Şampiy10
Magazin
Gündem

16 derecede beyaz bereli polisler

Hrant Dink, yedi yıl önce beyaz bereli bir katil tarafından öldürülmüştü…

Beyaz bereli katil, Trabzon’dan çıkagelmiş, Hrant Dink’i arkadan vurmuştu.

Ve beyaz beresi sayesinde yakalanmıştı.

Beyaz bere bu cinayetin sembolü oldu…



Dün 19 Ocak 2013 Pazar günü Hrant Dink’in sokak ortasında, arkadan güpegündüz vurularak katledilişinin anma yürüyüşü vardı.

Hava 16 dereceye kadar çıkmıştı.

Havanın sıcak olacağı bir sürpriz miydi?

Hayır değildi.

Bir gün önce hava soğuk muydu?

Hayır değildi.

Peki Pazar sabahı hava soğuk muydu?

Aksine, kahvaltıyı açık havada tişörtle yapacak kadar sıcaktı.

Öğlen hava bozmaya mı başladı?

Hayır daha da ısındı.

Peki öğleden sonra 2 sularında durum nasıldı?

Ciddi olarak sıcaktı. Bırak şapka kaşkol takmayı, herkesi ceketini, montunu eline almıştı…

Peki saat 2 dolaylarında, hava 16 dereceye kadar çıkmışken, bu kadar sıcak olması bir sürpriz değilken, Hırant Dink’in bir beyaz bereli katil tarafından öldürülüşünü (ve davanın adam gibi yargılanmayışını) anmaya ve protestoya Elmadağ’a gittiğimizde karşımıza çıkan trafik polislerinin bazısı ne takmıştı?

Beyaz bere…



Efendim beyaz bere trafik polisinin kışlık üniformasının parçasıymış…

Soğuk günlerde önü armalı beyaz berelerini takabilirlermiş.

Bundan da anlam çıkartmak “angutluk”muş. (Attığım twitte birinin yolladığı cevap…)



Yemezler…

Sıcaklık 16 derece iken “kışlık üniforma yönetmeliği gereği beyaz bere taktılar” YALANINA kimse inandıramaz beni.

Zira beyaz bereli o katil ile (gizli beyaz bereli) polislerin nasıl sevgi yumağı olup, nasıl şahane hatıra fotoğrafları çektirdiklerini biliyoruz…

Zira aynı gün katil zanlısı diye yakalanıp sorgulananlara (bir Ermeni öldürme ihtimalinden dolayı) polisin ne kadar “kibar” ve “sevecen” davrandığını da biliyoruz…

Zira zaten Hrant Dink’i katilinin kucağına atanların da aynı teşkilattan insanlar olduklarını biliyoruz…

O gün oradaki trafik polisleri, bilerek beyaz berelerini taktılar.

Beyaz berenin cinayetin sembolü olduğunu biliyorlardı.

16 derecede, beyaz bereye hiç ihtiyaç olmadığı halde ve de mecbur değillerken takmaları (zira bazıları takmamıştı) bu cinayeti onayladıklarını, beğendiklerini ve DAHA FAZLASINI istediklerini gösterir…

Gayet net…

Aksi bir şeye beni ikna edemezsiniz…

Zira ben bu polisi çok iyi tanıyorum…

Belki hepsi değil ama çoğunun iliklerine kadar ırkçılıkla dolu olduğunu, hiç tanımadıkları, hiç bilmedikleri insanlara etnik kökenlerinden dolayı sonsuz bir düşmanlık beslediklerini biliyoruz.

Dün bir cinayeti de açık seçik kutsamaktan çekinmediler…

Ne kadar gurur verici bir tablo!

Yazının devamı...

Piti 1 yaşında!

Tam 6 ay 20 gün önce geldi bu eve…

Ufacıktı.

Güya 5 buçuk aylıktı ama 2-3 aylık bebek kadardı ağırlığı da boyu da bosu da…

İncecik kolları, sıskacık bacakları, o minicik elleri koptu kopacak gibiydi…

Hani tüylü bir kediyi kucağına aldığın zaman bir şaşkınlık yaşarsın ya… Daha ağır olacağını ummuşsundur, ona göre güç vermişsindir ama o umduğundan çok daha hafif çıkar, gücün boşa gider…

İşte benim Piti de öyleydi…

Alt sınırın tam üstünde…

Neredeyse ağırlıksız…

Bir yaprak gibi…

Bir oyuncak bebek gibi…



O günler geçti tabii..

