Şampiy10
Magazin
Gündem

Meryeme Dara’dan Gültan Kışanak’a

Pazar günü Hürriyet’ten Sedat Ergin, Habertürk’ten Balçiçek İlter, Radikal’den Oral Çalışlar, Milliyet’ten Kadri Gürsel ve Mehmet Altan’dan mürekkep bir ekip hep beraber BDP’nin Diyerbekır eş belediye başkanları Gültan Kışanak ve Fırat Anlı’nın seçim programını izlemek üzere Diyarbakır’daydık.

Bu “eş başkan” hadisesini BDP çok ciddi bir şekilde benimsedi. Türkiye’ye yeni bir şey getirdiler farkındaysanız. “Parti eş başkanlığı” modelinden sonra şimdi de belediyecilikte aynı yolu izliyorlar.

Formül her yerde aynı. Resmi olarak tek bir başkan olabiliyor. Çünkü seçim kanunu tek bir başkanı seçmemize izin veriyor. Oy verenler başkan olarak bir kişiyi seçecek. Bir numaralı belediye meclis üyesi de gayrı resmi olarak eş başkan olacak.

Peki neden bu yola gidiliyor?

Bir numaralı neden “kadın erkek” dengesini gözetmek. BDP seçime girdiği hemen hemen tüm belediyelerde eş başkanları bir kadın bir erkek olmak üzere belirlemiş. Başkan erkekse bir no’lu meclis üyesi kadın veya tam tersi. Hepsinin belediye meclisleri de yine kadın erkek yarı yarıya.

Kürtlere belki kızıyorsunuz belki kızmıyorsunuz ama Sezar’ın hakkını da Sezar’a verin. Kadın en çok Kürtlerde eziliyor ama siyasi temsilde eşitlik konusunda da en ciddi, en kararlı mücadeleyi yine Kürtler yapıyor. Üstelik samimiler ve başarılılar. BDP dışında hiçbir parti güçlü kuvvetli, inisiyatif sahibi kadın liderler çıkartmakta bu kadar mahir değil.

Bu paradoksal durumun bildiğiniz ve bilmediğiniz muhtelif neden ve açıklamaları var elbette. Diyarbakırlı yazar Şeyhmus Diken ise bize çok başka bir tarihi hikaye anlatıyor. Meğer Diyarbakır’ı (o zamanki adıyla Amid) milattan sonra 630’lu yıllarda bir kraliçe yönetiyormuş: Meryeme Dara. Hıristiyan olan ve meşhur Diyarbakır surlarının biri üzerinde sureti de nakşedilmiş olan bu kadın hükümdar, İslam ordularının kuşatmasına beş ay dayandıktan sonra teslim olmuş ve hakimiyeti 639 yılında sona ermiş.

Diyarbakır’ın Gezi’si ‘Hevsel’

Şu an Diyarbakır’ın hemen yanı başında korkunç bir ağaç katliamı yapılıyor. Dicle Üniversitesi arazisinde binlerce yaşlı ağaç (iddialara göre 7 bin ile 10 bi ağaç arası ağaç) bir hafta içinde kesildi.

Hazır oradayken atladık arabaya ve araziye gittik. Manzara içler acısıydı. Bir Google haritadan Dicle Üniversitesi diye aratıp bakıyoruz, yemyeşil, ağaçlıklı bir arazi, bir karşımızdaki manzaraya bakıyoruz tsunami felaketi geçirmiş bir Japonya gibi!

Dicle Üniversitesi kampus arazisi bir hayli büyük. 30 bin dönüm. Kampüsün batı sınırını Dicle nehri oluşturuyor. O bölgenin adı da “Hevsel Bahçeleri”. Gültan Kışanak’ın verdiği bilgiye göre mesele üniversitenin arıtma tesisi. Tesis eksik ve hatalı yapılmış. Okulun bütün kanalizasyonu, basit bir çökertme işleminden sonra Dicle nehrinin kenarındaki bu ağaçlık alana verilmiş. Bir süre sonra da bataklık haline gelmiş.

Fakat tüm dünyada bataklıklar ağaçla kurutulurken Dicle Üniversitesi ağaçları keserek “ıslah” yoluna gitmiş.

