Şampiy10
Magazin
Gündem

Bal Porsuğu Partisi...

Ankara’da çok komik bir şey oluyor. Biri (veya birileri) seçimle fena halde dalga geçiyor. Sağa sola (muhtemelen “korsan”) astıkları bill boardlarda Belediye Başkan adayı olarak şair Cemal Süreya’yı görüyoruz mesela. Afişin altına da şairin meşhur “555K” şiirinden bir alıntı koymuşlar:“Biz şimdi yan yana geliyor ve çoğalıyoruz. Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını, işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.” (Meraklısına not: 555K, “5 inci ayın 5 inci günü saat 5’te Kızılay’da” demek olan ve Demokrat Parti’ye karşı yapılmış dev protesto gösterisinin ismi. Partinin de sonunu getirmiştir hakikaten. Zira 22 gün sonra 27 Mayıs 1960 darbesi oldu)

Sonra başka bir yerde yazar Sabahattin Ali’yi görüyoruz. “Memur kenti yaftalamalarını bitirmeye geliyoruz” demişler altında.

Sonra binlerce Melih Gökçek afişi arasında Mali Hizmetler Müdürlüğü adayı olarak Jaques Mesrine’i görüyoruz. “Tüm halkımıza tüm bankalardan karşılıksız kredi imkanı” diyor. Kim peki Jaques Mesrine? Fransa’nın en ünlü katili! Sayısı cinayet, banka soygunu ve adam kaçırma gerçekleştirmiş, deflarca hapisten kaçmayı başarmış bir suç makinesi!

İnsan Kaynakları ve Eğitim Müdürü olarak da Herman Hesse’yi “aday” göstermişler. “Milli Kütüphaneyi nizama sokacakmış!” Sidharta ve Bozkırlar Kurdu’nın yazarıdır ve şahsen ben pek sevmiştim kitaplarını… En komiğine geliyorum şimdi: Çevre Koruma ve Kontrol Müdürlüğü adayları Marlon Brando! “Hükümeti reddedemeyecekleri bir teklif ile devireceğiz”



Peki kimmiş bu “Bal Porsuğu Partisi”?

Doğrusu internette Ekşi Sözlük dışında bir yerde bir şey bulamadım.

Orada şöyle yazmış “teyteyteytey”: “Bal porsuğu partisi nedir? Amacı nedir? Vaatleri nedir? Kontrolsüz güç, güç değildir derler. Ne de güzel yalan söylerler yüzümüze baka baka. Bu söz insanı “kontrol” altında tutmaya çalışan otoritenin boş bir hezeyanından başka bir şey değil özünde. Biz, bu söze şöyle karşılık veriyoruz, “asıl kontrollü güç, güç değildir.”

Peki neden bal porsuğu?

Bal porsuğu dünyanın en acayip hayvanı. Tutarlı davranışlar sergilemez. Önüne gelen canlı her şeye saldırır, aslan da görse saldırır fare de görse saldırır. Şimdi hayvanın karakterini bilip tipini bilmeseniz “t-rex mi la bu” dersiniz. Aslında kedinin biraz daha büyüğü. Kobra yılanına saldırıp ısırılıp yılanı yerken zehrin etkisiyle bayılıp, ayılınca yemeye kaldığı yerden devam bir hayvandan bahsediyoruz. Bu hayvan saygıyı hak etmiyorsa hiçbir şey hak etmiyordur.

Peki biz ne yapacağız? Sinirin, mutluluğun, tutarsızlığın uçlarda yaşandığı bir dünya kuracağız. Herkes cinnet geçirecek! Cinnet geçirtme daire başkanlığı kuracağız, insanların birbirine saldırmasını teşvik edeceğiz. Hem eliminasyon sağlanmış olacak, hem de herkes mutlu olacak. Nasıl davransam tasası olmayacak. Herkes elinden gelen en büyük zararı vermek amacıyla hareket ettiği için, öyle düşünmeye gerek kalmayacak. Strateji yok, plan yok, amaç salt saldırı. Büyük uzay gemileri inşa edeceğiz, dünyadaki her şeyi yıkıp hafriyatı o gemilere yükleyeceğiz, uzay boşluğuna göndereceğiz, orada kaybolacak her şey. Bu eylemi gerçekleştirene kadar bilimin ilerlemesine müsaade edeceğiz, ondan sonra bilimi de yok edeceğiz. Dünyada beton, asfalt, petrol falan kalmayacak. Ayaklarımız çimene değecek. Hiçbir hayvana zarar verilmeyecek bu süreçte ama dünya nüfusu kademeli olarak 500 milyona düşürülecek sonra kalan bu 500 milyon insan tek bir insan hayatta kalana savaşacak. O son insan da ölünce her şey bitecek. Bu da son projemiz işte. Var mısınız bu yolda benimle?”



