Şampiy10
Magazin
Gündem

Gezi’den sonra 1 Mayıs artık manalı değil

BAŞ NOT: Taksim sembolik meydan. Tarihten gelen nedenlerle insanlar 1 Mayıs’ı orada kutlamak istiyorsa orada kutlamalıdırlar. Bunu engellemeye çalışmanın hiçbir manası yok.

- 1 Mayıs’tan yine bir Gezi çıkar diye çok korktular ama boş bir korku. Zira Gezi o kadar kuvvetli, çağdaş, yenilikçi, yaratıcı ve doğurgan bir kalkışmaydı ki “1 Mayıs” yanında bir hayli eski ve hatta dar kafalı kaldı. “Millet korktuğu için katılım azdı” dediler ama tek neden bu değil. 12 Eylül gençliğinin tek bildiği devlete isyan bugüne kadar evet 1 Mayıslardı. Ama geçen yaz Gezi, onu tahtından alaşağı etti. 1 Mayıs’ın tarihi istediği kadar anlamlı, acılı, kanlı ve “hesabı sorulmamış” (1977’nin 1 Mayıs’ından söz ediyorum) olsun, Gezi’nin sahiciliği yanında yapacak bir şeyi yok.

- Neden böyle? Bir kere 1 Mayıs’ta bir temsiliyet sorunu var. İşçi bayramı ama ortada işçi yok. Sendikalar var, sendikaların insanları var, solcular var ama sosyal sigortasız çalışan inşaat işçisi yok. Tersane işçisi yok. Tekstil işçisi yok. Nerede o? Evinde. TV karşısında olayları izliyor ve “çık çık çık” diyor. Sonra da gidip AKP’ye oy veriyor. Ve bu 50 yıldır da böyle. Ne solcu ne eylemci işçiyi ikna edebiliyor. Gayet net.

- Halbuki Gezi’de herkes kendisini temsil ediyordu. Gezi bir emir komuta zinciriyle oluşmamıştı. Kendiliğindendi. Sosyalizm, komünizm, İslamizm, nasyonalizm... Hiçbir “şey” olmak zorunda değildin. Aksine, kendin olman yeter ve hatta gerekliydi. Kimse sana bir düşünceyi veya bir davranışı dayatmıyordu. Kimse kokoş diye, genç diye, cahil diye, “ay ama ben hiç bişey bilmiyorum yaaa” diye konuşuyor diye, eşcinsel diye, kapalı diye, zengin diye, kolejli diye, apolitik diye dışlanmıyordu. Herkesi içine alan çok farklı bir oluşumdu. Kendi pratiği ve disiplini vardı. Ve bu spontan oluşmuş bir pratikti.

- “Kapitali olmayan herkes işçidir” deniyor. Banka hesabında tek kuruşu olmayan, dağlar kadar da kredi kartı borcu olan ve maaşı da asgari ücreti sadece birkaç yüz lira geçen “plaza çalışanı” Selin Naz hanıma “sen bir işçisin” de bakalım sana ne cevap verecek. Ama o Selin Naz, elinde “aşkım, eylemdeyim” pankartıyla Gezi’deydi. Aynı gaz, aynı TOMA, aynı ceberut polis...

- Taksim 1 Mayıs’a açık olsaydı çeşitli grupların “resmigeçidi”nden başka bir şey olacak mıydı? Olmayacaktı. 1 Mayıs, Gezi’nin yanında üslup olarak da geri kafalı bir eylem/kutlama. Yasak edilince de alternatifi “çatışma” oluyor. Yani ya rap rap rap elde flamalarla “geçit” veya “çatışma”. 1 Mayıs bu hâliyle de yaratıcılıktan uzak. Gezi’de “orantısız zekâ” vardı, 1 Mayıs’ta “orantılı zekâsızlık.”

- Ahmet Hakan dünkü köşesinde “Hem boyun eğmeyen, hem de iktidara malzeme sunmayan bir çözüm” lazım diyor. Çok haklı. Peki var mı bir önerisi olan? Bence üzerinde düşünmeye değer.

Yazının devamı...

Ermeni meselesi hallolunmuştur

Yıllar önce şöyle demiştim: “Bu kadar güçlü, bu kadar ağzının içine bakılan bir başbakan, isterse bir hafta içinde bütün tabuları yıkar.”

Sözünü ettiğim iki tabu Kürt ve Ermeni meseleleriydi.

