Şampiy10
Magazin
Gündem

İftar kumanyasındaki “ruh”

Ben, herkes gibi, gipgri bir Türkiye’de büyüdüm.

Çirkin, dökük, tozlu, sevimsiz bir Türkiye’de.

Bursa, ekstradan mı daha sevimsizdi yoksa bana mı öyle geliyordu bilmiyorum.

Her yer beton, her yer kırık, her yer dökük, her yer el atmaya muhtaç...

Tüm renkler grinin tonuydu...

Çocukluğuma dair hatırladığım parlak renkli hiçbir şey yok...

Olmadığından değil fakat nasıl bir sevimsizlikse hepsi solgun kalmış aklımda...

Fikir zikir yönünden de hayat yoktu.

İğrenç okullar, korkunç bir müfredat ve o faşist sistemi uygulamaktan son derece memnun güdük öğretmenler...

Ailemin durumu da türlü nedenlerle en az “o” Türkiye kadar sevimsizdi.

Sonra savaş... Bitmeyen bitmek bilmeyen kara bir savaş...

Her rengin üzerine kan damlatan savaş...



Çocukken, ama hakikaten çocukken “iyi” bir Türkiye hayal ederdim. Yoksulluğun biteceği, her yerin renk renk olacağı, binbir fikir ve güzelliğin Avrupa’da, Amerika’da olduğu gibi yeşerip ağaç olacağı bir Türkiye’nin olabileceğine dair umudum vardı.

Çok az büyüyünce “bu memleket adam olmaz” dedim.

Olmuyordu da hakikaten.

Binaları yükseliyor, şehirler bir nebze güzelleşiyor, refah artıyor da olsa “ruh” yoktu.

O “ruhun” geleceğine dair de hiç umudum yoktu açıkçası.

Yalanım yok daha geçen yaza kadar ülkemi terk edip kurtulmak istiyordum.

Önce köşe yazarlığından sonra Türkiyelilikten..

Birincisi kolaydı da ikincisi zordu.

Ne yanlış işler yaptım bunun için ah bir bilseniz...



Umutlarım ilkin “barış”la başladı yeşermeye..

Nevruz günü, ne zamanki o mektup okundu, dedim “olacak bu iş!”. Makus talih değişecek bundan sonra...

Çilek Bebeyi edinmeyi işte o “ruh”la akıl ettim...

Gezi, tam bir şek tedaviydi. Önce umutlarım bulut yaptı sonra...

Sonra daha öncekilerle beraber yer altına indi...

Dedim, hepsi suni nefesmiş..

Değişen bir şey olmayacak...

Ruh gene gelmeyecek..



Dün, İstiklal Caddesi’nde “Yeryüzü İftarı”nı görünce içim çiçeklendi.

Gezi Parkı’nda olduğum gibi oldum. Yine.

Gezi’den daha güzel bir şey göremem diyordum, gördüm!

Dünyanın en güzel sofrasını gördüm...

Dünyanın en bereketli iftarını gördüm...

Dünyanın en eğlenceli oruç açmasını yaşadım...

Dedim, Gezi’de doğup Gezi’de öldürüldüğünü düşündüğüm “ruh” meğer yaşıyormuş.

Hay Allah razı olsun fikri akıl eden ve düzenleyen Antikapitalist Müslümanlardan!

Hay Allah razı olsun iftara gelen herkesten...

Hay Allah razı olsun herkesten.

Bu ramazanın iftar kumanyasında “ruh” da varmış.

Yazının devamı...

Neden ben değil de o

Başından gaz kapsülü ile vurulan ve şimdi felç olup konuşma yetisini kaybeden Lobna ile aynı dakikalarda aynı meydanda oturmuştuk. Birbirimize en uzak köşelerde dahi oturmuş olsak aramızda en fazla 10 metre vardır. En barışçılından bir oturma eylemiydi. Türkiye’nin olup bitenden henüz haberinin olmadığı saatlerdi. Zaten ne olduysa o oturma eyleminden sonra oldu.

