Şampiy10
Magazin
Gündem

Kötülük kıt zekânın ürünüdür

Klişe mlişe ama gerçek arkadaş! Sen ne anlatırsan anlat karşındaki canı ne istiyorsa onu anlıyor.

“Kapasitesi ne kadarsa” falan da demeyeceğim. Bu, denyoluklara “hafifletici” sebep bulmak demek. Ve bunu yapmaya da hiç niyetim yok.

Mesele şu aslında. Bu totodan anlama hadisesi zekânın veya bilginin kıtlığına değil, insanın kötülük seviyesine bağlı. Anladığı zekâsından çok kötülüğüne bağlı.

Bir insan ne kadar kötüyse o kadar yanlış, eksik veya tamamen gerisinden anlıyor.

“Anlamak” da denir mi buna emin değilim. Bayağı yeniden “yazıyor” aslında.

Kendi kötülüğünden gözü o kadar kamaşık ki sen ne dersen de... O sana bir senaryo oturtuyor. Oturtmuş olarak evine geliyor zaten.

Şimdi bir tabuyu daha yıkacağım... Hazır mısınız?

Sanıldığının aksine kötü insanlar “zeki” falan değil. “Çok zeki o yüzden kötü” klişesinden (ve de yalanından) da bıktım. Kötülüğü zekâ işi görmek bir roman ve film üfürmesi.

İşin gerçeği şu: İnsanlar ne kadar aptal o kadar kötü! Ama nedeni bilinmez bir ahmaklıkla kötülükte zekâ boncuğu arayıp duruyoruz.

Hem zeki hem kötüler de var elbette ama dikkatlice bakın etrafınıza (veya kendinize) az!

Ve dünyanın en feci buluşması da budur herhâlde: Kıt zekâ ve fesatlık. Cahilliğin çaresi var, bu bulamacın yok!

Hem maksadını anlatamıyorsun hem de kıt zekâsıyla anladığı tam bir çirkef deryası!

Koca bir hafta sonu ve ertesinde bunu düşündüm.

“Bir insan beni bu kadar kötü anlayabilecek kadar kötü nasıl olur” dedim kendi kendime.

Bu nasıl bir empatisizlik, bu nasıl bir anlayışsızlık dedim kendi kendime.

Sonra buldum: Empati dediğiniz şey de zekâ isteyen bir şey aslında.

Birinin yerine kendini koymak, çektiği acıyı, şaşkınlığı hissedebilmek... İyi kalpli olmayı değil sadece, basbayağı yaratıcılığı da isteyen bir şey.

Çok yönlü düşünmeyi, aynı anda farklı bilgileri tartıp harmanlamayı da bilmek demek.

Sonuçta zekâya gelip dayanan bir şey.

“Yaşasın kötülük” diyenler... Bir kez daha düşünsünler aslında neyi itiraf ettiklerini...

Yazının devamı...

Kadınlar erkeklerin neyine bakıyor?

Erkeklerin, kadınların dakka bir gol bir plan-proje-taahhüt işlerinden çok “bunalıyor” ya. Hani beraberliğin daha ilk aylarından itibaren “şunu yapalım, bunu yapalım” demelerinden.

Şimdi size acı bir gerçek söyleyeceğim.

O anında kurduğumuz projeler var ya… Aslında onlar olmasa kadınlar erkeklerin suratına bile bakmaz.

Kadınlar kendilerine hayal kurdurabilen adamlara aşık olur.

Daha da ileri gideyim aslında aşık oldukları adam değil, kurdukları hayaldir.

Hayallerine, projelerine aşık olurlar.

O projelerine kendilerini o kadar kaptırırlar ki, projenin (hesapça) ana öznesi o adamın aslında ne olduğunu (veya ne olmadığını) görmezler/göremezler.

Hem göremezler hem de çok aldırmazlar.

Ahmakça bir iddiaya girerler kendi kendilerine: Adamı hem o projeye ikna edebileceklerini hem de adamı “adam” edebileceklerini sanırlar.

Eskilerin deyimiyle hüsnü kuruntuya kapılırlar.

