Şampiy10
Magazin
Gündem

Çakma anneye sık sorulan sorular

Soruyorlar: Evlatlık çocukla “yabancılık” ne zaman bitiyor diye.

Cevap: Öpüp koklamaya başlayınca! Göbekten başladım... Gıdıya gelince tamam bitti! Ense kokusunu da iki kere derin derin içime çekince, işlem tamamlandı.

Soruyorlar: Kaç ay veya hafta sürüyor alışmak?

Cevap: Ne haftası! 3 bilemedin 4 gün. İtiraf edeyim sandığımdan çok daha kısa sürdü. Ben bile şaşırıyorum kendime.

Soruyorlar: Kurumdan aldığından beri değişti mi bebek?

Cevap: Hem de nasıl! Durgun, tepkisiz bir çocuktan kıpır kıpır, güleryüzlü, neşeli bir velede dönüştü. Doktor “bol bol uyaran olsun etrafında” demişti ben suyunu çıkardım, lunapark tadında bir hayat sundum ona... 15 günde 5 şehir!

Soruyorlar: Velet beni tanıyor mı?

Cevap: Düne kadar tanımadığını sanıyordum. Kokumu tanısın diye bol bol koynuma sokuyordum falan ama yine de bir ayrıcalığım olmadığını sanıyordum. Dün, bir kedi gelip pati atınca hafiften korktu, kimse teselli edemezken ben kucağıma alır almaz sustu. Demek onun için bir buçuk ay gerekiyormuş.

Soruyorlar: Bu kadar büyük sorumluluk ağır değil mi?

Cevap: Yahu hamile veya doğurmuş kadınlara aynı soruyu soruyor musunuz? Peki hadi edepli edepli cevabımı vereyim: Hayır. Ağır gelmiyor. Aksine “bir” babadan “bir” aile kurumu içinde yapacağım bir çocuktan çok daha “hafif” geliyor. Zira bu çocuğun benim indimde hiçbir “bagajı” yok. Bana ne sevdiğim ve/veya bir zamanlar sevdiğim ve/veya artık yüzünü bile görmek istemediğim bir erkeği hatırlatıyor ne bu erkekten babalık/nafaka/çocuğun okul parası gibi bir beklentim var... Kimseyle “çocuğu yetiştirme” konusunda kavga etmeyeceğim. Kimse “hop.. nereye bacım?” diye bana hesap sormayacak. Kime ve neye benzeyeceğine dair en ufak bir fikrim ve “endişem” yok. (Car car hala, gerizekalı dayı, tuhaf amca...Böyle biyolojik akrabaları varsa bile tanımıyorum) Bu çocuğa “süper/ileri/manyak ötesi” bir eğitim, zengin/ultra lüks bir yaşam vaadim yok. Ona vermek istediğim tek şey huzurlu, güven dolu bir arkadaşlık ve iyi hatırlayacağı bir çocukluk. Bu Türkiye’de mi olur, Hollanda’da mı olur veya Uganda’da mı olur bilemem. Başbakan madem bizi tak tak tak işten atıyor... Eh o zaman biz de pılımızı pırtımızı alır gideriz dünyanın bin bir ülkesinden birine... (Uganda’yı şaka olsun diye demedim. İki sene önce gitmiş ve çok sevmiştim..)

Soruyorlar: “Başkasının çocuğu” olduğunu öğrendiğinde ya çeker giderse, ya ailesine dönmek isterse? Veya hayatı sana zindan ederse?

Cevap: İnsanın kendi çocuğu da çekip gidebiliyor. İnsanın kendi çocuğu da hayatı zindan edebiliyor. Bu bir nasip, kısmet meselesi. Bir gün bu olabilir şu olabilir diye şu an ŞU yaşadığımız mutluluğu birbirimizden almaya hakkımız var mı endişe ve vesveselerimiz yüzünden?

Soruyorlar: 40 yaşından sonra üstelik “solo” anne olmak zor değil mi?

