Şampiy10
Magazin
Gündem

Ölümden dönen sadece o polis değilmiş

“O polis ölebilirdi” başlığıyla dün bu köşede yer verdiğim olaya ilişkin

( http://haber.gazetevatan.com/o-polis-olebilirdi/561763/4/yazarlar )

Ankara Emniyet Müdürlüğü’nden şu açıklama geldi:

“14.08.2013 günü saat 02.00 sıralarında, Turan Güneş Bulvarı’nda söz konusu plaka numaralı araç, sürücüsünün alkollü araç kullandığı yönünde 155’e ihbar gelmesi neticesinde, Yıldız Kavşağı yakınında bulunan Trafik Ekibi tarafından durdurulmak istenmiş, ancak araç sürücüsünün ikazlara uymayarak kaçması üzerine yapılan çalışmalarda, söz konusu aracın saat 03.00 sıralarında Ahlatlıbel Mahallesi İncek Yolu(Adalet Akademisi önü)üzerinde tek taraflı orta refüje çarpmak suretiyle kaza yaptığı, aracın sürücüsünün Atatürk Eğitim Araştırma Hastanesine kaldırıldığı, yapılan alkol kontrolünde 3,34 promil alkollü olduğu tespit edilmiş, şahsın tedavisinin ardından ilgili Polis Merkezi Amirliğince Cumhuriyet Savcısının talimatıyla şahıs hakkında TCK 179/3’e göre adli işlem başlatılmış, ayrıca 2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 47/1-a, 47/1-d, 46/2-c maddelerinden Trafik İdari Para Cezası Karar Tutanağı düzenlenmiş, başka bir suçtan aranmadığından dolayı akşam saatlerinde serbest bırakılmıştır.”



Yukarıdaki açıklama gösteriyor ki, Turan Güneş Bulvarı üzerinde yapılan trafik denetleme uygulamasından kaçan otomobilin sürücüsü, polislerden sonra kendi hayatını da hiçe saymış.

Kaçış nedeni alkollü olmasıymış.

Yine açıklamadan anlıyoruz ki, saat 02.00 sularında kontrol noktasından kaçan sürücü, kaza yaptığı 03.00 civarına kadar, yani neredeyse bir saat boyunca polislere yakalanmamayı başarmış.



Son yıllarda yapılan yasal düzenlemeler ile alkollüyken araç kullanmanın cezası çok ağır bir hale geldi.

Sürücüler bu gerçeğin farkında.

Yalnız ortada ilginç bir durum var şimdi.

Elbette tek örnekten yola çıkıp genelleme yapmayacağım ama acaba diyorum, sürücülerdeki bu farkındalık, yeterli bir caydırıcılık seviyesini de beraberinde getiriyor mu?

Yani o her zaman söylenen, “Cezalar ağırlaşırsa caydırıcı olur” prensibi ne derece geçerli?

Alkollü halde direksiyon başında yakalanırsa canının çok yanacağını bilen kişi, çözümü, içip araç kullanmamakta değil de, kontrolden kaçmakta mı buluyor?

Sonuç:

Çıkartılan yasalar, uygulanan cezalar, denetimlerin sıklığı... Bunların hepsi bir yere kadar.

Her şeyin başı ‘insan’ unsuru.

Aslolan ‘biz’iz yani.

Twitter’ın lideri Erdoğan

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Gezi olayları sırasında Twitter ile ilgili değerlendirmelerini biliyorsunuz.

Erdoğan Twitter’a mesafeli dursa da, Twitter’da Erdoğan’a ilgi çok yoğun.

Yaşar Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü Araştırma Görevlisi Cudi Kaan Okmeydan, Türkiye’deki siyasi partilerin sosyal medya kullanımını inceledi, ortaya ilginç sonuçlar çıktı.

Böylece, yeni çağın siyaset yöntemlerinden biri akademik bir çalışmaya konu oldu. Okmeydan’ın yüksek lisans tezi “Siyasi partilerin 2011 genel seçimlerine yönelik sosyal medya kullanımları”.

Akademisyen Okmeydan Türkiye’de Twitter’da takipçisi en çok olan siyasetçinin, 3 milyon 239 bin 322 kişi ile Başbakan Erdoğan olduğunu belirtiyor.

Erdoğan’ın ardından 1 milyon 402 bin 377 kişi ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu geliyor.

(Araştırmanın yayınlandığı tarihteki bu kullanıcı sayıları her gün artıyor.)