Hala ufak tefek, hala zayıf ama bacaklar kollar eskiye göre doldu… Eller tombulladı. Hatta öpmelere doyamadığım minik bir göbüşü bile var…

Anakucağında saatlerce oturabilen o sessiz sedasız bebek şimdi ortalığı yıkıyor…

O sakin şey, gürültücü bir yer cücesine döndü.

Henüz yürüyemiyor ama komandolar gibi şahane bir şekilde sürünüyor…

Salonun bir ucunda bırakıyorsun, sehpaları, sandalyeleri ittire kaktıra öbür tarafından çıkıyor… Sen nereye gidersen o da peşinden geliyor. Geçen gün saklambaç bile oynadık! O derece…

Şunu fark ediyorum ki sandığımızdan daha yetenekliler!

Daha bardaktan su içemez sanırken bir sabah bir baktım kafaya dikip lıkır lıkır içmekte! Tıkanmak bile yok!

Merdiveni hayatta çıkamaz derken bir baktık basamakları şahane bir şekilde tırmanabiliyor! Çok az bir yardımla inleye çınlaya sonuna kadar çıktı üstelik. Yorulmak var bıkmak yok! Üstelik hiç ummadığım bir teknikle…

Her gün başka bir numara, her gün başka bir şov!

Tabii bu nedenle hayatımız önlem almakla geçiyor!

Kablolar yok edildi, kolay devrilebilir sehpalar kaldırıldı, sivri köşeler süngerlerle kaplandı, prizlere koruyucu aparatlar yerleştirildi, açık raflara kapaklar takıldı, saksıların toprakları örtüldü, merdiven ağzına kapı takıldı…

İnsanoğlu, nasıl olmuş da nesli tükenmemiş hâlâ anlamıyorum. Bu kadar tehlike seven başka bir tür var mıdır?

Derken derken…

Bir baktık 1 yaşına dolduruyor bu!

Ana! Bu kadar hızlı mı olacaktı? Bu kadar çabuk mu gelecekti?

Vay babam vay! Doğum günü geldi çattı bile!



Parti marti yapacağız elbette ama esas dert o değil.

Esas dert şu:

Kendi kendime şöyle bir söz verdim. Her yıl Piti’nin doğum gününde fotoğraf stüdyosuna gidip fotoğraf çektireceğiz. Ama hep aynı pozisyonda, aynı fonda!

Eee… Bunun nesi dert diyorsunuz di mi?

Dert şu: Benim artık ne kadar yaşlandığım yıl be yıl belgelenecek bundan sonra. Sadece yaşlandığım değil, ne kadar şişmanladığım, ne kadar kısaldığım, ne kadar lekelendiğim… Ve hatta ne kadar mutlu olduğum…

Ve başta sevinçle verdiğim bu karardan korkmaya başladım iyi mi!

“Ay” dedim kendi kendime “sen harbiden manyaksın! Madem bu kadar korkunç bir şey bu yapma o zaman!”

Yoooo… Karar verildi, hatta randevu bile alındı.

Şimdi harıl harıl beni her daim fit, genç, modern gösterecek bir kıyafet bulmaya çalışıyorum iyi mi… Heh!

Hem kariyer, hem çocuk, hem sonsuz güzellik, gençlik… Demek artık bazılarından vazgeçmenin zamanı geldi…

Neyse ne…

Hadi bakalım…

Yazının devamı...

American Hustle’ın zamanlaması manidar! Kesin var bir iş!

American Hustle’ın (Düzenbaz) konusu şu: (FİLMİ İZLEYECEK OLANLAR YILDIZLARA KADAR OKUMASIN!)

Bir dolandırıcı var. Sevgilisiyle mini bir çete kuruyorlar. Paraya ihtiyacı olan ama çeşitli nedenlerle bankalardan kredi alamayan insanları “Bankalarla bağlantılarımız var. Size para vermelerini sağlarız. Ama önce bizi görün” diyerek kandırıyorlar. Bu arada sahte veya çalıntı resim de satıyorlar. Ama sonunda FBI’ya yakalanıyorlar.

