Şampiy10
Magazin
Gündem

Biata master tezi lazım...

Aynı gün iki köşe yazarının yazılarından parçalar:

“Biz Tayyipçi değiliz, ama Tayyip Erdoğan’a sonuna kadar bağlıyız. Çünkü o bizim ideallerimizin taşıyıcı lideridir. Biz Tayyip Erdoğan’a ideallerimizin bayrağını göndere çektiği için bağlıyız. Tayyip Erdoğan bizim davamızın lideridir”. (Mehmet Metiner, Yeni Şafak, 07.01.2013)

Öbür yazar:

“Demokrasilerde seçimler, bir tazelik, bir umut, bir filizlenme, bir yeşerme yaratır. Bense bu seçimlerde, tazelenme yerine bayatlıyorum. Umutlanma yerine depresifleşiyorum. Yeşermek yerine kuruyorum. Benim “rüyam” kalmadı çünkü. Çatışan, çarpışan, hesaplaşan ve birbirini yok etmeye and içen taraflar benim rüyamı alıp götürdüler çünkü... İnsanı bir arada yaşatmak yerine bir hoşgörü toplumu olmayı reddederek, birbirini yok edercesine, birbirine nefes aldırmamacasına, birbirinin geleceğini karartırcasına, birbirini ayağa kalkamayacak hale getirircesine hesaplaşan bir toplum barışı getiremez... Barış böyle topraklarda uzun süre yeşeremez...” (Reha Muhtar, Vatan, 07.01.2013)



Biri “rüyası” gerçekleşti diye bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen, öbürü ise “sen benim rüyamı çaldın Feride” diyen küskün bir Kamuran...

Bir yıl farkla hemen hemen aynı yaştalar. Aynı dönemlerde okula gitmişler, aynı politik atmosferde büyümüşler.

Biri için AKP iktidarı “selamet” (ki zaten partinin Adıyaman vekili) öbürü içinse “rüyaların sonu”.

İkisinin aynı güne denk gelmesi ilginç oldu.

Tam da Türkiye’nin hallerini anlatmışlar.

Bir tarafın mutluluğu öbür tarafın mutsuzluğu olmak zorunda mıdır?

Birinin “göndere çekilen ideali” öbürünün hayatını “karartma”malı mıdır?



Mehmet Metiner’in liderine bağlılığını ifade şekli, bana durduk yerde Hilal Kaplan’ın daha sonra kitaplaştırdığı master tezi “Türkiye’nin Ölmeyen Babası: Atatürkçü Gençliğin İmkansız Yası” kitabını hatırlattı.

Kaplan, 2007 yılında, Cumhuriyet Mitingleri’nden hemen sonra Atatürkçü gençlerle bir dizi röportaj yapıyor. Atatürkçü gençlere “Atatürk size ne ifade ediyor?” “Yaşasaydı ne olurdu?” “Atatürk’ün izinde olmak ne demektir?”gibi sorular soruyor. Okuyalı epeyi oldu. Şimdi yazmak için elime aldım ve yeniden okumam gerektiğini düşündüm.

Okurken verilen cevapların bazılarının ne kadar çocukça olduğunu düşünmüştüm. Bazıları için Atatürk “Mesih” gibiydi. Dini bir sevgiyle söz ediyorlardı Atatürk’ten. İmkansız ideallerin yegane mucizevi gerçekleştiricisi...

Kaplan şöyle anlatıyor araştırmasını kendi köşesinde:

“Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde tamamladığım tezimi genişleterek kitaplaştırdım. Kitaba “Türkiye’nin ölmeyen babası” ismini verdim. Çünkü adına Atatürkçülük denilen ve her siyasetçi, sanatçı veya yazarın bir ucundan tutmaya çalıştığı bu söylemsel oluşumun “Atatürk” gösterenini canlı ve merkezde tutmaktan öte hiçbir anlamı yok. “Atatürk yaşasaydı...” diye başlayan cümlelerden kendini “Ben bir Atatürk çocuğuyum” diye meşrulaştırmaya çalışanlara kadar bireyi çocuk mertebesine indirgeyen ve bu enfantil pozisyonuyla gurur duymasını sağlayan, özellikle siyasetçilerin “babanın onayını almak” için didişen evlatlara çeviren bir ülkeden gerçek anlamda ‘yetişkin’ bir öznellik çıkmasını beklemek mümkün mü?”