Pazar günü Ayşe Arman, Lobna’nın kardeşi ile röportaj yaptı. Bu arada lafı gelmişken hemen söyleyeyim: Ayşe Arman, Gezi konusunda inanılmaz bir iş çıkardı. Ta başından beri hadiseye dahil oldu ve olağanüstü bir kararlılık ve çalışkanlıkla her gün ama her gün çarpıcı bir röportaj patlattı. Kimse eline su dökemez.

Pazar gününden beri şunu düşünüyorum: Lobna ile aynı kaderi paylaşıyor olabilirdim. Onun yerine ben 20 gündür hastanede yatıyor olabilirdim. Ben felç olmuş, ben konuşma yetimi kaybetmiş, benim kafatasımın yarısı dağılmış olabilirdi. Lobna’nın kardeşi yerine benim ablam perperişan başımda bekliyor olabilirdi. Gaz kapsülünü atan polis, o gün Lobna yerine benim başımı hedef seçebilirdi.

Yazıyı yazarken Ali İsmail’in hayatını kaybettiği haberi geldi. Ali İsmail Korkmaz gencecik bir üniversite öğrencisi. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde okuyordu. 2 Haziran günü, Eskişehir’deki gezi protestosuna katılıyor. Biber gazından kaçıp ara sokaklarla giriyor. Orada 5-6 kişinin saldırısına uğruyor. Sivil giyimli bu kişiler Ali İsmail’i öldüresiye dövüyor. Ali, beyin kanaması geçiriyor. 38 gündür hastanede ölümle cebelleşirken bugün acı haber geliyor.

Lobna’nın ailesine geçmiş olsun diyen olmamış şimdiye kadar. Ali İsmail’in ailesine de başsağlığı dilenmeyecektir elbette. Çünkü şimdi çok daha önemli bir işleri var: 5 yıldızlı meydan iftarları vermek.

Dün, Taksim Meydanı’nında iftar hazırlıklarını görünce şaşkınlıktan dona kaldım. Kırmızı tüllerle süslenmiş beyaz örtülü kocaman masalar koyuyorlardı. Gösteriş meraklılarının 5 yıldızlı otellerdeki düğünlerine benziyordu ortam.

Aklıma Ülke TV’deki yandaşlığın dalağını yarmış sabah yorumcusunun akıllara seza Gezi Parkı yorumu geldi. Gezi Parkı işgal altındayken yorumcu şöyle demişti. “Bir çayı tammm iki liraya satın alıyorlar. 50 kuruşluk çayı 2 liraya! AVM istemiyoruz diye ortalığı bulandırdılar ama orada basbayağı kendi AVM’lerini kurdular!!”

Halbuki çay da kek de ve hatta akşamları çıkan mütevazı yemek de bedavaydı. Seyyar satıcıların park dışında sattıkları çaylar ise sadece 1 liraydı.

2 liralık çayı müthiş bir vurgun olarak gören ve kendi AVM’lerini kurdu bunlar diyen bu arkadaşların kırmızı tüllü 5 yıldızlı meydan iftarları hakkındaki yorumları ne oldu acaba?

Günün kelimesi: Şiraze

Yazının devamı...

Piskopat bir halk yetiştirmenin 5 yolu

- Kışla yapacağız denilen yere 202 bin adet mevsimlik çiçek, 5000 adet gül, 129 yetişkin ağaç dikmek...

- Halka zaten açık olan bir parkı halka yeniden açmak...

- Halka açılan parka “halk” gelmeye kalkınca 3 saat sonra yine kapatmak...

- Sonra sadece parkı değil meydanı da kapatmak...

- Sonra da meydanı gözaltına almak suretiyle halktan temizlemek, kalanların üzerine de kan kırmızısı su püskürtmek...