Dicle Üniversitesi Genel Sekreteri Prof. Dr. Sabri Eyigün, “sadece kavak ağaçlarını kestik, yangın çıktığında itfaiye araçları oraya girmekte zorlanıyordu” diye bir açıklama yapmış ama külliyen yalan. Yol açmak için 7 bin ağaç kesilmez!

Dicle Üniversitesi Öğrencileri şu an gece gündüz nöbet tutuyor kalan ağaçlar kesilmesin diye. Gezi benzeri bir protesto söz konusu. İşin acıklı kısmı Dicle Üniversitesi yönetimi daha önce de yine yangın tehlikesi bahanesiyle 10 bin ağaç kesti ve bunu da gururla duyurdu.

Bir iddia da buranın imara açılacağı ve tüm bunların bir hazırlık olduğu…

Yazının devamı...

Pitimizin ağacı açmış!

Geçen sene bugünlerde, Arnavutköy’de sahipsiz bir köşeye bir manolya ağacı dikmiştim. Pembe çiçekler açan, kışın yaprağını döken cinsten bir manolya. Bebek İnşirah yokuşundaki ilkokulun yanındaki muhteşem manolya ağacının aynısından… Evimin bulunduğu sokağın alt ucunda…

Ağacı dikerken hayatımda Piti yoktu. Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan bir çocuk alıp büyütmek bir kaç gün sonra aklıma gelmişti. (Demek bir ağaç dikmek ve çocuk büyütmek aklın ve kalbin “aynı” yerinden çıkıyor…) Başvurumu yapınca “bu ağaç henüz bilmediğim oğlumun veya kızımın ağacı olsun” demiştim… O minik manolya fidanı “Piti’nin ağacı” oldu.



Aradan bir yıl geçti. Bu sabah çiçeklerinin açtığını gördüm! Pembe pembe Allahım nasıl güzel, nasıl güzel! Bir altmışlık boyuna bakmadan nasıl neşeli, nasıl bereketli! Minnak bir sanat eseri… Bakmaya kıyamıyorsun, o kadar güzel…

Hayatımda ilk defa kendimle gururlandım! “Bravo sana” dedim. “Ne güzel bir iş yaptın” dedim. “Bu dünyaya bir faydan dokundu” dedim.

Evet hayatımda ilk defa böyle bir duygu hissettim. Kendisiyle gururlanmak üzere yetiştirilmiş bir insan değilim. Aksine kendisini eleştirmek üzere yetiştirildim ben. O yüzden ne yaparsam yapayım kendimi beğenmem. Beğenemem.

Ağacı görünce başka oldum. Arıları düşündüm. Karıncaları düşündüm. O çiçeklerin poleninden, özsuyundan faydalanacak bilumum haşeratı düşündüm. Yanından gelip geçenlerin yüzlerindeki gülümsemeyi düşündüm. Havaya salacağı oksijeni düşündüm… Vereceği gölgeyi düşündüm…

Ve mutlu oldum.

Plajda çukur açıp sonra çiçekli kovasıyla içine su dolduran üç yaşında bir çocuğun gururuyla evime yürüdüm.

Meğer buymuş…



Şimdi nasıl oluyor da başkaları böyle değil elbette anlamıyorum.

Bugün mahallemde bir ağaç daha kesildi.

Mahallemin ağaç sevmez sakinlerini durdurmak mümkün değil.

Buraya taşındığımdan beri gözümün önünde en az 20-30 ağaç kesildi.

Hiçbir makul ve mantıklı nedeni yok.

Eline motorlu testereyi alan büyük bir zevkle ağaç katlediyor.

Bir dal, iki dal derken bakıyorum ağzının suyu aka aka ağacı gövdesinden götürüyor.

“Neden kesiyorsun” diye soruyorum, manalı bir cevap alamıyorum. Hede de hödö de…

Çünkü yok! Ergen mantıksızlığı ve hırsıyla kendinden geçmiş halde elindeki motorlu testereyi deniyor. Yani adamın elinden testereyi alıp play steyşın gibi bir şey versen o ağaç kurtulacak.

Motorlu değil de normal testereyle kesse ağaç yine kurtulacak. Denediniz mi bilmiyorum ama hiç kolay değil aslında ağaç kesmek… Hırt hırt adamın canını çıkarır. (Ben ahşaptan biliyorum)

Bazen düşünüyorum da motorlu testerenin satışı da silah gibi ruhsata tabii olmalı. Zira ortalık bol miktarda ruh hastası dolu. İnsandan alamadığı hırsını bir takım gerzolar ağaçlardan alıyor.