“Hayır“ demişlerdi. “Yapamaz. Bir asra yakın bir zamandır oluşturulmuş olan bu kafayı (“En büyük düşman Kürt ve Ermeni’dir/Türk daima haklıdır/Haklı değilse de ne yazar“ kafası) değiştirmeye Recep Tayyip Erdoğan bile cesaret edemez.

Geçen sene aşağı yukarı bu günlerde Kürt tabusu yıkıldı. Çok daha karışık, çok daha girintili çıkıntılı ve çok daha bire bir dokunan Kürt (kimilerine göre Türk) meselesinin hallolması veya halledilmeye çalışılması umulanın aksine Başbakan Erdoğan’ın tabanında aleyhte en ufak bir oynamaya neden olmadı.

Başbakan’ın Kürtleri özerkliğe taşıyan bu barış hamlesi AKP tabanında şaşırtıcı bir şekilde “apatik“likle karşılandı. (Apatik: Tepkisiz) Karşı çıkanlar yine anti AKP tabanı oldu. Kürt açılımı, tarihi Nevroz, AKP tabanı için sanki hiç olmamıştı. Veya o kadar (hesapça) “normaldi“ ki ne yerdiler ne övdüler. Olan çekincelerini (vardıysa) içlerine attılar.

Gezi olmasaydı Kürt barışı yine bu kadar sempatiyle karşılanır mıydı diye sormak da mümkün elbette. Hatta Gezi günlerinde “sebep bu mu?” diye düşünmedim değil. Bu kadar gereksiz bir polis tepkisi, bu kadar gereksiz bir sertlik başka bir “hayali” düşman yaratma çabası mıydı? Böylece eski “düşman“ Kürtler unutulup gidecekti, kendi hallerine bırakılacaktı...

AKP’nin 30 Mart seçimlerindeki dudak uçuklatan zaferlerinde Gezi’nin payı olduğu yadsınamaz. Ancak Gezi hiç olmasaydı AKP seçimlerden yine zaferle çıkardı. Kürt açılımının olumsuz bir etkisi olmayacaktı. Çünkü onlar için Başbakan ne derse “güzeldi“, “bir bildiği vardı“. Akil adamların Türkiye turları falan... Çok da gerekli değildi. Ama iyi oldu, ayrı... Türkiye için iyi bir tecrübeydi.



Şimdi öbür tabuya sıra geldi: Ermeni tabusuna. 80 yıldır ilmek ilmek örülen “hayır biz kötü bir şey yapmadık... Kimseyi ölüme yollamadık... Esas onlar bize çok fena şeyler yaptılar...” yalanı iddia ediyorum yine bir haftada kafalardan silinebilir.

Ve Başbakan’ın iki üç gün içinde iki sefer üst üste bu konuda yapıcı sözler sarf etmesi de kararlılığını gösteriyor.

Başbakan’ın önceki günkü sözlerini başka açılardan eleştirmek mümkün. Arşivlerin açık olması meselesini Taner Akçam “Ermeni Meselesi Hallolunmuştur: Osmanlı Belgelerine Göre Savaş Yıllarına Ermenilere Yönelik Politikalar” kitabında gayet detaylı anlatır. (Belgelerin çoğu zaten anında imha edilmiştir, kalanlar daha sonra imha edilmiştir. Kalan çok küçük bir bölüm de tasnif edilmediği için pratikte ulaşılmaz hâldedir.) Tarihi gerçekleri ortaya çıkaralım, tarihi aydınlatalım derken “gerçekler gizli miydi?” demek de mümkün.

Ancak şu cümleler önemli: “Diyoruz ki, hıçkırıkları durduralım, ön yargıları kenara bırakalım. Çok büyük acılar çekmiş bir millet olarak, yeryüzündeki her milletin acılarını anlarız. Tarihi aydınlatmaya hazırız. Ortak acılarımızı anlamaya hazırız. Korkmadan çekinmeden sıkılı yumruklarla değil tokalaşarak konuşmaya hazırız. Bir asır önceki hadiselerin aydınlatılmasını isterken, acıları paylaşırken, karşı taraftan da bunu görmeyi arzuluyoruz“.

Sadık bir tabanla hallolmayacak hiçbir şey yok.. Bazen iyi oluyor işte böyle...

Yazının devamı...