Ancak ef-bi-ay ajanımız çok hırslıdır. İki düzenbaz parçasını yakalamak onu tatmin etmiyordur. Derdi büyük bir operasyon yapmaktır. Bizim küçük düzenbazlara ispiyonculuk teklif eder. Onlar ise belediye başkanına kumpas önerirler. Bizim hırslı ajan zevkten kudurur. Zira başkanı rüşvet yerken yakalasa ünlü de olacaktır!

Sonra –klişe deyimle- olaylar gelişir! O kadar saçma bir hal alır ki sadece belediye başkanına değil 5 senatöre daha rüşvet kumpası kurulur ve hepsi de paraları afiyetle indirirken yakalanır.

Ortalık birbirine girer. Filmin sonu hiç tahmin edilmeyecek şekilde biter ama tabii ki sonunu söyleyecek kadar eşek değilim. (Ama anlatacak kadar ineğim…)

Süper oyunculuklar, süper kıyafetler, süper diyaloglar! Bir nevi şiddet içermeyen Tarantino filmi.



Pek güzel. İzledik, keyif aldık. Fakat sorarım: Bu filmin zamanlaması manidar değil mi? Türkiye’de bir yolsuzluk rüzgarı eserken, “rüşvet” ve “kumpas” temalı bir Amerikan filmi… Dahası bu kadar çok ödül alması? Oskar’lara da aday olması?

Buna da tesadüf diyeceksiniz öyle mi!

Yemezler! Amerikalılar hiçbir filmi boşu boşuna çekmezler! Çok belli ki önce senaryosunu yazdılar, film çektiler sonra da Türkiye’de uygulamaya soktular. Gayet net!

Görüyoruz işte siyasetçiler devlet içindeki paralel yapılar tarafından nasıl kumpaslara getiriliyormuş. Kaynıma da aynen böyle yaptılar geçen… Sen önce her biri 120 kiloluk 9 kasayı gizlice eve sok, ondan sonra da baskın yap! Vay efendim bu kadar kasa nasıl olurmuş evde? Nasıl olacak? Belli ki kumpas. Paralel yapının delil yerleştirmesi. Gayet net. Aç bak filme! Adım adım gösteriyorlar. İçi para dolu çantalar nasıl ayak altına yerleştiriliyor, anneannemin kenarı işli beyaz mendili kadar temiz, dürüst, namuslu senatörleri nasıl tuzaklara düşüyor! Adım adım yazmışlar, çekmişler. Sonra da Türkiye’de uygulamaya koymuşlar. Manidar. Anlamlı. Çok.

Buradan da anlayacağınız gibi ülkemizde her şey gayet düzgün işlemektedir.
Tüm bu operasyonlar içimize sızmış bakteriler tarafından yapılıyor.
Filmden de anladık ki olay bir Amerikan komplosu.
Açıkçası içim rahatladı. Size de tavsiye ederim. Gidin izleyin ve hain virüsler neler yapıyor görün.

Haşhaşi ve virüslerden sonra şunlara da benzetilebilir:

- Küçük Prensler: “İçimize sızmış Küçük Prenslere dikkat! Her an karşımıza çıkabilir, bir koyun resmi çizmemizi isteyebilir, sonra kutularını alıp gidebilirler! Ne vardı o kutunun içinde? Tarihte gördük bunları! Tilkileri ehlileştirip mahvına sebep olduklarına bizzat şahit olduk! İzin vermeyeceğiz elbette…”

- Küçük Kara Balıklar: “Neymiş?! Nehirde yüzmeyecekmiş denize açılacakmış! Çok gördük bunları… Rahmetli Menderes’i de ipe götüren işte bu zihniyetti. Küçük kara balıklar diyorum ben onlara... Bunlar o nehirleri önce pislerler sonra da beğenmezler… Kökü dışarıda örgütlenmeler bunlar. Halkımız elbette eğriyi doğruyu bilecektir…”

- Gizli Yediler: “Nereden bilgi sızıyor bunlara? Nasıl oluyor da polisten önce olayları çözüyorlar? Kim bunlara istihbarat veriyor? Buluştukları ağaç evlerde ne yapıyorlar? 10 yaşında olmaları mümkün mü hiç? Hepsi yalan dolan elbette. Çok şükür tek tek temizliyoruz. Yedi değil yedi yüz olsa yine temizleriz, nitekim temizledik… Gizlisi saklısı kalmadı... Karamanın koyunu, bozar İngilizin oyunu...”