Bugün gene gitti bir ağaç…

Onun kestiğini ben gidip başka yerde dikeceğim. Üzülüp sinirlenmek yerine fidancıdan fidan alıp bir yere dikeceğim.

Her yıl bir ağaç… Kendi kendime yaptığım kampanyam da bu olsun.

Nice nice baharlara…

Yazının devamı...

Gürültü müziğin, gaz yemeğindir yavrum

Şu operasyonları akşam saatlerinde yapmalarına çok kızıyorum. Tam başka bir konuda yazmışım veya yazmaktayım, pat akşam beşte birilerini salıyorlar...

Hadi bakalım! Eldeki konu bir saniye içinde dünyanın en anlamsız konusunda dönüşüyor. Gerçi o kadar acayip şeyler oluyor ki zaten başka hangi konuda yazarsan yaz dünyanın en manasız şeyini yazmış oluyorsun.

Yapacak bir şey yok. Benim konu Reza ve bakan oğulları değil... “Ateist teröristler” de değil. Benim konum tepemizden uçup duran uçakların saldığı gaz ve gürültüler... (Ama “ateyiz” konusuna geleceğiz elbette... Bunlardan biri de “ateism bir nevi otizimdir” demişti hatırlarsanız...)



Bildiğiniz gibi uçakların yoğun bir şekilde İstanbul üzerinden konmasına kafayı takmış bulunuyorum.

Oturduğum yer Arnavutköy. Havaalanına uzak bir yer. Son iki yıldır rota değişti, uçaklar Boğaz üzerinden alçalıyor. Bazı günler, yemin ederim evin içinde birbirimiz duyamaz oluyoruz. 2 dakikada bir dev bir gölge üzerimizden geçiyor.

Türk Hava Yolları’nın bu kadar başarılı olması gurur duyulacak bir şey. Fakat pardon da biz İstanbullular da ruh ve beden sağlığımızı kaybediyoruz!

Avrupa havaalanları şehirde yaşayanları düşünerek bir takım kısıtlamalar yapıyor. Ya gece uçuşlarına tamamen kapatıyor ya da sadece az gürültü çıkaran uçaklara izin veriyor.

İstanbul’da durum ne diye Devlet Meydanları Genel Müdürlüğüne (DHMİ) birkaç soru sordum.



1) Atatürk Havalimanı’nda gürültü

nedeniyle herhangi bir saat kısıtlaması var mıdır?

Hayır

2) Belli model uçakların inmesinde yine gürültü nedeniyle kısıtlama var mıdır?

Hayır. Bununla birlikte SHGM uçaklardan gürültü sertifikası bulundurulmasını zorunlu tutmaktadır. (Bu sertifikaların biz İstanbullulara ne faydası vardır açıklanmadı. MT)

3) DHMİ, çevre korumayla alakalı (gürültü kirliliği, CO2 salımı, hava, su ve toprak kirliliği ve bunların sonuçları) herhangi bir üniversiteyle veya güvenilir bir kuruluşla işbirliğine giderek araştırma, anket vs yaptı mı?

Yeşil Havalimanı projesi ile çevre mevzuatları kapsamında çalışmalarımız devam etmekte olup, karbon salınımının azaltılması için yetkili danışman firmalardan hizmet satın alınması yönünde ÇEV-KA firması ile sözleşme imzalanma aşamasındadır.

4) Bu araştırmaya bağlı olarak bir çevre koruma planı geliştirildi mi?

Cevap: Gürültü ölçüm, izleme ve kontrol sistemleri Ankara Esenboğa, İstanbul Atatürk, Antalya ve İzmir Adnan Menderes Havalimanlarında aktif olarak çalışmakta ve gürültü emisyonları havalimanlarımızda anlık izlenmektedir. Ayrıca; Ankara Esenboğa, İstanbul Atatürk, Antalya, İzmir Adnan Menderes Kayseri, Kahramanmaraş, Batman ve Van Ferit Melen Havalimanlarının Stratejik Gürültü Haritaları 2013 yılında oluşturulmuştur. Diğer havaalanlarında da çalışmalar devam ediyor.

5) Meskun mahal üzerinden uçuşların zararları hesaplanmış mıdır? Şehirde yaşayanların ruh ve beden sağlığı ve bir uçak kazası durumunda yaşanacak felaket düşünülmüş müdür?