(Yeri gelmişken: İngilizce “wishfull thinking” deyiminin tam karşılığı olan “hüsnü kuruntu”nun hakkı yeniyor! “Evrene mesaj yollayalım”, “çok istersen olur”cu “secret” lobisi bu şahane tamlamamızı es geçiyor. Halbuki dalga geçiyormuş görünse de aslında demek istediği tam bu. Ailenizin etimologundan sevgilerle…)

İşte kadınların bu budalaca hüsnü kuruntuları sayesinde esasen bir halt olmayan ve de olmayacak olan bir takım adamlar kendilerine bir manita, sözlü, nişanlı yaparlar.

Ha oldu da kadın kedi kararlılığında devam ederse bütün hırtlığına rağmen kendine bir eş bile yapar.

Adamla o proje olur mu, olduysa da bir ota benzer mi tartışması ayrı bir yazının konusu.

Ama benim gördüğüm şu: Kadınların planları olmasa erkeklerin yüzde 90’ı evde kalır.

Yani şikayet edip durduğunuz o planlar sayesinde kadın yüzü görmektesiniz.

Zira erkekler de kabul etsinler ki pek çoğunuz yakışıklı değilsiniz.

Yakışıklıyı geçtim bakımlı da değilsiniz.

Taş gibi vücut, diyelim söz konusu bile değil. Hiç olmazsa temiz, bakımlı, dişleri, kokmayan bir ağzı, mantarsız ve kokusuz ayakları (alt tarafı 2 liraya bir krem alıp sabah akşam 15 gün süreceksin) ve deodorant sürülmüş temiz bir koltukaltını da mı hak etmiyoruz?

Sandığınız gibi eğlenceli de değilsiniz. Esprilerinize gülmemizin nedeni komik olması değil. Kendinizi iyi hissedin diye. Kendini iyi hisseden erkek kıvama daha iyi gelir…

Über cehaletinizi zırva sapan bildimcik ideologluğunuzla kapatmaya çalıştığınızın da farkındayız. İşkembeden atıp durduğunuz bilgi kırıntılarını siz tuvaletteyken google’dan kontrol ediyoruz. Hatta bazen gözünüzün önünde.

Çok mühim bir şey ve üstünlük sandığınız futbol ve teknolojik bilginiz de tırışkadan.
Dindarınız dini, demokratınız demokrasiyi, gericiniz geriyi, ilericiniz ileriyi bilmiyor.

Bol bol sıkılıyor ve sıkıldığınız o çemberden çıkacak yetenekte, zekâda ve yaratıcılıkta değilsiniz.

Ve bütün bunların üzerine “kadınlar hemen evlilik planı yapıyor, hemen seyahat planı yapıyor, ay çok bunalıyoruz” diye yandım Allah kaçıyorsunuz.

Şimdi Sezar’ın hakkı Sezariyelere… Türk kadının da suçu az değil. Aklına gelen yegâne proje evlenip çocuk yapmak!

Hadi evlenmeden zaten hiçbir şey yapamayacak olanlara pek diyeceğim bir şey yok … Kızı sokağa salmazlarken “Hadi sevgilim! Himalayalara çıkıp dünyanın kaç bucak olduğuna bakalım” mı desin?

Ama üzerinde ailesel ve toplumsal baskısı olmayanların bu tutturukluğuna ne demeli?

Okumuş etmiş kızlar “evlenek de evlenek” kendilerini yırtıyor.

(Bunun parodisini de en iyi, meşhur bloggerimiz ve artık Hürriyet yazarı da olan PuCCa yapıyor. Geçen gün itiraf ediyordu o da: “Ulan hayal ettiğim her şeye genç yaşta sahip oldum. Ne lan bu “koca da koca ille de ..” tribi…)

Hayır ben evliliğe karşı biri değilim. Güzel bir evlilik (= iyi bir aile) kadar şahane bir şey var mı?

Yok ama yegane hedef ‘nikahı basmak’ olunca adamların da kaçışması normal.