Cevap: Hayır. Asıl şimdi kolay. Şu saate kadar gitmediğim yer, yapmadığım şey kalmadı. Arkadaşlar bir yere gittiğinde “ben gelemem, bebiş var” demek bana hiç koymuyor. Aklım hiçbir yerde kalmıyor. Zaten erkenden uykum geliyor. İyi yani böyle...

Yazının devamı...

Kudret narının da sotesi mi olurmuş?

Karaburun, benim nergis zamanı geldiğim ve hastası olduğum bir yer. Gökhan Akçura aramasaydı yine sezonda gelmeyi düşünmezdim. Biraz uzak, biraz vahşi, biraz... ne bileyim... az gelişmiş bulurum...

Bu sefer bu az gelişmişlik pek hoşuma gitti.. Geçen yazlarda gezdiğim bazı daha az turistik Yunan adalarını hatırlattı bana... Küçük bir iskele, iskelede bir iki lokanta, bir iki pansiyon, cam göbeği renginde bir deniz, pide fırını, meşhur 7 Kardeşler dondurmacısı... Alaçatı olacağım diye kendini kasmayan, gün ortasına anonsların duyulduğu, 1970’de miyiz, 2013’de mi, hani arabalar olmasa anlamayacağın bir kasaba... Sağda solda kimsenin yüzmediği ıssız koylar, dağlara çıkarsan kimsenin yaşamadığı ıssız köyler.. Akşamları kordonunda piyasa yapan genç kızlar... Aksi bir kahveci... Klima gerektirmeyen esintili nefis bir havası... Demek istediğim: Müşteri ve stil odaklı yerlerden sonra Karaburun bana panzehir gibi geldi.

Karaburun’da çok şahane bir otel keşfettim: Reyhan Butik Otel. İskeleye tepeden bakan, süper manzaralı 6 odası olan küçük bir otel. Sahibesi Reyhan hanım. Yurtdışında İngilizce öğretmenliği yapan Amerika, Japonya, Almanya bir sürü ülkede yaşamış dünya tatlısı bir hanım. Acayip rahat bir konuk evi inşa etmiş.

Reyhan Hanım bize kudret narından yemek yaptı. Hani bizim sadece ve sadece ilaç niyetine, zeytinyağında veya balda bekletip yediğimiz o meyveden... Meğer Okinawa’da (hani insanların 110 yaşına kadar yaşadığı Japon adası) kudret narına patlıcan muamelesi yapılıyormuş. Yani bir sürü yemeği yapılıyormuş... Mevsiminde sık sık yerlermiş. Hiç ummazdım bu kadar beğeneceğimi...

Fakat en güzeli sabah merdivenlerden pıt pıt pıt denize inip, limanda şöyle bir yüzüp gelmek... Liman dediğime bakmayın. Üç beş tekne ya var ya yok... (Reyhan Butik Otel: 0232 731 26 31)

Peki ya nergis reçeli?

Karaburun’dan çıkarken tabelasını gördük: “SAİP KIR KAHVESİ”. Önce durmadık. Sonra dedim “Geri dönelim. Burada bir şey var...”

Varmış gerçekten! Hayat varmış, iyilik varmış, güzellik varmış, doğa varmış, sağlık varmış, şerbet varmış, börek varmış ve en güzeli: Eski dostum Eşref varmış!

“Yoldan çıkmayı” işte bu yüzden çok seviyorum. Arasam, buluşmak istesek denk getiremezdik herhalde. Sonra, bir gün benim “güzel-tabela-peşinde-gitme” sevdam sayesinde, Karaburun’un ufacık bir köyünde, memleketin en sevimli kır kahvesinde, bin bir türlü reçelin, şerbetin, şifalı otun, şifalı yağın arasında buldum onu...

Yer Karaburun koyuna tepeden bakan bir köy. Köyün adı da Saip. Kendi halinde ufacık bir yer. Nihal ve Eşref, Karaburun’da tanışıp evlenmişler. Sonra bu köye yerleşmişler. Köy kahvesini kiralayıp “kahve” ruhunu bozmadan çok güzel bir bahçe yapmışlar.

