Şampiy10
Magazin
Gündem

Ayazda çıplak ayaklı iki çocuk...

Hava buz gibi…

Arnavutköy sahilinde ayakları çıplak iki küçük çocuk...

Trafik lambaları kırmızıya döndüğü anda ellerine bir kağıt parçasıyla araçların önüne atlıyorlar.

“Suriyeliyiz. Türkçe bilmiyoruz. Allah rızası için yardım edin…”

Suriyeli midirler değil midirler bilmiyorum. Dilenciye para vermenin dilenciliği bitirmeyip teşvik edeceğini de biliyorum…

Ama buz gibi havada ayakları çıplak iki çocuk görmek insanı fena halde çarpıyor…

Vicdanımla mantığım arasına gidip geliyorum…

Para verirsem bu soğukta daha çok çocuğun çıplak ayaklarla kendini arabaların önüne atacağını biliyorum…

Vermezsem de gece yatağımda rahat uyuyamayacağımı…



Suriyelilerin dilenmesi yeni bir şey değil. Yaklaşık bir yıldır haberleri yapılıp duruluyor. Daha çok Eminönü’nde, Mısır Çarşısı girişindeler. Oralarda bir şey olmuş ki şehrin öbür taraflarına dağılmışlar. Veya artık o kadar çoklar ki dağılmak zorunda kalmışlar.

Dilencilik müessesesi asap bozucu bir şey. Bir yandan için parçalanır bir yandan bilirsin ki bir tiyatro dönüyor…

Suriyeli, Türk, Afgan veya Belçikalı olması fark etmiyor… Dilenciliğin ana kuralı kendini acındırmak. Bunun için sürünmen gerekiyorsa sürünürsün, çıplak dolaşman gerekiyorsa çıplak dolaşırsın… Dayanabildiğin yere kadar dayanırsın, sonra nöbeti yanındakine (mesela daha küçük kardeşine) devredersin…

Karşımdakiler savaştan kaçmış Suriyeliler olmasa “dilencilik” birçok bakımdan lanetlediğim bir şeydir...

İnsanların içindeki “iyiliğe” şüphe sokar. Kim başka çaresi kalmadığı için bunu yapıyor, kim bunu bir meslek haline getirmiş bilemiyorsun… Vereceğin alt tarafı üç beş kuruş da olsa kandırılmak kimsenin hoşuna gitmez. Acaba yalan mı, acaba dümen mi derken kimseye vermez oluyorsun. Bu sefer hakikaten ihtiyacı olan daha zor duruma düşüyor…

Bundan başka dilencilere üç beş kuruş vermeye alıştığımız için yardım, bağış deyince de aklımıza yine üç beş kuruş geliyor. Saçma sapan bir yemeğe 150 lira verebilen insanlardan çeşitli vakıflar için 20 lira bile bağış alamadığımı biliyorum. 5 lira vermeye utanıyor, 50 lirasına da kıyamıyor… Dahası yardım deyince kimsenin aklına “emek” de gelmiyor. “Atarız üç beş kuruş, rahatlatırız vicdanımızı” diyen bir topluma dönüşüyoruz.

Ama işte söz konusu olan Suriyeliler. Bir daha dönecek evleri kalmamış, ülkelerini terk etmiş insanlar. Dilenmeseler ne yapacaklar? Hangi lisanla çalışacaklar? Hangi çalışma izniyle işe girecekler? Hangi oturma izniyle ev tutacaklar?

“Kamplarda kalsınlar” diyor esnaf. İnsanları ne kadar kampta tutabilirsin ki? Sen kendin o kamplarda bir gün bile durmak ister misin acaba?

Suriyeli komşularımız muhtemelen ülkelerine bir daha dönmeyecekler… Uzaktaki komşularımız artık yanı başımızdaki komşumuz olacak... Sadece sınır illerinde değil, büyükşehirlerde de…

Madem o insanları kabul ettik, madem bu iyiliği yaptık, o vakit Türkiye’yi yabancılara açık bir ülke haline getirmek zorundayız. Bilen bilir bir yabancının Türkiye’de oturma ve çalışma izni alması, dünyanın (manasızca) en zor işlerinden biridir… Türkiye'de yabancılar çocuklarını devlet okulunda bile okutamaz. Halbuki eğitim hakkı bir insan hakkıdır ve gelişmiş ülkeler buna böyle bakar, gelen her çocuğu kabul eder.