Dostlarıma teşekkür

Hayattaki en büyük korkusu “bir davet verip kimsenin gelmemesi” olan bir arkadaşım var. O kadar korkuyor ki rüyalarına bile giren bir kabusmuş bu.

“Düşünsene evleniyorum, düğün yapıyorum, her tür hazırlık tamam, davetiyeler yollanmış… Ama kimse gelmiyor!”

Bir nevi Gabriel Garcia Marquez romanlarındaki hikâyeler gibi… Ve bu hazin “davetlisiz düğünü” bir anlatışı var ki… “Olmayan bir düğüne” “gelmeyen davetliler” yüzünden oturup ağlarsın…

“Bir süre sonra garsonlar fısıldaşmaya başlar… Kulağına gelir… Sonra ayakta boş boş durmaktan sıkılanlar bir kenara oturup sigara yakar… Görürsün… DJ’lik yapan kişi ‘müziği kapatayım mı yoksa devam etsin mi?’ diye sordurur.. Ne yapacağını bilmezsin…

Sonra, dünyanın o en acıklı anında nikah memuru gelir. Bomboş salona bakar. ‘Hayırdır?’ der. ‘Biraz daha bekleyelim’ dersin… Sessiz sessiz beklenir. Dünyanın en uzun bekleyişidir o. ‘Ne yapalım? Kıyalım mı?’ der sonra. Kimsenin seni, düğününe bile gelmeyecek kadar sevmediği bir dünyada niye evleniyorum ki ben dersin... Öte yandan hiç olmazsa bir karım/kocam var diye teselli olursun. Fakat bir yandan da şöyle bir durum var: Birbirine her baktığında bu korkunç düğün aklına gelecek… Nasıl sağlam kalabilir ki o evlilik?”

İşte böyle ballandıra ballandıra anlatır o davetlilerin gelmediği korkunç düğünü.

Bu kabusu yüzünden mi şimdiye kadar evlenmedi bilmiyorum. Ama ya kimse gelmezse diye evine çaya bile kimseyi çağırmaz. Ki en fazla atacağın bir demlik çaydır.

Bu haliyle de yalnızdır aslında. Ama o “yalnız bırakılmayla yalnızlığı tercih etme arasında dağlar kadar fark vardır. Gülünç çabalarla vaktimi harcayamam” der.



Hayat böyle kabuslarla, endişelerle geçmiyor. Davet vermek 3 kişi gelse de dünyanın en güzel şeyi. Hele hele 80 kişi geldiyse işte o zaman havalarda uçuyorsun..

Dün öyle güzel günlerdendi benim için. Küçük Oteller Kitabımın basın lansmanını yaptık yayınevim Boyut ile birlikte. Hayatımda ilk defa bir basın daveti verdim. Meğer gazetecileri bir yere getirtmek ne kadar zor bir şeymiş! PR yapan arkadaşlarımı şimdi daha iyi anlıyorum.

Nasıl bir hafta sonuna denk getirdiysem bütün basın şehir, hatta ülke dışında! Kimi Hatay'da, kimi Marmaris'te, kimi Bodrum'da, kimi ailesinin yanında, kimi Makedonya'da, kimi İspanya'da! Vay anam vay! Hiç cevap vermeyenler de herhalde Arjantinlerde, Antartikalarda olmalı... Hani telefonları çekmiyor ya... Basın güzel geziyor, doğruya doğru!

Önce endişeliydim. Arkadaşımın "kimsenin gelmediği düğün kabusunu" galiba ben gerçekleştireceğim diye. Fakat sonra kapıda bir bir dostlarımı görmeye başladım. O an çok şükür dedim. Yine yalnız bırakmadılar beni. Yanımdalar.



Hayat, kabuslar gerçekleşmesin diye bir solucan gibi yaşamak değil, "kimse gelmese de ben yine eğlenirim" dediğin düğünler yapmak. En güzel düğünen çok şampanya içtiğin düğündür. Kimse gelmezse en çok sen içersin...

Gelen herkese çok teşekkür ederim... Çok şahane bir gün yaşattınız bana...

Yazının devamı...