Nihal Hanımın, civarın ot ve çiçeklerinden yapmadığı şey yok. Gelincikten, reyhandan, demirhindiden, gülden şerbetler; nergisten, karabaşotundan, hayıtotundan reçeller, kudret narından şifalı karışımlar yapıyor. Acayip sağlıklı bir kahvaltı çıkarıyorlar. Otlu kaba undan nefis bir börek, harika köylü işi keçi peynirleri, tazecik otlar, Canan Karatay’ın meşhur “serbest dolaşan tavuk”ların yumurtaları... İlla ki uğrayın derim. (Eşref Arpacıoğlu 0533 410 95 98)

Yazının devamı...

Gezgin Çilek ve Şirince’nin ruh merhemi ezanı

Ufaklık ile memleket turumuz tam gaz devam ediyor... 6 aylık bebekle seyahate çıkmak çılgınlık tabii. Ama iki büyük şansım var: BİR) Çilek bebe kıl bir çocuk değil. Zırva zırva ağlamıyor. “Orası bilmem ne uyuyamam, burası bilmem ne mıçamam” diye bir kaprisi yok. İKİ) Canına yandığımın Türk milleti çocuk seviyor.

Şirince’de bir hafta Müjde teyzesinin yanında kaldık. Ay Allahım nasıl güzel bir havası var oranın! Alt tarafı 500 metre yukarıda ama aşağılar yanarken nasıl güzel bir serinlik, ferahlık, esinti... Her sabah bebişle köy yollarında (pusetinin el verdiği ölçüde) uzun uzun yürüyüşlere çıktık. Kuşları, böcekleri, ağaçları tanıttım ona. Otları, çiçekleri koklattım. Kedi, köpek, keçi, tavuk gösterdim. Şirince’nin güzel manzarasına baktırdım... Açık havaya çıkınca çoğu zaman uyuya kaldı ama olsun... İlla ki aklında bir şeyler kalmıştır...

Herkes ziyaretine geldi. Nazilli’den Pınar Ablası (Pınar Kaftancıoğlu, “İpek Hanım’ın Çiftliği”nin sahibi) ona şahane organik şeftaliler, şahane mamalar, çorbalar getirdi... Elden ele, kucaktan kucağa herkesin sevgilisi oldu çıktı...



Memleketin ve hatta belki de dünyanın en güzel ezan söyleyen müezzini de kesinlikle Şirince’de. Kendisiyle tanışamadım. Sesinden genç biri olduğunu tahmin ediyorum. Tanışıp teşekkür etmeyi çok isterdim. Memleketin tüm bağırış çığırış (ve bence berbat) ezan okuyanlara inat Şirince’nin müezzini adeta fısıldıyor... İyilikten, güzellikten söz ediyor sanki... Öteki dünyadan sesleniyor sanki. Acele etmeden, sinirlenmeden, dikte etmeden, rezil rezil ses denemeleri yapmadan, dostça... Ezan vakti yaklaştıkça “lütfen o okusun” diye dua ediyorum. (Bir başka müezzinle nöbetleşe okuyorlar zira) Sahurda, ezandan önce bir dua okuyor, yemin ederim o dakika kapanıp hidayete varasım geliyor. “Ruh merhemi” diye bir ey varsa işte bu o!

Elimde bir güç olsa, memleketin tüm camilerinden (ama bilhassa ANKARA’DAKİLERDEN!!!) o müezzinin ezanını okuturdum. Bu ezan sayesinde memleket hakikaten başka olur, hakikaten sakinleşirdi... Birbirimizi sevmeye, anlamaya başlardık. Anti depresanımız, trankilizanımız, regülatörümüz, emülgatörümüz olurdu.. O derece... Tanıyan varsa selam yollasın benden...

Yazının devamı...

Doktor! Mercimeğe geç artık!