Sokaklarda çıplak ayaklı dilenci çocuklar görmek istemiyorsak değişmek zorundayız…

Yazının devamı...

Süper bir antidepresan tarifi

Piti, (evdeki bebek) kendi kendine bir şeyler yemeğe başladığından beri evde kurabiye pişiyor...
Sağlıklı olsun diye de bir derdimiz var. Hazır bebe bisküvisi vermek istemiyorum. Vermiyorum da.

Sağlıklı kurabiye yapmak kolay mı? Değil. İçinde şeker olmayacak, beyaz un olmayacak, kabartma tozu olmayacak, vanilin olmayacak, nişasta olmayacak… Bayağı bildiğin mücadele! Yaptığımız “kafa kıran” Kalamiti Jeyn kurabiyelerini yazmıştım hatırlarsanız… Tam bir rezaletti.

Ama vazgeçmiş değiliz. O gündür bugündür denemeler yapıp duruyoruz. Kimi iyi oldu kimi daha kötü oldu ama şekersiz unsuz kabartma tozsuz, karbonatsız, sahte vanilyasız kurabiye ve türevleri konusunda resmen uzman oldum. İyi bir şey çıktığı gün yazacağım burada tarifini…



Bu denemeler sayesinde çok çok çok şahane bir şey keşfettim.

Kurabiye kokusu!

Evimin kurabiye, kek, ekmek kokması benim için yeni bir şey. Ekmek hariç diğerleri hayatımda hiç yapmadığım şeyler. Zira olunca deli gibi yiyorum. İki kurabiyeyle bir kilo alabilen, şişmanlamaya eğilimli bir vücuda sahipseniz (ve irade sıfırsa) en iyisi evde hiç bulundurmamak. O “şeyler” adınızı biliyor zira. Ve resmen çağırıyor…

Fakat bebek gelince işler değişti. Derdim önce eline sağlıklı bir şey vermekti. Hem kemirsin, hem beslensin istedim.

Fakat sonra fark ettim ki bir evi “yuva” yapmanın yolu kurabiye kokusundan geçiyor.

Son iki aydır “ben kendimi neden bu kadar iyi hissediyorum?” diye düşündüm ve fark ettim ki ne zaman kurabiye pişse ben bilhassa o zaman çok mutlu oluyorum.
Dünya üzerinde daha mutluluk verici bir koku galiba yok…

Dünyanın en şahane antidepresanı!
Çek iki fırt, bütün dertlerini unut!
Evime gelenler de aynı şeyi diyor.

“Evine huzur gelmiş”

Hâlbuki ev, tüp patlamış gibi!

Orada bir mama sandalyesi, burada bir anakucağı, salonun ortasında kocaman bir oyun parkı, içi tepeleme oyuncak…

Oyuncak sandığından 5 dakikada bir, bir şarkı, bir viyaklama, bir kahkaha geliyor… (Oyuncakların belli aralıklarla kendi kendine ötmesi feci bir icat…)

Buna rağmen gelen mutlu! Uykusuzluk çekenler uyuyor, kafası bozuklar rahatlıyor…

Artık yensin yenmesin iki günde bir kurabiye yapıyorum. İnternette bildiğim her dilde “sağlıklı kurabiye” tarifi arıyorum. Beğendiğimi yapıyorum.

Evler güzel koksun diye tüplerde manolya, zambak, sümbül satıyorlar.
Halbuki en güzel ev kokusu kurabiye kokusu…

Şiddetle tavsiye ediyorum.
Yeminle “tatlı” bir yazı konusu olsun diye kastırıp bunu çıkartmadım.
Harbiden ruha iyi geliyor…

Kalça ve basen bölgesine ne etki yapacak göreceğiz bakalım.

Girişimcilere yeni oda kokusu önerilerim

- Tarçınlı kurabiye…

- Kakaolu kek…

- Fırında çıtır çıtır kızarmış granola…

- Zencefilli noel kurabiyesi…

- Kavrulmuş kestane…

- Yeni pişmiş ekmek…

Yazının devamı...