Şu sıralar çocuk eğitim kitapları okuyorum ve kitapta yukarıda yapılanlara benzer şeyler yaparsanız çocuğunuz dört dörtlük bir “piskopat” olur diyor... Çocuğa karışık mesaj verilmeyecekmiş...

Kimse kusura bakmasın ama son bir aydır Taksim dolaylarında zeka özürlü (veya ruh hastası mı desek?) bir yönetim söz konusu.

Bu kadar tutarsız davranışlardan sonra bir halktan normal olması nasıl beklenir anlamıyorum.

İddia edildiği gibi “Dış mihrakların” bir parmağı varsa bu işte, epeyi eğleniyor olmalılar. Hadiselerin bu çapta bir “komediye” döneceğini en “kötü”, en “şeytan” dış mihrak bile öngörememiştir.

Yazıyı yazdığım sırada meydanda bir kişiye karşılık iki polis düşüyordu ve toplanan insanları tek tek polis araçlarına bindirmeye başlamışlardı. Yazı bitene kadar herhalde meydanın tümünü karakollara taşımaya başarmış olacaklar. Zengin bir devlet olduğumuz için bol bol da polis aracımız var maşallah. (“Zengin” ülke olmanın dezavantajları da varmış demek ki...)

Biber gazı ve artık neredeyse kırmızısı olan tazyikli suyun kimseyi caydırmadığını anlayınca klasik yönteme döndü polis. Tek tek ilgilenmek...

(Neden kırmızı o su? Kan akarsa belli olmasın diye mi?)

Bir kadın, meydandaki arkadaşımın yanında sinir krizi geçirmiş az önce. Bu kadar “karışık mesajın” başka bir sonu olamazdı...

Böyle tuhaf bir şeyi planlayacak bir “dış mihrak” var olabilir mi sizce? Büyük oyun, büyük plan dedikleri bu kadar geriz zekalı bir şey olabilir mi?

Bu park hiç açılamadan “kışla” olacak galiba...

Yazının devamı...

Tarihin bu kadar ürkütücü olacağını kim tahmin ederdi!?

“İçkiyse içki, dekolteyse dekolte.. Ne kaybettiniz de bu kadar zırzır ediyorsunuz?” sorusuna bu ay için şu cevabı vermek istiyorum: NTV Tarih dergimi...

Her ayın ilk pazarı “NTV Tarih” dergisi günüm..dü.. yıllardır değişmeyen rutin. Dergi alınır, en yakın çay bahçesine gidilir ve sayfalar süren bir kahvaltı yapılır. İki kişi gidildiyse iki dergi alınır... Okumayı sevmediğim tek bir köşesinin olmadığı şahane bir dergiydi. Güncellikten kopmadan hazırlanan, hem titiz hem de eğlenceli bir “tarih” dergisiydi.

Dı... Hepsi artık dili geçmiş. NTV Tarih dergisi artık yok. Dergi ekibi, temmuz ayı için Gezi özel sayısı hazırlamış fakat dergi basılmadan kapatılmış.

Bitmiş bir dergi neden apar topar kapatılır? Üstelik de 35 bin satan bir dergi?

Söylenen o ki Patron, Gezi özel sayısıyla Başbakan’ı kızdırmak istemediği için dergiyi bir gecede kapatmaya karar vermiş. Gezi konusunu işlediği için. Bir aydır dere tepe her yayın grubunun işlediği konu yüzünden...

Ne tuhaf bir ülkede yaşıyoruz ki bir tarih dergisi bile “ürkütücü”, “korkutucu”, “endişelere mahal verici” olabiliyor. Tarih yahu! Yani nasıl işlendiğine bağlı olarak çok sevdiğim bir konudur ama alt tarafı tarih vre!

Düşünsenize en çok nefret edilen dersin tarih olduğu bir ülkede “aman başbakanla papaz olmayalım” diye bir tarih dergisi kapatılıyor!