Mehmet Metiner’in ifadelerini duyup okuyunca (“Biatsa biat, itaatsa itaat! Ölümüne arkasında duruyoruz. Evet biz biatcıyız. Biz sadakatle ideallerimizin önderi olan kişinin izinden gitme noktasında evet biat özleriyiz. Genel başkanımız, büyük liderimiz başbakanımız bir irade beyanında bulunmuştur. Kusursuz itaatse biz büyük liderimize kusursuz itaat ediyoruz. Söz verdik bu can bu bende kaldığı sürece söz verdik, ideallerimiz için ölümüne mücadele edeceğiz”) aynı master tezinin bu sefer Recep Tayip Erdoğan için yapılması gerektiğini düşünmeye başladım. Ne dersiniz?

Yazının devamı...

Kıtırlar ve intikamlar savaşı

Takip edebilenler için müthiş heyecanlı bir beyaz dizi oynuyor televizyonlarda: “İntikam Üzümleri ” Homeland yanında hiç kalır...

Heyecan her an dorukta. Ne zaman hangi kanalda ve saat kaçta oynayacağı da belli değil. Bazen tek bir bölüm oynuyor bazen birkaç bölüm birden. Takip etmek çok ciddi bir çaba istiyor. Edebiliyorsan çok heyecanlı!

Dizinin en önemli unsuru her bölümde bir “kıtır” atılması...

Cumartesi günü mesela, dizinin baş kahramanı Başbakan, “Bir yargı mensubu yılda 20-22 defa turist olarak yurt dışına çıkar mı? Adam kayak tutkunu. Nasıl oluyor bu? Kim veriyor bu seyahatlerin parasını?” dedi...

Hay Allah dedik biz meraklı izleyiciler: Kim bu yargı mensubu? Hangi savcı? Dünyanın 22 ayrı noktasına gidecek kadar büyük bir kayak sevgisi nasıl oluyor?

Dedik ama bölüm orada bitti.

Pazar günü çok bekledik ama dizi hiçbir yerde yoktu.

Meğer en heyecanlı bölümler Pazartesi’ye saklanmış. Dizi bu sefer Sabah gazetesi aracılığıyla devam ediyordu. Yurt dışına gidip duran Savcı Zekeriya Öz’müş! Tahminler doğruydu yani.

Ama mesele savcının kayak, deniz, dağ, göl, nehir tutkunu olması değil, parasının “kimin” cebinden çıktığıydı.

Gazete, savcının Dubai’deki manyak tatilinden söz ediyor. Ama ne tatil! Odalar 15 bin dolar, yemekler 7 bin 800 dolar, büfe harcaması 5 bin 500 dolar. Sadece havaalanına getir götür 747 dolar!

Arkadaş o nasıl yeme öyle? 8 kişi gitmişler, kişi başına günde 277 dolarlık yemek yenmiş. (550 lira) İnsan düşünüyor: Altın mı yediniz mübarek?

Fakat o bölümlük kıtır “inşaatçı bir işadamı ödedi” ile kaldı.

Haydaaa.. Bu sefer de “kim bu cömert inşaatçı?” demeye başladık.

Gün ortasına başka bir bölüm daha yayınladı. Kısa ve heyecansızdı: Savcı “hepsinin parasını ben ödedim” dedi.

Hayal kırıklığına uğradık. Senaristi yuhaladık! “Bunca heyecan bunun için miydi?” dedik.

Senarist, hislerimizi anlamış olmalı ki hemen arkasından şahane bir bölüm patlattı.

Savcıyı ağırlayan meğer... meğer... Ali Ağaoğlu imiş!

O may gaaad! Savcı Zekeriya Öz’ün 17 Aralık’ta başlattığı operasyonda “rüşvet verdi” “sit alanında üç kat daha çıktı” iddiasıyla gözaltına alınan Ali Ağaoğlu’nun ta kendisi!