Türkleri mutlu etmenin garantili 4 yolu

- İyi bir kahvaltı:

İyi bir yemek karşısında çok fazla ses çıkarmayan Türk halkı iyi bir kahvaltı karşısında uçar… Sabahleyin çayını, zeytinini, beyaz peynirini, böreğini, reçelini, balını, domatesini, kaymağını sür önüne, artık istediğine ikna et… Niye “kahvaltılı basın toplantısı” yapıyorlar sanıyorsunuz?

Yeni bir öneri: “Düğün yemeği” yerine “düğün kahvaltısı”. İçki derdi de olmayacağı için çok daha az masraflı olur. Kahvaltı sırasında nikah, kahvaltıdan sonra altın faslı, o da bittikten sonra halay… Son olarak da kahve servisiyle düğünü bitirmece… Nasıl?

- Yurtdışında Türkçe servis:

İstediği kadar iyi İngilizce konuşsun, bir Türk yurtdışında ama özellikle havaalanı gibi kaotik ortamlarda Türkçe duysun, erir… Veya fanfinfon yemekleri olan bir lokantada bir (diyelim) Eğinli ile karşılaşsın zevkten ölür… Tren istasyonunda bilet almaya çalışırken “buyur hemşerim” lafını duysun mutluluktan ağlar… Türkiye’de yüzüne bakmadığı insanlara sarılıp şapur şupur öper. Dünyanın her yerindeki Türkler ise ısrarla “kebapçı” olur. Halbuki kebap ısmarlamak en kolayı. Bana metro bileti lazım!

- Karışık bir konunun futbol terimleriyle anlatılıp basitleştirilmesi:

İstediği kadar okumuş etmiş bir adam olsun, karşı taraftaki uyanık mesela tıbbî bir meseleyi “ağbicim şimdi nöron denen şeyleri yan hakem gibi düşüneceksin…” diye anlatıyorsa erir gider. Yüzü birden aydınlanır, üzerine şapşal bir özgüven gelir. Artık bulmuş ya adamını sorar da sorar. Dünyayı nihayet anlamıştır! Artık başa çıkamayacağı konu yoktur! “Futbol terimleriyle 10 soruda kanser”, “Futbol terimleriyle 10 soruda AKP-Cemaat kavgası”, “Futbol terimleriyle 10 soruda Ergenekon” “Futbol terimleriyle 10 soruda kuantum..” Bir kadın olarak bunu yapamadığım için esef duyuyorum. (Bunun da seminerini hazırlamalı: “6 derste her konuyu futbol terimleriyle anlatma teknikleri”)

- Hız:

Yetişeceği her hangi bir şey olsun olmasın hiç önemli değil. Ne yapılacaksa yapılsın yeter ki hızlı olsun. Sen Türkü bekletme yeter. Yemek hemen gelsin, çay hemen gelsin, hesap hemen gelsin, sıranın sonu hemen gelsin, havale hemen gelsin, mobilya hemen gelsin… Sanki o masa hemen gelmezse dünyanı kurtaramayacak! Sanki o çay hemen gelmezse kansere çare bulamayacak! O kadar acelesi var! Gelenler süper kötü olsun hiç önemli değil. Hız karşısında gözleri minnetle kamaşan Türk bunu fark etmeyecektir. En azından hemen… (İnternetten ısmarladığım kurutma makinesi 12 saat sonra eve teslim edildi. Bir alt modelmiş! O kadar mutluydum ki fark etmedim bile…) Boşuna bu iktidar “hızlı tren”, “hızlı inşaat”, “hızlı şu, bu” diye tutturmuyor. Halkımız o yolculuktan kazandığı zamanı televizyon seyrederek, laklakla geçirecek ama ne gam…

Yazının devamı...

Zayıflık iktidar doğurabiliyormuş!

Bir kadın komşum var. Arabasını karşı kaldırıma, benim arabamla kardeşinin arabası arasına park ediyor. Kabul ediyorum, dünyanın en kolay park yeri değil. Birkaç manevra gerekiyor.

Bir yıldır her akşam aynı şey oluyor. Geldiğinde kornaya basıyor, erkek kardeşi dışarı çıkıyor, “sağa git, sola kıvır, hop, tamam, ileri” diyerek ablasını yönlendiriyor, 5-10 dakikalık bir mücadeleden sonra araç park edilebiliyor.

