Şampiy10
Magazin
Gündem

Dünya havalimanlarının durumu nedir?

Yaklaşık bir aydır, İstanbullular bir hava saldırısı altındaymış gibi yaşıyor... Uçaklar (rüzgar veya yoğunluk nedeniyle… tam olarak bilmiyorum) boğaz üzerinden alçalıyor, şehrin yarısını gürültü ve gaza boğup, Atatürk Havalimanı’na konuyor…

Günde bir iki tane falan değil. 2-3 dakika arayla 400-500 uçaktan söz ediyorum. Sabah 7’de bir başlıyor, gece yarısı 1’e kadar durmadan devam ediyor. Bilhassa akşam vakti, 19 ila 24 arasında, aklımı kaçıracak gibi oluyorum. Sanki 2. Dünya Savaşı’ndayız da Alman bombardıman uçakları tepemizde bombalayacak yer arıyor!

OK. Biz kuzu bir milletiz, “niye bu uçaklar tepemizden uçuyor? Neden bizim sinirimizi bozuyor, havamızı kirletiyor, ciğerlerimizi belliyor?” diye sormuyoruz. Peki dünyanın gelişmiş ülkeleri ne yapıyor?



Londra Heathrow

24 saat çalışan bir havaalanı. Gece uçuşları yasak değil. Ancak gürültü kirliliğini önlemek amacıyla 2006 yılından beri gece uçuşlarında kısıtlama var. Uçaklar Uluslararası Sivil Havacılık Organizasyonu (ICAO) tarafından çıkardıkları gürültüye göre sertifikalanıyor. İniş ve kalkış ayrı olmak üzere puanlanıyor. En çok gürültü çıkaran en çok puan alıyor. Londra için “gece kısıtlaması” 23.00 ile 07.00 arasında. Bu saatlerde yaz ve kış biraz değişmekle beraber en 96 EPNdB’in (fark edilebilir gürültü desibeli) üzerinde gürültü çıkaran uçaklar inip kalkamıyor.

Ayrıca 2013’den itibaren sadece gece değil gündüz de daha sessiz bir havaalanı yaratmak için çeşitli önlemler aldılar. Daha sessiz uçuşlar gerçekleştiren hava yolu şirketleri ödüllendiriliyor, çok gürültü çıkaranlar ise cezalandırılıyor. Uçakların şehir üzerinde kullandıkları koridorların şehirde yaşayanlar tarafından nasıl duyulduğu tek tek ölçülmüş ve en az etki edecek şekilde yeniden düzenlenmiş. Havaalanı tam kapasite çalışmasına rağmen uçakların çıkardığı gürültü bir yılda yüzde 15 oranında azalmış durumda. Çalışmalar devam ediyor.

Zürih

2010 yılından itibaren 23.30 ile 06.00 arasında gece uçuşları KESİNLİKLE yasak. İsterse dünyanın en sessiz uçağı olsun, ne konabilir ne kalkabilir. Bu , Zürih’in bir “hub” olma özelliğini giderek kaybetmesi anlamına geliyor ancak Zürihlilerin ruh ve uyku sağlığını korumak adına bu kaybı göze almış durumdalar.

Frankfurt

“Bizim yapmayı planladığımız üçüncü havaalanını kıskandıkları için Gezi olaylarını düzenlemekle” itham edilen Frankfurtlular ise hem kıskanç ve hem de deli olmalılar ki gece uçuşunu YASAKLADILAR! Avrupa’nın en yoğun 3. havalimanında 23.00 ile 05.00 arasına iniş ve kalkış yok! Bu gece uçuşu yasağı nedeniyle Lufthansa Hava Yolu şirketi mahkemeye gidip “Benim kargo uçaklarım bu saatte kalkıyor, benim işim baltalanıyor” diye dava açtı. Ama mahkeme Frankfurtlular lehine karar verdi. “İstersen bat! Ben Frankfurtluların uykusunu kaçırtmam arkadaş” dedi.

Bu konuya devam edeceğiz elbette ki…

Yazının devamı...

Yeter!!! 300 bin uçak inmesin!

Televizyonda alt yazı geçiyor. “2013’te bir buçuk milyon uçak indi kalktı Türk havalimanlarına!”

“Biliyorum” dedim kendi kendime. Bunların en az 200 bini tepemden geçti.

Ne tepemi? Evimden, uykumdan, CİĞERLERİMDEN geçti.