Ekşi Sözlük’te yazılanlar “Korsan” partimizi bağlıyor mu bilemem ama bir an evvel kendi sayfalarını açsalar iyi olur.

Esinlendikleri yer ise ABD. Biraz daha araştırınca baktım ABD’de de var bir Bal Porsuğu Partisi (The Honey Badger Party) Ama onların ayakları biraz daha yere basıyor sanki.

Yine.. İnsanın içine fenalık veren seçim günlerinde iyi mavra yapmış Bal Porsukları..

Yazının devamı...

Baharın geldiğini fark etmeyen ülke

Bu sabah, bir kumru çifti evime girdi. Daha doğrusu hanım içeri girdi, bey cam kenarında bekledi. Anladığım kadarıyla yuva yapacak bir yer arıyorlardı. Pencereyi açık bulunca içeri girdiler.

Dişi kumru abajurun üzerine kondu. Ben, kuşu ürkütmemek için olduğum yerde hareketsiz kaldım. Kumru, uzun uzun etrafı inceledi. Pencere kenarındaki kocası da onu izliyordu. Arada da gugukluyordu…

Sahne bana çok komik geldi. Ev arayan evli bir insan çifti gibiydiler. Hatta daha da ileri gideyim: Ev bakan bir Türk çifti gibiydiler. Geniş kalçalı kadın, emlakçıyı, ev sahibini falan beklemeden açık bulduğu pencereden palas pandıras içeri dalmış da daha edepli kocası “Yahu Nigar, adamları bekleseydin, ne bu böyle hırsız gibi giriyorsun içeri…” der gibiydi.

Dişi kumru ise tipik bir “çok bilmiş Türk kadını” tavrındaydı. “Aman ne bekleyeceğim be.. Kimse oturmuyorsa kimsenin evine girmiş sayılmayız..”

Nigar kardeş beş dakika boyunca boynunu sağa sola kesik kesik büke büke evimi inceledi. Sonra abajurdan havalanıp camın dışında tavana asılı saksının içine kondu. Bir süre de orada kaldı.. Toprağı gagaladı, yaprakları araladı.. Nihayet kocası da geldi. Olur mu olmaz mı tartışmaya başladılar.. Bu arada saksının da canına okudular.

Dedim “Kumru kendine yuva yapacaksa çiçek feda olsun.. Ne olacak.. gider yenisini alırım.”

Beş dakikalık bir fikir teatisinden sonra olmayacağına karar verip gittiler…

Halbuki umutlanmıştım..

İki yıldır böyle bir hayalim var. Evimin bir köşesinde bir kumru ailesi yuva kursun istiyorum.

Serçeler kurdu ama o kadar gizli bir yerde ki göremiyorum. Sadece seslerini duyuyorum.

Ne bileyim, sanki kuşlar evimin sağına soluna yuva kurunca denyoluklardan, hıyarlıklardan korunacakmışım, bütün şahanelikler benim olacakmış gibi geliyor bana..

Evet… Kuş yuvalarından oluşan bir Faraday kalkanı gibi bir hayalim var.

Tealaaam.. Düştüğüm duruma bak! Nelerden medet umuyorum bakar mısınız?

Gidip bir kuş yuvası bile aldım!

Fakat fazla süslü galiba, daha çok korkuluk vazifesi görüyor.

Yine de astım işte…



Durum böyle dostlar…

En çok da neye yanıyorum biliyor musunuz?

Bu seçim ve skandallar o kadar pis bir zamana denk geldi ki ülkecek baharın geldiğini fark edemez olduk.

Ve bir ülke bundan daha berbat bir hale düşemezdi..