Avrupa ve ABD’nin aksine Türkiye’deki siyasi partilerin sosyal medya platformlarında yeteri kadar varlık gösteremediklerinin tespitine yer verilen araştırmada MHP’nin ancak 2011 genel seçimlerinin ardından resmi sosyal medya hesabı açtığı; Meclis dışında kalan Saadet Partisi’nin ise sosyal medya platformunda en çok hesaba sahip parti olduğu kaydediliyor.

KEŞKE...

İmkanımız olsa da hepimiz Selanik’e gelip, Atatürk Evi’ni ziyaret edebilsek.

Yazının devamı...

O polis ölebilirdi!

Dün sabaha karşı...

Saat 02.00’ye yaklaşıyor...

Yıldız Kavşağı’na yaklaşırken, mavi kırmızı ışıklar gözümü almaya başlıyor.

Ankara Çankaya’da, Turan Güneş Bulvarı üzerinde ‘çevirme’ var. Trafik denetimi yani. Alkol kontrolü de yapılıyor.



Yolun üzerinde 7-8 trafik polisi.

3 şeritli yolun, en solundayım. Hemen sağımda, orta şeritte bir başka otomobil var.

Yavaşlıyorum.

Sol şerit, polisin yerleştirdiği fosforlu koni şeklindeki plastik yol işaretleriyle kapatılmış olduğundan sağa geçmem gerekiyor.

Sağ tarafımdaki gri otomobile yol veriyorum. O ilerlesin ki, ardından ben de girebileyim kontrol alanına.



İşte tam o anda, Turan Güneş Bulvarı bir aksiyon filminin setine dönüşüyor adeta.

Sağımdaki gri araç önce yavaşlar gibi oluyor, hemen ardından bir anda hızlanıyor.

Patinaj sesi eşliğinde, sadece birkaç metre ilerisinde duran polisin üzerine doğru basıyor gaza.

İlk polis yana çekilip kendini kurtarıyor. 3- 4 metre ilerideki arkadaşları da sağa sola kaçışıyorlar, zikzaklar çizerek kaçan otomobile doğru “Duuurrrr!” diye bağrışarak.



Kavşaktaki trafik lambalarına yakın noktada son bir polis memuru var; daha önce durdurdukları araçların işlemlerine devam eden. O son anda fark ediyor üzerine doğru süratle gelen tehlikeyi.

Ani bir hamle ile kurtarıyor kendini. Kurtuluyor ama kelimenin tam anlamıyla teğet geçiyor araç memura. Hatta belki değiyor bile. Çünkü can havliyle otomobilin ön camının sol tarafına vuruyor polis yumruğuyla.



Ortalığı birbirine katan gri Renault Clio hızla uzaklaşıyor rampa yukarı.

Hemen telsize sarılıyor ekiptekiler. Aracın plakasını, yaklaşık bir kilometre ilerideki Yıldızevler Karakolu’na bildiriyorlar.

Plakayı ben de not alıyorum.

Bir şişe su ikram ediyorum olayın şokundaki polis memuruna, “Geçmiş olsun” diyerek.



Bu yazıyı yazmadan önce Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün basın bürosunu arayıp plakayı verdim, yer ve saati ile olayı anlattım.

Kontrolden kaçmak için insan hayatını hiçe sayan sürücünün akıbetini sordum.

Alkollü olduğu için mi kaçmıştı acaba.

Ya da belki aranan biri vardı araçta.

Veya doğrudan, bir teröristti; kim bilir?



“Sizi arayıp bilgi vereceğiz” dediler.

Yazıyı tamamladığım akşamüstü saatlerine kadar arayan soran olmadı Ankara Emniyeti’nden.

Hâlâ meraktayım.

KEŞKE...

İnsanlara, sadece hak ettikleri kadar kıymet vermeyi becerebilsek.



Atatürk, evinde bizi bekliyor

Siz bu satırları okurken, biz ‘komşu’ ziyaretindeyiz. Yunanistan’da... Adresimiz, “Apostolou Pavlu Caddesi No: 17 Selanik.”

Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, bu ‘çok özel adres’i yepyeni çehresi ile Türkiye’ye hediye etmek için çıktı Selanik yoluna. Biz de Çelik’in gezisini takip ile görevliyiz.

Apostolou Pavlu Caddesi 17 numarada, ‘Atatürk Evi’ var.

Mustafa Kemal’in doğduğu ev.

Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığı’nın 3 yıl süren çalışması neticesinde Atatürk Evi yenilendi.