Biraz yaratıcı olun arkadaşlar! Adam daha oyun çağındayken (biraz uzun sürüyor onlarda) eline oyuncak yerine durmadan altına yapan ve viyaklayan bir bebek vermek mantıklı mı? Bir oyun vereceksin ona, çözmeye (onların deyimiyle ‘başarmaya’) çalışırken mutlu olacak… Bir türlü elde edemedikleri kadınların peşinden çılgın gibi koşmaları, elde ettikten sonra da canlarının sıkılması bu yüzden. Oyun bitiyor…

Gerçi erkekler için kadının sunduğu projenin mahiyeti ne kadar önemli ondan da o kadar emin değilim. Çoğu o kadar denyo ki ha nikah demişsin, ha gel beraber bir iş yapalım demişsin, ha ordu kurup dünyayı ele geçirelim demişsin fark etmiyor.

“Kafesleniyorum… kafesleniyorum…” (iç) alarmları öyle bir ötmeye başlıyor ki adama Napolyon muamelesi yapmışsın, farkında değil.

Yazıyı topaçlayacak olursak: Siz o bizim zırva procelerimize yatıp kalkıp dua edin.

Yazının devamı...

Tehlikeli Temayüller: PM aramızda!

Mutat kışlık izninizdeki yazarınız (bir nevi boz ayı izni) yavaş yavaş geri dönüyor sayın okurlar. Kitap (Küçük Oteller 2014) bitti, Mutlu Tönbekici is back.. …

Ancak bu gün ben olmayacağım bu köşede… Zira Perihan Mağden’i konuk edeceğim. Zira yeni bir kitap çıkardı: “Sahibinden sıfır kilometre köşe yazıları! TEHLİKELİ TEMAYÜLLER” Hiçbir yerde yayınlanmamış (zira bildiğiniz gibi P.M. hiçbir gazetede yazmıyor… Veya “hiçbir gazete onu barındıramıyor” diyelim…) 26 köşe yazısından oluşan bir kitap.

Herkesin ettiği lafı ben de edeceğim: Perihan Mağden’i özlemişim. Zaman zaman internetten eski yazılarını bulup okuyan biri olarak… Evet iyi geldi… Üstelik komşu olmamıza ve sık sık görüşüyor olmamıza (canlı yayın) rağmen... (Canlı yayını da süperdir bu arada)

Dahası kitapta ben de varım. Hem de iki ayrı yerde. Açık açık değil elbette… Bir arkadaş, sevgili komşu kisvesi altında… (Ben iyi komşuyum. Kötü komşu başkası!) Hoş, Perihan Mağden kastetmediği halde kendimi kitabın birçok yerinde gördüm, o da ayrı. Ama nerede gördüğümü söylemiyciiim elbette… Şimdi sahneyi Perihan Mağden’e terk ediyorum….



Mütemadi bir işkence aracı olarak annelik

“Bazı kadınlar bir adamı/bir hayatı kafesledikten sonra, gün, hatta an saymaya başlıyorlar. Doğurmaları gerekiyor. Çocuk, bebek! Hemen, derhal! Bir an önce. Böylesş sinir illeti kadınların, anında çocukları da olmuyor. Gelsin tedaviler, gün saymalar. En sonunda bebeklerine kavuştukları anda, nevrotikliklerinin altın gerekçelendirmesinde de (annelik Tacı) kavuşmuş oluyorlar. Evlerini, eşlerini ve kendilerini giderek hayata kapatmaya başlıyorlar….