Leylekler bile gelmiş, söylemiyorsunuz hiç..

Peeee..

Yazının devamı...

Recep İvedikler siyaset yapıyor

Tam bir sene önce bugün içime Piti’-nin ateşi düştü…

Tam bugün karar vermiştim “bırakılmış” bir hayata “dokunmaya”…

Aynı dün olduğu gibi Diyarbakır’daki Newroz Meydanı’nda Öcalan’ın mektubu okunmuştu… Mektup okunurken tam otuz yıldır bunu beklediğimi fark etmiştim… Evet o mektup barışın nişanesiydi…

Okunduğu sırada gözyaşları dökenlerdendim… Zira kişisel hayatının üçte ikisi savaş içinde geçmiş biriydim...

Kimsenin umurunda olmayan o şehitler ve gerillalar, benim için ilk günden beri önemliydi…

Kimsenin umurunda olmayan o topraklar ölümlerden, kurşunlanmalardan dönme pahasına hep gittiğim, gördüğüm yerlerdi…

Ve yeniden gitmek istediğim yerlerdi…

Konvoylarla, saat sınırlamalarıyla, durmadan kontrollerle, uzaktan duyduğum bomba sesleriyle değil insan gibi yeniden gezmek istediğim yerlerdi...

O yüzden ilan edilen barışı benim için çok kıymetliydi.. Açıkçası hâlâ da çok kıymetli. Hatta şu kadarını söyleyeyim: Şu an elimizdeki tek değerli şey… Ertesi sabah kalktığımda “Bu ülke çocuk büyütülecek bir yer oldu artık” dedim kendi kendime. İçimde bir ateş yanmaya başladı.

“Bir tane yapmak” yerine “yapılmışı” alayım dedim… Kimsesiz bir çocuğa sahip olayım dedim… Madem bizim hayatımız artık değişecek, ben de bir başkasının hayatına dokunayım dedim…



Sanıyordum ki tek derdimiz bu…

Sanıyordum ki savaş bitince her şey hallolacak. Sanıyordum ki artık hayal ettiğim Türkiye’ye doğru tam gaz gidiyor olacağız… Sevinçle Piti için başvurdum…



Başvurumdan Piti eve gelene kadar..

Aman Allahım o ufacık üç ayda ülkemde olmayan kalmadı… Meğer daha büyük bir savaş bekliyormuş bizi… Meğer bu ülke daha göreceğini görmemiş…



Pişman mıyım?

Hayır değilim...

Piti evime neşe ve mutluluk getirdi..

Onu harbiden çok seviyorum.

Ama mutluluk ve neşenin yanında bu ülkede nasıl çocuk yetiştireceğim diye de bir kaygım var artık…

Zira her gün aklı almaz bir hadise daha oluyor.

Bir yıl evvel barıştan, Türkiye’nin önünün açılmasından, medeni, müreffeh, demokratik bir ülke olma hayalinden/ümitlerinden geldiğimiz yere bak!

Twitter’ın kapatıldığı bir ülke!

Şaka gibi! Komedi filmlerinde dalga geçilen “o” ülkelerden olduk. (bkz: “Borat”)

Üstelik öyle bir yasak ki konması mümkün değil.

Yarım saat içinde herkes DNS ayarlarını değiştirdi, VPN tünellerine girdi ve twitlemeye devam etti. Hatta o kadar ki bir gecede Türkiye’deki kullanıcı yüzde 30 oranında artmış.

Konması mümkün olmayan bir yasağı koyan bir başbakanımız var.

Bizim gibi yasak olan iki ülke daha var: Çin ve Belarus. İran bile tam kapatmış değil! Denetimli ama kapalı değil.

Peki Çin başa çıkabilmiş mi? Hayır. Dünyada en çok Çinliler kullanıyormuş!

Komedi hu kadarla bitse yine iyi!

Sabah kalkınca bir baktık ki Ak trollerin hepsi Twitter’da! Bir gecelik bol avuçiçi kaşınmalı bir aradan sonra gene çıt çıt çıt twitliyorlar.

Yasak gelince halbuki bu Ak troller “Reiz”lerinin talimatından dışarı çıkamazlar, DNS, VNP ayarlarıyla oynayıp Twitter’a girmeye cüret edemezler diye düşünüyorduk ama yanılmışız.