Bu da mı tesadüfçülerden değilim.. Her şeyi bir birine bağlayan, olmayacak şeyler için “bu da planın parçası...” diyenlere de sinir olurum ama harbiden: Bu da mı tesadüf?

Ne ortalık birbirine girmişken belgesel yayınlamak tesadüftü ne tarih dergisini kapatmak...

Buyrun: “Yaşam tarzımdan” bir parça daha eksildi...

Üstelik şu an onlarca kişi de işsiz kaldı.

“İçkiyse içki, dekolteyse dekolte, hangi özgürlüğünüzü, hangi hakkınızı, hangi işinizi kaybettiniz de bu kadar zırzır ediyorsunuz?” diye soranlar elbette buna da burun kıvıracak...

Gerek NTV’den gerek dergi grubundan ayrılan/ayrılmak durumunda olanlar için de elbette “e ne olacak canım, birkaç kişi..” denilecektir.

Akşam Gazetesi‘ndeki operasyon için de...

Ama işte böyle böyle birikiyor.

Sonuçta bahçe, dikiş, dekorasyon dergilerinden başka bir şey çıkamaz hale gelecek...

Yok hayır, elbette önemli değil.. İçkimiz elimizde, bikinimiz de üstümüzde... Daha ne isteriz...

Yazının devamı...

Sonradan olma annenin maceraları

Bugün Çilek bebekle bir haftamız
doldu.
Geçen cumadan beri karşılıklı sevgi ve hoşgörüye dayanan seviyeli bir beraberliğimiz var. O acıkıyor, bağırıyor, mıçıyor, ortalığı birbirine katıyor; ben doyuruyorum, pışpışlıyorum, temizliyorum ve itiraz etmiyorum. O da sabahları anasının 5 yerine 6’da kalkmasına ses etmiyor. Anlaşmamız bu yönde.
Dedim: “Kardeşim bu ne erkencilik böyle?”
Dedi: “Bizde böyle abla!”
Dedim: “Şunu bir saat geçe alabilir miyiz?”
Dedi: “Valla bizim fabrika ayarları 5’te uyanıp ortalığı birbirine katmaya ayarlı. Ama senin güzel hatrın için bir saat yatakta kendi kendime oyalanabilirim. Sonra mecbur bağıracağım.”
“Kabul” dedim. Bir saat bir saattir... Şu saate kadar anlaşmaya aykırı bir durum olmadı...
Velet sayesinde altı gündür günü doğuruyorum. Ki hayatım boyunca en fazla 20 kere doğurmuşumdur güneşi. Sabah insanı değilim pek.
Hey gidi gezenti ve uykucu Mutlu hey! Nereden nereye! Kim derdi sabah ezanında ayakta olacaksın? Annem görseydi epey eğlenirdi herhalde. Fakat hiç yalan söyleyecek değilim. “Ay çok iyi hissediyorum kendimi... Süper dinamik, hiper canlı aman da ne güzelmiş karganın şeyini yediği saatte ayakta olmak” falan demeyeceğim. Bazen yalvarıyorum biraz daha uyusun diye. Hain hain sırıtıp “kusura bakma, anlaşma böyle” deyip tam altıda basıyor yaygarayı. Ve allah için güzel basıyor. Detone falan olmuyor yani... Mi sesinde harikulade bir cayırtı tutturuyor... O ufacık bedenden nasıl çıkıyor o ses, hayret yani... Allah’ın bildiği bir şey var tabi...
HHH
Gördüğünüz gibi “başkasının çocuğunu” büyütürken bir fark yok. Uyku gene çok tatlı, sabah erken uyanmak yine zor ama sorumluluk duygusu bayağı kallavi bir duygu.. İnsan severek yapıyor. “Koruyucu Aile” olmakla ilgili o kadar çok soru geliyor ki bir toparlamak gerektigini düşündüm.
1) “Koruyucu Ailelik” çok güzel bir sistem. Zira evlatlık çocuk edinmek çeşitli hukuki nedenlerden dolayı meşakkatli bir şey. Mesele sanıldığı gibi devletin aile “beğenmemesi” değil. Mesele çocukların evlatlık verilmeye hukukî olarak uygun olmaması. Bir çocuğun evlatlık verilmesi için hiç ailesinin olmaması veya ailesinin tüm haklarından vazgeçmiş olması gerekiyor. İnsanlar çocuklarını kuruma “bir gün alırız” umuduyla bıraktıkları için, o haklarından vaz geçmiyorlar. O nedenle çocuklar evlatlık verilemiyor. Ama çoğu bir daha hiç ziyaret etmiyor o da ayrı bir trajedi. Yani ne kendilerine yar ediyorlar ne de başkasına...
“Koruyucu Aile” sistemi nefis bir ara çözüm. Sistem size birkaç seçenek sunuyor. Kaç yaşında bir çocukla ilgilenmek istediginize siz karar veriyorsunuz. İsterseniz benim yaptığım gibi bir bebeği evlatlık almış gibi evinize alıp tüm bakımını üstlenebiliyorsunuz. Bunun için istenenler atla deve değil. Belli bir gelir, makul bir ev ve hayat. İki üç ayda da sonuç alınıyor. Sonra bebişi kucağınıza alıp eve geliyorsunuz..
Evlatlık ile en önemli fark nüfusunuza geçiremiyorsunuz. Bundan dolayı insanlarda “ya ailesi çıkagelirse, ya elimden alırlarsa?” kaygısı oluyor haklı olarak. Fakat koruma altındaki çocuklar devletin çocuğu oluyor. Yani devlet öncelikle çocuğun iyiliğini düşünüyor. “On yıl sonra çıkageldin, aferin” deyip anasını babasına vermiyor hemen. Çocuğun koruycu ailesiyle ilişkisi, gelecek güvencesi çok daha önemli oluyor. Biyolojik ailesi diye sorgulamazlık etmiyor devlet. Ve bugüne kadar çok çok az çocuk biyolojik ailesine geri verilmiş. Açık söylemek gerekirse geri talep edilen çocuk da pek yok. Yani bırakış, o bırakış...
Niyetiniz varsa Aile Bakanlığı Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü’ne baş vurmanız yeterli. www.koruyucuaile.gov.tr adresinde tüm hukukî detaylar mevcut..
Özetle: Hiç zor değil!