Sabahın köründen gece yarılarına kadar tepemdeki gök gürlüyor…

Üç dakikada bir, bir uçak iniyor…

Lodoslu havalarda Boğaz rotası kullanılmaya başlandığından beri Florya’da oturuyormuş gibi oldum. Zira boğaz iniş hattı tam tepemden geçiyor.

Bir sene öncesine kadar sessiz sakin olan mahallem gürültü deryasına döndü! Üçüncü köprüyü buraya yapacaklardı, bu sayede bir fark kalmadı…

Cam falan açılamıyor.

Arka arkaya, dilek feneri gibi diziliyorlar bazen…

Birinin gürültüsü bitmeden ötekininki başlıyor..

Bununla övünmemiz isteniyor anladığım kadarıyla.

“Kalkınıyoruz işte ne güzel… Hem sen de zırt pırt uçmuyor musun?”

Türk esnafı güdüklüğü! Para gelsin de ne uğruna gelirse gelsin.

Gökler 24 saat gürlesin ve tüm o uçakların bıraktıkları milyonlarca ton egzoz gazı ciğerlerimize işlesin… Ciğerlerimizden hücrelerimize geçsin, sonra da irili ufaklı kanser tümörcüklerimiz olsun.

Yeter ki para kazanalım!

Geceleri uykularımdan uyanıyorum. Karşı apartmanın itleri bir, tepemdeki uçaklar iki…

Bazen bu iki köpek uçaklara mı havlıyor diye düşünüyorum. (Köpekleri severim bu arada! İsyanım 24 saat zincire bağlanmış azgın apartman köpeklerine!)

Yeter!!!

300 bin uçak inmesin!

Dünyanın transit çöplüğü olmayalım!

“Hub” olmuşuz, aman ne güzel!

Allahın İgor’u, Ekaterinburg’dan bilmem nereye uçsun, arada İstanbul free shoplarından parfüm alsın diye biz niye bu eziyeti çekiyoruz?

Onun 500 lirasını alacağız diye 20 milyon insana neden bu eziyet? Üstelik bu 20 milyonun çoğu hayatında hiç uçağa binmemiş ve binmeyecekken?

Koca İstanbul’da benden başka kimse isyan etmiyor mu bu zulme? Bu gürültüye? Bu egzoz yağmuruna?

Hepiniz küp gibi sağır mısınız?

“Rekor kırdık rekor!” deyince harbi seviniyor musunuz?

Hiç mi aklınıza gelmiyor bir gün bu uçaklardan birinin tepemize düşebileceği?

Rötar olmasın diye şehrin üzerinden yüz binlerce uçak geçirmek nasıl bir mantıktır?

O korkunç felaket olduğu zaman mı çıkacak sesiniz? O zaman mı çıkacak uzmanlar ve “Boğaz rotası bir hataydı” diyecek?

Hub olma sevdası yüzünden leş gibi havamız oldu mutlu muyuz?

Kimse bana gelişmiş ülkeleri örnek vermesin. İleri ülkeler önce kendi vatandaşlarını düşünüyor ve gece uçuşlarına izin vermiyor..

Biz ise “ona gitme zaten ne işin var. Gel burada 24 saat açık bir alan var. Vatandaş da nasıl olsa koyun.. Para deyince susar...” diyoruz...



Şimdi üçüncü havaalanı yapılıyor… Yazdıklarım sanki onu destekliyor gibi görünüyor.

Hayır desteklemiyor.

Bu Sovyetler Birliği mantığıdır. Amerika’dan daha çok pamuk üretebilmek için bile bile, isteye isteye, umurlarında olmaya olmaya Aral denizini kuruttular.

Dünyanın en büyük çevre felaketine neden oldular. Üstelik yanlışlıkla falan değil. Sovyet mühendisleri bunu hesaplamıştı. Hangi yıl Aral denizinin kuruyacağını biliyorlardı.

İki tanesi yetmesi, üçüncüsünü de yapalım ki daha beter olalım. Bu arada ormanlar da yok olsun. Zaten havaalanını yapacak olanlar tapelerde açık açık diyorlar "Milletin..."

#köylütürkler değil, #yaşanmaz berbat şehirler yapmayı bir marifet sayan Türkler…

Bravo bize…

Yazının devamı...

İki millet bir heşteg: #köylütürkler:

Cuma gecesi Twitter’da çok komik bir hashtag açıldı. #köylütürkler.