Yazının devamı...

Uganda’nın ananasları...

Hakikaten güzeldir... Bugüne kadar marketten alıp yediğiniz ananaslarla uzaktan yakından alakası yoktur. Hem çok büyüktürler hem de şeker gibi tatlı. Tadına doyum olmaz... Nefis bir kokuları ve lezzetleri vardır.

Nereden bu kadar iyi biliyorum? Zira iki yıl önce bugünlerde cemaatin davetlisi olarak Uganda’da idim ve meşhur Uganda ananaslarını yiyordum...

Gazetelerde “Kod adı Uganda’dan Ananas geldi” lafını görünce güldüm kendi kendime...

Şimdi biliyorsunuz Fethullah Gülen’e ait olduğu iddia edilen telefon ses kayıtları var ortada. Ses kaydının bir yerinde Koç ailesine Uganda’dan ananas gönderildiği söyleniyor. Onlar da teşekkür mektubu yazmış.

Millet twitter’da dalga geçti. “Ananas değil elmastır o” diye... Ananas için teşekkür mektubu yazılır mı hiç... sandılar.

Fakat bir yeseniz.. Yemin ederim siz de bir teşekkür mektubu yazardınız... Mustafa Koç bile olsanız!



Ama işte Uganda’dan gelen ananaslar, sonra bir yerlerini tırmalar... Her kim Uganda’dan gelen ananası yemiş, beğenmiş ve teşekkür mektubu yazmış ise şu an ayvayı yemekte... Sıra bana ne zaman gelecek diye merakla beklemekteyim... Zira o ananaslardan bana daha sonra da geldi ve ben ister inanın ister inanmayın, arkadaşlarıma aynen böyle bir mesaj atmıştım: “Uganda’dan ananas geldi. Gelin!” (Gelip bende o ananasları yiyenler de hazır beklesin...)

Hakikaten çok ilginç günler yaşıyoruz! Ne olup ne bittiğini anlamak için en az 15 gazetenin manşetine bakmak gereken çokçok tuhaf günlerdeyiz... (Eskiden 10 gazeteydi şimdi 15 oldu!)

Gazete manşetlerini yorumlayıp hakikate varmak da mümkün değil üstelik... Anlayabileceğin tek şey savaşın boyutu... İster inan ister inanma, işler, devlet eliyle banka batırma raddesine vardı!

Bu arada Paris’teki 3 PKK’li kadının MİT tarafından öldürüldüğü iddiası güme gitmekte farkındaysanız.

3 Bakanın rüşvet fezlekesinden de kimse söz etmiyor.

Karadeniz’deki hamsi tükenişinin yavru balık avlamak nedeniyle olduğunun raporlanması da kimsenin umurunda değil.

Savaşa gözünü kapatan bir kısım medya belki bugünlerde en azından çevre haberleri yapar diye umuyor insan ama çevre haberleri de illa bir yerlere dokunduğu için o bile olamıyor.

Bir tek sanat kalıyor geriye... Ama o da olmaz zira günümüz sanatının içinde illa ki muhalefet var. Öyle olmayınca da halkım, natürmordu ne yapsın!

Geriye kalıyor haşhaşiler kimdi, haramiler neredeydi köşe yazıları yazmak..

Bugünlerin tek faydası da bu galiba...

Her gün ayrı bir konuda bilgileniyoruz...



Çocuk geline hayır: İmama da ceza geldi

Çocuk gelinleri önlemek amacıyla Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve Diyanet İşleri ortak bir eylem planı hazırladı. Benim çok önceden önerdiğim “imamlar bu tip nikahları kıymasın” fikrim uygulamaya konuldu. Bundan sonra resmi nikah olmadan imam nikahı kıyılamayacak. Bunu yapan imamlara ceza verilecek.

Nedir bu ceza derseniz Kahramanmaraş’ta bir uygulama var. Başkasıyla resmi nikahla evli bir adamı kumasıyla nikahladığı için bir imama bin lira ceza kesildi. Bu uygulama pekala yaygınlaşabilir.