Yazının devamı...

Veee kısmet yarışmasını kazanan...

Büyük gün geldi çattı... Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan aradılar ve “gelin bakalım Mutlaanım” dediler...

Yazılarımı takip edenler bilir, üç ay önce koruyucu aile olmak için başvurmuştum. Daha doğrusu önce evlatlık için başvurmuştum ama evlatlık koşulları bana uygun olmadığı için “koruyucu aileliliğe” yöneltildim... Ki pratikte çok da farkı yok.. Hele arayıp soranı olmayan bir bebeği alırsanız...

Salı günü, bir çocuğun dosyasını göstermek için çağırdılar kurumdan. (Detay detay yazıyorum zira “nasıl koruyucu aile olunur” birçok kişi merak ediyor.)

Cağaloğlu’ndaki Aile Bakanlığı Sosyal Hizmetler Müdürlüğü'ne gittim. Artık iyice ahbap olduğum Leyla ve Ayla hanımlarla dosyaları inceledik.

Bir buçuk yaşında bir erkek ve yine aynı yaşta bir kız...
“A biraz büyük mü bir buçuk yaş?” falan derken...

Sonraaa... Sonra rüzgar esti, bir takım kağıtlar havalandı ve Leyla Hanım’ın aklına 5 aylık S. bebek geldi... (Rüzgar kısmı yok tabii ki..)