Kim başlatmış bunu diye bakınca aaa bir de ne gördük? Azeriler!
Allah Allah ne oluyor ne bitiyor derken anladık ki “iki devlet, tek millet” çoktan efsane olmuş, meğer “iki devlet tek gıcıklık” hasıl olmuş!

Olay, bir akşam vakti, iki Azeri Twitter’da kendi aralarında Dexter dizisi hakkında konuşurken, bir Türk’ün sohbete müdahil olmasıyla başlıyor. Türk, Azerice konuşmaya ve hafiften dalga geçmeye çalışınca Türkiye Türkçesine gayet hakim olduğu anlaşılan Azeri “sen takıl kendi köylü Türkçenle abi. Aristokratik Azerize sizlere göre değil” diyor.

İşte dananın kuyruğu o an orada kopuyor. Türk “ulan asıl sensin köylü pis Azeri. Ermeniler nasıl koydu Karabağı aldılar. Daha düne kadar Sovyettiniz lan hıyar” şeklinde pek kibar cevabını vererek savaşı başlatıyor.
Sonra heşteg açılıyor ve Azeriler başlıyor twit atmaya…
Kısa zamanda hadise tuhaf ve trajik bir Türk Azeri mahalle kavgasına dönüşüyor…

Amanin! Azeriler meğer bizden ne kadar şikayetçiymiş! Kendimizi bir halt sanırken Azeri kardeşlerimiz meğer nasıl da dalga geçermiş bizlerle, nasıl da kaba saba bulurlarmış bizi…

İşte örnekler:

Azeri görende ilk işi pezeveng sözünü soruşduran abaza #köylütürkler

O boyda ölkenin işini danışmaq üçün Erdoğanın yanına kendçi (artist) Necati Şaşmazı gönderen #köylütürkler

Hele de rusların bizi işğal etdiyini düşünen #köylütürkler. biz bütün xalqlar birleşib Hitleri meğlub etdik, siz hardan (nereden) bilesiniz.

Saat 10’dan sonra Efes pive (bira) içe bilmeyen #köylütürkler

İnsanların fikirlerine hörmet etmeyib, ona küfür eden #köylütürkler.

İki yüzyil matbaani sheytan emeli sanan #köylütürkler
1950 ci ilecen (1950’ye kadar) bizim dilde danışan (konuşan) sonradan fransızlardan mersi, pardon götürüb (alıp) indi (şimdi) bizim dili beyenmiyen #köylütürkler

Dünyanın yüzde 90’ının geninin Türk olduğunu zenn eden #köylütürkler

Özlerine anti-faşist deyib insanları kürd, ermeni, azeri olduğu üçün kiçik gören #köylütürkler.

Oğuz Atayın modernizmini anlamayıb, onu oxucusuz (okursuz) qoyan (bırakan), sözleri ile üsyan (isyan) etmeye mecbur eden #köylütürkler.

Oğuz Atay yerine Pucca okuyan #köylütürkler

Avropanı dönerle feth eden #köylütürkler

Bizim konservatoriyanı silkelesen, 10-15 dene Fazil Say töküler (dökülür), bir dene geydirme (çakma) pianoçuları var, bütün dünyanı bezdiribler (bıktırılar) #köylütürkler

Her shey bir yana da Nazim Hikmete sahib cixa bilmeyen #köylütürkler

Gezi'de insanlar ölende (ölürken) TV'lerinde penguen izleyen #köylütürkler

Gireceği siteleri devlet belirleyen, doğacağı uşaq (çocuk) sayı başqaları terefinden seçilen, sevişmeklerine bele (bile) qatışılan (karışılan) ve buna ses çıxarmayan. #köylütürkler.

Türkler qadına qarşı şiddet de ancaq Efqanıstandan geride olan #köylütürkler

Sovyetleri beğenmeyip de Rus kızlara sarkmak içi Rusça öğrenmeye çalışan #köylütürkler

Türkler durur mu? Durmaz. Köylü Türkler denince nasıl alındılar nasıl bozuldular.. Ve ağızlarını nasıl bozdular hemen…

Ve tam da Azerilerin dedikleri gibi… Nasıl da hemen ırkçılık yüzeye çıkıverdi! Kimi Ermeni olduklarını söyleyip aklınca aşağılıyor, kimi Ermeni size nasıl koydu diyor, kimi Rus uşaklığıyla suçluyor…

Çoğunu buraya alamam. Bir iki esprili tweet, birkaç adet de özeleştiri dışında bol bol hakaret, bol bol küfür…

Azerbaycan hakkında bilgimiz de bu arada sıfır.
Bu tip mahalle kavgalarını sevmem. Fakat bazı duyguları ortaya çıkarması bakımından iyi oldu. Bizim kibirli faşoları iyi bilirdik de onları da öğrenmiş olduk.