Meskûn mahal üzerinden uçuşlar ulusal ve uluslararası kaidelerin gerektirdiği şekilde gerçekleşmektedir. Havalimanlarının meskûn mahallerde bulunması havacılıkta istenen bir durum olmayıp havalimanları yapıldıktan sonra ruh ve beden sağlığı dikkate alınmadan yerleşimin arttığı gözlenmektedir.



Ben bu cevaplardan şunu anladım: “İstanbullular, kusura bakmasın ama umurumuzda değilsiniz. Üzerinize gaz ve gürültü yağmaya devam edecek”

Yazının devamı...

Madem listelerde adım yok, bahara veririm kendimi

Dinlenmiyormuşum…

Peee… Bastı mı bir hüzün!?

Demek Cemaatçilerin yeterince tehlikeli/ciddi/juicy bulmadıkları bir yazarım…

Dinlenmeye değer değilmişim.

Daha önce de olmuştu böyle…

Hiçbir listede yer almıyorum.

Dinleme, fişleme, karalama, “kullanma”…

Hayır hayır hayır…

Ne yapsam fayda etmiyor.

Ne ordu, ne cemaat, ne iktidar, ne muhalefet…

Kimse beni dinlemiyor, fişlemiyor, kullanmaya laik görmüyor…

Kimsenin “Useful idiot”ı olamıyorum…

Vah vahhh…

Genel yayın yönetmenliği hayallerim…

“Alo Mutlu” düşlerim…

Hepsi suya düştü…



O vakit, madem öyle, gel böyle… Kendimi gelen bahara vermeye karar verdim.

Bende her yıl aynı şey oluyor. Her yıl bahar “erken” geldi sanıyorum.

Açmış bir ağaç görünce şok şok şoklara giriyorum. Hemen gugıllıyorum. Aa bakıyorum meğer tam zamanında açmış. “Bahar erken başladı, dünyanın sonu geldi” diye bar bar bağırmak isteyen içimdeki felaket tellalı her yıl küskün bir şekilde bir köşeye büzüşüyor.

Bu sabah sarı mimozaları açmış görünce gene şoklara girdim. Bu mimozaların ne zaman açmaya başladıklarını hiç anlamıyorum. Bir sabah bir bakıyorum: Ağaç patlamış! Şok olmam bundan …

Bunlar bu tarihte mi açardı diye kontrol edeyim dedim meğer 8 Mart dünya kadınlar gününün simgesiymiş sarı mimoza. Yani en fazla 15 gün önce açmış olabilir. Dünyanın sonu geldi demek için yeterli değil…

Fakat bu yıl baharın erken geldiğini söyleyen tek ben değilim.

Çok sevdiğim arkadaş ve yazar Akdoğan Özkan, T24’de İstanbul’da baharın anatomisini yazmış. Bahar şehre nereden hangi işaretlerle ne zaman geliyor?

Akdoğan benim gibi oturduğu yerden izlemiyor baharı. Vazifeli bir kuş gözlemcisi. Her gün şehrin Kuzey ormanlarına, kırlık alanlarına, çayırlarına gidip doğayı dinliyor.

Bu yıl bahar, 12 Şubat’ta gelmiş. Ona göre de epeyi erken.

Büyük baştankara ve ispinozlar “bahar ötüşlerine” o gün başlamışlar. Karatavuğun ötüşünü de o akşam duymuş ilk.

Meğer mimoza 12 Şubat’ta başlamış açmaya. Ballıbaba çiçeği de aynı şekilde. 18’inde sülün ötmüş. 19’un şahinler gelmiş.

Bülbül için henüz erken ama yelkovan kuşlarını görebilirmişiz şubatta. Yelkovan kuşları şu boğazın sularını yalayarak uçan kuşlar. Senede bir kez tek yumurta bırakırlarmış. Ve çok ilginç, nüfusu her yıl artıyormuş.

Bugünlerde görme ihtimalimiz olan kuşlar leylek ve çaylak. Mart ayında ise önce sığırcıkları, sonra ebabilleri ve kırlangıçları göreceğiz.

Şöyle bitirmiş Akdoğan Özkan yazısını:

“İnsan ömründe en az bir kez bahara tam açmalı gözünü, kulağını! Ve görmeli onun bütün işaretlerini. İstanbul’a bahar aynı ürperme ve tereddütlerle mi geliyor? Tam olarak ne zaman, nasıl geliyor? Bilmeli!”