Her seferinde hayretler ve hayranlıklar içinde kalıyorum.

Hayretim: Bir yıldır park sensorlarına rağmen bu işi öğrenemiyor olması.

Hayranlığım: Her akşam erkek kardeşini sokağa çıkarabiliyor olması.

Zayıflık, iktidar doğurabiliyormuş!



Ben bu kadının her bakımdan tam tersiyim.

Kendi işimi kendim görürüm, hızlı öğrenirim ve yüzde yüz iktidarsızım!

Hayatım boyunca kimseyi yönetmedim/kullanmadım.

Kullanmayı da yönetmeyi de tiksindirici bulurum. Ama bazen (park dışındaki durumlar için) cidden yardıma ihtiyacım oluyor. Ama o vakit de kimseyi bulamıyorum, bulduğumu da yardım etmeye ikna edemiyorum..

Şunu düşünüyorum: İnsanları kullanmayı beceremediğim için mi her şeyi hızlı öğrenmek ve kendi işimi kendim görmek zorunda kaldım…

Yoksa böyle bir yeteneğim olduğu için mi insanlar bana yardım etmeye gerek duymuyor?

Yeteneğim cezasız kalmıyor gibi bir şey bu.



Nerede beceriksiz, öğrenme güçlüğü çeken, kaprisli bir kadın var, orada becerikli, her işe koşan ve bundan hiç gocunmayan kul köle bir erkek vardır.

Nerede tembel, iş görmez, bencil bir erkek var, orada dişini tırnağına takan, çalışkan, becerikli bir kadın vardır.

Nasıl oluyor bu?

Yetenekli olana Allah beceriksiz veya tembel bir eş şeklinde bir “ceza” vermek zorunda mıdır?

İlahi denge dediğimiz şey bu mudur?

Komşum gibi öğrenme zorluğu çeken zayıf, yeteneksiz bir kadın olsaydım eminim her işimi yapacak, beni kapıdan kapıya taşıyacak bir kocam olurdu.

Ama elimde çekiç, İngiliz anahtarı ve hatta zaman zaman matkap olduğu için (herhalde), böyle kukumav kuşu gibi bir başıma kalakalıyorum çoğu zaman 72 parçalı alet çantamı gören kaçıyor… adeta!



Ben şunu gördüm: Kimse becerikli diye daha çok sevilmiyor. Üstelik beceriksizlere daha çok servis yapılıyor. Arkalarına yastık, ayaklarına puf, ellerine kahve…

İyi de insan doğuştan becerikliyse ne yapsın?

Zorla da köreltilmez ki beceri?

İşin sırrı şu olmalı: Beceriksiz görünen becerikli bir insan olmak!

Nasıl olacak da olacak bu bilmiyorum. Üzerinde çalışacağım. Hatta beş derslik bir seminer haline bile getirebilirim.

Ne de olsa seminer çağındayız. Nereye baksam bir konuda eğitim veriliyor ve hatta ben de onlara gidenlerdenim..

Hangisi daha çok ilgimizi çekiyor?

- Ayakkabı kutularındaki milyon dolarlar mı yoksa paralel yapılar mı?

- Bakan oğlunun evindeki 8 adet kasa mı hakim ve savcıların bundan sonra nasıl atanacağı mı?

- Reza Zarrap’ın besteleri ve bu besteler için ne çok kavganın edildiği mi Ergenekon davasının yeniden görülecek olması mı?

- Ebru Gündeş’in jeti, kaprisleri, kibri ve hırsı mı 500 polisin aniden yer değiştirmesi mi?

- Başbakan’ın TÜSİAD başkanının vatan haini ilan etmesi mi Türkiye’ye yabancı sermayenin gelip gelmemesi mi?

- Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın bir numaralı sevgilisini aldatması, onun hastaneye düşmesi, akabinde cumhurbaşkanlığı sarayından ayrılması mı Türkiye’ye ziyareti mi?

Yazının devamı...

Kadın, müzeye sığar mı?