Ama burası Türkiye. İster misiniz bin lirayı gayet ehven bulanlar bu parayı bastırıp yine kafalarına göre nikah kıydırsınlar?

Daha fenası: İster misiniz devlet görevlisi olmayan imamlar ortaya çıkıp kapı kapı dolaşarak nikah kıysın? İmamlık, İslam’da öyle özel bir mertebe değil zira. İddialıysan olursun.

İyi bir deneme. Ancak bu kadarla kalmamalı.

Yazının devamı...

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na sorular...

- Türkiye’deki “çocuk gelinler”i önlemek amacıyla bakanlığın yürüttüğü adam gibi bir politika var mıdır? Varsa nedir?

- Üniversiteler veya STK’larla işbirliği yapılıp adam gibi bir araştırma yapılmış mıdır? Sayılar saptanmış, istatistikler yapılmış mıdır?

- Sabık Bakan Fatma Şahin, erken yaşta evlilikleri önlemek amacıyla anne babaya verilecek cezaların yüzde 50 artırılacağını söylemişti. Böyle bir artış yapıldı mı? Yapıldıysa şimdiye kadar uygulandı mı? Uygulanan cezalar nedir? Suçun tanımı nedir? Yasalarda buna dair özel bir düzenleme yapıldı mı? (Mevcut yasalarda suçun tanımı “reşit olmayan cinsel ilişki” veya “çocuğun cinsel istismarı”. Bu suç altında ceza genelde sadece kocaya veriliyor. Bazen “suça yardım, yataklık” çerçevesinde anne babaya da dava açıldığı oluyor. Sonuçta “koca” hapse girerken çocuk gelinler “gelin” olarak ve (üstelik bu sefer kocasız bir şekilde) kalmaya devam ediyor. )

- Yapılması vat edilen yeni düzenlemenin çocuk gelinlere bir faydası olmuş mudur? Olacak mıdır? Olacaksa nedir?

- Cezai yaptırımlar, nikâhı kıyan ve devletten maaş alan imamlar için de geçerli midir? İmam nikahı kıymanın en azından bu konuda bir düzenlenmesi yapıldı mı?

- Ceza dışında caydırıcı bir eğitim kampanyası saptandı ve uygulanmaya başlandı mı? Mesela (yine) imamlar bu konuda eğitiliyor ve uyarılıyor mu? Okullarda özel bir program var mı?

- Kızları çocuk yaşta evlendirmenin altında yatan nedenler araştırılıp raporlandı mı? Aileleri böyle davranmaya iten saikler nedir biliniyor mu?

- Farkında olmadığımız “teşvik” edici bir şey mi vardır? Bilmediğimiz bir “endişe” bir “korku” mu mevcut? 11 yaşında bir kızı evlendirmenin mantığı nedir analiz ediliyor mu?

- Devlet batıda kızlı erkekli evlere karışacak, baskınlar yapacak kadar “aktif” ve “ceberrut” iken Doğu’da neden bu kadar “pasif” ve “yumuşak”tır? Çocuk gelinlere onay mı vermektedir?

- Batının kızlarının “namusu” başbakana emanetken doğunun kızlarının “canı” neden değildir? Ne halleri varsa görsünler mü denmektedir? “Müdahale edersek bize oy vermezler” endişesi mi taşınmaktadır?

Yazının devamı...

Türkiye Anksiyete Cumhuriyeti

Psikeart Dergisi’nin Aralık sayısının konusu “Anksiyete”.
Nedir anksiyete? Şöyle anlatmış California Üniversitesi Psikiyatri bölüm başkanı Prof. Dr. David Baron:

“Kendimi endişeli hissediyorum, diye ifade ettiğimiz bir ruh hali de olabilir, anksiyete bozukluğu gibi psikiyatrik bir bozukluk da olabilir. Bu terim hem psikiyatrik bir bozukluğa hem de sadece kaygılı hissetmeyi tanımlamak için kullanılıyor. Her iki durumda huzursuz, endişeli, yorgun, hassas, gergin hissetmek; uyku ve iştah problemleri gibi benzer temel belirtiler ortaya çıkıyor. Buna rağmen aslında birbirlerinden çok farklılar. Nasıl ülser hastalığıyla aşırı baharatlı yemekten kaynaklanan mide rahatsızlığı aynı değilse, anksiyete bozukluğu tanısı ve tedavisi de farklıdır. Tedavi edilmemiş anksiyete bozukluğu kişiye sürekli kaygılı hissetmesinin ötesinde zararlar verebilir. Araştırmalar tedavi edilmeyen anksiyete bozukluğunun bağışıklık sistemimizi etkilediğini, bunun da her türlü fiziksel hastalığa karşı bizi korumasız bıraktığını gösteriyor.”