Doğru diyor…

Yazının devamı...

1955 hortlasın öyle mi?

Başbakan’ın konuşmasını her dinlediğimde, daha doğrusu her “maruz” kaldığımda şöyle bir kabus/hisse kapılıyorum:

Daha konuşması bitmeden kapım güm güm güm vurulacak, eve mahallenin bilumum eşkıyası girecek, bir bölümü beni dövecek, hatta daha beter şeyler yapacak, bir bölümü eşyalarımı kırıp dökecek ve sonra “ÇEKTİR GİT BU ÜLKEDEN! SENİ İSTEMİYORUZ! ANLAMADIN MI HÂLÂ?!” diyerek çekip gidecek.



Başbakan’ın, Gezi’den sonra beşinci vitese takılmış bir şekilde her Allahın günü hissettirmeye çalıştığı işte tam da bu. Daha önce de pek hazzetmediğini biliyorduk ama artık düpedüz “kurtulunması gereken” “düşman” olduk.

Yalanla, iftirayla, her gün aşağılayarak, karayalarak yaptığı tam bu.

Böyle benim gibi hisseden kaç kişi var bilmiyorum.

Belki ben yalnız yaşadığım için daha tedirginim.

Belki ben bu ülkenin geçmişini iyi bildiğim için daha diken üstündeyim.

Zira bu ülke, 60 yıl evvel buna benzer bir “provokasyonu” yaşandı. Hem de çok utanç verici bir şekilde yaşadı.

1955 yılında, Başbakan Adnan Menderes kontrolü altındaki basına yalan bir haber yaptırdı: “Ata’mızın Selanik’teki evini bombaladılar”

Amaç ülkedeki Rumları rahatsız edip, mallarını mülklerini bırakıp gitmelerini sağlamaktı. Zira ekonomi kötüye gidiyordu ve hükümetin “bir şeyler” yapması gerekiyordu.

Haberin yayınlandığı günün akşamında Demokrat Parti teşkilatının, meslek kuruluşlarının, gençlik örgütlerinin, resmi kurumların kışkırtmasıyla hem İstanbul’dan hem otobüslerle şehir dışından getirilmiş kalabalıklar akıllara durgunluk veren bir yağma ve yıkım eylemi gerçekleştirdi. .

Kalabalıklar Şişli, Beyoğlu, Samatya, Kumkapı, Yedikule’deki gayri Müslimlerin (ve zaman zaman da yanlışlıkla) Türklerin dükkanlarına, yazıhanelerine, evlerine ve ibadethanelerine saldırdı. Emniyet ortada görünmedi. Organize öncü birliklerin ulaşımı özel araçlar, taksiler, kamyonlar ve belediyenin otobüsleri ve vapurlarıyla sağlandı. Sabaha kadar süren saldırılarda beş binden fazla gayrı menkul tahrip edildi. 73 Rum kilisesi yakıldı. Resmi olarak ilan edilmediyse de 400’e yakın tecavüzün yapıldığı tahmin ediliyor. (Merak eden 6-7 Eylül olayları diye internete baksın ve İstiklal caddesinin yağmadan sonraki fotoğraflarına bir baksın)

Sabah karşı sıkıyönetim ilan edildi, şehre tanklar indi. Ama zaten olan olmuştu.

Önce suç komünistlere atılmaya çalışıldı. Aralarında Aziz Nesin’in de olduğu bir grup solcu tutuklanıp hapse atıldı.

Sonra yağmaya katıldı diye beş bin küsur kişi sorgulandı.

Dava açıldı. HERKES berat etti.

Olan solculara ve gayrı Müslimlere oldu. Komünistler suçsuz yere 4 ay hapiste kaldı, Rumlar da yüzyıllardır yaşadıkları toprakları terk ettiler. Onlarla beraber birçok Yahudi ve Ermeni de gitti...

Proje gerçekleşmişti.

Galiba herkes mutluydu.



Şu an Taksim’deyim ve polis gene göstericilere gaz bombası atıyor. Ortalık yine savaş alanına döndü.

Aynı İstiklal, aynı Taksim ve devlet Başbakan’ın önderliğinde yine “birilerine” karşı savaş açmış durumda.