Hiç öyle bir şey olmamış gibi, hiç konudan söz etmeden tam gaz devam… Bir de utanmadan siyaset yapıyorlar!

Vallahi billahi film seyreder gibiyim. Eğlenmiyorum ama gülüyorum.

Yazının devamı...

Bütün zaferler sizin olsun

Hiçbir seçim bu kadar çirkin geçmemişti. Siyasetten hiç bu kadar tiksindiğimi hatırlamıyorum.

Karşı karşıya olduğumuz siyaset değil çünkü.

PM’nin deyimiyle müthiş yapışkan ve utanmasız bir öfkeyle karşı karşıyayız.

Nedenini unutturacak kadar (sahi neydi?) anormal bir öfkeden söz ediyorum.

Ortada bir öfke tayfunu var ve bir takım adamlar bu öfkeye “gerekçe” yetiştirmeye çalışıyor.

“Efendimiz yine öfkelendi aman bir yerlerden iyi bir neden bulalım” diye telaşla koşuşturuyorlar sanki...

Ölmek, evet ölmek bile suç!

Acı da çekmeyeceksin… Cenazesinde de gitmeyeceksin…

Acın yalandır, acıyı paylaşman kumpas…

Bıktım artık sürekli birilerine hesapça “şikayet” edilmekten. Sözüm ona “ispiyonlanmaktan”. Başbakan tarafından güya “ihbar edilmekten”.

Bu ülke ispiyoncuları bu kadar sevmez ayrıca. Heybesindekiler tükenince ispiyoncunun sallamaya başladığını da bilir.

Hakikaten biz ne seçeceğiz 15 gün sonra?

Bu neyin seçimi olacak?

Hiçbir yerel seçimi bu kadar yerelle alakasız olmamıştı herhalde.

Tokat’taki devasa “İstanbul’a üçüncü köprü yaptık” afişi her şeyi anlatıyor sanırım.

Sanırsın ki köprü İstanbul’la Tokat arasında! Bir ayak Beşiktaş’ta bir ayak Tokat antikacılar çarşısında… Atlıyorsun arabana yarım saat sonra hop İstanbul’dasın!



Bu neyin zaferi olacak peki?

AKP kazanınca AKP’ye oy vermiş olanlar ne kazanmış olacak?

Kime “tokat” atmış olacaklar?

İstanbulluya mı? İzmirliye mi? Edirneliye mi?

Gezicilere mi?

Berkin’e mi?

Ali İsmail’e mi?

Ethem Sarısülük’e mi?

Anadolu’nun gücü mü (yeniden) gösterilmiş olacak?

Kimliklerine sahip mi çıkmış olacaklar?

“Aha işte böyle yaptık bu ukala dümbeleklerine” hissi mi oluşacak?

Ben harbiden anlamıyorum. Darmadağın olmuş bir ülkede neyin zaferinden söz ediyoruz?

Dün, Pirus zaferinden söz etti arkadaşım. Milattan önce 280 yıllarında, Grek kralı Epiruslu Pirus, Roma’ya saldırır ve savaşı kazanmak için her şeyini feda eder. Sonunda Pirus, savaşı kazanır ancak 50 filin desteklediği ordusunun tamamını kaybeder. Koskoca ordudan kala kala üç-beş asker kalır. Pirus, bu zaferin ardından “Tanrım, bir daha böyle bir zafer verme” der.

Bütün zaferler sizin olsun…

Yazının devamı...

14 yaşında bir çocukla kavga eden adam

12 Eylül öncesi çocukluğuma gelir. Hayal meyal hatırladığım yıllar. Solcunun geçtiği sokaktan sağcı geçemezdi, sağcının oturduğu kahveye solcu giremezdi, sağcıların öldürdüğüne karşılık solcular birini vururdu… Birinin kahramanı ötekinin “vatan haini”ydi, ötekinin “şehidi” diğerinin “bir pislik daha eksildi”siydi…

Özetle: Birinin acısı öbürünün sevinci, birinin kıvancı ötekinin utancıydı...