“Erkek müzesi” yokken “kadın” müzesi diye bir şey, ileri düzey feministler için pek sevilesi bir şey değildir. Zira “müzeye koymak” kadını mağdur, hassas, zayıf, kırılabilir, korunması gereken Çin porseleni gibi bir mertebeye indirir… diye düşünürler. Doğru mudur bu? Tartışılır. Müzecilik özellikle son 20-30 yılda çok değişti. Müzeyi hangi fikirden yola çıkarak ve nasıl yaptığına bağlı…

İzmir Konak Belediyesi geçtiğimiz günlerde Basmane’de bir Kadın Müzesi açtı. Twitter’da “en çok konuşulan” ilk üç konu arasına girdi. İnsanların belli ki çok hoşuna gitti bu fikir. İzmir’in her zaman “özgür” “bağımsız” “müdanasız” kadına destekleyici bir hassasiyeti vardır zaten. Desteklemeleri hem çok hoş hem çok beklenen bir şey.

Müze, daha önce hiç derinlerine dalmadığım Basmane semtinin Tilkilik mahallesinde… Eskiden zenginlerin oturduğu makbul bir mahalleymiş. Zamanında nefis konaklar yaptırmış orada oturanlar. Sonra birçok nedenle zenginler başka yerlere taşınmış, konaklar kaderlerine terk edilmiş. Bazıları yıkılmış, yerine berbat gecekondu apartmanları yapılmış, bazıları ise ferlerini kaybetmiş halde kalmışlar.

Konak Belediyesi, orada burada kalmış bu son örnekleri alıp önce restore ediyor. Radyo Müzesi de aynı şekilde kazandırılmış. Kadın Müzesinin binası çok etkileyici. Labirent gibi geçişleri olan üç katlı kocaman bir tarihi yapı. Restore edilmiş olması hakikaten sevindirici. Elbette müze olması da.

Belediye’nin “küratör”lerinin neden kadın temasını seçtiklerini bilmiyorum. Türk kadının içler acısı durumuna bir vurgu yapmak, topluma örnek olabilecek modern, güçlü, yaratıcı, bağımsız kadınları öne çıkarmak olmalı.

İlk anda kolay bir konu gibi görünüyor. Kadın objeleri, kadın figürleri, birkaç dergi, birkaç giysi, bir gelinlik, birkaç kişilik ile kotarılır diye düşünülür. Ama o zaman ne olur? Kadın etnografya müzesi olur.

Etnografya müzelerini küçümsemiyorum. Hiç bilmediğim bir topluluğun nasıl giyindiği, nasıl yattığı nasıl kalktığı çok ilgimi çeker. Keza şehir müzeleri de.

Ancak etnografya müzeleriyle günümüzün yaratıcı, çarpıcı ve ezber bozan müzeleri arasında büyük farklar var. Haddizatında günümüzün çarpıcı etnografya müzeleri de artık çok başka. Bildiğini sandığın bir konuda bir müzeye gidiyorsun ve tüm bildiklerin tepe taklak oluyor.

İzmir Kadın Müzesi, bu anlamda sevimli (ve biraz amatör) bir kadın etnografya müzesi. Kapıdan girer girmez sizi Atatürk’ün, manevi kızı Nebile hanımla dans ederken çekilmiş devasa bir fotoğrafı karşılıyor. Bu fotoğrafın görkemli bir şekilde vurgulanması, müzenin daha çok cumhuriyetin makbul saydığı “modern” kadına ithaf edildiğini de anında anlamamızı sağlıyor.

Yukarı katta, öne çıkan Türk kadınları derlemesinde de zaten onları görüyoruz. Muazzez İlmiye Çığ, Bedia Muvahhit, Füreyya Koral, Halide Edip, Behice Boran, Sabiha Gökçen…

İtirazım olduğu sanılmasın. Müzeciliğin kolay bir şey olduğunu da iddia etmiyorum. Ancak bugüne kadar yüzlerce müze gezmiş biri olarak birkaç itirazım var.

Yerin ve malzemen darsa o vakit konunu daraltman gerek. Çarpıcı bir müze yapmanın ilk koşulu sağlam bir iddianın olması. Bir iddian, bir savın yoksa müzen, sıkıcı ve demode bir ideoloji müzesi olur.