1955’deki o “halk”ı hortlatmak için elden ne geliyorsa yapılmaya çalışılıyor.

İstenen bu mu?

O zaman mutlu olacak mı herkes?

Yazının devamı...

Ukrayna'dan Topçu'ya

Ukrayna’da ne olup bittiğini izliyor musunuz?

Ukrayna hükümeti, Avrupa Birliği yerine Rusya ile güçlü ilişkiler kurmaya karar verip AB ile anlaşmasını imzalamayınca halk ayaklandı.

Aynı bizde olduğu gibi meydanlarda çadırlar kurdu.

Polis toplanan halkı dağıtmaya çalışınca çok ciddi çatışmalar çıktı.

Şiddet, şiddeti doğurdu.

Araçlar yakıldı, kamu binaları işgal edildi.

İsyan bütün ülkeye yayılmaya başladı.

Protestocular kiliseye sığındı.

Doktorlar kilisede ameliyatlar yaptı.

Hükümet önce bu bir darbe girişimidir dedi.

Sonra Avrupa devletleri kışkırtıyor dedi.

Sulha gitmek yerine protestolara karşı sert yasalar çıkardı.

Bu arada kimliği belirsiz kişiler muhalif bir gazeteciye saldırdı.

Önce 26 kişi hayatını kaybetti.

Son üç günde ise sayı 100’e çıktı.

500 kişi de yaralandı…

Bu arada AB ülkeleri hükümeti ve polisin şiddetini kınarken, Rusya destek verdi. Türkiye tavşan boku şeklinde bir mesajla geçiştirdi…

6-7 ay arayla Türkiye’de olanların aynısı oldu neredeyse…

Aynı yalanlar, aynı propagandalar, aynı şiddet, aynı şiddete şiddetle cevap. Bu arada protestocuların bir kısmı da eylemcilerin şiddetini kınadı. “Barışçıl” eylemi savundu…

Yine aynı olan başka şey de şu: Muhalifler kendilerini birleştirecek güçlü bir lider bulamadı… Birçok grup var ama tek bir parti yok…

Sonunda hükümet, dün akşama doğru muhalefet liderleriyle tarihi bir anlaşma yapmak zorunda kaldı.

Erken seçime gidilecek ve Cumhurbaşkanının yetkilerini kısıtlayan 2004 anayasasına geri dönülecek. AB ile ilişkiler de yeniden ele alınacak.

Yetmedi, eski başbakan Yulya Timoşenko da hapisten çıkacak.



Devlet Başkanı Yanukoviç, ülkesi için –bana göre- iyi bir şey yaptı.

Daha çok kan dökülmesin, ülke yangın yerine dönmesin diye geri adım attı.

Ama erkene alınan seçimden sonra orada kalır mı?

Muhtemelen hayır.

Önceden oy vermeyenler hepten oy vermeyecek, önceden oy verenlerin bir kısmı krizi yönetemedi diye oy vermeyecek, bir kısmı da “geri adım attığı” için vermeyecek.



Başbakan Erdoğan tam da bunu bildiği için bugüne kadar bir adım bile geri atmadı.

Zira en ufak bir uzlaşma, en ufak bir geri adım atma, oy verenlerine “zafiyet” gibi görünecek.

O yüzden aynı plağı çevirip durmak zorunda.

Kabataş’ta ne olup bittiğinin hiçbir önemi yok.

Camide içki meselesi de öyle..

Olduğunu veya olmadığını kanıtlamak son derece gereksiz.

İnanma inanmama meselesi değil bu.

Yeter ki zafiyet varmış gibi görünmesin.

Farkında mısınız Topçu kışlası yüzünden çıktı bütün bunlar ama ondan değil de Kabataş'taki tacizden söz ediyoruz.

Kışladan vazgeçildiğini halk anlamasın diye mi?

Muhtemelen öyle.

Yazının devamı...

Feministlerin yapamadığını Zehra D. yaptı

Kabataş meselesi çok çok mühim bir mesele... Kurcalandıkça başka şeyler çıkıyor. Ve çok çok iğrençleşiyor.

Dün mühim bağlantıları olan bir arkadaşım aradı ve geçen gün yazdığım yazıdan dolayı beni eleştirdi.

“Güvenilir kaynaklardan olayın doğru olduğunu duydum. Hem... Bir kadın bunları neden uydursun ki?”