Yazının devamı...

Jay Leno’nun vedası

Amerika’nın en sevilen televizyoncularından Jay Leno, “hayatımın en güzel 22 yılını yaşadım” diyerek bitirdi programını…

Zira 22 yıldır yaptığı “Tonight” programını bundan sonra yapmayacak. Kanalı NBC, 22 yıl sonra kontratı uzatmamaya karar verdi.

Bundan sonra aynı programı genç komedyen Jimmy Fallon devam ettirecek.

Son 1 aydır her gece programı bitirme ile ilgili espriler yapıyordu. Veda programı nasıl olacak diye bir aydır merak ediyordum.

Programını, 22 yıl evvel çağırdığı ilk konuğuyla bitirdi: Billy Crystal.

O sadece Billy Crystal’i çağırmıştı ama sürpriz bir sürü daha konuğu oldu. Onlardan biri de Jay Leno’nun hemen hemen her gece dalga geçtiği Kim Kardashian oldu. Ünlü showman’e “Veda şarkısı” olarak hazırladıkları parodide Kardashian, korkunç sesi ve yeteneksizliğiyle şu satırları okudu: “Dün gece arkadaşlara dedim ki… çok şükür artık Leno’nın esprilerinin malzemesi (totosu) olmayacağım…”

Komikti. Türkiye’de asla olmayacak bir şey. Seninle her gece dalga geçen adamın final programında çıkıp “oh çok şükür kurtuldum” diyeceksin ama bu arada kendinle de dalga geçeceksin!

Türkiye’de daha da olmayacak şey adam gibi veda! Programın Jay Leno ile devam etmeyeceği ta Nisan’da ilan edildi. O günden beri program her gece olması gerektiği gibi yapılıyor ve son bir aydır da ayrılma/kovulma esprileri yapılıyor ve son gece de kovulan bir adamın değil de sanki daha çok emekli olan bir adamın programı yapılıyor!

Amerika ile Türkiye arasındaki en büyük fark, işten adam çıkarma konusunda.

Bizde 22 yıl sonra yollar ayrılacaksa illa ki düşmanca olmak zorundadır. Kırgın, sitemli, kavgalı…

Bizde nasıl biter programlar?

Açarsın televizyonu ve yoktur!

Bu kadar! Yönetim aniden karar vermiştir.

Veya son programın son dakikasında programcı soğuk bir ifadeyle artık devam etmeyeceğini söyler…



Yılda 32 milyon dolar kazanan Jay Leno, televizyon programından kazandığı paranın tek kuruşunu harcamıyormuş! Sahne gösterilerinden kazandığını harcıyormuş. Peki o parayı ne yapıyor? Bilmiyoruz. Üstelik çocuğu da yok.

Meğer disleksi imiş. Ve daha komiği üniversite yıllarında konuşma terapisi almış. Günde 4 saat uyuyor, içki ve sigara içmiyor. Evinin garajında hobileriyle uğraşan bir adam. Hobisi de eski araba ve motosiklet koleksiyonu yapmak.

İlginç birkaç bağışı var. Biri Afganistan’da kadınlara karşı cinsel ayrımcılığa karşı yürütülen bir kampanyaya 100 bin dolarlık bir bağış. Öbürü de Salem Devlet Üniversitesi’nde yine 100 bin liralık burs…

Yaptığı en büyük kıyak ise 2012 yılında maaşından önemli bir miktarından feragat edip insanların işlerinden atılmasını engellemek…



İnsanın 22 yılını “şahane” geçirmesi ne büyük bir şans!

Ama galiba buna “şans” değil bakış açısı demek gerek. Zira hayata nasıl bakarsan öyle görürsün. “22 yıllık şans” diye bir şey olmaz. 22 yıllık bakış açısı olur.

Programa başladığının ilk yılında annesi ölmüş. İkinci yılında babası. Üçüncü yılında da kardeşi.