Mayısta kaçmak için 3 neden

- Likya yolu

İngiliz amatör tarihçi Kate Clow, 1999 yılında antik Likya şehirlerini baz alıp Muhtemel bir Likya yolu saptadı. Sonra bu güzergâh beyaz ve kırmızı boyalarla işaretlendi. Bu güzergâhın bir bölümü üzerinde bugün de asfalt yollar var. Ancak belli yerleri dereler, tepeler, tarlalar arasından gidiyor. Mayıs bu rotada yürüyüş için en güzel ay. Fethiye’den Ölüdeniz’e, Kelebekler Vadisi üzerinden Faralya yönüne veya Fethiye’den Tlos (Yakaköy) yönüne yürüyebilirsiniz. Olimpos’taki Yanartaş geçidinden geçip Adrasan üzerinden Gelidonya Feneri’ne de gidebilirsiniz.

- Rezeneli oğlak

Mayıs, oğlak zamanı. Hıdrellez’i takip eden günlerde oğlak dolması yemek bir gelenek. En güzel oğlak yemekleri Girit’te yapılıyor. Türkiye’de ise Bozcaada bu konuda iddialı. Geleneksel yemek olarak yabani otlu naneli oğlak kapama yapıyorlar.

- Bülbül

Kazdağları’nda şu sıralar bülbül senfonisi var. Nisanda başlayan büyüleyici şarkılar haziranın ikinci yarısına kadar sürüyor. Ben bundan daha olağan dışı bir şey duymadım. Önce eş bulmak için ötüyorlar, eşlerini bulup yuvalarını kurduktan sonra da sonra da yavrularını korumak için. Yavrular uçunca da susuyorlar ki bu da tam dut mevsimine denk gelir. Yani dut yedikleri için değil artık manası kalmadığı için ötmeyi bırakırlar.



Küçük Oteller Kitabı 2014

Bu yıl 17’ncisi çıkıyor. 16 yıldır her yıl basıldı ve her yıl satıldı. Türkiye’de bu kadar istikrarlı çıkan kaç kitap kaldı acaba? Telefon rehberleri bile yok olmuşken...

2008 yılından beri kitabı ben çıkarıyorum. Daha önce ablam Müjde Tönbekici ve eski eşi Sevan Nişanyan çıkarıyordu. Yaz boyunca dolaşıp, sevdiğim küçük ve butik otelleri kitaba dâhil ediyorum. Web sitemiz de elbette var ama eski kafa olarak kitap başka mutlu ediyor insanı.

Bu yıl birbirinden güzel 30 yeni küçük otel eklendi. Fakat daha önemlisi Piti’nin ayak izleri eklendi. Zira artık Piti ile seyahat ediyorum ve ister istemez otellerin çocuklar için sunduğu imkânlar dikkatimi çekiyor. Meğer bir uzmanlık işiymiş çocuk dostu olmak. Henüz kitaba yansıtmadım izlenimlerimi ama gelecek planım bu.

Kitabım hemen hemen bütün kitapçılarda var ancak yüzde 25 indirimli almak isterseniz www.boyutstore.com/kucuk-oteller-kitabi-2014 adresinden online da ısmarlayabilirsiniz.

Yazının devamı...

Cem Yılmaz ve erguvanlar

Bilmek başka bir şey anlatabilmek başka... Saffet Emre Tonguç hem biliyor hem anlatabiliyor. Onu dünya çapında revaçta bir rehber yapan da bu olmalı.

Pazar günü Saffet ile Boğaz turundaydık. Ölmeden önce yapmanız gereken 100 şeyden biri: Erguvanlar yaprağa dönmeden tekneyle boğaz gezisi. Yani tam şimdi!

Kabataş’tan başlayan gezi Tarabya’ya kadar gidip oradan karşıya geçiyor ve hiçbir yerde demirlemeden bu sefer de Anadolu yakasından geri dönüyor başladığı noktaya.

Boğazı defalarca gördüm. En az beş kere “yalı turu” yapmışımdır. Bundan önceki turum da Murat Belge ile idi. Ama bu seferki başkaydı. Zira Boğaz mor bir tül altındaydı. Bütün erguvanlar çiçeğe durmuş. O kadar güzellerdi ki insan hipnotize oluyor...

Fakat aç gözlü ben, daha çok olsun istedim. Öyle üç beş ağaçtan biri değil, hepsi erguvan olsun istedim! Erguvan zamanı boğaz silme morarsın istedim! Öyle bir manzara olsun ki insanın nutku tutulsun!

Orman Bakanlığı, 2012 yılını İstanbul için erguvan yılı ilan edip 100 bin erguvan fidanı dikeceklerini ilan etmişti. İlk 5 bini de (bazı kaynaklarda 7 bin 500 adet) Üsküdar’da vatandaşlara törenle dağıtılmıştı.