Ev, tam 143 yaşında. İnşa tarihi 1870. Mustafa Kemal 1881’de bu evde dünyaya geldi. Binanın ‘Atatürk Evi’ adıyla müze olarak hizmete girişinin üzerinden ise 60 yıl geçti.

60 yıl sonra yapılan bu yenileme ve düzenleme çalışmasıyla Atatürk Evi; üç katlı, çağdaş bir müzeye dönüştürüldü.

Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti Selanik Başkonsolosluğu ile aynı yerleşkenin bir parçası olan evinde hepimizi ziyaretine bekliyor.

Yazının devamı...

Balyoz, 15 ay önceki yazı ve bugün

“Ben, eşim ve 13 yaşındaki kızım şu anda birer Balyoz davası mağduruyuz, tıpkı yüzlerce diğer aile gibi. Eşim X, geçen Haziran ayında, üç satırlık imzasız bir belge nedeniyle tutuklandı. Bahsedilen semineri o anda duyduk kısmından mı dem vursam, yoksa hiç haberinin olmadığı bir yazıdan mı?

Malum suçlama nedeniyle aylardır sıkıntı çekiyoruz.

(...)

Sahtelikleri defalarca bilirkişilerce kanıtlanmış bu dijital veriler, hukuk alanında delil bile sayılamayacakken maalesef mahkeme hüküm vermeye gidiyor. Hem de herkese 15 - 20 yıl.

Avukatların ve sanıkların sunduğu hiçbir rapor ve bilirkişi ya da tanık talepleri dikkate alınmadığı gibi, sırf bu yüzden avukatlarda oluşan tepkilerden ötürü mahkemeyi kilitlemekten yine suçlanan avukatlar ve sanıklar oluyor, avukatlar hakkında suç duyurularında bulunuluyor.

(...)

Savcıların Mart ayında açıkladıkları esasa dair mütalaanın ise geçen Temmuz ayında, henüz soruşturma dahi tamamlanmadan, peşin peşin yazıldığı ve ilk çıktısının Ocak ayında alındığı gibi bilgiler nasıl bir durumda olduğumuzu gözler önüne seriyor. En çok dokunan kısmı ne biliyor musunuz?

Eşim Haziran ayında savcılığa çağrıldığında ve takip eden yaklaşık iki ayda tutuklamalar saldırganca yapıldı ama ne zaman ki Ağustos ayının sonlarına geldik, daha sonraki sorgular hep serbest kalmayla sonuçlandı.

Bu kişilerin savunmalarını yapmalarının ardından duruşmalara bile gelmelerine gerek duyulmadı. Hem de delil (!) bakımından hiçbir fark yokken, yine imzasız iki - üç satırlık yazılar...”



Balyoz davasında yargılanan bir muvazzaf subayın eşinden gelen bu mektuptan alıntı yapıp, peşinden de şöyle yazmışım: “Evet, elbette hepimiz darbelere, darbecilere karşı olmalıyız.

Evet, elbette hesap sorulmalı darbelerin sorumlularından, gerekirse yargılanmalılar.

Ve tabii, yakın geçmişte yasalara aykırı, darbe hazırlığı faaliyetlerinde bulunanlar için de geçerli olmalı bu durum, evet.

Ancak bu hesaplaşma sürecinde birilerinin de çıkıp, ‘bu yargılamanın evrensel hukuk kurallarına uygun ve gerçekten adil olduğu’ konusunda herkesi ikna etmesi gerekmiyor mu?

Bizatihi böyle bir ‘ikna’ gereksiniminin orta yerde duruyor olması bile göz ardı edilemeyecek ciddiyette bir sıkıntının varlığının en somut delili değil midir?”



Bu yazının (

http://haber.gazetevatan.com/Haber/447267/4/Yazarlar

) bu köşede yayınlandığı tarih ne biliyor musunuz? 1 Mayıs 2012! Tam 15 ay önce yani.



O günden bu güne ne değişti?

Davada cezalar açıklandı ve şu günlerde Yargıtay’da temyiz duruşmaları sürüyor.

Pekiyi yukarıdaki ‘sanık eşi mektubu’nda dile getirilen (ama sadece TSK mensupları için geçerli olmayan) çaresizlik ve isyana ilişkin ne değişti?

Ve son soru:

O gün altını çizdiğimiz ‘ihtiyaç’ ile ilgili durum ne?

Yani:

“Balyoz ve benzer diğer büyük davalarda ‘yargılamanın evrensel hukuk kurallarına uygun ve gerçekten adil gerçekleştiği’ne kamuoyunun ikna edilmesi” ihtiyacı ve bu noktadan kaynaklanan ‘sıkıntı’ya dair neler değişti?