Gündemden uzak olmak Allahım ne kadar güzel anlatamam... Pazar günü ilan ettiğim üzere artık dünyanın en “boş” yazılarını yazacağım. (Evet Tuğçe Baran kazandı.. Mutlu musunuz?) Kaç vakte kadar bu böyle gidecek bilmiyorum. Gazeteler az ötemde duruyor (ve hain hain bana sesleniyorlar) ama ben elimi bile sürmeyeceğim... Siyasetle ilgili çokçokçok değerli yazılarını bana mailleyip duranlara da müjde: Hepiniz hunharca engelleneceksiniz... Hatta galiba mail adresimi de iptal edeceğim...

İlan ettiğim gibi artık Antakyalı Simeon gibi sütun tepesinde yaşıyorum. Sütun tepesine de haliyle mail gelemez di mi!? Kim lan bu herif diye sormuş biri.. Normal koşullarda detaylı bir şekilde yazardım velakin ona bile cevap vermeyeceğim.. Zahmet edip gugulla gözüm... Zar zar mail atacağına ARA, ARAŞTIR! Babaanneler bile artık internet başında. Çatır çatır feysbuklaşıyorlar.

Ben zira şu an şahane bir çiş/kaka/mama/sebze çorbası/ay onu beğenmedi/formül mama daya/uyudu/uyuyamadı/gaz çıkart/üstünü değiştir/ gezdir/yine doyur/yine kıyafet değiştir/şeftaliyi püre yapıp süzgeçten geçir/biberondaki mama bozulmuş mudur endişesine gark ol/pişik kremi sür/pamuklu çubukla konak temizle/bez değiştir/banyo yaptır/nerden esiyor bul/klima kapattır/milleti bunalt üçgen, dörtgen, çokgen, prizma, yamuk, deltoid sarmalındayım..

Bana ilginç gelen şu: sıkıcı ve yorucu bulmuyorum! Başkaları yaparken içime fenalık getiren bütün bu yukarıdaki işler, ben yaparken nedendir bilinmez EĞLENCELİ geliyor. Bir nevi Barbi bebek oynamak. Zira benim bebek ağlamıyor! Allah gönlüme göre bir bebek verdi: Ağlamayan cinste. Veya ağlıyor ama ben bunu ağlama addetmiyorum. Bak bu da bir ihtimal! Muhtemelen ağlamayı “iletişim kurmak” diye formüle ettim ve o zırıltı kulağıma “su” “mama” “bez” “uyku” diye geliyor... Hmmm... Anneliğin sırları ufak ufak çözülüyor...

Sorunu anladım: Çekilmez olan çocuk, yanında anası olan çocuk! Yani aslında çekilmez olan çocuk değil anası. Öyle bir stres yapıyorlar ki ne çocukla tam ilgilenebiliyorsun (kartal anne sendromu) ne de ilgisiz kalabiliyorsun (surat asan agresif anne sendromu). İlgilensen ilginde kusur bulacak, durmadan müdahale edecek, ilgilenmesen bu sefer de “niye yardım etmiyorsun!” diye dünyayı sana dar edecek. (bkz: Karı kocaların çocuk olduktan sonra berbat olan ilişkileri)

Şimdi çekilmez olan muhtemelen benim... Ve tabi tipik bir ana olarak bunun da farkında değilim. Soruyorum arada kendime: Ben çemkirdim mi? Yok yahu çemkirmedim. Hem çemkirdiysem de çocuk için çemkirdim. O vakit o çemkirme değildir..

Oh ne ala! Zar zur zar! Ama çocuk içiiin...

Ah biz yok muyuz biz!

Bir anneler bebek mamasıyla besleniyormuş arkadaşlar! Düdük hanıma yaptığım patates çorbasının, kabak haşlamasının fazlasını tuzlayıp yağlayıp ben yiyorum iyi mi... Beş gündür mönü böyle.. Biraz sıkıcı oldu. Doktor mercimeğe, pilava falan geçse artık çok memnun olacağım heh!