Bir çocuk için berbat yıllardı. İki üç aile bir araya gelip ağız tadıyla bir yemek yiyemezdik. Sadece siyaset konuşulurdu. Sonra da illa ki bir fikir ayrılığı illa ki bir sürtüşme, kavga çıkardı. Komşular, akrabalar hatta kardeşler birbirinin düşmanı olmuştu.

O günler aklıma geldiğinde “bir ülke nasıl bu kadar ayrışabilir?” diye hayret ederdim. Nasıl olurdu bu denli bir düşmanlık, kin, nefret?

İlkokul bitirdiğim yıl darbe oldu ve sofralardan siyaset kalktı. Çocuktum ve ne yalan söyleyeyim o bir yere varmayan sıkıcı tartışmalar bitti diye rahatlamıştım. Yıllardır “fikir ayrılığı” yüzünden görüşmediğimiz ahbaplarla görüşmeye başlamıştık. Hep olay çıkıyor diye gidemediğimiz mahallelere gidebilir olmuştuk.

Askerler daha beter yapmışlar meğer, tabi o zaman bunu bilmiyordum. Bildiğim kendi sokağımdı, kendi şehrimdi...



O günlerin bir daha geri dönmeyeceğini sanırdım.

Türkiye’nin, böyle bir bölünmeyi bir kez daha yaşamayacak kadar olgunlaştığını, evrildiğini, medenileştiğini düşünürdüm. Dahası yeterince zenginleştiğimizi.

Fikir çatışması elbette vardı. Olmalıyı da…



Şimdi geldiğimiz noktaya bakıyorum ve 12 Eylül öncesi günlere nasıl gelindiğini anlıyorum.

Çokçokçok hırslı bir idarecinin toplumu pasta keser gibi ikiye, üçe, dörde nasıl bölebileceğini görüyorum.

“Toplum mühendisliği” meğer buymuş ve 12 yıl gibi kısa bir süre de yetiyormuş!

Başbakan’ın derdinin sadece seçim kazanmak olmadığı artık çok çok açık.

Dün, Gaziantep mitinginde Berkin Elvan’ın ailesini kastederek “onların evlat sevgisi de yalan” imasıyla şunu dedi. “Ben evlat sevgisini bilirim ama sizin mezara bilye atmanızı anlamadım”. Zira Berkin Elvan’ın masum bir çocuk olduğuna inanmıyor. Hatta çocuk bile olduğunu düşünmüyor. Mezarına çocukluğunu sembolize eden cam bilyelerin atılmasını da bu nedenle (güya) anlamıyor. Ona göre zaten ekmek montaj, koma ve ölüm de olsa olsa dublaj…

Fakat daha korkuncu şu: Onu izleyen halk Başbakan’ın bu cümlesinden sonra uzun uzun yuh çekiyor. Kime? Berkin Elvan’ın acılı annesine. Düşünebiliyor musunuz? Üç gün önce evladını kaybetmiş olan o kadını bir kısım halk yuhalayabiliyor.

Çok ama çok acıklı....

Başbakan bana fena halde Kafkas Tebeşir Dairesi’ndeki annelerden birini hatırlatıyor artık. Oyunda, terk edilmiş bir çocuğu bir başka kadın büyütür, sonra çocuğun öz annesi gelir ve geri ister ama onu büyüten annesi vermek istemez. Hakim karşısına çıkarlar, Hakim tebeşirle yere bir daire çizer. Çocuğu ortasına koyar ve der ki: “Kim çocuğu dairenin kendi tarafından dışarı çıkartabilirse çocuk onundur”. İki anne başlarlar çocuğu kollarından çekiştirmeye. Çocuğu büyüten anne, çocuğun acı çekmesine dayanamaz ve “tamam” der. “Çocuk onda kalsın…”

Hakim, çocuğun gerçek annesinin onu büyüten annesi olduğuna karar verir ve çocuk o annede kalır.

Başbakan, bana ne yazık ki “Çocuğumun kolları kopsun umurumda değil, yeter ki benim olsun” diyen hesapça öz anneyi hatırlatıyor.

