Ayazda çıplak ayaklı iki çocuk...
Hava buz gibi…
Arnavutköy sahilinde ayakları çıplak iki küçük çocuk...
Trafik lambaları kırmızıya döndüğü anda ellerine bir kağıt parçasıyla araçların önüne atlıyorlar.
“Suriyeliyiz. Türkçe bilmiyoruz. Allah rızası için yardım edin…”
Suriyeli midirler değil midirler bilmiyorum. Dilenciye para vermenin dilenciliği bitirmeyip teşvik edeceğini de biliyorum…
Ama buz gibi havada ayakları çıplak iki çocuk görmek insanı fena halde çarpıyor…
Vicdanımla mantığım arasına gidip geliyorum…
Para verirsem bu soğukta daha çok çocuğun çıplak ayaklarla kendini arabaların önüne atacağını biliyorum…
Vermezsem de gece yatağımda rahat uyuyamayacağımı…
Suriyelilerin dilenmesi yeni bir şey değil. Yaklaşık bir yıldır haberleri yapılıp duruluyor. Daha çok Eminönü’nde, Mısır Çarşısı girişindeler. Oralarda bir şey olmuş ki şehrin öbür taraflarına dağılmışlar. Veya artık o kadar çoklar ki dağılmak zorunda kalmışlar.
Dilencilik müessesesi asap bozucu bir şey. Bir yandan için parçalanır bir yandan bilirsin ki bir tiyatro dönüyor…
Suriyeli, Türk, Afgan veya Belçikalı olması fark etmiyor… Dilenciliğin ana kuralı kendini acındırmak. Bunun için sürünmen gerekiyorsa sürünürsün, çıplak dolaşman gerekiyorsa çıplak dolaşırsın… Dayanabildiğin yere kadar dayanırsın, sonra nöbeti yanındakine (mesela daha küçük kardeşine) devredersin…
Karşımdakiler savaştan kaçmış Suriyeliler olmasa “dilencilik” birçok bakımdan lanetlediğim bir şeydir...
İnsanların içindeki “iyiliğe” şüphe sokar. Kim başka çaresi kalmadığı için bunu yapıyor, kim bunu bir meslek haline getirmiş bilemiyorsun… Vereceğin alt tarafı üç beş kuruş da olsa kandırılmak kimsenin hoşuna gitmez. Acaba yalan mı, acaba dümen mi derken kimseye vermez oluyorsun. Bu sefer hakikaten ihtiyacı olan daha zor duruma düşüyor…
Bundan başka dilencilere üç beş kuruş vermeye alıştığımız için yardım, bağış deyince de aklımıza yine üç beş kuruş geliyor. Saçma sapan bir yemeğe 150 lira verebilen insanlardan çeşitli vakıflar için 20 lira bile bağış alamadığımı biliyorum. 5 lira vermeye utanıyor, 50 lirasına da kıyamıyor… Dahası yardım deyince kimsenin aklına “emek” de gelmiyor. “Atarız üç beş kuruş, rahatlatırız vicdanımızı” diyen bir topluma dönüşüyoruz.
Ama işte söz konusu olan Suriyeliler. Bir daha dönecek evleri kalmamış, ülkelerini terk etmiş insanlar. Dilenmeseler ne yapacaklar? Hangi lisanla çalışacaklar? Hangi çalışma izniyle işe girecekler? Hangi oturma izniyle ev tutacaklar?
“Kamplarda kalsınlar” diyor esnaf. İnsanları ne kadar kampta tutabilirsin ki? Sen kendin o kamplarda bir gün bile durmak ister misin acaba?
Suriyeli komşularımız muhtemelen ülkelerine bir daha dönmeyecekler… Uzaktaki komşularımız artık yanı başımızdaki komşumuz olacak... Sadece sınır illerinde değil, büyükşehirlerde de…
Madem o insanları kabul ettik, madem bu iyiliği yaptık, o vakit Türkiye’yi yabancılara açık bir ülke haline getirmek zorundayız. Bilen bilir bir yabancının Türkiye’de oturma ve çalışma izni alması, dünyanın (manasızca) en zor işlerinden biridir… Türkiye'de yabancılar çocuklarını devlet okulunda bile okutamaz. Halbuki eğitim hakkı bir insan hakkıdır ve gelişmiş ülkeler buna böyle bakar, gelen her çocuğu kabul eder.
Sokaklarda çıplak ayaklı dilenci çocuklar görmek istemiyorsak değişmek zorundayız…