Bir kız bebek!.. Minicik! Kısmet yarışmasında bir buçuklukları yenen ve öne geçen bir yavru... Dosyasını okudum... Tealaaam! Dünyanın en gerizekalı çocuk yapış ve terk ediş hikayesi... Anlatacak değilim ama şu kadarını diyeyim: Memleket yemin ederim bol miktarda (en kibar deyimle) “saçma” insan kaynıyor...

S. bebeği doğar doğmaz yuvaya bırakmışlar ve bir daha da ne gelen ne giden...

Oğlan, oğlan derken karşıma bir kız çıktı iyi mi... “Sevgili oğlum” yazıları şimdi biraz saçma oldu ama mühim olan niyet...



Çarşamba günü S. bebeği görmeye gittim. Tanışma günü! Bir gece önceden o kadar heyecanlandım ki gecenin bir yarısı uykum kaçtı ve sabaha kadar, kutup ayısı olduğundan şüphelendiğim komşumun klimasının motorunun zırıltısını dinledim...


Sabah kalktım Bahçelievler’deki büyük çocuk yuvasına gitmek üzere yola çıktım. Neden bilmiyorum yol boyunca bir ağlama tutturdum... Metrobüste otobüste herkesin yüzüne baktım... Yüzlerinden hikayelerini okumaya çalıştım. Aralarında kaçı yetim kaçı öksüz diye düşündüm...

Sonra, binayı buldum. Birkaç formaliteden ve birkaç kapıdan geçtikten sonra...

Geldi... Pembeler içinde...

Zeytin gözlü bir kız...

O kadar ufak ki kucağıma aldığımda neredeyse hiç almamış gibi oldum. Yok gibiydi.. Sıfır ağırlık...

S. bebek prematüre doğmuş ve hiç anne sütü emmediği için gelişimi biraz geride kalmış...

Ah işte o an yüreğim güm güm çarpmaya, başımın üstünde yıldızlar yanıp sönmeye, içimden bir şeyler hızla akmaya, midemde kelebekler kanat çırpmaya başladı... Falan...

Demeyeceğim... Hayır öyle bir şey olmadı...

Yolda tutturduğum ağlama S. bebek kucağıma gelince bildiğin zırlamaya dönüştü... Tutamıyorum kendimi...

Hissettiğim tek duygu “merhamet”. Sevgi, sempati, beğeni falan değil sadece merhamet...

Ama böyle okyanuslar dolusu merhamet... İçinde boğulacağım kadar...


Yarım saat kucağımda uslu uslu oturdu... Sonra bebeği geri aldılar. “Yarın gene gelin” dediler.



Yol boyunca ağladım...

Sabaha kadar neden ağladığımı bulmaya çalıştım. Bulamadım.

Sabah erkenden uyandım. Erkenden yola çıktım. Bütün günümü S. bebek ile geçirdim. Bu sefer içeriye yaşadıkları odalara gittim. Mamasını verdim. Altını değiştirdim. Kucağımda gezdirdim. Zaman zaman yine ağladım... (Bu arada Bahçelievler Çocuk Esirgeme Kurumu 0-2 yaş bölümü, benim şimdiye kadar gördüğüm en güzel yuva... Hem binası hem eşyaları hem de bebeklere gösterilen ihtimam, temizlik, düzen çok ama çok başarılı... Çok etkilendim.. İçiniz rahat rahat çocuğunuzu “bırakın” demeyeceğim elbette ama içiniz rahat rahat çocuk “alın” diyebilirim..)

Akşama doğru “hadi siz bebeği bu hafta sonu izinli çıkarın” dedi sonra bir görevli.

Bahçeye çıktım. Derin bir nefes aldım. Ve peki dedim...

Şu an oturma odamda yanı başımda, kırmızı zembili içinde mışıl mışıl uyuyor...

Siz bu yazıyı okurken biz S. bebek ile ilk gecemizi geçirmiş olacağız...

Bir yol bitti artık başka bir yol başladı.

İkimize de hayırlı olsun...