Başbakan’dan gelen mükemmel pası, Sabah değerlendiriyor, Ali Ağaoğlu ise gole çeviriyor! Savcı “hepsinin parasını ben verdim” diye gevelerken o, gerine gerine “arkadaşı biz yedirdik içirdik” diye yazılı açıklama yapıyor!

Ah intikam! Sen ne güzel bir şeysin böyle! Hem yedir içir hem de sonra tepene mıçsın! Olacak şey mi! Fırsat kaçacak değildi.

Zira bir işadamının savcı ağırlamasındansa bir savcının işadamı tarafından ağırlanması daha feci bir durum. İşadamı, olağan pişkinliği ile işine devam eder (zaten başbakanın korumasında) ama savcı yan basmış durumda kalır...

Halbuki Savcı Öz, yeni bıyıkları ve gözlüksüz haliyle pek karizmatik gelmişti “bağzı bayanlara...” Tweet atıp duruyorlardı “azıcık zayıflasa pek hoş savcımız” vs... Kayağın kilo verdirmediğini de anlamış olduk. Sadece kafa göz yarıp, bacak kırıyor...

Bir de twitter’a koymayacaksın kayak fotolarını arkadaş! Türk halkı kayak olayını sevmiyor! Haset ediyor! Baksana! Başbakana bile batmış...



Sürprizli dizi son sürat devam ediyor...

Şiddetle tavsiye ederim.

Her şey Sulukule’nin kentsel dönüşüm projesindeki usulsüzlükler, yolsuzluklar yüzünden başlamıştı, tam bir Sulukule oryantaline döndü.

Yazının devamı...

Patron mutlu son istiyor

Başbakan, “Başbakan’ı en çok kim seviyor yarışmasının galipleriyle” bir toplantı yaptı dün. Ne diyememeli bilmiyorum. (Yazım hatası değil, laf çarpıttım) Zaten kimse de bir şey diyemedi toplantı çıkışında. Nasıl ürkmüşlerse hepsinin ağzından aynı laf çıktı: “Çok kararlı... Bırrrr...”

Çok güzel. Kararlı olmak güzeldir tabii. Evet ama neye? Türkiye’yi, benim idealimdeki bir ülkeye dönüştürmeye olmadığı kesin. C ile başlayıp t ile biten bir şeyleri “bitirmeye” yönelik bir kararlılıktan söz ediyor olmalılar. Zira patron mutlu son istiyor. Kimsenin sesi çıkmasın. Mutlak onay, mutlak sessizlik. Uyum içinde nice nice yıllara... (Ve havai fişekler patlar...)

Şimdi mektuplaşma devrine girdik. Islak imzalı olduğu bilhassa vurgulanan “pazarlık mektupları” devrine.

Mektupla ülke idaresi... Bu da güzel!

Annemlerin zamanında “Fono Mektupla yabancı dil eğitimi” diye bir şey vardı. Dünya çapında kötü bir şöhrete sahip Türk Postacılığıyla İngilizce veya Fransızca öğrenebilen bir Allah’ın kulu olmuş mudur acaba?

Mektup deyince aklıma geliverdi.

Tabii başka şeyler de. Mesela zarf ve mazruf ne renk acaba? Ucu yakılarak mı yollanıyor? Hitaplar nasıl? Ne diyor? “Pek değerli hasmım. Sen bakma bizim savcı çocukların işgüzarlığına... Dershaneler kalsın, ben kulaklarını çekerim...” mi?



Tam “Böyle bir mektup yok” denme ihtimali de büyük diyecekken... Yalanlama geldi bile...

Mektup varmış ama ona değilmiş! Mektup adres şaşırmış!

Tealaaam! Bir köşe yazısı yazamaz hale geldik!

Ben dedim ama... Türk Postasıyla bu iş olmaz. Ben bildim bileli kötü yönetilen bir kurum. Bu devirde hâlâ mektuplar kayboluyor, geç gidiyor ve hakkını savunamıyorsun. Belki bu fırtına esnasında oraya da el atarlar... Zira kargo şirketlerine bir servet vermekten bıktım usandım...

Zaten pazarlık da yokmuş...



“Patron mutlu son istiyor” lafını siyasete harcadık ama iyi mi ettik bilemedim. Madem adını çaldık o zaman söz etmek de boynumuzun borcu.