KEŞKE...

‘Haber’ ile ‘yorum’ arasındaki farkı, en azından eğitimli kesim idrak edebilse.


Yazının devamı...

‘Açıklama beklemeyin o devirler geride kaldı’

“Orgeneral Özel, önceki dönemlerde gündemdeki konularda TSK adına yapılan açıklamaların, hem Silahlı Kuvvetler’i hem iktidarları yıprattığına, dolayısıyla ülkeye zarar verdiğine inanıyor.” Askeri kaynakların verdiği bilgi işte bu denli net

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) komuta kademesi, mensuplarının yargılandığı davalar konusunda sessiz mi? Genelkurmay Başkanı Necdet Özel ve kurmayları pasif davranıp, başında bulundukları kurumun muvazzaf ya da emekli personelinin haklarını savunmakta yetersiz mi kalıyor?

Eski Genelkurmay Başkanı, emekli Orgeneral İlker Başbuğ’un cezaevinden Hürriyet Gazetesi’ne gönderdiği mektupta kullandığı ifadeler ve ardından dünkü Milliyet’te Fikret Bila’nın kaleme aldığı yazı, yukarıdaki soruları tekrar gündemin ilk sırasına taşıdı ve tartışma alevlendi.

Artık açıklama yok

Ergenekon davasında mahkemenin müebbet hapse mahkum ettiği Eski Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un mektubu ve Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Bila’nın kaleme aldığı yazı sonrası, askeri kaynakların gelinen nokta ile ilgili görüşlerine başvurdum.

Aldığım yanıtlar, TSK’da ‘Necdet Özel dönemi’nin kodlarını da açıkça ortaya koyuyor. Askeri kaynakların verdiği bilgileri şu başlıklar altında toplamak mümkün:

- Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özel, geçmişte gündemdeki tartışmalı konularda TSK adına yapılan açıklamaların, hem Silahlı Kuvvetler’i hem de siyasi iktidarları yıprattığına, dolayısıyla ülkeye zarar verdiğine inanıyor.

- Orgeneral Özel, “ülke gündemindeki tartışmalara Genelkurmay’ın kurum olarak müdahil olup, siyasi polemiklerin içinde yer almasının TSK açısından da, sivil otorite için de prestij ve güven kaybına yol açtığı, sonuç olarak bu durumdan ülkenin zarar gördüğü” yönündeki görüşünü kurmaylarıyla paylaştı ve döneminde bu anlayışa göre hareket edileceğini ifade etti.

- Sonuç olarak Necdet Özel, Silahlı Kuvvetler’i siyasi tartışmaların tarafı haline getiren (ya da en azından bu yönde bir algıya yol açan) gündeme ilişkin açıklama yapma alışkanlığına son verdi. Özel’in göreve geldiği günden beri bu konuda sergilediği hassasiyet bundan sonra da devam edecek. Yani Genelkurmay’dan artık eski dönemlerdeki tarz ve tonda açıklamalar beklemeyin. O devirler geride kaldı. Bu demokrasinin ve demokrasiye olan inancın bir gereğidir.

Pekiyi ya son açıklamalar?

Yukarıdaki anlayışı açıkça seslendiren askeri kaynaklara, “Pekiyi başta geçen haftaki (6 Ağustos 2013 tarihli) olmak üzere, son dönemde yapılan açıklamalar bu söyledikleriniz ile çelişmiyor mu?” diye sordum.

Aldığım yanıt aynen şu oldu:

- O açıklamaların her kelimesi büyük bir özenle ve hukukçular ile de istişare edilerek yazıldı. Son Ergenekon açıklamasının bir benzeri, Balyoz davası konusunda da yapılmıştı. Her iki açıklamada da, bağımsız yargıya müdahale olarak algılacak hiçbir unsur yok. Yapılan sadece TSK’nın temennilerini dile getirmek ve yargılanan mensupları ile ailelerine moral destek vermekten ibarettir.

Aynı kaynaklar 6 Ağustos tarihli, Ergenekon davasında mahkemenin verdiği kararlar üzerine yapılan açıklamanın iki cümlesine özellikle dikkat çekti:

1. “... TSK mensuplarıyla ilgili soruşturma ve kovuşturmalar yakından takip edilmekle birlikte sabır, metanet, soğukkanlılık ve aklıselimle hareket edilerek yanlış anlaşılmalardan daima kaçınılmaktadır.”