Oldu mu arkadaşlar? Yeterince “zırtlak” bir yazı oldu mu? Eh napalım, sütun tepesinden böyle...

Yazının devamı...

Sütunun tepesine çıkıyorum

Artık her şey öyle can sıkıcı oldu, artık her şey o kadar çığırından çıktı, artık her şey o kadar “saçmalıklar” imparatorluğu hallerini aldı ki...

Keşke Gezi Mezi olmasaydı dedim geçen gün...

Kimin hatalı olduğuna dair en ufacık bir kuşkum yok, yanlış anlaşılmasın. Korkumdan da demiyorum bunu. Çok da şahane bir şey çıktı ortaya.. Albümlere bakınca hâlâ da eğleniyorum...

Fakat bu raddeye gelince harbiden “değer miydi” diyorum...

Dün de çok sevdiğim yazar Murat Menteş “veda etti” yazılarına.

Veda etti dediğim lafın kibar gelişi... Barındırmadılar demek daha doğru.

Sağdan soldan herkesi vuruyor bu Gezi...

Yalan bataklığında boğulup duruyoruz..



Bu, muhtemelen benim gündemle ilgili son yazım olacak. Bundan sonra Türkiye’nin siyaseti ve siyasetçileriyle kati surette ilgilenmeyeceğim. Zira hiçbirine dayanamıyorum. Ne yaptıklarına dayanabiliyorum ne sözlerine... Bilhassa Başbakan sinirlerimi anlatamayacağım kadar geriyor ki galiba nihai amacı da bu: Sinir gerilmesi, ruh çatlamasından mütevellit kayıplarla, o kesip attığı tırnağından bile çok tiksindiği yüzde 50’den kurtulmak!

İktidara yaranmaya çalışanlara da tahammül edemiyorum. Ne Sezercik Şafakatmacık komedyen/şaklabanlarına ne havada Yiğit Bulut sen geçmişte yazdıklarımı unut başdanış-man/g..ünün kılıyıklarına ne de say say bitmez tükenmez kalem, dolma akıl köşeci/soytarılarına... “Gezi” harbiden milat oldu. Zombi/vampir/yaratık filminde oynuyormuşum da birden çekmeceden vampirleri açık eden sihirli bir fener bulmuş gibiyim. İnsan sandıklarım yaratıkmış meğer! Vay anam vay! Şoklar içindeyim. Feneri kime doğrultsam ya vampir ya yaratık ya zombi çıktı! Bir iktidara yaranma, bir köşesinden olmama, bir programcığını kaybetmeme uğruna ya Rab! Ne köşeciler battı gözümün önünde birrr birrr! Nice demokrasi havarileri, nice semirtik balon, iğne batırılmış gibi pat pat patladı! Bildiğin kuklaya bildiğin dış güçler, faiz lobisi, uluslararası oyunlar (he anam he) papağanına dönüştü! Gözümden sonsuza dek kimler kimler düştü...

Yükselenler de var elbet. Aynı şekilde olumlu bir şekilde şaşırtanlar beni... İsim verip hedef göstermek istemem ama hepsini topun ağzında görüyorum... Yarın değilse öteki gün, öteki gün değilse bir ay sonra... Hepsini tek tek yollayacaklar... Tarihe de “Basındaki Büyük Gezi Temizliği” diye geçecek...

Beni bundan sonra Antakyalı Simeon Stilitis farz edin. Farz edin ki onun gibi kendimi bir sütunun tepesine yerleştirdim. Koruyucu anneliğini yaptığım Çilek bebek ve ben Türk siyasasından mümkün olduğunca kopuk bir hayat süreceğiz sütunun tepesindeki ikiye iki metrekarelik alanda. “Allahım ne kadar boş yazıyorsunuz! Bu köşeyi neden ziyan ediyorsunuz? Kim niye vermiş burayı sana? Kimin nesisisin bacım sen?” diyecekleri şimdiden uyarayım. Evet! Bundan böyle “boş” yazacağımÖ Sütun tepesinden sütun dolduracağım. Tepeden bakınca daha eğlenceli olacak hayat. Hem size hem bize.. Bu da başka türlü bir “veda” olsun

Hayırlısı olsun...

