalamak için dünyanın 4 yerinden gelen (Türkiye, Hırvatistan, ABD, İsviçre) uzman bir ekip tuzaklar kuruyor. Ayının en az zaman tuzakta kalması için tuzaklarda özel sensörler takılıyor. Ayı yakalandığı anda ekibin 6 üyesine birden sms mesajı gidiyor. İtfaiye gibi her daim tam teşkilatlı bir şekilde hazır bekleyen ekip en fazla 20 dakika içinde sinyalin geldiği tuzağa doğru gidiyor. Yine konunun bir uzmanı tarafından uyutuluyor. Uyutulan ayının ağırlık, cinsiyet gibi fiziki özellikleri saptandıktan ve kan ve kıl örneği aldıktan sonra boynuna GSM sinyali de yollayan bir kameralı tasma takılıyor.1-1,5 saatte ayı normal hayatına geri dönüyor. Kamera aparatı ise üç gün sonra kendiliğinden açılıyor ve ayı tasmadan kurtuluyor.

Hiç kolay bir iş değil! Ayı çok vahşi bir hayvan. Dozun az olması umulmadık bir saldırıya, dozun çok olması hayvanda hiç istenmeyen bir hasara neden olabilir. Ancak istenmeyen bir şey olmadan 5 bozayıya verici, 4 bozayıya kameralı verici, 1 bozayıya sadece kamera takmayı başarıyorlar. Tuzağa düşen bir yavru ayıyı ise annesinin her an saldırma riskine rağmen (20 metre ötede bekliyordu) kurtarıp tasma takmadan serbest bırakıyorlar. Böyle cesur bir işe giriştiği için Şekerciğoğlu’nun payesi de zaten bu nedenle “Risk alan kaşif”.

Sonuçlar inanılmaz!

- Türkiye’de bugüne kadar kayıtlara geçmiş en büyük bozayı yakalanan ayılar arasında yer alıyor. Tam 364 kilo! Bugüne kadar kayıt alınan erişkin ayıların ortalamasının 5 katı!

- Kamera takılan bir bozayı, en büyük düşmanı bir kurt ile karşı karşıya geliyor. Birbirlerine 1 metreye mesafe kalacak kadar yaklaşıyorlar. Bir süre bakışıp yollarına devam ediyorlar. Tahmin: birbirlerinin okul arkadaşılar! Yani daha evvel karşılaşmışlar ve birbirlerinin kokusunu hafızaya almışlar. Yeniden kavga etmeye gerek duymuyorlar.

- Bir bozayı, boynunda “kolye” (yani kameralı kelepçe) var diye çoban tarafından vurulmaktan kurtuluyor! Bunda bir iş var diyerek dokunmuyorlar.

- Meyveleri, ağacın tek bir dalını kırmadan topluyorlar.

- İlçe çöplüğünden de besleniyorlar.

- Ve en çarpıcısı: Kamera takılan dişi bir bozayı, bir kanyonda oturup 20 dakika boyunca güneşin doğuşunu izliyor! Üstelik ekip o kanyonu daha önceden bilmiyormuş, romantik dişi ayı sayesinde keşfetmiş oldu.



Belgesel ilkin 22 Aralık 2013’de National Geographic Türkiye’de yayınlanacak. Türkiye gösterimi sonrası Nat Geo Wild kanalı üzerinden 140 ülkede yaklaşık 140 milyon kişiye ulaşacak. Bu arada umulmadık bir şey daha oldu belgesel sayesinde: Orman ve Su İşleri Bakanlığı “Yaban Hayatı Koridoru” projesine destek verdi. Belgeselin sunduğu verilerin ışığında Sarıkamış ve Gürcistan’da başlayan Kafkas Ormanları arasında 162 kilometre uzunluğunda ve 28 bin 543 hektar büyüklüğünde yeni bir muhafaza ormanı oluşturulmaya başlandı. 4,5 milyon yeni ağaç dikilecek. Bu büyüklük tek başına Türkiye Milli Parklarının yüzde 71’i. Böylece bozayı, ormandan çıkmadan Kars’tan Gürcistan’a kadar avlanıp barınabilecek. Yeter ki avlanmasın...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.