Kutsal Annelik o denli müsamaha gösterilen, karşısındakini öylesine çaresizleştiren bir oyun kartı ki, kadın bu karta her gün daha fazla abandıkça etrafındaki çaresizler geri çekiliyor. .. Sonsuz bir manik enerjiyle evde uyulması gereken (esasında iler tutar yanı olmayan) kuralları habire fazlalaştırıyor. Evde soznsuz bir nevroz hali hüküm sürüyor: onun evi, onun nevrozu. Anneliğinden aldığı güçle, yakın çevresindeki herkesi nevrozunun hükümranlığı altında yaşamak zorunda bırakıyor. Ve çoğu zaman annesi, anneannesi, babaannesi sayesinde de edindiği kadın korkusu ve kadın bağımlılıyla bir çeşit iğdiş edilmiş vaziyetteki koca, eşinin durumuma el koyamamakta. Korkuyla, mevcut (sanki var da) huzurları kaçacak endişesiyle, inkar etme pratiğiyle, karısı eli artırdıkça görmezden gelip başını öbür yana çevirmekte. Kutsal annelik şilebine binmiş de delilik okyanuslarına açılan eşlerini bakarkör stilleriyle izleyen adamlara, çocuklarını kurban etmeyi göze almaları yüzünden inanamıyorum ve katlanamıyorum esas olarak.

Bu toplumdaki çıldırtıcı nevrotikliğe itaat katsayısını düşünürken,

Kutsal Anne/Fazla İltifat ve Alakayla İğdiş Edilmiş Oğul/Hiçbir Şeyi

Görmek İstemeyen Ruh Bana üçgenini de her daim göz önüne almamızda sonsuz yarar var.”

(Tehlikeli Temayüller, Everest Yayınları)

Yazının devamı...

Bir çocuk cesedi üzerinden iğrenç siyaset

İki gün önce bir çocuk kayboldu…

Uyanıp üzerinde uyku tulumuyla evden çıkmış, gitmiş...

Neden çıkmış, nasıl çıkmış… Henüz bilmiyoruz…

Tanıdığım böyle iki çocuk var. Biri bildiğin uyurgezer. Yataktan kalkıyor, kapıyı açıyor ve çıkıp gidiyor. Sabah soruyorsun neden çıktın diye, hiçbir şey hatırlamıyor. Dört yaşında bir şey o da.

Öteki ise kuş, kedi, köpek meraklısı… Hayvan peşinde koşmak için evin dışına çıkıp duruyor… Benim 1 yaşındaki kız da sokak meraklısı. Evin kapısı açıldı mı çıkmak için deliriyor.

Pamir de meraklı bir çocuk belli ki… Nasıl önlemini almazsın, ne biçim anne babasınız diye sormak çok anlamlı değil… Kapıyı kilitlemediğimiz (hepimizin) çok oluyor…

Baba, bana çok tanıdık bir adam… Çocuğun cesedi bulunmadan evvelki konuşmalarını dinledim, bu dil benim çevremim dili… Ben etrafımın Türkçesi, kelimeleri… Tanısaydım, muhtemelen ahbaplık kurabilirdim. En azından daha makul komşular olurduk… Çok uzak dünyaların insanları değiliz...



Pamir’in kaybolması çok ilgi gördü...

Önce sosyal medyada yayıldı jet gibi… Çocuk sevimli, baba Beyaz Türk… Hangi sırayla bilmiyorum ama AKUT devreye girdi. Sonra Valilik. Jandarma.. Helikopterler. Sivil insanlar. Mahalleli. Komşular.

İnsanı etkileyen bir dayanışma çıktı ortaya. Hayatımda ilk defa motorlu paraşüt diye bir şey duydum. Bir vatandaş, aramalara yardım etmek için uzun uzun uçmuş olay mahalli üzerinde…

Sultanbeyli’den çıksaydı bu küçük çocuk, bu kadar ilgilenecek miydi STK’lar, devlet, sivil vatandaşlar, paraşütçüler, sosyal ve konvansiyonel medya?

Muhtemelen hayır. Bu da gurur duyulacak bir şey değil. Kaybolan her çocuk (yılda on bin imiş) keşke bu kadar ilgi görse.

Ama olmuyor diye Beyaz Türklerin dayanışması bir günah mıdır? Bir komplonun parçası mıdır? Yeni bir isyanın habercisi midir?

Neden bu kadar patırtı kopmuş diye çok rahatsız olanlar oldu.