Evladını kaybetmiş bir anneyi BİLE hor görecek kadar vicdan yoksa… Bütün belediyeler onun olsa artık kaç yazar…

Evet, ne olur ki…

Hakikaten artık hiçbir şeyin değeri yok. Bugüne kadar Geziciler için demediği yalan yoktu ama açıkçası onlar umurumda değildi. Vız gelir tırıs gider.

Ama ben ne zaman ki bir evladını üç gün önce kaybetmiş bir anne bir meydanda bir halka yuhalatılıyor gördüm, işte o zaman dedim ki “bu birkaç oy meselesi değil”…

İçimdeki ses “Bu zulmü bitireceksen bütün belediyeler senin olsun… Yeter ki o acılı anayı halka yuhalatma…” diyor…

Bu kadarına artık dayanamıyorum...

Yazının devamı...

Başka cinayetler işlensin mi isteniyor?

İnsan böyle günlerde ne yazmalıdır?

Kolera günlerinde aşk/rejim/seyahat/edebiyat yazıları olur mu?

Olabilir mi?

Olmuyor.

Pazar diyorsun arada bir attırıyorsun sonra –mesela eli bıçaklı katilleri salıverdiklerinde- eli böğründe kala kalıyorsun.

Sonumuz ne olacak bilmiyorum.

Türkiye eski karanlık günlerine geri döndü.

Katiller sokağa (yeniden) salındı. İnsanları koyun boğazlar gibi öldüren insanlar, bomba atıp öldüren insanlar, onları bunları yapsınlar diye azmettiren, ellerine silahlarını, krokilerini veren insanlar yine aramızda.

Nefret suçunu binlerce kere işlemiş insanlar yine aramızda.

İçeri girdiklerinde ne kadar “kayboldukları” tartışılır gerçi ama şimdi onlar bedenleriyle de aramızda.

Pek açık seçik ifade ettikleri gibi: Kaldıkları yerden devam edecekler.

Gururla, daha da şişmiş özgüvenleriyle.

Kışkırtmaları, teşvik etmeleri, gazlamalarıyla…

Kim artık kendini güvende hissedebilir?

Kim artık evinde otururken aklına bir gün güpegündüz boğazlanabileceğini getirmeden mesela bir twit atabilir?

Mesela facebook’a girip bir şeyler yazabilir?

Haşhaşiler esas şimdi çıktı meydana.

Bugüne kadarki “önlemler” demek ki yeterli gelmedi ki iyi bir temizlik için “kadro” yeniden bir araya getirildi.

Yeni Hrant Dink cinayetleri olsun diye...

Yeni Danıştay baskınları olsun diye…

Yeni “istenmeyen”ler öldürülsün diye…

Katil ruhlu olsam ben bile gaza gelirdim… Madem nasılsa salınacağım…



İçimdeki ses önümüzdeki günlerde korkunç bir cinayetin daha işleneceğini söylüyor.

Bu sefer öyle zavallı bir Ermeni gazeteci olmayacak üstelik.

Tahminimi tabi ki söylemeyeceğim.

Sadece olmaması için dua edeceğim..

Allah sonumuz hayretsin…

Tabii Allah bizi terk etmediyse…

Yazının devamı...

Modern kadının bahar temizliği: Zayıflamak

Çiçekler açar, kadınların aklına fazla kiloları gelir. Fiks mevzuu.. Modern kadın için “bahar temizliği” demek “kilo temizliği” demek. Zira kış, tombul kadının can simididir.

Çekersin altına simsiyah mus çoraplarını (bacakları ince gösterir, selülitleri örter) üstüne de dar bir etek (iyice semirmiş kalçayı dar gösterir, şişmiş göbeği toplar) üste de bol bir kazak (kalınlaşmış kolları ve yağlanmış sırtı örter) en altına da topuklu bir pabuç… İyi bir makyaj, havalı saç…

Tamam… Bakarsın aynaya, “oldu bu tarz” dersin.

“Balıketi seksiliği” diye de bir trend yarattığını “sanıp” mutlu mesut gezersin.

Ama yazın yemezler…

Her şey kabak gibi ortadadır…

Seni kurtaracak hiçbir şey kalmamıştır.

Çorap, manyak bir takım hatunlar yüzünden (aslında) kışın da “out” ama hadi “üşüyorum lan!” diyerek kurtarabilirsin.

Fakat yazın?!

