Şampiy10
Magazin
Gündem

Bozcaada yerel tatlar festivali

John Steinbeck’in hangi kitabında okumuştum şimdi hatırlamıyorum. Anneleri çocukların denize girmesini yasaklamıştı. Ama çocuklar annelerinden gizli gizli yine de denize giriyordu. Akşam olunca anneleri kollarını yalayıp denize girip girmediklerini tenlerindeki tuzdan anlıyordu... Denize girdiklerini anlayınca da fırçayı atıyordu...

Bozcaada Ayazma Koyu’nda, denizin tuzu üzerimde yazıya oturunca nedense bu aklıma geldi...

Piti büyüyüp de benden gizli denize girecek mi acaba?

Ben de onun denize girdiğini kolunu yalayıp anlayacak mıyım? Böyle bir anımız olacak mı?

Bunun için tatlı sevimli bir sahil kasabasında yaşamak gerekiyor..

Ah! Ne güzel olur...



Adaya, “Bozcaada Yerel Tatlar Festivali” için geldik. Bu yıl 4.’sü yapılıyor. Adaya özgü yemekleri yaşatıp tanıtmak istiyorlar. Çok da iyi ediyorlar. Zira bazıları hakikaten ilginç yemekler.

Bu yıl öne çıkardıkları yemekler şöyle:

Ada Mantısı - Tavşan Yahni - Oğlak Dolması - Ada Otlu Saganaki - Asma Yaprağında Keçi Peyniri Pişi - Çiğ Dolma - Kuskuslu Kapama Döşeme - Ada Otlu Börek - Nohut Ekmeği - Etli Sarma Mafiş - Damla Sakızlı Muhallebisi - Ev Baklavası - Gelincik Şerbeti - Üzüm Suyu...

Cumartesi günü, okulun önündeki meydanda kurulan tezgahlarda adadaki hemen hemen her işletmeden, her evden, her mutfaktan bir tencere, bir tepsi, bir sini gelmiş...

İnsanlar da büyük bir şevkle kuyruğa girip yemeklerden tattılar. Gördüğüm en güzel manzaralardan biriydi...

Bozcada’dan birkaç tarif

Bozcaada yemeklerinden hem lezzetli hem sağlıklı bulduğum birkaç tarif paylaşıyorum:

ASMA YAPRAĞINDA SARDALYA

Balıkları temizleyip tuzlayıp süzgeçte 15 dakika bekletin. Asma yapraklarını da yıkayıp, kurulayıp yan yana dizin. Balıklara zeytinyağı, karabiber serpip üzerine defne yaprağı koyun. Her bir balığı asma yaprağına sarıp, kapağı olan bir tepsiye dizin. Önceden ısıtılmış orta sıcaklıktaki fırında 30 dakika pişirin.

ASMA YAPRAĞINDA KEÇİ PEYNİRİ

Keçi peynirini zeytinyağ ve baharatla marine edin. Sonra asma yaprağına sarın. Yaprağın üzerine de zeytinyağ gezdirin. Önceden ısıtılmış fırında peynir eriyene kadar pişirin.

KABAK DÖŞEME

Kabakların kabuklarını soyduktan sonra orta kalınlıkta halkalar şeklinde doğrayın. Hepsini una ve tuza bulayın. Zeytinyağıyla yağlanmış yuvarlak tepsiye üst üste yerleştirin. Üzerine çok az zeytinyağı eklendikten sonra 180 derecelik fırında yarım saat pişirin. Üzerine sarımsaklı yoğurt, zeytinyağ ve dereotu gezdirin.

Aynı tarifi patlıcanla da yapabilirsiniz.

Yazının devamı...

Şeker kesin olarak yasaklanmalı

Geçen gün arkadaşımla konuşurken şunu dedim:

Diktatör olsaydım ilk olarak iki şeyi yasak ederdim. Bir) Şekeri İki) 38 beden altında vitrin mankenlerini.

Birincisiyle insanlığı kurtarırdım ikincisiyle kadınlığı.

Şeker, çok ciddi bir zehir. Şişmanlattığı konusu zaten malum. Onun dışında vücudu inanılmaz bir şekilde yıpratıyor. Her şeyden önce yorgunluk yapıyor. Hızlı yaşlanmaya neden oluyor.