Büyük bir AKP fanı, korkunç komplo teorileri üretti.. Bunun bir Gezi-Fethullah Gülen ittifakı olduğunu, sözüm ona çocuğu aramak için ormana girenlerin esas maksatlarının 3. Köprüyü protesto etmek olduğunu, bunun için uygun bir kamp yeri aradıklarını, bu sefer seçilen sembolün (“Kayıp Çocuk”) çok manidar olduğunu… Organize olanların kendilerini vicdanın sesi olarak tanıtacağını… Geri kalan herkesi suçlayacağını…

Yani demesi şu: Ortada kaybolan bir çocuk yok (Gezi’de de kesilen ağaç yoktu) çocuk kayboldu diye ortalığı kaldırıp yeni bir Gezi düzenliyor bu vatan hainleri…



Gezi’de su yüzüne çıkan nefret ateşi, zerre hararet kaybetmemiş… Bu kadar iğrenç bir komployu teorileyebilmek hakikaten maharet ve dev bir zavallılık ister.

Utanmak değil artık duygum.

Bir çocuğu aramak bile “2. Gezi kalkışması” sayılıyorsa… Sandığımızdan daha korkak ve günahkarlar demek ki..

Dün, öğleden sonra küçük çocuğun cesedini buldular… Yan evin havuzuna düşmüş.. İlk baktıklarında bulamamışlar… Niye ilk seferde bulamamışlar, neden daha dikkatli bakılmamış, o çocuğun cesedi oraya sonradan mı gelmiş….

Bilmiyoruz… Her şey olabilir. Veya hiçbir şey olmayabilir.

Yazının devamı...

Bu kadar depresif olmaya gerek yok

Süper ottan bir ülkede yaşıyorsak nooolmuş yaaani...

Dünyanın en berbat, en çirkin şehirlerinde oturuyorsak nooolmuş yani...

Millet seviyor...

Millet gecekondu apartmanlarda yaşamayı seviyor ki devletten de başka bir talebi yok. Gidiyor yine aynı belediyeye oyunu basıyor...

Oh mis! Alternatif olarak sunulan korkunç TOKİ’leri de seviyor...

Yeşillik olarak otoyol kenarı (asla üzerinde uzanamayacakları) çimleri de yeterli buluyorlar...

Zaten ağaç sevmeyen bir halk için “ne olur biraz daha yeşillik... ne olur biraz daha nefes!” diyende kabahat...

Dün mahallemde, yine bir dangoz, çiçeği üzerinde bir ağacı kesti... Yine.

Neden kesiyorsun dedim (bittabi çığlık çığlığa) “Sen mi diktin? Sana ne?” dedi.

“Ağaç hepimizin hıyar ağası! Bahçende bile olmayan bir ağacı nasıl kesersin?”

Diyecektim ama demedim tabii. Elinde elektrikli testere olan bir adama bunu diyecek kadar çıldırmadım. Az kaldı ayrı...

Ama niye dert ediniyorum ki! (Arka plan şarkısı: Hiç bunları dert etmeye değer mi... Değer mi...)

Ne diyorlar beş gündür? Halkın iradesine saygı...

Şşşşş alooo! Saygı duy yoksa kırarım bacaklarını!

Aynen öyle...

Halk bunu istiyor. Sen de kendi başının çaresine bakacaksın...

Herkes için ‘iyi’ şeyler istemenin adı da ‘elitizm’ oldu

Hukuk diyorsun “aaa elit” diyorlar.

Adalet diyorsun “halkı aşağılama” diyorlar

Yolsuzluk diyorsun “tabana uzaksın” diyorlar.

Çevre diyorsun “offf çok Fransız’sın” diyorlar.

Öyle mi?

Yaşanır, iyi bir ülke istemenin adı da “elitizm” oldu.

İyi o zaman...

Bir gün size de hukuk ve adalet lazım olunca beyler, hanımlar...

O zaman büyük bir zevkle ne yapacağımı biliyorum...

“Hak, adalet, hukuk, yeşil, eşitlik diyerek tabana uzak kaldılar, elitist takıldılar, ah bunlar ne zavallı acınası bir zevat” diyenlerin hepsini de kırmızı kaplı defterime yazdım, yazıyorum...