Senaryosunu Yılmaz Erdoğan yazmış. Kıvanç Baruönü yönetmiş. Tolga Çevik ve Ezgi Mola esas oğlanla esas kız rolünde. Yer Kapadokya.

Tolga Çevik, sevimli ama beceriksiz, sakar, hafif ezik bir senaryo yazarını oynuyor. Ezgi Mola seksi, güzel, tatlı otel sahibesini. Senaryo yazarı ona aşık olur. Ama otel sahibesi yakışıklı ve ünlü egosu patlak oyuncuyla evlenmek üzeredir.

Soru: İyilik güzellik ve aşk mı kazanacaktır para şöhret ve kötülük mü?

Veya: Ezik senarist kızı kapabilecek midir?



Hollywood’un bu en sevdiği temanın Türk versiyonu. Sevimli diyaloglar, imkansız gibi görünen hedefler, türlü türlü aksilikler, sakarlıklar, kazalar ama bak şu işe ki meğer kızımız da mutsuzmuşmuş, ezik senariste (bilemediğimiz nedenlerle) fit olur...

Sevimli tatlı bir film. İnsanın Kapadokya’ya gidesi geliyor. (Amaç buysa süper olmuş!)

Ancak yazan Yılmaz Erdoğan olunca beklenti biraz daha yüksek oluyor.

Yılmaz Erdoğan’ın patronu da “Hollywood istemiş” galiba.

Yazının devamı...

Bir ayakkabı kutusuna neler sığamadı…

Ne kadar çok şey sığabiliyormuş meğer küçücük bir kutuya…
4,5 milyon dolar sığabiliyormuş mesela…

Devasa sitelere ekleniverilen yüzlerce daire sığabiliyormuş. Ali bey daha da zengin olsun, İstanbul daha da beton bir şehir olsun diye..

Tırlar dolusu altın da sığanlardan…

Jetler…
Atlar…
Yalılar…


Sonra Ergenekon da sığdı. Orduya kumpas kurma sığdı. Parti cemaat kavgası sığdı. Dış güçler, faiz lobisi, Amerikan elçisi, kefenli neferler…

5 bakan, 3 emniyet müdürü, 160 istihbaratçı…

Gördük ki bir ayakkabı kutusuna akla hayale gelmeyen neler sığabiliyormuş neler.

Peki sığamayanlar?

Yerde kaldırımda, altı yırtık ayakkabısıyla yatan bir ceset mesela… O sığamadı. Hrant Dink cinayeti bırak aydınlanmayı, karardıkça karardı. O kadar sığamadı ki ifadesi için çağrılan Sabri Uzun, 6 yıl önce geçirdiği ameliyatı bahane ederek gitmedi bile… Böyle bir komedi.

Roboski de sığamadı… (Kan) parası sığdı ama adaleti sığmadı. Kimse hesap vermedi. Kimse tutuklanmadı. Kimse özür dilemedi.

Gezi’nin üç ağacı da sığamadı. Dün iddianame okundu… Gördük ki savcılar kararlı. Üç arabanın, beş otobüsün, iki kaldırım taşının hesabını soracaklar ama ölen 6 insanın, gözü çıkan, yaralanan yüzlerce insanın hesabı hiç umurlarında olmayacak.

Analar hiç sığmadı o kutuya. Berfu Ana’nın gözyaşları mesela. Binlerce kayıp, yerinden sökülen bir kaldırım taşı kadar değerli olamadı. Kaldırım taşının hesabı soruluyor da kayıpların hesabı sorulmuyor. Hala birileri “Faili meçhuller huzur getiriyor” diyebiliyor. Kürt faili meçhullerden sonra başka faili meçhuller “öneriliyor”.

Fakirler de sığamadı. İş kazası cinayetleri mesela sığmadı ayakkabı kutusuna. Kadın cinayetleri de sığmadı. Çocuk istismarları da. Her gün ölüyor insanlar, haberi bile yapılmıyor artık. Fakirin canı da kaldırım taşından kıymetli olamadı.

Özetle: Her şey sığdı da koca bir ülkenin makus talihi sığamadı.