Sonra ne olmuş diye baktım ama ne yazık ki bir bilgiye ulaşamadım.

Geri kalan 95 bin erguvan dağıtıldı mı? Daha da önemlisi dağıtılan erguvanlar vatandaşlar tarafından dikilip bakılıyor mu? Çok nazlı bir ağaç değil (biliyorum çünkü ben de diktim) ama mesele ağacın dayanıklılığı değil birilerinin onu köklememesi/kesmemesi.

Yüz bin erguvan ağacı dikilmiş olsaydı herhalde daha şahane bir manzara olurdu diye düşünüyorum. Veya hepsi fidan, henüz kendilerini gösteremiyor.

Bir ara Cem Yılmaz geçti yanımızdan teknesiyle. Saffet o kadar tatlı ki duruma hemen adapte oldu ve “İşte gördüğünüz gibi sizin için hiçbir masraftan kaçınmadık ve Cem Yılmaz’ı da getirttik!” Cem Yılmaz da hiç bozmadı Saffet’i ve ayağa kalkıp tatlı tatlı selam verdi bize.

Fakat o kadar magazinci ruhlu değilim ki yerimden kalkıp bir karecik olsun fotoğraf çekmeye zahmet etmedim. Ertesi gün gazetelerde okudum ki meğer yanındaki hanım Avustralyalı yeni kız arkadaşıymış ve magazin aleminde ufak çaplı bir deprem olmuş. Teknemizden biri de o anı görüntüleyip gazeteye yollamış bile! (Valla billa ben değilim Cem!)

Saffet Emre Tonguç’un boğaz gezileri yaz başına kadar devam ediyor. (Detaylar için www.saffetemretonguc.com) Erguvan işin bonusu. Esas hadise yalıların hikayeleri. Zenginlerin bildiğiniz gibi hikayeleri de zengin oluyor. Magazin dediğimiz şey de işte buradan türüyor. Daha da güzeli geçmişin magazini bugünküleri aratmayacak kadar renkli. Daha da ileri gideyim: Geçmiş çok daha cesur, çok daha cüretkar.
Peki Murat Belge mi Saffet Emre Tonguç mu? İkisi de şahane aslında. Murat Belge tarihi daha lezzetli anlatıyor, Saffet Emre Tonguç ise tarihi günümüzle daha lezzetli harmanlıyor.

Yazının devamı...

Boya reklamında boyadan, boru reklamında borudan soğumak

Türkiye’nin önde gelen bir boya firması “bahar” atağına geçip televizyon reklamları vermeye başladı.

“Hayatımızı” evlerimizin içini ve dışını boyayarak “renklendirmemiz” öneriliyor.

Reklam sloganlarını tartışmak anlamsız. Ev boyanınca hayat renklenir mi?

Benim gibi ev döşemek hobisi olan biri için belki… Ama etkisi bir ay sürüyor. Sonra o acılı yenilenme süreci hiç olmamış gibi devam ediyor.

Erkekler içinse evi boyatmanın yegane anlamı (her yer birbirine gireceği için) kriz geçiren karısını sakinleştirmek. Veya onu da yapmayıp, ev derlenip toparlanana kadar sıvışmanın bir yolunu bulmak.



Gelelim reklama…

Tamam. Reklam için en parlak, en cart boyaların kullanılmasını anlarım da…

Yahu bir apartman bu kadar mı korkunç bir renge boyanır!

Bir sarı ki… Aman Allahım! Hani mahallemden biri evini o renge boyatmaya kalksa, yeminle üstüne saldırırım…

Nedir arkadaş o? İshal olmuş bebek şeyi gibi…

Zaten çokçokçok çirkin olan apartmanlarımızı bir öyle berbat bir renge boyamak… Hem de açıklı koyulu?

Allahım dua ediyorum sırf reklam için kullanılmış bir renk olsun o… İnşallah dış cephe boyası olarak üretilmiyordur o renk. Üretiliyorsa da umarım kimse kullanmaya kalkmaz…



Reklamlardan başlamışken…

Bir de “boru reklamında borudan soğumak” diye bir şey var…

Bir reklam var… “Bu boru iyi boru” diyen hani.

O kadar sık çıkıyor ki karşımıza, memleketçek boru düşmanı olduk.