Kanser hücrelerini besliyor. Son son deniyor ki kalp krizinin de en önemli nedeni. Ve bakıyorsun, satın aldığın işlenmiş her gıdanın içinde pancar, şeker kamışı veya mısırdan elde edilmiş şeker var. Hem de manyak miktarda! Diyet ürününe bakıyorsun “yağ yok” diyor ama deli gibi şeker içeriyor. Aromalı çekirdek kahve alıyorsun, aroma kahveye yapışsın diye şeker kullanılıyor. Çocuk mamasında şeker var, bağırsak rahatlatıcısında şeker var...

Demek istediğim olması hiç gerekmeyen gıdalarda da şeker var. Neden? Çünkü bağımlılık yapıyor. Ve sen X yoğurdunu çok sevdiğini sanırken aslında şekere bağımlı olmuşsun o nedenle o yoğurdu istiyorsun.

Yemek yazarı, stilisti ve fotoğrafçısı ve “Şekersiz” kitabının yazarı Aydan Üstkanat ile konuşuyoruz diyor ki: “Roma buğday imparatorluğuydu, ABD mısır imparatorluğu”. Yani ABD daha da zengin olsun diye biz burada şeker ile zehirleniyoruz, şekerin bağımlısı yapılıyoruz 6 aylıktan itibaren...

Korkunç... Korkunç... Korkunç...

Eskiden....

Twitter’a eğlenmek için girerdik... Komik yazanları RT ederdik.. Neşe vardı, mizah vardı... Şimdi kederden başka bir şey yok.. Kederden başka bir şey yazmak ayıp...

- Taksim’e Beyoğlu’na yemek, içmek, sinema, tiyatro, sergi için giderdik. Sanat vardı, sohbet vardı, çay vardı, tesadüfi tatlı karşılaşmalar vardı. Şimdi park açık mı kapalı mı bakmak için, bir devrin çöküşüne tanık olmak için...

- Yurtdışına alışveriş için, gezmek için, okumak için, kültürlenmek için giderdik. Şimdi kaçmak, nefes almak, boğulmamak, ruh sağlığını korumak ve mümkünse geri dönmemek için...

- Birbirimizle hal hatır sormak, yeni haberler duymak, iyi vakit geçirmek için buluşurduk. Şimdi dertlenmek, kederlenmek, kötü haberler vermek veya teselli etmek için...

- Basın, siyasetçinin terbiyesizliğini yazdı mı fırça yerdi, haber tekzip edilirdi, olay örtbas edilmeye çalışılırdı. Şimdi twitterdan kendileri dolaysız ve gururla terbiyesizlik ediyor...

- Bir yazarın “andıçlanması” ve bu nedenle işten atılması herkes tarafından çokçokçok ayıplanırdı.. Şimdi biri, bir başka çeşit “andıçla” kovuldu mu birileri davul zurna çalıyor...

- Herkes herkese başsağlığı dilerdi.. Şimdi sadece “muteber” olanlara dileniyor..

- Edep diye bir şey vardı. Şimdi kelimesi bile anılmıyor...

- Tatil iyi bir şeydi.. Şimdi “yarı kovulmak” gibi... Geri döndüğünde masanı dolu bulmak var...

Yazının devamı...

Benim için ölme!

Bir canavar var ortada. Geleni yiyor, gideni parçalıyor.. Mitoloji bunlarla dolu. Sonunda bir kahraman çıkar ortaya, zekâsını işletir, başka bir yöntem bulur ve canavarı öldürmeyi başarır, insanlık kurtulur vs vs...

Türk polisi bir çeşit mitolojik ejderha. Sokaklarda, meydanlarda toplaşan insan gördü mü kırmızı görmüş boğa gibi kuduran bir canavar.

Hani “bu sefer sakin kalır, uzaktan izler, medeni ülke polisi gibi davranır” diye bir şey yok. Defalarca denendi, sonuç hep aynı. Sen toplanacaksın, slogan atacaksın o seni gazla, zehirli suyla dağıtmaya çalışacak. Sen sinirlenip gençliğine güvenip taş atacaksın, o da sana ölümüne saldıracak...