Bir gün sizin de başınız mahkemelerde derde girebilir. Girsin demiyorum ama girerse hukuk ve adalet yerine alacağınız (en kibar dille) bir bardak sudur... N ile başlayıp h ile biten üç harfli bir su...

Hesapça “Elitist” olmayanlara iki soru

Elitist takılıyorsunuz, ondan kaybetmeye mahkûmsunuz diyenlere iki sorum var:

- Nerede oturuyorsunuz?

- Çocuklarınızı hangi okula gönderiyorsunuz?

Yazının devamı...

Ey halkım, hiç mi merhametin yokmuş?

Siyaset, geçmişte veya mevcutta verdiği kararlar yüzünden arkadaşlarınla, komşularınla, halkınla alay etmek değildir.

Onları küçümsemek, ayıplamak da değildir.

Hele hele bu nedenle onlara küsmek hiç değildir…

Geçmişte böyle yapanları en çok ben eleştirdim. “Bidon kafa”, “makarna kafa”, “kömür kafa”, “göbek kaşıyan adam” diyenlerden tiksindim.

Meselenin bu olmadığını, bir kimlik meselesi olduğunu, bir kimliğin temsiliyeti olduğunu anlatmaya çalıştım.

Dalga geçtiğiniz insanlar sağınızda solunuzda, akrabalarınız içinde… dedim..

Lideri veya partiyi değil, halkı önemsiyorum ben… dedim.

İnsanların “hakları” ilgilendiriyor beni… dedim.

Başörtülü kadın, yoksul Kürt, sömürülen işçi, horlanan Çingene fark etmiyor benim için. İnsan hakları esastır, gerisi laftır… dedim.

Anayasa değişmelidir dedim. Yetmez ama evet dedim.

Her sabah “asker ne demiş?” heyecanıyla kalkmaktan bu ülkenin kurtulması lazım dedim… Kurtulunca rahatladım…

Bu ülke artık barışı görmelidir… dedim… Görünce mutlu oldum.. Umutlandım.. Piti’nin evime gelmesi bu umudun sonucudur…

Bütün bunlar yüzden kendi mahallemden atıldım.

Sonra Gezi oldu…

Her şey alt üst oldu.

Üç beş ağacı koruyan gençlere yaptığı zulüm yüzünden devlet bütün memleketi ayağa kaldırdı.

Kendi kesti, kendi vurdu, kendi kışkırttı…

Sonra da kendi şoke oldu..

Ve akıllara durgunluk bir yalan dalgası başladı…

İnsanları öldürdü, öldürttü…

Tapeler mapeler… Diyelim hepsi yalan dolan, montaj, dublaj…

Ama giden canlar yalan dolan montaj değildi…

Senin benim kardeşim, oğlum, yeğenim, kuzenimdi…

Terörist de değillerdi. “Yanlışlıkla” da gitmediler.

Kimi gösterilere bile katılmamıştı.

Hiçbirine inanmayanlar okul servisi şoförü Hakan Yaman’ın hikayesine baksınlar… (www.hakanyamananeoldu.com) Hakan Yaman’ın Sarıgazi’de kahveden çıkarken başına gelenlere inanamayacaksınız! Gazlama, öldüresiye dövme, gözünü sivri cisimle patlatma ve yangına atma! Hepsini “destan” yaratan Türk polisi yapıyor!



Ben şimdi seni nasıl komşum, akrabam, kardeşim, arkadaşım diye göreceğim açıkçası bilmiyorum..

Sen Berkin’i vuranlara oy verdin.

Sen Ali İsmail’i vuranlara oy verdin.

Sen dedin ki evet onlar ölsün… Evet onların kökü temizlensin… Evet onlar gazlansın, dövülsün, gözleri patlatılsın, beyinleri dağıtılsın ve ateşlere atılsın…

Mesele şu: Bir insan başka insanın acılar içinde ölmesini istiyorsa, buna destek veriyorsa, buna oy veriyorsa…

O ülke nasıl “memleket” olabilir ki?

Ey halkım… Hiç mi insafın yokmuş?

Hiç mi merhametin yokmuş?

Yazının devamı...