Doğru. Aklı başına bir insan uydurmaz.

Zehra Develioğlu’nun hiç olmamış bir şeyi olmuş gibi söylediğini sanmıyorum.

Büyük bir ihtimalle orada bir grup insan Develioğlu’na hakaret etti.

Bundan sonrası var ya da yok bilemem. Ama benim için bu da yeterlidir. Bu da korkunç bir şeydir. Etrafımı sarmış bir kalabalığın bana hakaret etmesi birkaç hafta sürecek bir travma nedenidir.

Yani “hakaret etmişler azıcık, ne var yani” demiyorum.

Nitekim Gezi hadisleri başladıktan hemen sonra (yani bu Kabataş olayı ortaya çıkmadan çok önce) başörtülü kadınlara yapılan tacizleri kınadığım bir yazım da var. İsteyen arşive gidip baksın. O yazıyı yazdığım sırada ölümler ve hükümet yalanları yoktu. Ve ben o sırada “sulh” içinde bir yerlere varacağımız sanan bir saftım. Karşılıklı saygımızı yitirmeyelim derdindeydim.



Kanal D’nin yayınladığı görüntüler diyelim ki yalan. Diyelim ki başka bir güne ait. Diyelim ki yuvarlak içine aldıkları kadın Zehra Develioğlu değil. Diyelim ki her şey düzmece.

Peki Zehra Develioğlu’nın facebook hesabını ne yapacağız?

Dün, bir akıllı, Zehra Devecioğlu’nun facebook hesabına baktı (bakmış) ve çok şaşırtıcı şeyler görmüş.

Gördüklerini sosyal medyada paylaşınca hesap birden kapatılıverdi. Ama söz konusu akıllı, ekran görüntüsünü almayı ihmal etmemiş. Fakat hesap kapatıldığı için bizler gidip kendi gözlerimizle göremiyoruz.

Sütten kesilecek kadar büyük bir travma yaşayan Zehra Develioğlu, bir gün sonra facebook hesabından bir Kemal Kılıçdaroğlu karikatürü paylaşıyor. Karikatürde Kılıçdaroğlu Gezi Parkı’ndaki bir ağaca sıkı sıkı sarılmış ve “kurtarırsan beni bir sen kurtarırsın” diyor.

Yerlerde sürüklenmiş, güpegündüz yüzüne gözüne cinsel organlar değdirilmiş, üzerine işenmiş, bebeği tekmelenmiş bir insan facebook’a giriyor ve bu aptal karikatürü mü paylaşıyor?

Yerlerde sürüklendiği için günlerce sokağa çıkamadığını söyleyen Zehra Develioğlu, aynı günün akşamı, yurda dönen Başbakan’ı karşılamak için havaalanına gidiyor. Olaydan bir gün sonra, ağrı ve yaralarına rağmen on binlerce insanın arasına girebiliyor.

Çok çok çirkin ve insanlık dışı bir saldırı yaşayan Zehra Develioğlu, olaydan 2 (iki) gün sonra yine facebook hesabında şöyle bir şey yazıyor:

“ÜÇ BEŞ AY ÖNCE ANNE KARNINDAKİ BEBEK KÜRTAJLA ALINSIN DİYEN KATİL ZİHNİYET BUGÜN ÜÇ BEŞ AĞAÇ İÇİN AYAKLANIYOR. BU TİPLER İSRAİLİN İSTEDİĞİ TİP VE KAREKTERLER, BUNLAR KANDİLDE APOCU OLUR ANKARADA ATATÜRKÇÜ, TAKSİMDE DOĞACI, HRANTIN CENAZESİNDE ERMENİ OLURLAR AMA ASLA TÜRK OLAMAZLAR”

Büyük bir saldırıya uğramış bir insan için fazla “serin kanlı” değil mi sizce de?

(“Bildimcik faşo ideologluğuna” girmeyeceğim ama tabi ayan beyan ortada, o da ayrı mesele...)

20 gün sonra ise tatile gittikleri Armutlu’da, market arabasını nasıl bebek yatağına dönüştürdüğünün fotoğrafını paylaşıyor facebook arkadaşlarına. Yanındaki not: “Kızım için yatak yoktu. Yaptım oldu...(bol bol gülücük işareti) hahahahaha”

Harbiden de akıllıca olmuş...