İki kere iki: Yedi.

Yedi can. Yedi gençlik. Yedi gelecek.



Kimseyi affedecek değilim. Böyle olmak zorunda değildi. Ülkenin bu hale gelmesi kaçınılmaz falan değildi. Ülkeyi bugünlere getiren iktidarın ta kendisidir. 31 Mayıs 2013’den önce iyi kötü gidiyorduk. İnsanlar birbirlerinin yüzüne bakabiliyordu. Yan yana oturabiliyorduk. Konuşabiliyorduk.

Dediğim gibi kimseyi affedecek değilim.

Fakat önüne geleni yiyen bir canavarla beyhude savaşmanın anlamı nedir? Aynı şeyi yeniden ve yeniden yapmanın manası nedir?



Özür dilerim, çok üzgünüm...

Ama artık kimsenin yasını tutamıyorum.

Afili cümleler yazamıyorum.

Yazılmış afili cümleleri de samimi bulmuyorum.

Her ölümden sonra şiir gibi yazılmış mızıkalı köşe yazılarını zoraki buluyorum...



Bir kampanya vardı hatırlayın...

Kürtler, PKK’ya çağrıda bulunmuştu:

“Benim için ölme! Benim için öldürme!”

“Ji bo min nemire! Ji bo min nekuje!”

Aynı şeyi söylemek istiyorum: Benim için ölme Ahmet! Benim için ölme Ethem! Benim için ölme Ali!

Her yer Taksim, her yer direniş falan değil.. Her yer polis, her yer ölüm.

İcazet büyük yerden... Her şekilde aklanacaklar...

O yüzden benim için ölme artık ne olur...

Keşke... Keşke birileri de “benim için öldürme!” dese... Diyebilse...

Yazının devamı...

Eylül şoku

Eylül çok fena bir ay... Ağustos ile eylül arasına bir ay daha olmalı. En azından yarım bir ay.. Şöyle 15 günlük bir ay mesela. Geçiş ayı... Ne isim veririz ona sonra düşünürüz...

Zira her yıl aynı şey oluyor. Ağustos bitip takvimde 1 Eylül’ü gördüm mü şok geçiriyorum... Parti ortasında elektrikler kesilivermiş gibi oluyorum. Midemde/yüreğimde tuhaf bir sıkışma oluyor..

“Nasıl yani! Yaz bitti mi şimdi? E ama daha ben adam gibi tatil yapamadım, yeterince denize giremedim, yeterince parti yapamadım, yeterince kahkaha atamadım, yeterince sarhoş olamadım!” paniğine kapılıyorum... Halbuki gezeceğim kadar gezdim... Üstelik sanki de bir parti hayvanıymışım gibi...

Peki nedir bu Eylül geldi/“winter is coming” paniği?

Bu başka bir şok, başka bir hayal kırıklığı.. Üstelik geçen gün “şu sıcaklar bitsin artık ne olur” diye utanmadan yalvaran da bendim... Zira evim felaket sıcak ve bebek yüzünden klimayı huzurla çalıştıramıyorum...

Dahası Eylül, ayların en güzeli... Ne terliyorsun ne üşüyorsun. Hala ısrarla çıplak ayakla gezerken, güneşli bir öğleden sonra, hafifçe ürpermek hoş bile oluyor. Sonra fotoğraf çekmek için de mükemmel bir ay. Nefis bir ışık oluyor. Dik inen ışığın pusu yok artık. Keskin gölgeler, yoğurt gibi beyazlar da yok.. Her açıdan, her şekilde güzel çıkıyor fotolar. Adalara falan gitmek için de en güzel ayÖ Belki de asıl şimdi fıldır fıldır dolaşmak lazım. “Güneş çıktı, çarpar” korkusu olmadan uzun yürüyüşler de yapma zamanı.