“Bizim tek derdimiz modern ve devrimci Anadolu kadınlarını tanıtmak” diyorsanız o vakit sergileme tekniklerine yoğunluk vermeniz lazım. Bana geçmişten günümüze kadın kıyafetlerini mi tanıtmak istiyorsun? Vitrin mankeni üzerine bir gelinlik giydirme ne olur…

Halide Edip Adıvar’ı mı tanıtmak istiyorsun? Şurada şunu dedi bunu dedi deme ne olur. Bana bunu dedikten sonra günümüze etkilerini sağlam kanıtlarla söyle. Yok mu araştırmacılar? Var. Bul. Beni can evimden vuracak bir etkileşim söyle, ciğerimi ye. Sayesinde şu an elimizde ne tutuyoruz? Bileyim. Yoksa vikipedi’de hepsi var.

Kadın protestosunu mu anlatmak istiyorsun? Küçük bir odada Gezi videosu ile beni oyalama ne olur. Bir de şu var. İzmir kadını “bağımsızlığıyla” bu kadar ünlüyken, İzmir kadının özgürleşme serüvenini ve önündeki tehdidi anlatan bir müze olsaydı mesela çok daha etkilenirdim. Üstelik Latife Hanım gibi de muazzam bir profil varken elimizde… Başla Latife’den çık Sezen Aksu’dan…

Yazının devamı...

Polonezköy’e bu sefer de trafo kıskacı

Geçen hafta yazmıştım. Koca Türkiye’de medeni, estetik, yaşanılası beş veya altı yer vardır. Ezici çoğunluk Kandahar’dan hallice. Dünyanın en çirkin şehir ve kasabalarını yapmakta üstümüze yok. Savaş olmadığı halde savaş alanı gibi görünen yegâne ülkeyizdir herhalde.. Üstelik az ötemizdeki Gürcistan savaş gördüğü halde öyle değil.

Polonezköy işte bu nadir güzel yerlerden biri. Geçen hafta yazmıştım. Kasabaya yeni imar planı çizildi. Plana göre yeni yapılar, AVM’ler, bankalar yapılabilecek.

Yeni yapılar muhtemelen bir takım süper düper zenginler için villalar. Sonra da daha az zenginler için orman manzaralı “seçkin” siteler.. En arkada da orta sınıf için 120 taksitte berbat bloklar.

Dün, Şehir Plancıları Odası, Çevre Mühendisleri Odası ve Kuzey Ormanları Savunması Grubu, plana itiraz etti. Bir iki yıl daha kazanıldı demektir bu. En fazla bu. Devlet, bir yeri “geri kalan” her yere benzetmeye karar verdiyse yapacak bir yoktur. Bir müteahhit mutlaka zengin edilmelidir!



Bitti mi?
Bitmedi.


İmar planıyla bir yerden başlarsın trafoyla öbür yerden devam edersin.

TEİAŞ (Türkiye Elektrik İletim AŞ) Polonezköy’ün yaklaşık 1 kilometre ötesinde bulunan‘ormanlık vasfını yitirmiş’ 30 dönümlük bir alanı trafo yapmak üzere talep etmiş. Bunun için Polonezköy muhtarlığından “ön izin” istemiş.

30 dönüm nedir?

Şükrü Saraçoğlu Stadı mesela 7 dönüm. 30 dönüm bunun 4 katı büyüklükte.

Ormanlık bir arazi içinde ciddi bir kelleşme demek bu… Üstelik trafo bu kadar alana ihtiyaç duyar mı? Duyuyorsa buna trafo mu denir başka bir şey mi? (Anadolu Yakası’nın en büyük trafosu olacakmış. Başka yer yok mu?)

Polonezköy halkı şaşkın. Plana itiraz ederken 4 stadyum büyüklüğünde arazileri ellerinden alınacak.

Ne için yapılıyor bu?

Ne akla hizmet?

Her Kandahar olsun diye..

Çevrecinin daniskası mıydık?

Yazının devamı...

Yeni Godzillamız hayırlı olsun

Dün, yeni bir köprümüzün açılışı yapıldı. Haliç üzerindeki akıllı metro köprüsü, gazetecilere gösterildi…

İnşaatına ilk başlandığı zaman gözlerime inanamamıştım. Haliç üzerinde bir “Godzilla” gibi yükseliyordu. (Gerçi her çağdaş köprü bir Godzilla değil midir?)

“Yeterince itiş kakış yokmuş gibi bir de bu mu?” demiştim..

Büyük bir ihtiyaç olduğunu bildiğim halde…

Bugün bitmek üzere olduğunu okudum haberlerde..