“Ailesiz kalmıştım. Sonra bir baktım ki programımda çalışanlar ailem olmuş! Ben de yeri geldiğinde onların ailesi oldum… Onlar sayesinde yakışıklı çıktım, onlar sayesinde daha iyi bir sesim çıktı onlar sayesinde olduğumdan daha yetenekli göründüm… Niye başka kanala geçmiyorsun diye soruyorlar. Ben orada kimseyi tanımıyorum ki… Ben sadece buradaki personeli biliyorum”

İçten mi değil mi bilemeyiz ama 64 yaşında çok çok çok ünlü bir adamın ağzından “veda” gecesinde dökülenler bunlar… Işıkçısını sesçisini dert edinen bir adam…

22 yıllık şans diye bir şey yoktur… 22 yıllık bakış açısı vardır…

Yazının devamı...

Aşk yemeği: Kırmızı gül yapraklı rizotto

Geliyor… O meşum gün geliyor… Siz mutlu aşıklar, bir yerlere gidip şahane yemekler yiyin, aşkınızı yüz on altıncıya ilan edin, birbirinize dünyanın en çirkin küpelerini, en iğrenç kravatlarını, en berbat süveter, kazak ve berelerini hediye edin, çok beğenmiş numarası yapın sonra da datlu datlu sevişin diye icat edilmiş bu SİNİR gün…

Evet geliyor… (Burnundan duman çıkan asık surat…)

N’apalım… Ben yalnızım diye elalem de evinde kös kös oturacak değil.

Çıkın, gezin, tozun eğlenin tabii… Sevenleri ayırmayın… Swarowski bu günler için var… Ekonomi sayenizde dönecek… Dönmeli… Dönsün…

“Ben emek harcanmış hediyeler seviyorum” deyip sevgilinize el örgüsü bir kazak etmeye kalkmayın… Giymeyecektir… Dalga geçerek kalbinizi kırma ihtimal de yüksek…

İç çamaşırı almayı planlayan erkekler… O konu da netameli… Bazen çok isabet oluyor, bazen edepsiz ve kırıcı oluyor… En azından restoranda açtırmayın paketi… Rezil etmeyi kızı…

Tablet, cep telefonu gibi hediyeler ise ilişkinin monotonlaştığını gösterir. Tamam çok işe yarıyor ama bilin ki annenize anneler gününde aldığınız ev eşyasından daha romantik değil. Ben ne zaman sevgililer arasında böyle bir hediye görsem o ilişki bitmiştir. Tecrübeyle de sabit. Elektronik hediye bir çeşit teselli ikramiyesi gibi… Veya tazminat… Galiba da şu demek: “Bu güne kadar yaptığım tüm eşeklikler için özür dilerim. Ama ben bunu böyle direkt söyleyemeyecek ve direkt özür dileyemeyecek kadar eşek olduğum için sana tablet/cep telefonu/dizüstü aldım. Bundan sonra lütfen sitem etme… Bitecekse de bitsin tealaaam…”



Peki o gün ne yensin?

Four Seasons Oteli’ndeki Aqua Restoran’ın meşhur İtalyan şefi bize geçen gün çok acayip bir sevgililer günü mönüsü yaptı…

Klasik olarak istridye ile başladı. İstridyenin afrodizyak olduğuna dair bir iddia var biliyorsunuz. Bilimsel bir tarafı var mı bilmiyorum ama yiyip de “coşana” harbiden rastladım.

Fakat istridyeyi nasıl haşlayacağın çok önemli. O yoğun kokusu hafiflemezse herkes için yenebilir bir şey değil. Yanına vereceğin sos da önemli. İtalyan şef, kırmızı turplu, saltalıklı bir sos hazırladı hemen önümüzde. Gayet de yakıştı.

Mönüdeki en çarpıcı (ve sevgililer gününe en yakışan) yemek “kırmızı gül yapraklı rizotto” idi.

Neaaaa?!? Biz o çiçeklere dünya para veriyoruz, adam yemeğe mi katıyor?

Bak işte ne güzel! Getirdiğin hediyeyi “yiyecek” kadar beğendim diyorum ben de…

Peki ne yaptı İtalyan şef?

Kırmızı gülün yapraklarını ince ince dilimledi ve rizottonun içinde bir güzel katık etti.

Öyle süs olsun, renk versin diye üzerine serpiştirmekten söz etmiyorum. Ana malzemelerden biri olarak!

Ve hakikaten de çok iyi gitti. Hafif ekşi bir tat ve bir gül kokusu verdi. Ki ben rizottocu değilimdir.

Hayır gül yapraklarıyla rizotto yapmazsın da başka bir şey yaparsın.

Fikir bana çok şahane geldi açıkçası…

Bu gelen gülleri ne yapayım ne yapayım diye çırpınanlar için süper bir fikir…

Ama soru şu: Ya gül getirmez ise?