Benim gördüğüm kadarıyla “kaygılı” olma hali çok yaygın bir “Türkiyeli” olma hali. Şu sıralar kimin hatırını sorsam herkeste bir “ne olacak bu işlerin sonu?” ağırlığı var. Yüzler asık, umutlar, hayaller (Mehmet Metiner hariç!) sönmüş, gelecek kaygıları almış başını gitmiş halde…

Geriye, kendi geçmişimde baktım. Kaygılı hissetmediğim tek bir anım var mıydı acaba diye… Okuldayken pek bir şey umurumda değildi ama işe girdikten sonra tek bir günüm yok ki “atılma” korkusu yaşamamış olayım… 20 yıl geçti aradan ben hâlâ aynı ben! Düşünsenize 2 yıl sonra emekli olabileceğim! Bir nebze olsun azalmaz mı insanda bu kaygı?

Niye böyle? Tamam, diyelim ruh hastasıyım ama tek suçlu ruh hastalığım mıdır? Bu bir günü bir gününe uymayan bu memlekette “kaygısız” olmak aklı başında bir insan için mümkün müdür?

Benim kendimden öğrendiğim şu: “Kaygı” azalmıyor ama yıllar içinde insan B planları yapmayı öğreniyor. Ve o bitmek bilmeyen kaygıları insan ancak B, hatta C planlarıyla azaltabiliyor. “O olmazsa bunu yaparım” demesini öğrenmek ne büyük bir aşamadır…



Dergiden çok şahane yeni şeyler öğrendim…

“Panik” kelimesi Pan’dan geliyormuş. Yunanca “panikon” veya “panikos” yani “Pan’dan gelen”, “Pan’a ait”, “Pan ile ilgili”, “Pan’ın neden” olduğu anlamını taşıyormuş.

Peki kim bu Pan? Antik Yunan mitolojisinde teke tanrısı. Alt tarafı keçi, üst tarafı çok çirkin bir insan erkeği olan tuhaf bir orman yaratığı. Panflütünden bilirsiniz. Tecavüz etmeye kalktığı (zira o kadar çirkin ki kimse rızasıyla onunla beraber olmuyor) peri kızlarından biri kendinden vazgeçip kendini bir kamışlığa dönüştürünce Pan da hırslanıp bu kamışlardan bir flüt yapar kendine… Bir çeşit intikam da denilebilir.

Ormanlarda aniden belirdiği için “bilinemezin tanrısı” kabul edilmiş. Beklenmedik bir anda ortaya çıkan, açıklanamayan yoğun korku ve bunaltı ataklarının nedeni Pan denmiş. Panik atak da onun bu yüzyıldaki kardeşi herhalde! Veya “afakanlar bastı”nın yeni adı…

Panik atakların temelinde de kaygı var. Kaygının kabardığı yerde patlıyor. Fakat en hazin taraf şu: İnsanın, panik ataklı olup olmayacağı ilk 10 aya bağlı! İlk 10 ayda mutlak güven duygusu sağlanamazsa kişide hayat boyu yalnız kalamama durumu hasıl oluyor. Ve bu da panik ataklara neden olabiliyor.



Böyle “ilk 10 ay çok değerli…” “ilk altı ay çok mühim..” “ilk 4 ay altın…” laflarını duydukça, kimsesiz bir çocuğu büyüten biri olarak tuhaf oluyorum. Bir insanın ömür boyu çekeceği sıkıntılar bu kadar mı ebeveynine bağlıdır? Ufacık bir ihmal, al sana panik ataklı bir kadın!

Pat pat çocuk yapanlar, umarım ne büyük bir sorumluluk aldığınızın farkındasınızdır…

İyi pazarlar diyerek rutin kaygılarıma çekiliyorum…

Yazının devamı...