Fakat en güzeli: Palamut! Pazarda gördüm, mutluluktan gözlerim yaşardı... Dayanamadım 4 tane birden aldım. Kimlere kısmetse onlara pişireceğim! Nasıl? Tabii ki takoz ızgara! Evet, en dandik yöntem ama kabul edin şahane oluyor... Palamut pilaki falan da denedim ama takoz, ilk defa balık pişirdiğimden beri favorim! (Hey gidi hey! Nasıl da hatırladım şimdi o soğuk Kadıköy günlerini, rıhtımdan sudan ucuz palamut alıp, bekar evimizde ayarı kaçırıp bir sürü takoz yaptığımızı!)

Üstelik palamuttan sonra balık akını da devam edecek... Her Salı pazardan bir sürü balık alıp dört gün boyunca her gün balık yeme günlerim başlıyor. Yanında bol naneli, bol limonlu marul salatası...Yani bu açıdan şikayet edecek bir şey yok...

Dahası İstanbul Sanat Bienal’i de başlıyor. 14 Eylül Cumartesi başlayacak 20 Ekim Pazar bitecek. Başlığı: “Anne ben barbar mıyım?”. Bienal, Gezi Ruhu’nu ne kadar aşabilecek bilinmez ama Bienal işlerini daima heyecanla takip etmişimdir...

Üstelik Bienal dışında paralel olarak açılacak bir sürü sergi de olacak.. Rahat bir ayakkabı ile her sabah bir mekana gitmek çok mutluluk verici olacak..

Sonra devam ettiğim türlü kurslarım da başlıyor.

Yunanca kursum davetiye yollamış bile... Arkasından bir sürü faaliyet daveti de gelir şimdi...

Sonra filmler, tiyatrolar...

Güzel işte bunlar... Ama yine de... Nedir bu “yine bir şeyleri kaçırdım” duygusu?

Ah eylül... Sana bu kadar hızlı girmemek lazım. Bir alıştırma ayı, hiç olmadı haftası şart arada...

Yazının devamı...

Sağanak altında piknik

Ruh sağlığım açısından aldığım en iyi kararın Türkiye ile ilgilenmemek olduğunu düşünüyorum... Halkımızın yüzde 90’ıyla aynı “umursamazlık potasına erimek”harbiden en güzeli... Bir süre sonra “memleket” nasıl uzaklaşıyor biliyor musunuz? Uçaktan baktığın zaman gördüğün köyler kasabalar gibi...

Piti ile dağ serüvenimiz dev bir piknik ile sonlandı. Pazar günü yeni evlilerin şerefine piknik yapıldı. Köy 1600 metrede. Ama bu yetmiyor, piknik için 2000 metreye çıkıyoruz. Şahane bir düzlük alan. Etrafta devasa ladin ağaçları... Bir derecik nazlı nazlı akıyor.. Birgün HES olacağını bildiği için mi ne eskisi gibi gür akmıyormuş...

Pazar yazımda anlattığım gibi burada bir şey yemek istiyorsan kendin üretmek dışında bir yolun yok. “Satın almanın” gelmemekte direttiği bir noktadayım... (Memlekette kaç yer kaldı acaba böyle?) Piknikte cağ kebabı yapılacağı için sabahtan minik danacık kesildi. Onlar dana diyor ama aslında buzağı. Çok da sevimliydi itiraf edeyim. Gördüğün ve okşadığın bir hayvanı yemek de... Neyse girmeyelim bu konulara...

Danacık kesildi ve uzun meşakkatli işlemlerden sonra nefis bir cağ kebabına dönüştü. O dev döneri güzel güzel sarmalayıp, arabalara doluşup yukarıya, mesire yerine çıktık. 1 saatlik yolculuktan sonra artık daha da yüksekteydik. Yani memleket daha da uzaktaydı...

Ateş yakmak için önce ormandan kuru ağaç kestik. Eskiden baltayla yaparlarmış neyse ki şimdi benzinli testereler var. Çok uzun sürmedi. Yerlere kocaman kocaman su geçirmez yaygılar döşedik. Galiba tır brandası. Veya samanların üzerine örttükleri örtülerden. Burada her şeyin birkaç işlevi oluyor...