Yazının devamı...

Yanlış anladığım şarkıların doğruları

Dünkü yazımda, şarkı türkü çığıran birkaç oyuncağın sözlerini anlamak için kafayı yediğimi yazdım…

Meğer ben tek değilmişim! Türkiye, oyuncaklardaki şarkıları anlamak için kıvranan, kafayı sıyıran anne babalarla dolup taşıyormuş!

İnternette öyle komik bir forum buldum. Forum da değil! Oyuncak markasının resmi sitesinde, bizzat oyuncağın tanıtıldığı sayfada “yorum” bölümünde yazmış ebeveynler. Bu yorumlar aracılığıyla birbirleriyle haberleşmiş gibi bir şey olmuş…

Şöyleymiş meğer şarkılar:

“Me me kara kuzu hiç fincanın var mı?” veya “Pirinç unun var mı?” değil “hiç yünün var mı?” imiş. (Üç çuval yün de bir kuzudan nah çıkar… Hiç mi kuzu görmediniz yahu? Koyundan bile çıkmaz!)

“Yaşlı adam dik yapar” değil “müzik yapar” imiş. Sonu da “Hadi gel kemik köpek göldesin” değil “hadi ver kemik, köpek yesin” olacakmış.

“Köpekçik kaşıkla tırmamayı yedi” değil “tüm mamayı yedi” olacakmış…

Tüm bu saçma şarkı sözleri meğer saçma İngilizce ninnilerin birebir çevirisiymiş bu arada… (bkz: İthal ninni ve google translate)



Anlamadığım şey şu. Fisherprice markası madem ciddi bir prodüksiyonla Türkiye’ye girmiş, şarkıcılar bulmuş, orkestralar kurmuş, stüdyolara girmiş, neden bire bir çeviri yapıyor ki? Müzik illa aynı kalacaksa adam gibi şarkı sözü yazdırsın. “Ayın üzerinden atlayan kedi keman ve inek” falan… Komik mi? Değil. Eğitici mi? Hiç değil.

Yaratıcı olmak diye bir şey var. “Dandini dandini dastana danalar girmiş bostana kov bostancı danayı yemesin lahanayı”da takılın demiyorum (ki en azından grameri düzgün ve bir mana birliğine sahip) fakat madem bir kabızlık söz konusu bari Türkiyeli ninniler olsun…

Bir de bu ninnilerdeki zevksizlik ve gerilim unsuru da ayrı bir mesele.. “Kırmızı balık kaç kaç” diye bir şarkı var mesela. Affedersiniz ama berbat bir beste! Tam böyle kafa öpen… Dıtırırı dıttırı dıııt dıt…

Dahası: Nasıl geriliyorum anlatamam! Geceleri rüyalarıma giriyor: Balıkçı oltayı atmış ve kırmızı balığı tutmuş! Benim kız da çığlık çığlığa buna ağlıyor… Tealaaam…

Yok yoook… Bu işe de el atmak lazım… Ekibi kuruyorum arkadaşlar, var mı gelen!? Bir besteci bir güfteci bir aranjör…



Diyanetin evlatlık açıklaması ve sütanne çözümü

Diyanet özetle diyor ki: Dinimizde evlatlık diye bir şey yoktur. Kişi nesebini bilmek zorundadır. Sen üzerine alarak, soyadını vererek onun geçmişiyle bağını koparma hakkına sahip değilsin. Ayrıca miras falan da bırakamazsın. Dahası evlatlık namahremdir. Kendi çocuğunun yanında olduğu gibi onun yanında açık başla dolaşamazsın. Dahası daha sonra onunla evlenebilirsin. Aileden değildir. Ama bakmak sevaptır. Bakacaksan evlat değil besleme tarzında bak…

İslam uzmanı değilim. Kur’anda evlatlık kurumuyla ilgili bir madde var mı, nerede bulup buluşturacak da değilim.

Yorum böyle yapılmış. Biri çıkıp “olur mu? Bilmem kim şöyle yapmıştı, böyle demişti” falan da diyebilir. Benim derdim değil.

Bazı dindar aileler şöyle bir çözüm bulmuşlar. Evlatlık olarak erkek çocuk alıyorlar. Kadın (anne) doktora gidip hormon iğneleri oluyor, birkaç damla da olsa kendinden süt gelmesini sağlıyor, çocuğu emziriyor ve ondan sonra onun “sütannesi” oluyor. Çünkü İslam’da sütannesi ve süt çocuğu birbirlerinin ailesi sayılıyor. Bir daha kaça göçe gerek kalmıyor. Erkek olduğu için de babayla problem olmuyor.