Yazının devamı...

Nedeyim nedeyim nelere şikayet edeyim?

Kafayı yemek üzereyim…

Karşı apartmanda, terasta beslenen iki devasa kangal var. Bu kangallar bu teras dışında hiçbir yere çıkarılmıyorlar. Zincirlere bağlı bir şekilde bu terasta yaşatılıyorlar. Bu iki kangal, sabahtan akşama kadar mahalleyi ayağa kaldırıyor. Gelene geçene ama bilhassa bol miktarda bulunan sokak köpeklerine, motosikletlere ve kağıt toplayıcılarına havlıyorlar. Bazen bir şeyin geçmesi de gerekmiyor. Uzaktaki bir köpekle de bir saat boyunca kavga edebiliyorlar…

7/24 saat iki azman köpeğin havlamasını dinlemek zorunda kalmanın ne kadar sinir bozucu olduğunu anlatamam. Uykumdan köpek havlamalarıyla uyanıyorum. Rüyalarımda durmadan köpekler kovalıyor. İzlediğim her filmin, her dizinin müziği köpek havlaması. Geçen bir arkadaşla bir kitaptan söz ediyorduk “hani şu köpekli kitap mı?” dedim. “Yooo.. Köpek möpek yok” dedi. Kitabı okurken nasıl havlamışlarsa, kurgunun içine etmişler resmen…

Üsteli bir halta yarayan bir havlama da değil. Hırsızlar her tarafı soymaya devam ediyor…

Ben hayvan düşmanı değilim. Geçmişte evimde hayvan bakmışlığım vardır. Köpekleri de severim. Bodrum’da otururken bize iltica eden bir “Bobi” ile geçen şahane bir altı ayımız (ve yenmiş 6 çift ayakkabımız) olmuştu.

Çok uzun zamandır sabrediyorum. Sonunda patladım. Nereye şikayet edilir? Belediye ile başladım.

“Alo belediye? Böyle böyle”

“Yapacak bir şey yok özel alan.”

“İyi ama gürültü?”

“Çok istiyorsanız zabıtaya haber verelim, uyarsınlar…”

Terasta, zincirlere bağlı bir şekilde iki azman Kangal köpeği besleyen adam “zabıta uyarmasını” takar mı sizce? Bence takmaz.



Sonra 155’i aradım.

Derdimi anlattım.

Önce güzel bir poflama sesi geldi.

Sonra “Hannfendi… Bu zabıtanın işi” dedi.

“İyi de” dedim. “Zabıtadan işportacılar bile çekinmiyor artık… Onlar Gezi parıkında çadır yakar ancak…”

“O zaman savcılığa şikayet edin… Mahkeme açın…”

Mahkeme? Köpek yüzünden? Olay açığa çıktığında olacak rezilliği düşünebiliyor musunuz! Şöyle bir haber mesela:

“Hayvan sever olduğunu iddia eden Vatan Gazetesi yazarı Mutlu Tönbelekçi (56) komşularını köpek havlaması yüzünden mahkemeye verdi. Mağdur komşu S.G. ‘bunların hayvan sevgisi sadece şov amaçlı. Okur kazanmak için öyle derler sonra ufacık köpekleri mahkemeye verirler. Köpeklerim gayet usludur. Maksat hayvan düşmanlığı..’ şeklinde açıklama yaptı. ‘Gürültüden uyuyamıyorum’ diyen öfkeli yazar geçmişte gazetelere kedilerle poz vermişti. Bu da akla ‘kedi dostu, köpek düşmanı mı acaba’ sorusunu getiriyor.”

Yazarlar yani. Yarı rezil bir duruma düş, anında harcarlar. Kimse sana acımadığı gibi mahkemen de bir işe yaramaz.

Özetle: Durum çok fena…

Yazının devamı...

Pazarcının Beyaz Türkle imtihanı...

Ünlü doktor Canan Karatay’la beraber, başımıza bir de serbest “gezinen tavuk” diye bir şey çıktı biliyorsunuz... Kafeslerde, itiş kakış, yapay ışıkla yaşayan tavukların yumurtaları “yaramazmış”. Mutsuz tavuk, iyi yumurta yapamıyormuş... Mutsuz yumurta sağlıklı değilmiş...