Yazının devamı...

Dünyamı sarsan beş gün

“Dünyayı sarsan on gün” kitabını bilirsiniz... Amerikalı gazeteci John Reed’in 1917 Sovyet Devrimi’ni gün be gün anlattığı, bir zamanlar her solcunun okuduğu/okuması gerektiği kitaptı... Kütüphanesinde “Dünyayı Sarsan On Gün” kitabı olmayan adamdan sayılmazdı... Yazının başlığını oradan aparttım...



S. bebeğin (ki bundan sonra ona “Çilek” diyeceğim zira Özlem ablası ona çilek şeklinde dünyanın ennnn komik tulumunu giydirdi az önce) Çocuk Esirgeme’den evime geldiğinin beşinci günü... Her seferinde nereden geldiğini yazıyorum zira yazılarımı düzenli takip etmeyenler “aa evlenmeden çocuk mu yaptın?” diye soruyorlar bazen, anladım ki her seferinde hatırlatmak lazım... Hoş öyle sansalar ne olur, umurumda değil ama ben burada başka bir şey anlatmak istiyorum, derdim bu...



Çilek bebe geldiğinden beri evim dolup taşıyor. Gelişi tahmin ettiğimden daha hızlı olduğu için hazırlık yapamamıştım... Yatağı matağı hiçbir şeyi yoktu. Bir de açıkçası ne alınır en ufak bir fikrim yoktu...

Ben hayatımda böyle bir şey görmedim! Çocuklarının eskilerini istemek için aradığım herkes ama herkes Çilek bebe için seferber oldu. Olamaz böyle bir şey! Harbiden görülmüş şey değil!

İclal (Aydın) yarım saat içinde onlarca tulum, paketlerce bebek bezi, şampuan, pişik kremi, silme bezi, mama, oyuncak, banyo küveti ve bir yatakla çıka geldi. Yıldıray ve Zeynep (Oğur) biberon sterlize makinesinden diş kaşıma kaşığına, tırnak makasından, biberon yıkama fırçasından sırtına koymalık ince bezine, Neslihan ve Turgay (Oğur) biberon ısıtıcısından diş kaşıma kaşığına, burun aspiratöründen serum fizyolojiğine, oyuncak meleğinden biberonuna, önlüğünden not tutmam için minik bir kırmızı defterine, battaniyesinden emziğine kadar yemin ederim 25 dev torba ile ve hepsi yeni alınmış eşya ile çıkageldiler. İzmir’den Ömer (Durmaz) dayısı kargoyla puset yolluyor. Ankara’dan başka bir Ömer amcası ilk oyuncak ayısını yolladı. Özgür dayısı 4 gündür başında duruyor. Yeşim ablası paket paket bebek bezi ile geliyor...

Demek istediğim bir evimin içinden bir “ırmak” akıyor şu an... Çilek bebeğin açtığı kapaktan bir nehir...

Herkese söylüyorum size de söyleyeyim: Bu çocuğun artık akrabaları sizlersiniz! Ben onu yuvadan aldım ve herkesin “çocuğu”, “yeğeni”, “kuzeni”, “kardeşi” yaptım. Sizler de onun “dayısı”, “amcası”, “halası”, “teyzesi”, “eniştesi”, “yengesi” oldunuz. Ben aslında sadece aracıyım. Çilek bebeyi bu ülke büyütecek...

Yazının devamı...

Başkasının çocuğunu sevebilmek

Şu an, az ötemde “başkasının çocuğu” nefes alıp veriyor...

“Başkasının çocuğu” uykusunda tatlı tatlı mırıldanıyor, “başkasının çocuğu” cok cok parmağını emiyor...

Az sonra “başkasının çocuğu” uyanacak...