Kalamiti Ceyn kurabiyesi hikayesi

Bir komşumuz vardı. Dünyanın en kötü kurabiyelerini yapardı. Hem kötü hem de illa ki bayat olurdu. Zira bir seferde üç tepsi yapar, onları kocaman bir kavanoza koyar, kapağını kapatır, çeşmenin altındaki dolaba kaldırırdı. Artık şansına; kurabiyen 1 haftalık mı olur 20 günlük mü bilemezsin… Her halükarda kötü olurdu.

Bugün, onlardan da beterini yapmayı başardık…

Ortalık fokur fokur kaynarken bize kurabiye mi anlatacaksın ey “mevzusuz” yazar?

Evet galiba öyle olacak… Zira memleketin mevcut hali nedeniyle giderek daha çok mutsuz olmaktayız. En iyisi dedim Ayşe’ye “gel evimiz kurabiye koksun. Kurabiye kokan ev güzeldir. Biraz kafamız dağılır. Hem Piti de kemirir…”



Ve fakat…

Hahahaa…

Elbette… VE FAKAT!

Zira bu satırları yazan İclal Aydın değil Mutlu Tönbekici!

Yani kurabiyeden mutluluk yakalamaya çalışırken başarılı olabileceğimi mi sandınız!?!

No, never, n’asla!

Olaylar şöyle gelişti.

Her beyaz Türk bozuntusu gibi benim de koruma altına aldığım çocuğumu çokçokçok sağlıklı bir şekilde yetiştirmek gibi bir takıntım var.

Epey bir zamandır da zaten sağlıklı beslenmeye kafayı takmıştım bildiğiniz gibi. Evde yoğurt mayalamalar, evde tam unlardan ekmek pişirmeler, ilaçsız gübresiz gıdalar peşinde koşmalar ve saire… Ama Türkiye gibi bir ülkede kolay kolay yol alınamıyor… Neyse bu başka konu…

Dolayısıyla dedim ki “ben sokaktan aldığım kurabiyeyi bebeğime vermem. Bebe kurabiyesi yapmak da atla deve olmamalı…”

İntenette saatlerce sağlıklı kurabiye tarifi aradık… Ve tabii hüsran!

Şöyle sözüm ona sağlıklı kurabiye tarifleri var: “bir paket kabartma tozu, bir paket vanilin, yarım paket margarin…”

“Sağlıklı”nın ne olduğunu ve ne olmadığını bu blogcu arkadaşlara anlatmalı biri! (Kabartma tozu sodyum bikarbonattır ve sodyum da bebekler için zararlıdır. Vanilya ve vanilin farklı şeylerdir. Marketten aldığını vanilya tozu vanilya kokulu ama vanilya OLMAYAN bir kimyasaldır. Margarini biliyorsunuz zaten…)

Sonunda kafamıza göre bir şey yapalım dedik. Tariflerin içindeki zararlıları ayıklayıp bir kurabiye reçetesi yaptık.

Ancak bir şeye olumsuz başlayınca harbiden olumsuz sonuç alınıyor.

Ayşe, aşağı yukarı benim tam tersim. Bol şeker, bol un (üstelik beyaz), bol yağ, bol patates, bol pirinç, bol makarna…

Öyle onun sapı, bunun kökü diye bir şey yok. Ki aslında onun köyünde yapılanlar bir organikçiyi zevkten öldürebilecek kadar doğal. Ne böcek ilacı ne gübre! (Hatırlayın: Piti ile Artvin dağlarındaki yaz maceramız)

Ama şehre inince başka oluyorlar.

Ben sağlıklı kurabiye yapalım dediğim andan itibaren “ben iyi bir şey olacağına ihtimal vermiyorum” deyip durdu.

Ben tarif okuyorum o yüzünü ekşitiyor. Ben malzeme öneriyorum o burun kıvırıyor.
Sonunda “tamam, kafama göre yapacağım bir şey” dedi.
Beraber yapalım dedim, bana da yüz ekşitti. “Sen bebeğinlen ilgilen…”



Yarım saat sonra evimiz çok güzel kurabiye koktu.
Koktu kokmasına ama yazık ki kurabiyeler “at kafana, yarsın” model bir şey oldu.
“Sert olması kötü olduğu anlamına gelmez” dedim ama tadınca o komşumuzun kurabiyelerinden de beter olduğunu anladım.
Kurabiye değil de ekmek olmuş daha ziyade. Üstelik tıkız.
O an komşu teyzemi hatırladım… Kadıncağızın arkasından konuşarak meğer ne çok günahını almışım.
Kurabiye yapmak bir marifetmiş. Hele hele sağlıklısını yapmak…
Ama öğreneceğim… İnat ettim bir kere…
Üstelik… Evet rahatlatıyor…

Yazının devamı...