Akşam bile sana ten rengi çorap giydirmez çorapmafyası.com.

Çorap yoksa dar mini eteği de unut..

Göbek için bol tişört falan mümkün ama Macar salamı gibi ortaya çıkan kolları ne yapacağız?

Velhasıl, ne yaparsan yap, yaz tombullar için kâbus mevsimidir.

“En iyisi zayıflamak” dersin ve işe koşulursun.



Bugünler “son pazar” günleri..

Nerede aşırı miktarda yemek yiyen, kahvaltıda reçelleri, börekleri, simitleri hapur hupur götüren bir tombul görürseniz bilin ki o pazartesi rejime başlayacaktır.

“Son pazarım yeaaaa” diyip suyunu çıkartıyordur.

İşini güçleştirdiğinin farkındadır ama olsun! “Bir idam mahkûmunun son isteği” psikolojisiyle patlayana kadar yer.

Sonra “ilk pazartesi”ler gelecek.

Sahilde, parkta çok ciddi bir suratla koşar adım yürüyen bütün tombullar ilk pazartesi sendromuna girmiştir.

Sen bütün kış metrolarda, AVM’lerde, havaalanlarına yürüyen merdivenlere, yürüyen yollara bin, şimdi yürü babam yürü tabii.

Yüzü aşırı ciddidir çünkü hesapça çok kararlıdırlar! Aynı zamanda etrafa da “ben aslında her gün yürüyorum da bakmayın totomun bu kadar semirmiş olmasına. Menopoz/hastalık/insülin direnci/iş/güç/bebek vs vs var” imajı yaymaya çalışırlar.

Dikkat edin zayıflar ise gayet mütebessim yürür. Kulaklarına kulaklık, ellerinde su şişesi, altlarında tayt… (Üşümez de haspalar...)

“İlk pazartesi”den sonra “ilk salı” gelir. Her bir kasın tutulduğu gün. Bir gün önce çok ciddi bir suratla yürüyen tombul, bu sefer ekşimik bir suratla yürür. Zira acı içindedir. (Ya ne acayip di mi! Ensendeki kas bile tutulmuş! Tabi sen bütün kış parmağını kıpırdatma, sonra ilk gün 8 kilometre yürü.. eh… hak ettin)

Acılı “ilk salı”dan sonra “ilk yağmurlu çarşamba” gelir.

Sokağa çıkılamadığı için çok ama çok üzülünür ki 24 yıl aralıksız spor yapmış bir maraton koşucusu bile o kadar kederlenmez.

Ve akla “evde spor yapmak” gelir.

Ve o ilk çarşamba internet siteleri dolaşılır. Ucuza, ikinci el koşu bantları, eliptik bisikletler aranır.

Uzun, çok uzun bir çabadan sonra (ki o vakitte evde 20 mekik, 20 şnav çekse ona aslında daha faydalı olacaktır) saçma (ama o an dünyanın bütün sorunlarına çözüm gibi gelen) bir şey bulunur… paraya kıyılır ve heyecanla malın gelmesi beklenir.

İlk Perşembe de o nedenle güme gider.

Hatta ismi lazım değil bazılarımız, bakkala gitmeye üşenirken gider taaaaa Esenyurtlardan eliptik bisiklet alır… Gidiş dönüş 5 saati gitmiştir, bu süre içinde evinden çıkıp Rumelihisarı’na yürüyüp çoktan geri dönmüş ve 600 kalori yakmıştı ama olsuuun... Kararlı tombul, gece yarısı DA spor yapacaktır! Günde iki antreman yapacaktır. (He.. he..)

Daha da şuursuz tombul gider spor salonuna yazılır…

Ama havalı görünmek için önce gider yeni spor kıyafetleri alır. Bahane: Motivasyonumu arttırsın. (Tabi, tabi.) Spor mağazasındaki çakal satıcı da “hiç hareket etmesen de zayıflatıyor, giymen yeter, süper düper nano teknolojik tasarım” diye pahalı pahalı taytları, bluzları kaskaslar, tombulun gözü döner, küçük bir servet bırakıp çıkar dükkandan. (Halbuki zayıfa bak, çarşamba pazarından alınma taytla, sahilde gayet “motive”dir.)