Gözümüz elbette alışacak. Hatta üzerinden manzara seyrede seyrede gidip gelirken pek mutlu olacağız kuşkusuz...

Mimarı Hakan Kıran. İsmini ilk olarak Hisar’daki Perili Köşk’ün restorasyonu sırasında duymuştum. Perili Köşk, Boğaz’ın en sevdiğim binasıydı. İstanbul’a her gelişimde onu görmek isterdim. Şimdi Borusan’ın genel merkezi olan bina ilkin restore edilecekti. Ancak temelindeki tehlikeli boyutlardaki bir çatlak nedeniyle yıkılıp yeniden yapıldı.

Doğrusunu isterseniz yeni binada eski zarafeti bulamadım. Açıkçası üzülmüştüm. Son 10 yıldır yürüyüş yolum üzerinde olduğu için günlerce incelemiştim. Neydi eksik veya fazla diye… Hâlâ da inceler dururum. “Şu gri taşları ve ferforjeleri kaldırsam” diye içimden geçiririm her gün. Bir de binaya illa ki bir sarmaşık sardırırım. Eskisi gibi…

Sonra birçok yerde karşıma çıktı Hakan Kıran imzası. Maçka Palas restorasyonunu ne kadar beğendiysem Gümüşsuyu’ndaki “dalgalı” çağdaş mimari otelini o kadar uzak buldum kendime. Dürüst olmak gerekirse aldığı tüm ödüllere rağmen genel olarak pek benim tarzım değil.

Yazıyı yazmadan önce internetten de yeniden kontrol ettim. Parklardan gökdelene, konuttan eğlence mekanlarına kadar her işini inceledim. Fikrim değişmedi.

Taksim meydanı için yaptığı öneriyi de incelemiştim uzun uzun. Taksim anıtını merkeze alan, AKM’siz kocaman bir açıklık öneriyordu. Bazı açılardan mevcut halden kesinlikle daha iyi bir projeydi. Ancak yine tarzım değildi.

Başbakan’ın “Çılgın Projesi”ni de doğru tahmin eden bir oydu. Ya biliyordu ya da aynı frekanstalar.

İşte şimdi karşımıza yeni Haliç Köprüsüyle çıktı. Yeniden.

Hakan Kıran, tüm ulaşım sistemlerini birleştiren bu yelkenli şeklindeki projeyi esasen mevcut Unkapanı köprüsü yerine önermiş. Ancak bu sadece köprünün yıkılması (ve bir kaosa yol açması) değil 1995’te tamamlanan ulaşım planının da tamamen değişmesi manasına geleceği için şu anki yere yapılması karar verilmiş.

Acaba diyorum gözümün bir türlü alışamadığı o “Godzilla” hali bu nedenle mi? Yani, köprünün planlandığı yerde olmamasından mı? Zira (idealde) her yapı, yerine ve çevresine göre tasarlanır. Bu, başka yer için tasarlanıp başka yere konulmuş bir köprü. Her altından geçtiğimde içime fenalık vermesi bundan mı?

Gerçi Hakan Kıran şikayetçi değil. Eseriyle gurur duyuyor.

Teknolojik anlamda duyulmayacak gibi de değil. Tüm köprü elemanları rüzgara göre tasarlanmış. Kağıt üzerinde baktığın zaman çizimlere, güzel de bir köprü. Fakat orada olmuş mu? Başka bir çözüm yok muydu? Siluetin canına okumamış mı? Tartışırım.

Bana en ilginç gelen yönü şu oldu: Paslanmaması için düzenli aralıklarla elektrik akımı verilecekmiş. Bilmediğim bir şeydi.

Ve en sevdiğim tarafı üzerinde yaya olarak da dolaşılabiliyor olması… Hatta kafeteryalar bile olacakmış! Yeni “köprü altımız” orası mı olacak dersiniz? Tabii eminim içkisiz olacaktır. Turizm falan demeyeceklerdir. Hoş zaten bir biranın 12 lira olduğu bir ülkede nereye içkili yer açıyorsun?

Hayırlı olsun. Ya gözümüz alışacak ya alışacak…

Yazının devamı...