Tavuk gibi salak bir hayvanda da “mutsuzluk” olabiliyorsa insan acısından ölsün o zaman.. Ne zaman böyle bir şey iddia edilse ben illa bir Macrocenter’a uğrarım. Zira Beyaz Türk’ün nabzını daha iyi kollayan bir süper market yoktur. Bir derginin bir köşesinde “Akçaağaç pekmezi ile limon diyeti, on günde 10 kilo” mu yazıyor, hop bakarsın ta Kanadalardan “maple syrup” gelmiştir bile. Hem de tam önerildiği gibi A sınıfı! Dukan diyeti moda olmuştur ve adam “yulaf kepeğinden” ekmek mi yaptırıyor? Daha sen “yulaf kepeği ne lan?” derken, Macro’ya çoktan gelmiştir. “Kabızlığa karşı en doğal çözüm yulaf sütü” mü dedi biri? Rafa kondu bile. Ben ki her tür diyet, rejim, sağlıklı beslenme kitabı ve yazıları okuma meraklısıyım, Macrocenter’in hızına yetişemiyorum. Diyetisyen bir danışmanları var herhalde...

Nitekim serbest dolaşan tavuk yumurtasını da ilk olarak iki yıl önce orada görmüştüm. Çiftlikte kapalı alanda serbest dolaşanlar, açık havada toprakta serbest dolaşanlar, yarı açık yarı kapalı dolaşanlar... Ne istersen var.



Serbest dolaşan tavuk yumurtasının semt pazarına “düşmesi” nedense bir hayli zaman aldı. Baktım yumurtacıya daha yeni gelmiş. “KASTAMONU’NUN SELBES DOLAŞAN TAVUKLARININ YUMURTASI” diye yazmış bir kartonun üzerine. Bir başka köşeye de “ORGENİK YUMURTA” koymuş..

Bir iki imla hatasıyla sosyete yumurtaları pazara da gelmiş artık. Üstelik iyi bir fiyat farkıyla. Normal olanın tanesi 20 kuruş iken “orgenik” 50 kuruş!

Fakat etiket okuma meraklısı “Beyaz Türklerle” “pazarcı” nasıl mücadele edecek bilmiyorum. Ben tezgahın önünde bakınırken, çok bilmiş bir Beyaz Türk geldi ve aynen şöyle bir diyalog geçti:

“Pardon bakar mısınız? Bir şey sorabilir miyim?” “Buyrun?”

“Şimdi bu organik tavuklarla serbest dolaşan tavukların farkı ne?” “Orgenik tavuk, mısır darısıyla besleniyor”

“Peki GDO’lu mısırla mı normal mısırla mı besleniyor acaba?” “Ney?”

“Gedeo. Var ya genleriyle oynuyorlar.”

“Yok bir şeyle oynamıyorlar. Mısır veriyorlar sadece”

“Hayır tavukla değil. Mısırla oynuyorlar.” “Bilmiyorum..”

“Peki serbest dolaşan açık havada mı kapalı alanda mı serbest dolaşıyor?”“Eee.. Onu da bilmiyorum. Serbest işte”

“Hayyane bir sürü tipi var serbestin. Peki neyle besleniyor?” “Tavuk neyle beslenirse onunla. Buyday, mısır...”

“Hayyane gedeolu mısırlaysa almayacağım..” “Bacım ben tavuğun başında değildim açıkçası.”

“Tamam da bilmeden alınmaz ki... Organiğin sertifikası var mı?” “Ablacım. Sen alma. Sana yaramaz bunlar...”

“A niye ya. Alacam!” “Peki. Kaç tane?”

“Beş”



Müşteri gittikten sonra pazarcı dönüp bana baktı. “Deli mi bu? Beş yumurta için bu kadar tantana yapılır mı yahu?” dedi.

“Yok” dedim. “Sen boyundan büyük bir işe girmişsin. Organik diyerek bilinçli tüketici olayına bulaşmışsın. Allah kolaylık versin..” “Bir daha satanın Allah belasını versin... İmtihana girdim sanki”

Gülerek yanından ayrıldım. Öyle dedi ama eminim o 30 kuruş farkta da gönlü kalmıştır. Haftaya bakacağım bakalım kim galip gelmiş. Para mı gurur mu!