Erguvan için son hafta!

Erguvanlar açmışken erguvan yazısı yazmadan olur mu?

Olmaz.. Allahın gücüne gider…

“Ben bu kadar güzel bir şey yarattım, siz onu nasıl görmezden gelirsiniz” der..

Bana sorarsanız bugün, oyunuzu verdikten sonra erguvan “teftişine” çıkın. “Teftiş” dedim zira bunca yıldır beni ve erguvan yazılarımı okuyorsanız, artık etrafınızdaki erguvanların yerini zaten biliyorsunuzdur. O nedenle “keşfe” çıkın demedim de “teftişe” çıkın dedim…

Ben bugün tam da öyle yaptım… Yerini bildiğim erguvan ağaçlarının durumu neymiş görmek için Arnavutköy’den Yıldız Parkına kadar yürüdüm…

Çok şükür, çoğu yerinde duruyordu… Hatta bu yıl sanki daha bir coşmuşlar, daha bir neşeli açmışlar gibi geldi bana…

Hele Kuruçeşme sırtlarında, pembe bir bulut gelmiş yerleşmiş sanki… Öyle büyüleyici, öyle fantastik bir şey… Yarın karşı kıyıları teftiş edeceğim. Vaniköy Korusu eminim coşmuştur…

Bir arada beş on ağaç olunca etkisi çok daha başka oluyor… Bulutun rengi daha mor oluyor. Bir gün bir arazim olursa, bir bölümüne sadece erguvan ağacı dikerdim. Bir işe yarayan bir ağaç değil ki diyecek kimi şimdi bana ama (gerçi bana göre ağaç ağaçtır) yılda iki hafta mosmor bir çiçek bulutu yaratmak da az buz bir mutluluk değil. Bu da “fayda” değilse ne diyeyim ki size..

Japonya’da öyle parklar var. Sadece “sakura” ağacı dikiyorlar. Sakura, bir çeşit kiraz. Ama bildiğim kadarıyla meyvesi yok. Buna karşı çiçeği olağanüstü. Nisanda açıyor ve açtığı zaman göz gözü görmüyor.

Japonya’da yaşayan arkadaşım anlattı. Sakura zamanı Japonya olağanüstü olurmuş. İnsanlar sakura çiçeklerine bakmak için parklara akın ederlermiş. O tarihlerde evlenir, fotoğraflarını ille bir sakura ağacı altında çektirirlermiş. Bir festival gibi geçermiş sakura zamanı. “Japonya’ya gelmek için tek neden ama sıkı bir neden” diyor arkadaşım.

Yazık ki hiç denk getiremedim. Japonya’ya sık sık gidiyorum da sakura zamanına denk getiremedim değil. Japonya’ya gitmek kısmet olmadı. Zira ülke çok uzakta, biletler de anasının nikahı… Süper beceriksiz bir insan olduğum için de millerimle bir bilet almayı beceremedim bugüne kadar. Bırak Japonya’yı, İzmir’e bile gidemedim… Japonya’ya yetecek kadar birikmişse bile yanmış gitmişlerdir…

Türkiye ise erguvan teması daha çok çakalın şey bıraktığı yerlerde yapılan “residaaans”larda kullanılıyor. Erguvan Evleri, ErguONE Residium.. E hani nerede erguvan diyorsun, broşürü gösteriyorlar. Zira her 3D görsel yapan illa 20 – 30 erguvan yerleştirir resme… Belediyelerin meydan düzenleme 3D görsellerinde de vardır illa ki açmış erguvan. Sonra olmaz ama o ağaçlar… Kimse dikmez.

Adı “erguvan parkı” olup içinde erguvan olmayan parklarımız da var…

Neyse ne… Bir iki erguvan dikeyim ben en iyisi bizim mahalleye… İşim gücüm bu…

Seneye, erguvan zamanı fotosunu çeker koyarım…

İyi pazarlar...

Yazının devamı...

Nermin Abla ve Youtube

“Amaaan youtube çoluk çocuk eğlencesi, kapansa ne olacak” diyenler için yazıyorum bu yazıyı.