Yazının devamı...

Çilek’ten Mavi’ye mektup

Dear Mavi

Böyle dear mear dedim, yanlış anlama sakın. Sen ne de olsa Londra’larda büyüdün. Böylesine alışıksındır diye düşündüm, ondan yani. Yoksa İngilizce bildiğimden değil. Hoş, Türkçe de bilmiyorum zaten. Ben ses denemesi aşamasındayım henüz. Sabahtan akşama “aehhh, veeeaah” takılıyorum. Bunları da telekinezi ile yazıyorum zaten... Sen tabii bu aşamaları geçtin. Yanılmıyorsam bir buçuk yaşındasın. Allah bilir “babiş” falan bile diyorsundur... Ben de bir kıl olurum o lafa... Allahtan bende baba yok da yaltaklanırken o lafı etmek zorunda kalmayacağım.. “Aniş” de sakil duruyor..

Annem bana şu an patates havuç çorbası hazırlıyor. Bilgisayarı hazır boşken iki kelimenin belini bükelim. Gerçek gıdaya geçmeye çalışıyoruz panpa! Fakat ağbicim bu kadar mı iğrenç olur bir çorba! Tuz yok, yağ yok.. Direniyorum haliyle... Kabak da çok fenaydı. Tek bir damla yemedim iyi mi hehehe.. Ben dilimde geri geri itince annemin suratı bir ekşiyor, acayip komik oluyor. Geberiyorum gülmekten. Fakat kadın zeki. Sulandırıp biberona koydu. Bizim de zaafımız “emmek” biliyorsun. Soktu mu ağzıma biberonu, dayanamadım. İki seferdir fena halde tufaya geldim... Ergen olunca intikamımı alacağım tabii de şimdilik saftiriğiz.

Panpa senin baban dün Radikal’deki köşesinde bizim hakkımızda yazmış! Bak şöyle demiş:

“Bir süredir Vatan gazetesinde Mutlu Tönbekici’nin koruyucu annelik üzerine yazdığı yazıları hayranlıkla takip ediyorum. Sevgili Mutlu’nun, koruyucu anneliğini üstlendiği, Çilek adı ile bildiğimiz kızı ile yaşadıklarını neredeyse bir günlük tadında yazmasını şu sıcak ve sıkıcı siyaset gündeminde paha biçilmez buluyorum. Böylesine kutsal bir konu hakkında böylesine içten kendi tecrübelerini anlatması kuşkusuz konudan bihaber binlerce kişiye de ilaç gibi gelecek, ilham verecektir. Gazete köşelerinde tecrübe adına çaktırmadan yapılan promosyon yazılarından, özel hayat adına teşhirci fantezilerini üzerimize faş eden yazarlardan sonra Mutlu’nun yazdığı bebekli maceraları, yazdığı onlarca güzel siyasi yazıdan daha işlevsel ve faydalı geliyor bana.”

Annem var ya bir mutlu oldu bir mutlu oldu, görmen lazımdı. O şimdi biraz “mummy brain” ya (mummy brain ne biliyorsun di mi panpa? Bizim analarımızın aklını lunaparka döndürmemiz özetle... Anahtarını, cebini durmadan unutması, anlatılanlara konsantre olamaması falan.. He anladın sen onu..) işte böyle olduğu için önce anlamadı durumu. Sonra “len bu benim!” diye haykırınca bir numara olduğunu anladım. (Senin annen de len men diyor mu?) Allah razı olsun babandan. Annemi biraz kendine getirdi. Son olanlar onu ciddi olarak üzüyordu.