Fotoğrafa dikkatli bakınca arkadaki masada bir Aptamil devam sütü kutusu görüyoruz.. Eğer kendi bebeği için kullanıyorsa o Aptamil’i, Zehra Hanım’ın sütten kesildiği muhakkak... Travma nedeniyle mi doğası gereği bilemeyiz tabi...

Şunu da söyleyeyim. Grafikten anlayan birisi sahte bir ekran görüntüsü oluşturabilir. Yani ben şimdi istesem birinin hesabıymış gibi bir sayfa çizebilirim. Sonra onun ekran görüntüsünü alabilirim. Sosyal medyayı da karıştırırım.

Veya bu hesap, saldırıya uğrayan Zehra Develioğlu’na ait değil. Benzer bir yaşamı olan, Ahmet Safa Develioğlu’nu tanıyan bir başkası. Ama neden hesabını apar topar kapatsın ki o zaman?



Burada tek olumlu olan şey şudur:

100 yıldır feministlerin, kadın hakları savunucularının başaramadığını Zehra Develioğlu başardı.

“Kadının beyanı esastır” şiarını en olmayacak kişilere söyletti.

Muhafazakârlar (ki “en az iki kadının şahitliği gerekir” diyen bir dine mensuplar) birden en feminist oldu.

Sanırsın ki Türk toprakları hep bunu derdi de bizim gibi “sefiller” şüphelenmeye başlayınca bunu hatırlatma gereği duydular.

Teşekkür ederiz.

Yazının devamı...

Kabataş tacizi/yalanı ve bitmek bilmeyen mağdur edebiyatı

Ne kadar utanç verici…

Yedi insan ölmüş, onlarca insan yaralanmış, hala komada bir Berkin var, sakat kalmış bir Lobna var…

Ve biz varlığı “şüpheli” bir tacizi tartışıyoruz…

30 saniye içinde adamların üstlerini çıkartıp, ellerine siyah deri eldivenlerini geçirip, bağırıp, hakaretler edip, tartaklayıp, çocuğu pusetinden çıkarıp, havalarda sallayıp bir de bayılmış annesinin üzerine işeyeceklerine inanmamız bekleniyor…

Zira görüntülerde hepi topu 30 saniyelik bir belirsizlik var diyorlar ki: “30 saniyede her şey yapılabilir”.

“Ama kimse de dönüp bakmaz mı bağırış çığırışa” deyince “olaylar görüntülerden sonra oldu” deniyor…

“E hani bayılmıştı da kocası sonra gelmişti” deyince de “bu görüntüler montaj” deniyor…

“E hani bütün MOBESE’ler bozuktu? Olayların bundan sonra olup olmadığını, bu görüntülerin montaj olduğunu nereden biliyorsunuz?” sorusuna da

“Bunlar hep darbecilerin işi” deniyor.. Baykal’ı deviren kaset hatırlatılıyor…

Yani her lafa başka bir paket…

Her şey var ama yedi can paketi yok.

Varsa yoksa o “sado mazo” taciz oldu mu olmadı mı… Kasedi kimin servis ettiği… Darbe planının bir parçası mıydı..



Mağdure ve onunla röportaj yapan gazeteciler, son görüntülerin ortaya çıkmasından sonra “itibarsızlaştırma kampanyası”nın başlamasından müşteki olmuşlar!

Hay Allah! Yedi insan öldükten, onlarca kişi sakat kaldıktan ve mahkemeleri de bir parodi şeklinde devam ederken, dahası bütün o süreçte Geziciler başbakan tarafından her tür itibarsızlaştırmaya, her tür hakarete, aşağılamaya, iftiraya maruz kalırken (ayyaş, çapulcu, yanı başına tuvaletini yapabilecek kadar pis, seks manyağı, vatan haini..) sizin itibarınızın şu an için beş paralık olmasına üzülmemiz isteniyor öyle mi?

Bu nasıl bir beklenti yüksekliğidir böyle yahu? Bravo yani.

Umutlu olmak iyidir ama bu kadarına da şuursuzluk denir. Canımıza kast edilmişken, vatandaştan sayılmazken, her yerde her fırsatta çekip gitmemiz söylenirken, başınıza gelen bu pek de mühim olmayan hadiseye “linç” demeniz de gülünçtür…

Mağdur edebiyatınız bakalım daha nereye kadar gidecek…

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.