Yazının devamı...

Yılın son günü... Muhasebe günü

İyi bir insan mıydınız?

Bu yıl içinde bir yere bağış yaptınız mı? Bir hayır kurumunda gönüllü çalıştınız mı? Kimsesiz bir çocukla ilgilendiniz mi? Kan verdiniz mi? Fırında askıya ekmek bıraktınız mı? Sokaklarda akordeon çalan Rumenlere para verdiniz mi? En yakındaki (özel olmayan) okula gidip müdüre fakir bir veya daha çok öğrencinin ihtiyacını gidermek istediğinizi söylediniz mi?



İyi bir komşu muydunuz?

Apartmanda oturanlarla tanıştınız mı? Selamlaşıyor musunuz? Günaydın derken gülümsüyor musunuz? Komşunuzun oğluna/kızına bedava İngilizce ders verdiniz mi? Yan taraftaki yaşlı ve yalnız teyzeye bir demet çiçek alıp götürdünüz mü? Kapısının önüne koyduğu çöpünü alıp attınız mı? Aşure günü aşure yapıp komşulara dağıttınız mı? Mahalleye bir ağaç diktiniz mi? Bir ağacın kesilmemesi için didindiniz mi?



İyi bir anne miydiniz?

Oğlunuzun sevmediğiniz karısını sevmeye çalıştınız mı? Kızınızın derdini içtenlikle dinlediniz mi? Yaptıkları işlerle hiç adam gibi ilgilendiniz mi? Ofislerine hiç gittiniz mi? Okudukları kitapları siz de okudunuz mu? Beraber bir hobi edindiniz mi? Aşk acısı çekerken “aman çok gençsin, değmez” klişesi dışında bir laf edebildiniz mi? O günlerinde yanında olabildiniz mi?



İyi bir evlat mıydınız?

Annenizi ve onun bir arkadaşını beraber iyi bir tatile yolladınız mı? Ona bir gün de damatsız/gelinsiz gittiniz mi? Hasta olana kadar beklemeden bir arada yaşamayı hiç düşündünüz mü? “Niye daha sık gelmiyorsun?” diye sitem ettiğinde öfkeyle bahane saymak yerine “haklısın anneciğim” dediniz mi? 60’ından sonra ona araba kullanmayı öğretmeyi içtenlikle teklif ettiniz mi?



İyi bir eş miydiniz?

Beceriksizliğini yüzüne vurmamayı öğrendiniz mi? Geç kalmalarını sineye çekebildiniz mi? Kurmak istediği yeni işini samimiyetle desteklediniz mi? Ortak bir hobi edindiniz mi? İyi geceler/günaydın öpücükleri devam ediyor mu? Onun da sıkıntı çekebileceğini düşündünüz mü?



İyi bir hayvan sever miydiniz?

Kapı önüne su kabı bıraktınız mı? Bayat ekmekleri kuşlara verdiniz mi? Yaralı bir kediyi veterinere götürdünüz mü? Bir paket mama alıp bir yere boşalttınız mı? Soğuk günler için kartondan kedi evi yaptınız mı?

Yazının devamı...

2013’te yaptığım en güzel şeyler

Geriye dönüp baktığımda 2013, hem kendi kişisel tarihim açısından hem de ülke tarihi açısından çok ama çok acayip geçen bir yıldı.

Rahatlıkla şunu diyebilirim: Hiç kimse bu yılı unutmayacak! 2013, tarih kitaplarında (hangi kafayla bakılırsa bakılsın) bambaşka anılacak!

Benim için üç önemli şey oldu: BARIŞ, GEZİ ve PİTİ.

Bir Nevruz günü, yarı gizli yarı açık yürütülen barış görüşmelerinin son noktası konuldu... Diyarbakır’da Nevruz Meydanı’nda, Abdullah Öcalan’ın mektubu okundu. Çoğunuz burun kıvırdınız ama ben çok ciddiye aldım. Ülkem, 30 yıllık Türk-Kürt kavgasını bitirebilmişti nihayet.