Polonezköy neden imara açılıyor?

Gazeteci, yazar, milletvekili ve Mustafa Kemal Atatürk‘ün yakın dostu Falih Rıfkı Atay, büyük bir hüzün içinde izlediği İzmir yangını hakkında şöyle bir not düşmüş defterine:

“İzmir’i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk? Birinci Dünya Harbi’nde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, gene bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuruya tahripçilik hissinden başka bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da etkisi var. Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki Hıristiyan ve yabancı olmak, mutlak bizim olmamak kaderinde idi. Bir harp daha olsa da yenilmiş olsak, İzmir’i arsalar halinde bırakmış olmak, şehrin Türklüğünü korumaya kafi gelecek miydi? Koyu bir mutaassıp, öfkelendirici bir demagog olarak tanımış olduğum Nureddin Paşa olmasaydı, bu facianın sonuna kadar devam etmeyeceğini sanıyorum. Nureddin Paşa, ta Afyon’dan beri Yunanlıların yakıp kül ettiği Türk kasabalarının enkazını ve ağlayıp çırpınan halkını görerek gelen subayların ve neferlerin affedilmez hınç ve intikam hislerinden de şüphesiz kuvvet almakta idi.” (Çankaya, Doğan Kardeş Matbaacılık 1969, s. 324-325. Aktaran Ayşe Hür, Öteki Tarih 2)



Bu paragrafı niye hatırladım? Bir köy olan Polonezköy imara açılıyor.

Polonezköy halkı birden çoğaldı da acilen konuta mı ihtiyaç oldu?
Hayır. Nüfus 1000 kişi. 150 yıl önce de 220 kişiydi. Neden Türkiye’nin ender güzel köylerinden biri olan Polonezköy imara açılmak isteniyor?

Polonezköy 1840’larda Polonya’daki ayaklanmadan kaçan siyasi sürgünler tarafından geçici olarak kurulan bir köy. Eski ismi Adampol. Köy nüfusu 220’ye kadar çıkıyor. Göçmenler dönmüyor ve burada kalıyorlar. Cumhuriyet zamanı bu göçmenlere Türkiye vatandaşlığı veriliyor. Köyün ismi de Polonezköy yapılıyor. Şu an 40 kişi düzgün bir şekilde Lehçe konuşabiliyor.

Neden 1994’de tabiat parkı ilan edilen bu güzelim yere AVM’ler, ofisler, banka ve finans kurumları kurulmasına izin veriliyor?

Neden buralara 3-4 katlı sitelerin yapılmasına yol açılıyor? böyle güzel, böyle yeşil, böyle dokunulmamış bir yerin betonsuz, bankasız, ofisiz ve AVM’siz kalmasına “gönül” el vermiyor.

Kimin “gönlü“nü hoş etmek için yapılıyor peki bu imar değişikliği?

Plan geçer geçmez pazar gazetelerinde tam sayfa ilanlarını görürüz planın kimin için değiştirildiğine:

“Götürmeci İnşaat 1677 villasını iftiharla sunar! Haydi sizin de Polonezköy’de Grand Mabat Elit villalarında seçkin, elit, özel ve de sonradan görme bir hayatınız olsun!”



İster misiniz yine bildik inşaatçı isimler çıksın arkasında? Şu günlerde pek meşhur olan mesela? Savcıları orada burada ağırlayan?

Olur mu olur! Zira anladığım kadarıyla İstanbul ve dünya üzerinde o korkunç bloklarını dikmediği tek bir yer bırakmamak niyetinde...

Hem böylece tek taşla iki kuş vurulmuş olur. Falih Rıfkı’nın deyimiyle “Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, Hıristiyan ve yabancı olmak ve bizim olmamak” makus talihinden kurtarılmış olur.

Hem de Grand Elizyum gibi dibine kadar Türkçe isimlerle...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.