Allahtan reklamda büyük bir hata var. Marka adı geçmiyor. “Bu boru iyi boru” dedikten sonra dükkanın tabelasını okumamız isteniyor. Okuyorsun ama aklında kalmıyor. Etrafımdaki herkese sordum, herkes reklamı izlemiş ama kimse markayı hatırlamıyor. Dolayısıyla karşıma o marka boru çıksa, “ay bu benim sinirimi hoplatan boru, istemem” demem…

Fakat öte yandan da şöyle bir şey var. Ben iki kere ev yaptırmış biriyim.. Her iki evin de bütün su ve elektrik tesisatı yeniden çekildi. “Mutlaaanım.. Hödö marka boru mu istersiniz hede marka mı?” sorusu bir kere bile sorulmadı bana. Hiçbir ustanın da mal sahibine bunu sorduğunu sanmıyorum.

Bu durumda boru reklamı kime yapılır? En akılda kalıcı reklamlar boru reklamlarıyken, söz konusu reklam sloganları herkesin ağzına pelesenk olurken (“tut şunun ucunu döşeyelim ağğbi..”) , ev yaptıranların hiçbiri gidip boru almıyor.

Peki İbrahim Usta bana bu soruyu sorsaydı ne cevap verecektim?

“Reklamlarda, hani o hep komedilerde oynayan oyuncunun ‘bu boru iyi boru’ dediği boru var ya! İşte o borudan istiyorum” mu?

Tanınmış bir oyuncunun tavsiye ettiği boruyu niye isteyeyim ayrıca? Oyuncu borudan niye anlasın?

Şimdiki aklım olsaydı diyeceğim tek şey “ses geçirmeyen boru olsun” olurdu. Zira alt katta bir odam var, sifon çekilince veya bulaşık makinesi çalıştırılınca Niagara Şelale’sine dönüyor. Uyuyorsan, dev bir rezervuarın içinde boğuluyor rüyası görmeye başlıyorsun. O derece…

Ama sor bakalım ses geçirmeyen borudan kaç ustanın haberi var? Ben benimkine bakınca, melül melül yüzüme baktı.

Yazının devamı...

Tık basa yiyerek zayıflama: MFB

Şişmanlamaya tehlikeli bir temayülü olan bir kadınım. Biraz ihmal edeyim, biraz abartayım... hoop gelsin basenler, gelsin bel arkası kulplar, Macar salamı kollar…

Daha fenası, yaş 40’ları geçince zayıflamak eskisi kadar kolay da olmuyor. Kaç zamandır ıkınıyorum ama zerre gitmiyor. Veya gidiyor sonra hemen geri geliyor.

Daha daha fenası: Yaz geliyor!

Altı yıldır altında imzam bulunan “Küçük Oteller Kitabı”nı güncellemek için her yıl yayınevim Boyut’a gidip kamp kuruyorum. Saçma sapan şeyler yiyip masadan 15 saat hiç kalkmadan çalıştığım oluyor. Dolayısıyla her yıl aynı şey oluyor: ben en az 5 kilo alıp çıkıyorum!

Bu yıl aynısı olmasın hatta ben bu kamp sırasına zayıflayayım BİLE dedim.

Joyce Beresi benim eski arkadaşım. İstanbullu şahane bir kadın. Yıllar önce Kemerburgaz’da Mom’s Kafe’yı açtı. Kafeyi işletirken kilo almaya başladı. Diyetisyen Linda Günyüz’e gitti. Verdiği program ve tariflerle kısa zamanda kilo verince aklına çok parlak bir fikir geldi: Diyet yemekleri hazırlamak!

BodyWatchers sistemini daha önce duymuşsunuzdur tahmin ediyorum. İçindeki kalori, lif ve yağ miktarına bağlı olarak yiyeceklere puan veriliyor. Sizin bedeninize ve hedefinize bağlı olarak bir günde tüketebileceğiniz body puan belirleniyor ve ona göre besleniyorsunuz. İşte Joyce ve Linda, ortak olup bu sisteme göre bir diyet yemekleri üretim merkezi açıyorlar. Mom’s for BodyWatchers. Kısaca “mfb”. Ve her gün evinize o gün yiyebileceğiniz tüm yemekleri teslim ediyorlar.