Özetle: Ortada kuyu var yandan geç… Öyle olmaz ise, tıp yardım eder.

Yazının devamı...

Tuhaf bir yaşlı adam

Kafayı yemek üzereyim…

Şimdi bildiğiniz gibi sessiz sakin oyuncak diye bir şey yok.. Hepsi ötecek! Hepsi şarkı türkü söyleyecek ve hepsi illa ki eğitecek!

Bir ki üç, van tu tri, a be ce de…

Allahım ne eğitimler ama! Senfoni orkestralarından beraber ve solo müzik aletleri sesleri mi istersiniz, Afrika safarilerinde vahşi hayvan sesleri mi, masal okuyan tırtıllar mı…

Fakat bir tanesi var ki, hesapça hayvanları tanıtıyor… Yani galiba… Çok emin değilim…

Adı da “Türkçe konuşan eğitici CD çalar”..

İngilizce şarkıları dilimize çevirmişler…

Ama ne Türkçe!

Şöyle diyeyim:

Alet eve girdiğinden beri iki ay geçti ve ben hâlâ şarkılarda ne deniyor anlamış değilim!

Yemin ediyorum kısa devre yaptı beynim. Hayatımda duyduğum en gerçeküstü şarkı sözleri…

Anladığım şeyler mesela şöyle şeyler:

“Me me kara kuzu fincanın var mı? Evet evet var üç çuval olursun!”

Fincan? Kuzu? Üstelik üç çuval “olmak”?

Her halde böyle değildir dedim. Yüz yirmi üçüncü dinleyişimde (zira günde 230 kere falan çalıyoruz) bu sefer (daha önceden çuvalı anlamanın özgüveniyle) şöyle anladım:

“Me me kara kuzu… pirinç unun var mı? Evet evet var üç çuval dolusu”

Başta mantıklı görünüyor ama kuzu, pirinç ununu ne yapacak yahu? Muhallebi mi?

Bir başka örnek:

“Hey hey kedi keman ve inek atladılar ayının üzerinden… Olaya köpekçik çok güldü ve kaşıkla tırmamayı yedi”.

Şair burada ne anlatmak istemiş cidden çok merak ediyorum. Kedi, keman ve inek kanka mı oluyorlar? Yoksa kediye Keman ismini mi vermişler? Neden ayının üzerinden atlıyorlar? Deli mi bunlar? Hepsini geçtim “tırmama” ne yahu? Yeni tip bir köpek yiyeceği mi?

Fakat “Yaşlı adam” en beteri:

“Yaşlı adam dik yapar… güm güm güm güm davul çalar…. hadi gel kemik köpek göldesin… Yaşlı adam eve gitsin”

Harbiden gitsin yani evine… Bu ne lan? Dik yapmak ne? Tövbe tövbeee…



Hadi bunlar muhtemelen yanlış anladıklarım…

Kelime kelime doğru anladıklarım da şöyle:

“Ağacın çevresini dolanarak… Gelincik yakaladı maymun.. Maymun bunu oyun sandı… Kaç gelincik kaç…”

Bu değerli sözleri yazan arkadaş acaba hayatında hiç gelincik gördü mü? Ne vahşi bir hayvandır hiç bilir mi? Maymun nasıl gelincik yakalayacakmış bir fikri var mı? Maymun ve gelincik aynı bölgelerde yaşar mı araştırmış mı?

Dahası: Neden gelinciğin tarafı tutuluyor? Nedir bu tarafgirlik? Hayvan ayrımı mı yapılıyor?



Özetlemek gerekirse:

- Evet kafayı yediğim muhakkak. İnkar yok.

- Oyuncak sanayine çok acil adam gibi şarkı sözü yazarı arkadaşlar lazım

- Oyuncak sanayi! Elemanlarınıza para verin!

- Kırmızı balık kaaaç kaç!

Yazının devamı...