Ve şöyle yazmıştım: “Ülkeme barış geldi. Bu konuda benim en ufak bir şüphem yok. İster saflık deyin, ister hissi kablel vuku deyin, ister gidişata bakıp sonuç çıkarma deyin, ister başka bir şey...Benim inancım bu yönde...” (26.04.2013 Vatan)

Barış’a inanmak yaptığım birinci en güzel şeydi.



Ben o gün ilan edilen barışı o kadar ciddiye aldım, bu yüzden o kadar mutlu oldum ki bir çocuk edinmeye karar verdim. Veya şöyle diyeyim: Yıllardır kafamdaki projeyi gerçekleştirmeye karar verdim. Ve şöyle yazdım:

“Yatağımdan kalkmış, çayımı demlemiştim. Camı açıp derin derin nefes alırken... Kendi kendime ‘barış geldi’ diye mırıldandım. Oğlum olsaydı, içim kim bilir ne kadar rahat ederdi diye düşündüm... Buz gibi havayı içime çekerken birden yüzün geldi gözümün önünde... Dedim ki ‘Sen burada büyü! Birbirimizin hayat arkadaşı’ olalım.”

Bu mektubu on yıl sonra okuyacaksın. Bana “neden o gün?” diye soracaksın. “Çünkü” diyeceğim “o sabah başka bir Türkiye’ye uyanmıştım. Uzun ama güzel bir yolun başlangıcında bir Türkiye’ye. Kaçmak yerine kalmak istediğim, kalıp daha iyi olması için uğraşacağım bir Türkiye’ye. Güvenle gezebileceğim bir Türkiye’ye... Yamuk yumuk da olsa, en azından kavga etmeyen insanların Türkiye’sine...” (24.03.2013)

Bu kararı vermek yaptığım ikinci en güzel şeydi...



Ama sonra tuhaf şeyler oldu. İki ay geçmemişti ki Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesini protesto eden bir avuç insana (aralarında ben de vardım) “Godzilla” muamelesi yapıldı. Çadırları yakıldı. Uyuyan insanlar öldürülmek istendi. Sanki insan değilmişiz de düşman uzaylı yaratıklarmışız gibi tonlarca gaz ve su sıkıldı. Ve dananın kuyruğu koptu...

Ama bu arada çok muhteşem bir şey oldu. Gezi Parkı, tarihinde hiç görmediği bir şenliğe tanık oldu. Dünyanın en şahane “insanat bahçesine” dönüştü. Binlerce insan çadırını kurup orada yatıp kalkmaya başladı. Olağanüstü güzel bir “komün” kuruldu. Stantlar kuruldu. İnsanlar evlerinden kek, börek getirdi. Anneler dahil oldu. Dayanışma hiç bu kadar gerçek ve güzel olmamıştı!

İşte ben o sıralarda orada olabildiğim için çok mutluyum. O çadırlarda yatıp kalkabildiğim, o çayları, o kekleri yiyebildiğim, o sohbetleri yapabildiğim, elden ele su taşıyabildiğim, mıntıka temizliğine kadar dahil olabil-diğim için gururluyum.

Gezi Parkı’nda olmak yaptığım üçüncü en güzel şeydi.



BARIŞ’la yeşeren umudum GEZİ zulmü ve yalanları yüzünden yitmişti ama PİTİ’den vazgeçecek değildim. Başvurumu yapmıştım, süreç işlemişti. Ve güneşli bir Cuma günü kavuştum ona.

İlk bir hafta “onu sevebilecek miyim acaba?” diye endişeyle geçmişti ama şimdi onu düşünmeden geçen (ve içimin mutlulukla dolmadığı) bir saniyem bile yok. O kadar bağlandım ki evde değilsem veya uyuyorsa videolarını izliyorum.

Şöyle demişim 3 Temmuz 2013’te: “Evimin içinden bir “ırmak” akıyor şu an... Piti bebeğin açtığı kapaktan bir nehir...”

O nehir, gürül gürül akmaya devam ediyor...

Piti’yi Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan almak yaptığım dördüncü en güzel şeydi...



2013 güzel geçmiş be!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.