Çok ama çok şahane bir piknikti. Etten sonra karpuzlar, kavunlar kesiliyor, köz üzerinde çay üstüne çay demleniyor... Horonlar, futbol maçları.. Sonra gri bulutlar kapladı üzerimizi.. “Yağmur yağacak” diyorum.. “Hmmm” diyorlar.. “Toplanmayacak mıyız diyorum?” “Yok” diyorlar.. Bir bildikleri vardır diye sesimi çıkartmıyorum. Ama gözüm de hamakta mışıl mışıl uyuyan Piti’de... Bildikleri şuymuş. Yağmur yağana kadar, hiç yağmayacakmış gibi davranıp, hatta bir iki damlaya da aldırmayıp pikniğin keyfini çıkarmak. Yağmaya başlayınca da eline bir şey alıp arabalara doluşmak.. Kucağımda Piti, yarı ıslak arabaya kendimi atınca diyorum “Siz delisiniz! Harbi delisiniz... ” “Evet” diyerek gülüyorlar. “Yağmurdan korkacak olsaydık dağda işimiz ne?”

Kazara Ekolojik

Ah “batı” ne komik görünüyor buradan! Ayşe, elinde eğri büğrü elmalarla geldi. “Bu elma İstanbul’da olsaydı adı organik olacaktı ve kilosuna 10 lira verecektiniz di mi? Burada ise kimse ilgilenmiyor. Şansı varsa inek yiyor. Al sana hayatı boyunca hiç ilaç görmemiş, hiç suni gübre görmemiş bir elma..”

Gülüşüyoruz. “Eh maden organik, kaçırmak ayıp olur” diyorum ve bir tanesine yumuluyorumÖ Tatlı ekşi mayhoş bir tadı var. “Ay çok güzel.. Bunlardan cumartesi Bomonti’de pazarda buluyoruz. Bak mis gibi.. Ay çok doğal..” derken ağzımda bir kıpırtı hissediyorum. Tükürüyorum, sevimli bir kurtçuk! Bir an huylanıp elimdeki elmayı uzağa atıyorum. “A hahahaaÖ Kurt da organik merak etme. Önemli olan yarım mıydı tam mıydı?” diye dalga geçiyorlar benimle...

Burası, hiç kast etmediği halde kazara über ekolojik bir bölge. Ne hayvan ne bitki ne meyve hiçbir şey ilaç görmemiş.. Toprak, dünya yaratıldığında ne kadar temiz ise o kadar temiz. Meyvelerin kurtlu kısımlarını kesip ayırıyoruz. Sonra kurutuyoruz. Her canlıya bir pay var burada. Eşek arısına da kurtçuğa da tilkiye de ayıya da.. İnsan yemezse inek, inek yemezse ayı, ayı yemezse böcek... Hiçbir şey ziyan olmuyor. Peynir oluyor, kaymak oluyor, tereyağ oluyor, kalan alt sular pişirilip lor oluyor, kuymak oluyor.. Çöp çıkmayan köy! İlla bir çöp çıkarsa o da fırında yakılıp su ısıtmak için kullanılıyor... Ege’de Akdeniz’de ekolojik köyler kurmaya çalışıyorlar ya... Anlatıyorum akşam soba etrafında otururken, gülümsüyoruz hep beraber... “Hadi ya” diyorlar. “İnsanlar orada kalmak için para mı veriyor?” “Evet” diyorum.

Aklıma huysuz inek geliyor. Hani sütünü sevmediğine vermeyen... Bence Acun, Survivor’u burada yapsın. Ve huysuzu sağmak da yarışmaya dahil olsun...

Yazının devamı...

Gurme inekler dünyası

İnsanların neden yükseklerde yaşadığını anlamak için bir gece dağda uyumak yeterli. Sabah o kadar güzel, o kadar mutlu uyanıyor ki insan! Yorgan altından başını çıkarıyorsun ve yeşil yamaçlara, karlı dağlara bakıyorsun.. Yeniden doğmuş gibi mi desem, yeniden şarj olmuş gibi mi... Minik yavru bile başka uyandı... Yüzündeki gülücük bile sanki başkaydı...