Nermin Abla, kızının eski bilgisayarıyla oylanan emekli bir ablamız. Facebook, skype derken doktoru "spor yap" dedi. "Yoksa ölürsün, felç olursun ve saire ve saire…"

Hayatının hiçbir döneminde spor yapmamış biri olarak Nermin Abla'nın bildiği tek şey yürümek. Ama berbat bir yerde oturuyor. Sokağa çıkıp yürümek, ölümden beter. Koşu bandı ise hayatta kullanamaz. Düşer kalçasını kırar..

Ona Youtube’da çok basit bir şey gösterdim. Olduğun yerde yürüme egzersizi… Leslie Sansone diye bir kadın “Walk At Home” diye bir şey icat etmiş. “Tam bir Amerikan saçmalığı” derken baktım Nermin Abla’nın durumuna uyuyor… Bir gittiğimde gösterdim, çok hoşuna gitti. Baktım Nermin Abla, Leslie Sanson sayesinde her gün spor yapmaya başladı. Ne İngilizce bilir ne başka bir şey ama Leslie “volk… volk… volk...” dedikçe durduğu yerde yürüdü durdu. Aşağı yukarı bir 7-8 kilo da verdi!

Youtube kapatılınca şok içinde beni aradı: “Ay ben Leslie’siz ne yapacağım şimdi? Bütün keyfim kaçtı…”

Nermin Abla’nın “Suriye ile savaş çıkarmanın 5 altın yolu” tapeleriyle uzaktan yakından ilgisi yok ama Youtube bir şekilde hayatında var işte!

67 yaşındaki kadına DNS ayarlarını değiştirmeyi öğretirken posta kutuma “Sevgili Bebek” sitesinden bir mail düştü: “YouTube kapatıldığı için bebek eğitim videolarımız açılamıyor, bilginize”

A tabi dedim. Birçok site öyle yapmıyor mu? Youtube’a yükleyip sitesinde link veriyor.

Aggghhhh… Nermin Abla ve ben, tamamen başka nedenlerle ortak bir dertten mustarip olduk iyi mi… Çok saçma ama öyle…

Daha binlerce örnek verebilirim. Binlerce Türkiyeli, el yordamıyla çağa ayak uydurmaya çalışırken pat diye eli böğründe kalakalıyor.

En çok şuna üzülüyorum: Bu ülkede namusuyla iş yapmaya çalışan insanlar DA var.

Kimi kereste ticareti yapmaya çalışıyor, kimi kitap yazıp satmaya çalışıyor, kimi 6 odalı minicik bir butik otel işletmeye çalışıyor, kimi bir büfe açmış tost satmaya çalışıyor, kimi muhafazakâr kadınlar için spor salonu açmış müşteri bulmaya çalışıyor, kimi dünyanın yatırımını yapmış diyet yemekleri yapıp satmaya çalışıyor kimi insanları gezdirmeye çalışıyor…

Fatura kesen, vergi veren küçük esnaftan söz ediyorum. Siyasi görüşlerinin zerre kadar önemi yok. Gece gündüz demeden, evimde bekleyenim var demeden çalışan, çektikleri banka kredilerini gıdım gıdım ödemeye çalışan insanlardan söz ediyorum.

Sen ben o yani… Cemaatle partiyle işi olmayan dindar insanlar da aynı durumda cemaatle partiyle ilgisi olmayan laikler de…

Marangozum aradı geçen gün, uzun uzun dertleştik. “Anlamadım ben” diyor, “geçen sene iş bolluğundan bunalıyordum, bu sene iş yokluğundan. Kimse ev yaptırmıyor. Yaptıran da parasını vermiyor”

Otelci dostlarımla konuşuyorum “berbat bir sene geçirdik. Millet gezmeyi bıraktı” diyor.

Delilik! Yemin ediyorum delilik. Varlık içinde birbirlerini yiyen karı kocalar gibiyiz…

Bir seçimin olup bitmesini hiç bu kadar istememiştim galiba.. Sonuna yaklaştığımıza çok mutluyum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.