Biata master tezi lazım...
Aynı gün iki köşe yazarının yazılarından parçalar:
“Biz Tayyipçi değiliz, ama Tayyip Erdoğan’a sonuna kadar bağlıyız. Çünkü o bizim ideallerimizin taşıyıcı lideridir. Biz Tayyip Erdoğan’a ideallerimizin bayrağını göndere çektiği için bağlıyız. Tayyip Erdoğan bizim davamızın lideridir”. (Mehmet Metiner, Yeni Şafak, 07.01.2013)
Öbür yazar:
“Demokrasilerde seçimler, bir tazelik, bir umut, bir filizlenme, bir yeşerme yaratır. Bense bu seçimlerde, tazelenme yerine bayatlıyorum. Umutlanma yerine depresifleşiyorum. Yeşermek yerine kuruyorum. Benim “rüyam” kalmadı çünkü. Çatışan, çarpışan, hesaplaşan ve birbirini yok etmeye and içen taraflar benim rüyamı alıp götürdüler çünkü... İnsanı bir arada yaşatmak yerine bir hoşgörü toplumu olmayı reddederek, birbirini yok edercesine, birbirine nefes aldırmamacasına, birbirinin geleceğini karartırcasına, birbirini ayağa kalkamayacak hale getirircesine hesaplaşan bir toplum barışı getiremez... Barış böyle topraklarda uzun süre yeşeremez...” (Reha Muhtar, Vatan, 07.01.2013)
Biri “rüyası” gerçekleşti diye bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen, öbürü ise “sen benim rüyamı çaldın Feride” diyen küskün bir Kamuran...
Bir yıl farkla hemen hemen aynı yaştalar. Aynı dönemlerde okula gitmişler, aynı politik atmosferde büyümüşler.
Biri için AKP iktidarı “selamet” (ki zaten partinin Adıyaman vekili) öbürü içinse “rüyaların sonu”.
İkisinin aynı güne denk gelmesi ilginç oldu.
Tam da Türkiye’nin hallerini anlatmışlar.
Bir tarafın mutluluğu öbür tarafın mutsuzluğu olmak zorunda mıdır?
Birinin “göndere çekilen ideali” öbürünün hayatını “karartma”malı mıdır?
Mehmet Metiner’in liderine bağlılığını ifade şekli, bana durduk yerde Hilal Kaplan’ın daha sonra kitaplaştırdığı master tezi “Türkiye’nin Ölmeyen Babası: Atatürkçü Gençliğin İmkansız Yası” kitabını hatırlattı.
Kaplan, 2007 yılında, Cumhuriyet Mitingleri’nden hemen sonra Atatürkçü gençlerle bir dizi röportaj yapıyor. Atatürkçü gençlere “Atatürk size ne ifade ediyor?” “Yaşasaydı ne olurdu?” “Atatürk’ün izinde olmak ne demektir?”gibi sorular soruyor. Okuyalı epeyi oldu. Şimdi yazmak için elime aldım ve yeniden okumam gerektiğini düşündüm.
Okurken verilen cevapların bazılarının ne kadar çocukça olduğunu düşünmüştüm. Bazıları için Atatürk “Mesih” gibiydi. Dini bir sevgiyle söz ediyorlardı Atatürk’ten. İmkansız ideallerin yegane mucizevi gerçekleştiricisi...
Kaplan şöyle anlatıyor araştırmasını kendi köşesinde:
“Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde tamamladığım tezimi genişleterek kitaplaştırdım. Kitaba “Türkiye’nin ölmeyen babası” ismini verdim. Çünkü adına Atatürkçülük denilen ve her siyasetçi, sanatçı veya yazarın bir ucundan tutmaya çalıştığı bu söylemsel oluşumun “Atatürk” gösterenini canlı ve merkezde tutmaktan öte hiçbir anlamı yok. “Atatürk yaşasaydı...” diye başlayan cümlelerden kendini “Ben bir Atatürk çocuğuyum” diye meşrulaştırmaya çalışanlara kadar bireyi çocuk mertebesine indirgeyen ve bu enfantil pozisyonuyla gurur duymasını sağlayan, özellikle siyasetçilerin “babanın onayını almak” için didişen evlatlara çeviren bir ülkeden gerçek anlamda ‘yetişkin’ bir öznellik çıkmasını beklemek mümkün mü?”
Mehmet Metiner’in ifadelerini duyup okuyunca (“Biatsa biat, itaatsa itaat! Ölümüne arkasında duruyoruz. Evet biz biatcıyız. Biz sadakatle ideallerimizin önderi olan kişinin izinden gitme noktasında evet biat özleriyiz. Genel başkanımız, büyük liderimiz başbakanımız bir irade beyanında bulunmuştur. Kusursuz itaatse biz büyük liderimize kusursuz itaat ediyoruz. Söz verdik bu can bu bende kaldığı sürece söz verdik, ideallerimiz için ölümüne mücadele edeceğiz”) aynı master tezinin bu sefer Recep Tayip Erdoğan için yapılması gerektiğini düşünmeye başladım. Ne dersiniz?