Serseri annenin yemek blogu

Başlıkta pek güzel durdu ama ne yazık ki böyle bir şey yok… Zira bu topraklardaki anneler ne serseri olabilir ne mutsuz…

Piti (the bebek) eve geldiğinden beri evde yemek pişiyor.. Daha önce ne yiyordum, ne siz sorun ne ben söyleyeyim… Aşırı sağlıklı ile aşırı sağlıksız arasında gidip gelen saçma sapan bir mönü… Bir bakıyorsun armudun sapı üzümün çöpü bir bakıyorsun köşedeki balıkçıdan ısmarlanmış kızarmış balıklar, kalamarlar…

Şimdi tamam… İyi kötü bir aile olduk. Koca/baba yok ama düzgün yemek var.. (Kalamarları misafir gelince ısmarlıyorum bir tek…)

Adam gibi yemek yapmasını bilmiyorsan o vakit ne yapıyorsun? İnternette tarif arıyorsun bol bol…



Her yerde her şekilde en önde “Oktay Usta”lar çıkıyor…

Kaç tane “Oktay Usta’dan tarifler” diye web sitesi var, inanmazsınız… Ben en az 20 tane saydım …

Memleketin bütün Oktayları aşçı olmuş sanki tealaaam…

Sonra bloglar geliyor…

İnterneti keşfeden Türk kadınları blog üstüne blog açıyor… Bu muydu beklediğimiz Türk kadının inkişafı bilmiyorum ama kaktüs çiçekleri nihayet açtı! Yere göğe sığmaz Nene Hatunlar blog canavarı oldu!

“Portakal Çiçeği” ile başladı (ki hastasıydım… halen de seviyorum. Artık aylık dergisi de çıkıyor …) şimdi binlerce oldu…

Ne derdin varsa derman oluyorlar… Bebeğin gazı var şak tarifler… Kocamın göbeği var tak tarifler… Dukan’a başladım küt tarifler… Karataycıyım pat tarifler…

Temasız kendi tariflerini koyanlar da var. Ki bunlardan biri ablam!

“Müjde’nin Mutfağı” (mujdesirince.blogspot.com.tr) Şirince’deki oteli Nişanyan Otel’de herkesin bayıldığı şahane yemeklerinin, reçellerinin, likörlerinin tariflerini hiç gocunmadan paylaşıyor…

İnsanın günleri geçebilir bir blogdan bir bloga atlarken… Bazıları evsel magazin yapmayı da seviyor. “Kızımın canı sıkkındı ona kurabiye yaptım”, “Oğluşumun karnesi pekiyilerle doluydu ona limonlu çiizkeyk yaptım…” “Kocam terfi etti ona rokforlu steyk yaptım…”

Ne güzel ne güzel… Ne mutlusunuz! Hep neşeli, hep iyi, hep melek… Hep başarılı…

“Dertli annenin sofrası”, “Mutsuz yeni gelinin mönüsü” “Ezilen kızın tabldotu”… Tabi bunlar niye olsun… Halk neşe istiyor, neşe!

Ama bazen diyorum serseri bir annemiz de yok mudur eli kalem (ve kepçe) tutan?



Sonra anladım ki bu ülkede her tür anne olabilirsin (melek, fedakar, cefakar, baygın, ölü…) ama serseri asla!

Geçen günkü yazımda “Piti’nin eline kemirsin diye sağlıklı bir şey vermek istiyorum” dedim diye inanmayacaksınız ama 25 mail aldım!!!

“Kemirmek insanlara değil kemirgenlere mahsus bir eylemdir. Çocuğunuz hakkında konuşurken lütfen dikkatli olun. İleride okuyacak ve sizden utanacak!”

Böyle demiş pek saygıdeğmez hanfendiler, beyfendiler!

Arama motoru gibi çalışıyorlar.. Nerede “oğluş”, “kıziş”, “kociş” jargonu dışında bir şey varsa ötüyorlar: Daaart… Daaart… Daaart…

Ülkemizdeki “üst düzey ahlak” yanında tabi çocuğa kemirsin diye bir şey vermek ayıp… Pek yakışıksız…

Tealaam…

Ama umutlarım yok değil. Çünkü bu ülkede aynı zamanda “Çakma Anne: Biz Mükemmel Olamayan Anneler İçin Ebeveynlik Rehberi” diye bir kitap da yayınlandı. Çok komik bir kitap. Dört anne, nasıl anti cefakar/melek anne olunur rehberi hazırlamışlar. Yazarları bittabi Türkiyeli değil, Amerikalı. (Domingo Yayınevi)

Bu arada orijinal ismi: Shitty Mum. Yani “Boktan Anne”. Çevirirken bile elimizi gevşek bırakamıyoruz…

İş galiba başa düştü… Bir blog yazmaya başlasam iyi olacak. Serseri anneden iyi pazarlar…

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.