Londra’dan buralara geldiğin iyi oldu be Mavi kardeş. Seninle ortak olsak logomuz belli. Mavi renkte bir çilek... Neyin markası olur bilmiyorum (evet saçma oldu biraz) ama olsun. Buralar zaten her geçen gün tuhaflaşıyor. İleride çok eğleneceğiz gibi geliyor bana..

Yarın sabah 6 buçukta uyanıp telekinezi ile haberleşelim kanka. Ben aslında 5’i seviyorum ama annem iyice leyla oluyor. Ok. KİB.

Yazının devamı...

Münasebetsiz çıplak

Takke düştü kel göründü... Basında “kıyım” tüm hızıyla devam ediyor. Gezi’ye kadar varmış gibi yapılan veya olmadığı bir takım nedenlerle görmezden gelinen “basın serbestisi”nin ne kadar “olmadığını” müthiş bir berraklıkta görmekteyiz.

Her gün başka bir gazetecinin, başka bir köşe yazarının daha işine son veriliyor. Son iki ayda 20’nin üzerinde gazeteci işten çıkarıldı 40’a yakın gazeteci istifa etmek zorunda kaldı. Zorunlu izne yollananlarla da birer birer “yollar ayrılıyor”. Ultra yandaş olanlar hariç hemen hemen her yazar, “bu son yazım olabilir” endişesiyle kaleme alıyor günlük yazısını. Hatta “yayınlanmayabilir” diye. Zamanında iktidarı desteklemiş olmak da bir işe yaramıyor. Son iki ayda ne yazdıysan o... Attığın twitteleri, paylaştığın Gezi fotolarını da dahil et... Tamam...

Gezi sayesinde/yüzünden anladığım kadarıyla Türk basını baştan aşağıya renk değiştirecek. O, bir zamanlar dandik park sayesinde/yüzünden müthiş bir “temizlik” yapılabildi. Kimden “kurtulmak” isteniyorsa Gezi iyi bir bahane oldu... Ağaçlar kaldı, gazeteciler gitti...

Kimse buralara varacağını tahmin etmezdi herhalde. Basının elinin kolunun bağlı olduğunu herkes biliyordu da, bu “münasebetsiz gerçek” galiba hiç bu kadar “çırılçıplak” ortada olmamıştı.

Yazık ki “iyi oldu, gerçek ortaya çıktı” diyemiyorum. Her gün bir başka meslektaşımın daha işsiz kalması beni üzüyor. Elbette geçimlerini sağlayacak bir yollar bulacaklardır. Meseleyi geçim meselesine indirgemek de zaten ayıp olur. Mesele Türkiye ve Türkiye’nin basın özgürlüğü, çok sesliliği. Böyle mi ileri demokrasiye geçiyor olacağız? Böyle mi çağdaş bir ülke olacağız? Hedef bu olabilir mi?

Bu “münasebetsiz çıplak” kimsenin hoşuna gidecek bir “çıplak” değil. Olmamalı.

#DirenHamile

- - Her Ramazan’da abuk subuk bir iddianın ortaya atılması adeti yine bozulmadı. Bu yıl ki saçmalık kendini tasavvuf düşünürü ilan eden Ömer Tuğrul İnançer’den geldi: Hamilelerin sokakta dolaşması terbiyesizlikmiş!

- - Hamileliğin ayıp bir şeymiş gibi sunulması herhalde dünya tarihinde bir ilktir. Tasavvuf düşünürü bu beyfendiye göre hamilelerin evlerinde kalması gerekiyormuş. Doktora falan gideceklerse ancak “beyinin arabasıyla” gidebilirmiş.

- - “Beyinin arabası” olmayanlar? Hatta bir sebeple “beyi” olmayanlar? Çalışanlar? Alışverişe çıkmak zorunda olanlar? Öbür çocuklarını okula getirip götürenler?

- -Açıkçası bu ifadeler bana çok fazla “Taliban” söylemlerini hatırlattı... Anneliğin bile ayaklar altına alındığı bir kafa... Ürkütücü...

Yazının devamı...