Günlerden arta kalan

İnsanlara istemedikleri bir şeyi verip mutlu olmalarını bekleyemezsiniz. İnsanı kırıyor elbette verdiklerinin değerinin bilinmemesi. Ama sorun bakalım kendinize: Bu yaptığını o istemiş miydi?

Çoğu zaman cevap: Hayır.

Sen kendi kendine yaptın ne yaptıysan. Onun hoşuna gider diye düşündün. Onu mutlu edip seni daha çok sevmesini umdun…

Halbuki hakikat şu: Seviyorsa seviyordur. Ne yaparsan yap veya ne yapmazsan yapma… Seni sevecektir.

Sevmiyorsa yine aynı formül geçerli. Ne yaparsan yap veya ne yapmazsan yapma sevmeyecektir.

Bunu biliriz de yine kendimizi alamayız “jest”ler yapmaktan. İnsanların istemediği, talep etmediği hoşlukları yaparız yine.

Hayaller kurmak da vardır bu paketin içinde. “Ben seninle bir ömür hayal etmiştim halbuki…”

Evet ama… kim senden istedi ki böyle bir hayal kurmanı? Sen böyle bir hayal kurdun diye neden mutlu olmasını beklersin ki…

Bir bakıma bencilce bir şey jest yapmak. Mutlu olan hediye alan değil hediye verendir. Öteki edilgendir. Öteki eline bir şey tutuşturulmuş bir çocuktur. “Al bunu şimdi mutlu ol” denir. Bir anda mod değiştirmesi istenir.

Halbuki hediye veren günlerdir düşünmüştür. Hadisenin içine girmiştir. An be an, saniye be saniye kurmuştur kafasında. Sana verdiği hediye paketinin içinde o hayallerini ve kurgularını da koymuştur.

Sonra sen açarsın paketi ve karşında bir tablet vardır. Senin için o sadece bir tablettir. 400 küsur gramlık bir metal plastik karışımıdır. İşine yarayıp mutlu olman için zaman lazımdır. Veren hafif küskün, neden sevinmedin diye kızar. Haklıdır. O bir aydır bu anı düşünmüştür.

Hayal kurmak da öyle. Bireysel bir şey. Seni mutlu ediyor. “Benim hayallerimi yıktın” diye sitem ederiz ama kim senden o hayali istedi ki? Üzerine hayal kurulan neden sorumlu olsun ki? Neden senin hayalinin hamalı olsun? “Hayallerini de al git” dese çok mu haksız olur? O hayalleri taşımak kolay mı sanırsınız?

Hayal kurmayalım mı? Hayatın tadı tuzu hayaller değil midir? Şarkıda bile demiyor mu “bana yine hayaller kurduran kadın” diye? Hayal kurulmayacak kadar “tam” bir hayat var mıdır? Olmuş mudur? Olabilir mi? Aksine mutluluk değil midir hayal kurduran? Hayal hayali doğurmaz mı?

E ne yapacaksın o vakit? Tadında mı bırakmak gerek? Bir hafta, hadi bir ay, hadi en fazla iki ay… Sonra son kullanma tarihi geçti diye otomatik silinsin mi? En iyi çözüm bu mudur?



İnsanlar sevilesi veya sevilmeyesi doğar. Bu, ne tipe bakar ne boya posa. Allah bazılarına özel bir “ışık” verir. O ışık sizde varsa, ne yaparsanız yapın (veya ne yapmazsanız yapmayın) sizi sevecektir insanlar. Yoksa ne yaparsanız yapın sevmeyecektir.

Sevilen insanlara baktığınızda göreceksiniz ki çoğu zaman özel yaptıkları bir şey yoktur. Sevilmeyen insanlar da öyle. Çok az “sevilmeyen” insanın sayıp dökebileceğiniz kusuru vardır.

Sevilen insanın sayıp dökebileceğiniz çok az marifeti olduğu gibi.

Kimse iyilik veya jest yapıyor diye sevilmez. Jestleri en fazla ona ekstra puan kazandırır. Ama sevilmiyorsa daha da fena: bir de jestleriyle alay ederler. “Kendini sevdirmek için ne uğraştı” derler...

Allah, bu anlamda biraz cimri. O ışıktan çok az insana veriyor. Satın da alamıyorsunuz, evde de yapamıyorsunuz… Tek çare en azından kaba olmamak belki de…

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.