Bulunduğumuz yer Artvin’in Yusufeli ilçesine bağlı, tahminen 1600-1700 metre yüksekte, yarısı terk edilmiş ufacık bir köy. Az ilerisi orman. Daha ilerisi Kaçkarlar ve Altıparmak dağları. Hayat kolay değil. Bakkal makkal yok. Su, cılız iki pınar. Ama biri bu yıl kurumuş. Evler çoğu ahşap. Onların da bir bölümü monoblok kütükten. Gürcü stili. Kütükten benzer evleri İznik’in dağlarında görmüştüm. Onlar da Gürcü göçmenlerinin evleriydi.

Hayat burada hakikaten kolay değil. Ama hakiki! Ne yemek istiyorsan kendin yapacaksın. “Kendin pişir, kendin ye” lafı burada şöyle: Et mi yemek istiyorsun? Önce kendi ahırını kendin yap, kendi ineğini kendin al, kendi otunu kendin topla, kendi yoncanı kendin yetiştir, kendi ineğini kendin büyüt, kendi ineğini kendin çiftleştir, kendi buzağını kendin doğurt, kendi dananı kendin kes, kendin parçala, kendin biftek haline getir, kendin soğanla baharatla yoğur, kendin şişe diz, kendi odununu kendin topla, kendi ateşini kendin yak... İşte ancak ondan sonra “kendin pişir, kendin ye” olsun... Veya ekmek mi yemek istiyorsun? Önce kendi fırınını kendin inşa et, sonra kendi mısırını kendin ek, sonra kendi darını kendin kurut, sonra kendi darını kendin öğüt, sonra kendi hamurunu kendin yoğur, sonra kendi fırınını kendin yak, ancak ondan sonra “kendin pişir, kendin ye”... Özetle her şey “dünya bir toz ve gaz bulutuydu”dan başlıyor burada...



Sabah ilk iş inekleri sağmak... İneğin ne kadar kaprisli bir hayvan olduğunu bilir miydiniz? İnsana dair ne kadar haslet varsa hepsini taşıyor mübarek! Kıskançlık mı istersin, adam kayırma mi istersin, yemek seçme, oburluk, birbirini çekemezlik, kavga, dedikodu, aynı zamanda evlat sevgisi, aşk, vefa... Gebelikleri de bizim gibi: Dokuz ay 10 gün. Yavruları da bizim yavrular gibi: hiperaktif. “Deli Dana” lafı hastalık ismi olmadan önce sığır yavrularının çayıra çıktığı zaman yaptığı abuk subuk hareketlerden geliyor. İnek, sevmediği veya tanımadığı kişiye sütünü vermezmiş mesela. Memeleri ağzına kadar süt dolu ama sana gıcıksa tek damla sağamazmışsın... Sevdiği kişi diyelim evin nenesi mi, öbür kişiler nenenin hırkasını giyip, onun gibi kambur yapar öyle girerlermiş ahıra. Sonra inekler birbirlerini de kıskanırlarmış. Biri sağılırken beriki baktı onun sütü daha bol, hop kovaya tekme atmaya veya (çok affedersiniz) içine işemeye kalkarmış... Ay Allahım acayip de gurme bir hayvan! Sevdiği otlar var mesela. Onu yedi mi mutluluktan coşar bol bol süt verirmiş. Ve o otlar da illa ki en ulaşılmaz en sarp yerlerde olurmuş. Ayşe, inekler için nerelere çıktıklarını gösterdi de “ben süper dağcıyım, düz duvara tırmanırım, he de de, hö dö dö” diyenler ipsiz ve ayağında plastik pabuçla oralara tırmansın da göreyim onları. Sonra da o otları sırtında 15- 20 kilometre taşıyacak ama!



Ahhh burada o kadar başka bir dünya var ki... Her çocuğun gelip burada staj yapması gerekir... Düşünsenize internet sadece camide var hahaha... Şımarık beyaz Türk çocukları çıldırır herhalde! (Beter olsunlar, biraz adam olsunlar, insanlık öğrensinler...)

Aşağıya inince bunları unutup ve zırva zırva meselelerle ilgileneceğim diye ödüm kopuyor... İnternet ve telefonsuz bir yerde olmak ne güzel anlatamam...

Yazının devamı...