“Başkasının çocuğu” kocaman siyah gözlerini açacak.. “başkasının çocuğu” şaşkın şaşkın etrafa bakacak... “başkasının çocuğu” beş dakika kendi kendine fıkfık edecek... sonra “başkasının çocuğu” yaygarayı basacak... Ben “başkasının çocuğu”nu kucağıma alıp “başkasının çocuğu”nu biberonla besleyeceğim ve ben o an “başkasının çocuğu” ile uzun uzun bakışacağım...



Ben “başkasının çocuğu”nu büyütüyorum...

Hiç tanımadığım iki insanın yaptığı bir çocuğu...

İleride neye benzeyecek en küçük bir fikir yürütemiyorum.

Uzun mu olacak kısa mı?

Güçlü mü narin mi?

Zeki mi aptal mı?

Tatlı dilli mi ketum mu?

Saf mı çakal mı?

Dişler inci gibi mi olacak bakla gibi mi?

Saçları dalgalı mı olacak yoksa sopa gibi mi?

Burnu kanca mı olacak hokka mı?

Hayatı epilasyonla mı geçecek yoksa benim gibi rahat mı?

Hiç ama hiçbir fikir yürütemiyorum.

Elimde kaşık kadar mevcut yüzü, ince bacakları ve minicik zarif elleri dışında hiçbir veri yok.

Tam bir sürpriz yumurta!



İki gündür, insanlar neden ille kendi çocuklarını yapmak ister onu düşünüyorum.

“Başkasının çocuğu” daha mı aptal olur?

“Başkasının çocuğu” daha mı kötü olur?

“Başkasının çocuğu” daha mı çirkin, pis, hain, vefasız olur?

“Başkasının çocuğu”nun kakası daha mı kötü kokar?

“Başkasının çocuğu”nun sabah gülücükleri daha az mutlu edici olur?

O başka türlü mü nefes alıp verir?



İnsanlar “kaşı bana, burnu anasına, kıçı halasına” benzedi demeyi seviyor galiba.

Üstelik kimse Brad Pitt - Angelina Jolie olmadığı halde... Kanca burunlarını, mercimek gözlerini, çarpık bacaklarını, yeteneksizliklerini, mutsuzluklarını aktarmayı seviyor.

Ama galiba en büyük endişe “başkasının çocuğunu sevememek”.. Ki anlaşılır bir kaygı...

Başkasının çocuğunu sevebilmek konusunda bana en iyi dersi Çocuk Esirgeme Kurumundaki “bakıcı anneler” verdi.

Kurumun Bahçelievler’deki kampüsünde, 0-2 yaş bölümünde kaldığım bir gün boyunca “bakıcı annelerin” bebelere nasıl ilgi gösterdiklerini gördüm...

Bakım yüzde yüz Avrupai (en temizinden, en titizinden, en bilimselinden..) ama sevgi ilgi alaka kesinlikle (ve çok şükür!) Alaturka!

“Ben senin o burnunu yerim yerim!” diyor mesela dezenfekte edilmiş eliyle A.’yı banyo ederken...

Veya sterilize edilmiş biberonla tam kilosuna ve yaşına uygun hazırlanmış mamasını tam saatinde verirken “Allahım şunun yakışıklılığına bak!” deyip deyip kucaklıyor mesela...

Banyo sonrası “mis olmuş benim kızım mis!” deyip kocaman kocaman öpüyor veya...

Demek istediğim kendi çocuğunu, kendi yeğenini, kendi kardeşini nasıl sever, nasıl kucaklar, nasıl mıncıklar, nasıl öperse aynı öyle davranıyorlar yurttaki 0-2 yaş arası çocuklara...

Bebişleri aralarında birilerine benzetiyorlar... Bu “Aysun anneye benziyor, bu Didem hemşireye, o bak benim dudaklarımı almış...”

Bunu o kadar da doğal yapıyorlar ki şaşarsınız.. “Kimsesizlerin harbiden kimsesi” olunabiliyor yani..

Ve bunu kadınlar şaşılacak bir hız ve içgüdüyle yapıyorlar...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.