Yani alışveriş yap, sonra body puan hesabı yap, ona göre yemekler hazırla, o sabah ne yemiştim, öğlen ne yesem, ay akşam için hiç puanım kalmadı derdi yok! Geliyor evinize sabah yeşil bir kutu, içinde ana öğünlerin haricinde ara öğünlerde yemeniz gereken 5 fındık, bir kivi, elma vs bile oluyor.

Fakat esas şaşırtıcı olan bu değil. Esas şaşırtıcı olan hayatımda ilk defa bu kadar lezzetli ve tıka basa beslenip bir ayda 4 kilo vermiş olmam! Hem de hepsi yağdan gitti!

Hakikaten şok içindeyim. İlk günlerde kutu evime gelip de içindeki dürümleri, pizzaları, brownie’leri, patatesli omletleri, sandviçleri görünce diyordum ki kendi kendime: “Ben hayatımda bu kadar çok yemek yemedim. Hele patates ve hamuru bırakalı 10 yıl oldu. Bunlarla bırak zayıflamayı, kesin kilo alırım”.

Joyce’a da mesaj atıp durdum: “Kızım ben hayatta zayıflamam bunlarla”. O da “bak göreceksin” deyip durdu.



Sonuca inanamıyorum!

Adam gibi spor yapmadan (en fazla haftada 3 gün 20 dakika eliptik bisiklet. Üstelik en düşük zorluk derecesinde!) bütün gün oturarak çalışıp, tıka basa yiyerek zayıfladım!

Şaka gibi! Ve yemekler nasıl lezzetli anlatamam… Bildiğin anne yemeği!

Yani yağsız ve şekersiz de lezzetli yemek yapmak mümkün. Katkı maddesi, lezzetlendirici ve koruyucu da koymuyorlar.

Göktürk’teki merkeze gidiyorsunuz, yağ, su ve kas miktarınızı ölçen tartıya çıkıyorsunuz, genel sağlık durumunuzu anlatıyorsunuz, alerji, intoleransınızı, zevkinizi, alışkanlıklarınızı ve vermek istediğiniz kiloyu söylüyorsunuz, ona göre size bir mönü hazırlıyorlar. İster 5 öğünlük tüm gün yemek paketini, ister tek öğün ve iki ara öğünlük gündüz yemek paketini alıyorsunuz. Sonra her gün istediğiniz yere (ev veya ofis) geliyor yemek.

Tabii ki bir bedeli var. Başta biraz yüksek geliyor ama hesap edince her öğlen dışarıda yiyen iş insanları aslında daha az masraf yapmıyor. Üstelik ne yedikleri de pek belli değil.

Ben bir aylık bir programa dahil oldum. Şimdi onların özel köftelerini, pizzalarını, tatlılarını büyük paket olarak satın alıp dondurdum. Bundan sonra geri kalanı da kendim pişirip sistemi devam ettireceğim. Hedef bir 4 kilo daha vermek…

Memnun kalmasam inanın yazmazdım. Bedava yaptım da reklamını yapıyorum sanmayın. Kuruşu kuruşuna ödedim… Ama helal olsun.

www.dietmfb.com 0212 322 41 51

Yazının devamı...

Yeryüzü, aşkın yüzü olana dek

Dün akşam İKSV Film Festivali’de Reyan Tuvi’nin belgesel filmini izledim: “Yeryüzü, Aşkın Yüzü Olana Dek”

Reyan, benim meşakkatli Orta Asya belgesel gezisi arkadaşım. 3 ay boyunca, o zamanlar Allah’ın unuttuğu yerlerde beraberdik. Beraber üç çöl (Gobi, Kızılkum, Karakum), bir kurumuş deniz (Aral), bir radyasyon bölgesi (Semey), bir sıra dağlar (Tanrı/Tien Şan Dağları) ve kilometrekarelerce bozkır aşmışlığımız var…

Reyan, belgeselci olmak için doğmuş. Dünyanın yedi bucağına belgesel çekmek için gitti. Geçen sene ise “belgesel”, evinin önüne geldi…

Gezi günlerinde elinde kamerasıyla her gün sokaktaydı. Çektikleriyle ne yapacağını tam olarak bilmiyordu (en azından ilk günler) ama çekmekten de kendini alıkoyamıyordu. Şarjı bitince evine gidiyor, yedek pilini alıyor, öbürünü fişe takıyordu.

Tonlarca gaz yedi... Defalarca ıslandı… Düştü, yaralandı, berelendi… İki üç günde bir araşıyorduk… Bazen buluşuyorduk, bazen birbirimize haber iletiyorduk.