Dağlar kızı Piti

Size bu satırları çok uzaklardan, çok yükseklerden yazıyorum. Bulutların üzerinden de diyebilirim... Baktığım yerden Kaçkar Dağı görünüyor. Başı o kadar dumanlı olmasa üç bin dokuz yüz küsur metrelik zirvesini de göreceğim... Küsuratını internetten bakar yazardım ama şu güzelliğe bakın ki burada ne cep telefonu çekiyor ne internet!

Piti ve ben, Ayşelerin köyündeyiz. Artvin Yusufeli’nin çok ama çok yukarılarında on- on beş haneli bir köy. Bundan ötesi yok! Yolun sonu. Daha yukarısı bildiğin gökyüzü.

“Bizim köyün, manzarasından başka bir şeyi yoktur” demişti Ayşe beş yıl önce ilk geldiğimizde. “Dağ, taş... Ne suyu var, ne adam gibi toprağı. Atalarımız niye bu kadar yükseğe çıkmış, neymiş dertleri merak ederim hep”.

Haklı. Haklı ama manzara da manzara kardeşim! Ben beş yıldır o manzarayı sayıklıyorum. Piti sıcaktan bunalınca dedim “hadi dağlara çıkalım! Sana o şahane manzarayı göstereyim... Hem Ayşe’nin kardeşinin düğünü var...”

Gazeteden de izni koparıp Erzurum uçağına attık kendimizi...



Piti’nin ilk uçak yolculuğu. Ortalığı birbirine katacak diye ödüm kopuyor. Dedi ki tecrübeli bir anne, “tam kalkış ve iniş sırasında biberon ver. Emerken kulağı açılır..”

Hakikaten işe yaradı. Gıkı çıkmadı. Yol boyunca uyudu.

Erzurum’da Ayşe ve kocası Dursun karşıladı bizi. Sabah sabah bir cağ kebabı yiyip vurduk kendimizi Yusufeli’ne...

Yusufeli tarafları muhtemelen memleketin en çetin coğrafyası. Erzurum’dan gelen yol ova bittikten ve Tortum gölü geçildikten sonra derin bir kanyondan gitmeye başlıyor ve bir daha da hiç çıkmıyor...

Sağımda solumda duvar gibi yükselen kayalara bakarken kendimi “Yüzüklerin Efendisi” filminde gibi hissettim. Yüzük peşinde Mordor’a giden hobitler gibiydik. Doğa alabildiğine vahşi, ürkütücü ve çorak... Umut vadeden tek bir ağaç, çalı, ot yok... Tepelerde olsa olsa Ork’lar vardır diye düşünüyor insan..

“Allah bence burayı baraj olsun diye yaratmış zaten. Hale bak! Taş taş taş... Su altında kalacak diye üzüleceğin hiçbir şey yok..” diyor Dursun. Yusufeli’nin Recep Tayip’i diye takılıyoruz...



Yusufeli’nde bir gece kaldık. Hayatımın en sıkıntılı gecesiydi. Sıcak bir yandan sabaha kadar geçen kamyonlar bir yandan.. Bir ben bir Piti uyanıp durduk. Su altında kalacak bir kasaba için gereğinden fazla bir harekete sahip. Nedendir bilinmez baraj altında kalacaksınız dendikten sonra arka arkaya onlarca apartman dikilmiş.. Herhalde istimlâk parası peşindeler. Yoksa beş altı yıl oturmak veya kira almak için o kadar yatırım yapılmaz... Apartmanlar bütün rüzgarı kesmiş.. Evet diyorum gece yarısı boğulurken.. Dursun haklı..

Ertesi gece düğün oldu. Salih’in nikâh şahidi ben oldum. Bu yıl ikinci şahitliğim. Üç şahitlikten sonra şahide de bir nikâh düşüyormuş diye duydum... Var mı başka şahitlik isteyen?

Fakat Yusufeli o kadar boğdu ki bizi, düğünden sonra gece yarısı, mece yarısı demedik, memleketin en zorlu yolu olmasına rağmen yukarıya köye çıktık. O serinliğe, o temizliğe, o sessizliğe kavuşmak nasıl bir mutluluktu anlatamam...

Tefrikamız devam edecek...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.