Geri kalan 150 sütlü insan tatlıları

Az evvel, bir okurumdan bir mail aldım ve okurken ağlamaya başladım... (Demişlerdi ama... Çocuğun olunca bol bol ağlayacaksın diye...)

Okurum mektubunun yayınlanmasını istememiş.. Mektubu yayınlamayacağım ama özetini söylemeden edemeyeceğim. Okurum çocuk sahibi olmak istiyor ama ne yazık ki sürekli düşük yapıyor. Ve dördüncü bebeği de düşünce benim gittiğim yoldan gitmeye ve Çocuk Esirgeme Kurumu’dan çocuk almaya karar veriyor. Fakat kocasını henüz ikna edememiş.

Daha önce de yazmıştım... Çocuk edinmeye daha çok erkekler karşı çıkıyor. Hiçbir açıklamaları yok. Hiçbir elle tutulur gerekçeleri yok. Ama bu fikir onlara çok çok uzak geliyor...

Neden diye düşündüm ve buldum... Çünkü o zaman en ilkel varoluş amaçları olan dölleme fonksiyonu kadük olmuş olacak. Yani değerini, önemini yitirmiş, geçerliliği kalmamış olacak. Kendilerini gereksiz ve manasız hissedecekler. Zira çoğu erkek bu hayattaki yegane görevlerinin bu olduğunu düşünüyor.. O yüzden sofradan bir bardak bile kaldırmazlar... Ve dölleme yetenekleri nedeniyle onları çektiğimizi sanıyorlar... Halbuki gerçek bu değil ama nasılsa ikna olmayacakları için anlatmaya gerek yok...



Çilek bebeği yuvadan aldığımdan beri aklım geri kalan 150 bebekte kaldı. 150 bebek, Çilek’in ilk 6 ayını geçirdiği Şeyh Zayed Çocuk yuvasının 0-2 yaş nüfusu. Yani bu yavrucuktan sadece Bahçelievler’de 150 tane daha var!

Ah ah ah... Görseniz... 1 aylık bebişler vardı... Minicik yataklarında öyle yalnız yalnız yatıyorlardı... 5 aylık ikizler vardı... Nasıl güzellerdi.. 2 yaşında melekler vardı... Yani görseniz... Bir kere görseniz hakikaten dayanamazsınız...

Çilek’le bir aylık beraberlikten sonra aklıma yine o bebeler geldi... Allahım dedim... Onlara da bir aile kazandırmak istiyorum... Nasıl anlatmalıyım bilmiyorum. Çok korkuyordum ben de acaba alışabilecek miyim, acaba sevebilecek miyim diye... Çocuk düşkünü biri de değilimdir... Başkalarının çocuğunu alıp seven biri hele hiç değilimdir.

Fakat anladığım ki bir çocuğu sevebilmek için meğer bir takım şartların yerine gelmesi gerekiyormuş. BİR: onun tamamen sizin olması, İKİ: birbiriniz için özel olmanız...

Çilek ve ben birbirimiz için çok “özeliz” artık. Ben onun için sıradan bir anne değilim o da benim için sıradan bir çocuk olmayacak... Aslına bakarsanız doğurmaktan bile daha “özel”.

Bana mektup atan okurum beni çok mutlu etti. Birilerine bu konuda örnek olabilmek hakikaten çok kıvanç verici...

Bir çok başka okur daha çok yazmamı istiyor... Nasıl alıştığımı nasıl sevmeye başladığımı bilmek istiyorlar. “Çok kolay, aman ne olacak canım...” demek istemiyorum. O kadar da basit değil ama çok da zor değilmiş. O nedenle böyle ufak ufak, ense kokusuyla falan nasıl bağlandığımı anlatıyorum ki bu yola girmek isteyenler korkmasın... Çünkü dediğim gibi, aklım geri kalan yavrularda kaldı...

Cüneyt Özdemir’in dediği gibi her yavru “sütlü insan tatlısı”. 20 gün sonra doğurup doğurmadığımı unuttum bile...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.