Son konuştuğumda yeryüzü sofrasındaydı… “Yüze yakın saat çekim yaptım, bakalım ne yapabileceğim” demişti…



Geziciler, uzaktakiler (ve Başbakan) için otobüs yakan gençler (çapulcular!) demekti. Parkta ise Türkiye’nin daha önce hiç yaşamadığı ve bir daha da kolay kolay yaşayamayacağı bir dünya oluşmuştu.

Reyan Tuvi bu başka dünyayı o dünyadaki insanların ağzından anlatmış. Bildik insanlar değil. “Öteki” insanlar.

Bir Kürt delikanlı var mesela. Yüzünü göstermek istememiş. Ellerini görüyoruz. Elleri konuşuyor. Batıdakilerin “isyanı” onu önce çok şaşırtmış. Sonra çok sevmiş. Gezi’ye her gün gidip gelmiş. “Türkler, Kürtleri ilk defa anladı galiba” diyor. Yıllarca Kürt bölgesinde gaz yemiş biri olarak da “bu gaz başka gaz ama” diyor…

Çarşı grubundan bir genç var. Abbasağa Park konuşmalarının moderatörü. Necmi.

Anti kapitalist Müslümanlar’dan genç bir çift var… Sedat ve Fatma. Sedat yeryüzü sofralarını fikir babası. Nasıl da güzeller! Nasıl da netler! Ve nasıl da âşıklar birbirlerine!

Sokaklarda yaşayan bir delikanlı var… Sivaslı Çiko. “Ben sokak çocuğuyum. Hayatım boyunca itildim kakıldım. Sokaklarda normalde insanlara karşı direnirken Gezi’de insanlarla beraber direndim” diyor…

“Ben eskiden ırkçıydım… Kürtlerden, Alevilerden, geylerden, translardan nefret ederdim” diyen bir genç anne var. Zümrüt. Gezi’yle beraber tüm düşünce yapısının nasıl altüst olduğunu anlatıyor tüm samimiyetiyle…

“Ben eskiden dünyadan haberi olmayan apolitik bir insandım” diyen bir lise öğrencisi var… Adı da tesadüfe bakın ki Diren! Dalga geçer gibi. “Direnmeyen Diren’den direnen Diren’e dönüştüm” diyor.

Hemşire Nuray var… “Çılgın Hemşire” diye basına yansımıştı. Yaralıları yakındaki evine taşıyan o cevval kız… O şahane, o deli, o hakikaten çılgın kız…

Yeşil tişörtlü Özgür var… Çılgın Hemşire Nuray’la Gezi Parkı’ndaki revirde birbirlerine aşık olan Özgür. Sonra evlendiler biliyorsunuz. Gezi Parkı’nda yapmaya çalıştıkları düğünlerine de devletimiz ELBETTE Kİ izin vermemişti.

Ah evet tabii.. Sonra DEVLETİMİZ var. Bol bol… Valimiz var, (mutlu mesut) ikişer çifter belediye başkanımız var. Hayır devletimiz konuşmuyor Reyan’a. Sadece gaz sıkıyor, su sıkıyor… Durmadan gülünç ve zavallı yalanlar söylüyor…

Sağır ve dilsiz bir eylemci var sonra… O da konuşmuş Reyan’a. İşaret diliyle. O anlatırken tüm dünya susuyor, film sessizliğe gömülüyor.

Feminist bir gey var. Hasan Hüseyin Şehriban. “Babamın değil annemin adını soyadı olarak kullanıyorum” diyor kendini tanımlarken. Eskiden sokakta zorlukla yürürken, Gezi’de koca bir ailem oldu… diyor.



Reyan, bilerek dış ses koymamış. Bilerek bir “televizyon belgeseli” yapmamış. Derdi uzun metrajlı bir haber hazırlamak olmamış. Belgesele şiir katmış. Adı da zaten Adnan Yücel’in şiirinden geliyor.

Sonunda neredeyse bütün salon ağlamaklı oldu. Rüya, bir kez daha, bu sefer salonda bitti…

Bundan sonra İşçi Filmleri Festivali’nde (1-8 Mayıs 2014, Ankara, Diyarbakır, İstanbul, İzmir ) gösterilecek. Denk gelirseniz kaçırmayın… “Yeryüzü Aşkın Yüzü Olana Dek”…

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.