Ah ah… Nasıl da “kendimi spor yaptıkça daha zinde hissediyorum”dur, nasıl da “spor yapmamak ne büyük aptallıkmış”dır, nasıl da “zayıflamadım ama vücudum şekilleniyor”dur… Böyle anında havaya girmeler…

Sonuç çoğunlukla hüsran. Eliptik bisiklet çarşaf kurutma aparatı, güya kendi kendine zayıflatan tayt pijama, spor salonu üyeliği “bağış”, rejim listesi de çöp kağıt…

Yine de vazgeçmeyiz di mi? Zaten vazgeçmeyin. Zayıflamaya çalışmak umudu kaybetmemiş olmak demek. Bu da iyi bir şey..

Yazının devamı...

Facebook ve Twitter’sız yaşam!..

O elindeki mausu yavaşca bırak şimdi…

Bıraktın mı?

Şimdi de elini klavyeden çek. Arkana yaslan. Ellerin iki yanında olsun.

Tamaaaam.. Şimdi derin derin nefes al. Aldığın her nefesi parmaklarının ucuna gönder… Yavaş yavaş parmaklarının çözülecek… Derin nefes almaya devam et. Her nefeste bağımlılığından biraz daha kurtulacaksın…

Zor olacak biliyorum. Ama olacak.

“Facebook’suz Twitter’sız ne yapacağım ben” diye düşüneceğine onlara takılmaktan neler kaçırdığını düşün.Ufak ufak yokluğuna alışmaya çalış.

Zaten başka çaren de yok…

30 Mart’tan sonra başbakan twitter ve facebook’u yasaklayabilirmiş…

Yok. Şaka değil. Ciddi olarak bunu düşünüyor. Türkiye’yi sosyal medyaya yedirmeyecekmiş.

Demek istediği? sanırım AKP’yi ve kendisini sosyal medyaya yedirmeyeceği ama zaten onun indinde Türkiye =AKP. Gerisi (yani onun gibi olmayanlar/düşünmeyeler) uzaydan gelme bir takım çapulcular, alçaklar, aleviler, “affedersiniz” Rumlar vs vs… Kısaca “bunlar, bunlar” deyip durdukları. (Yüzde 50’yi oluşturmamız bir şeyi değiştirmiyor..)

Ve işin daha da trajikomik boyutu Erdoğan hayran/yalaka taifesi bütün gün yine onu TWİTTER ve FACEBOOK’ta savundu!!!

On Adımda twitter’ı bırakmanın yolları

Haydi şimdi çok zeki, çok bilge, çok komik olduğunu düşündüğün son tweetini, son facebook iletini at ve bağımlılıktan kurtulmak için şunları yap:

- Aklına her geldiğinde bir bardak su iç

- Git bakkaldan beş kilo çekirdek al…

- Türk dizilerine dadan..

- Yarım bıraktığın 2 bin 836 kitaba devam et

- Kurabiye yap (ama organik malzeme kullan)

- Grafiti öğren.

- Post it’lere notlar yazıp sağa sola yapıştır.

- Şimdiye kadar yazdığın twitleri kitap haline getir.

- Kısa film senaryosu yaz ( her sahne 140 karakter şart)

- Dayanamıyor musun? Git operatöründen “mesajı bol” bir paket al. Arkadaşlarınla kelime kısıtlaması olmadan özgürce mesajlaş.

- Yok SMS’ye bir daha dönmem diyorsan facebook arkadaşlarını whatsapp’a davet et, devasa bir grup kur.

Dört şahane laf

- İnsanların günah işleme özgürlüğü vardır. Dinimiz günahın bireysel kalması, toplumsallaşmamasını istemektedir. Tapelerle bunu engelleyemezsiniz. Allah bunu kabul etmez. (AKP’li Metin Külünk)

- Bara oturtturacağım kızları, onlar gelsin seçsin. (Reza Zerrab’a eskort ayarlayan kişi)

- Evlatlarıma helal lokma yedirmedim. (Başbakan’ın mitingde dili sürçtü)

- Eskişehir’de polis, Başbakan Erdoğan’ın mitingini protesto eden göstericilerin üzerine “düştü” (“Yansız”, “objektif” haber kanalları)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.