2. “... adil yargılanma ilkesi çerçevesinde, söz konusu yargılamanın hakkaniyete uygun, kesin bir hükümle neticeleneceğine inanmaktayız.”

Kaynaklar, 26 Temmuz 2013 tarihinde yapılan Balyoz davası ile ilgili açıklamasından da,

“Sayın Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel, göreve geldiği tarihten itibaren hukukun üstünlüğü ve kanunlara saygıçerçevesinde görevini yerine getirmektedir. Bu itibarla, adil yargılanma hakkını güvence altına alan Anayasa ve Kanun hükümleri uyarınca hareket etmeye özellikle dikkat ve özen göstermektedir” cümesinin altını çizdi.

Aldığım bilgiler arasında dikkat çekici bir nokta da şu:

Genelkurmay, devam eden davalarda görev yapan savcı ve hakimlerin, TSK’nın iç işleyişine ilişkin yeterli bilgiye sahip olmadığını düşünüyor. Son açıklamadaki “yargılamadaki hakkaniyet” vurgusu da işte buradan kaynaklanıyor.

Yaşlar da yanmasın

Komuta kademesi, yargılanan TSK mensuplarından (özellikle de general seviyesinin altındaki rütbelerde bulunan personelin) büyük bölümünün sadece verilen emirler gereği yaptıkları çalışmalar sebebiyle (Ergenekon’un yanı sıra özellikle Balyoz ve 28 Şubat davalarında) hüküm giydikleri görüşünde ve bu konudaki rahatsızlığını yasal platformlarda muhataplarına iletti, iletiyor. Yani Genelkurmay Başkanı; davalarda ‘sap ile samanın ayrılmasını’, ‘kuruların yanında yaşların da yanmamasını’ istiyor. (Ergenekon da geçerli ama Özellikle Balyoz ve 28 Şubat davalarında)

Özel, hep anlattı

Bu düşüncelere sahip olan Özel’in göreve geldiği günden bu yana söz konusu yargılamalara ilişkin uyguladığı yöntemin detaylarına ilişkin aldığım bilgilere gelince...

- Özel ve Genelkurmay 2’nci Başkanı (Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na atanan) Orgeneral Hulusi Akar, TSK’nın devam eden davalara ilişkin görüşlerini, başta MGK ve terörle mücadele gibi güvenlik konusunun ele alındığı platformlarda, Adalet Bakanı ve diğer siyasi muhataplarına defalarca aktardı.

- Özel, haftalık olağan görüşmelerinde Başbakan ve Cumhurbaşkanı’na elinde bulunan bilgileri sundu ve düşüncelerini iletti.

Bu noktada, TSK; Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın başta İlker Başbuğ hakkında söz konusu davalara ilişkin kamuoyuna açıkladıkları görüşlerde, Orgeneral Özel’in verdiği bilgiler ve ilettiği görüşlerin belirleyici etkisi olduğunu düşünüyor.

FİKRET BİLA NELER AKTARDI?

Tahliyelerde payı var

Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fikret Bila, Başbuğ’un sitemi sonrası TSK’nın ve Özel’in nabzını tuttuğu dünkü yazısında, sitemin “üzüntü yarattığını” belirtti. Özel’e yakın askeri ve sivil kaynakların, “Genelkurmay Başkanı’nın kamuoyuna açıklama yapmamış olması, sustuğu anlamına gelmez” görüşünü aktaran Bila, yazısında şunu da aktardı:

İyi ilişki ve bilgilendirme

“Aldığım yanıtları özetlersem, Necdet Paşa açısından yanıtın, “Hiç susmadık ki” olduğunu söyleyebilirim. Aldığım yanıtlardan biri şu oldu: Genelkurmay Başkanı hemen her gün bu konuya mesai ayırmış ve yetkili muhataplarıyla yaptığı resmi ikili görüşmelerde İlker Paşa başta olmak üzere komutanlara yöneltilen suçlamaların kabul edilemez olduğunu, uzun tutukluluğa çare bulunması gerektiğini hep yüksek sesle söylemiştir. Siz sanıyor musunuz ki Cumhurbaşkanı’nın ve Başbakan’ın İlker Paşa’yla ilgili olarak yaptıkları açıklamalarda Özel Paşa’nın iyi ilişkilerinin ve verdiği bilgilerin hiç payı yoktur?

Fikret Bila yazısında, Özel’in sessiz kalmadığına ilişkin bir yanıtın da, Özel’in bizzat Adalet Bakanı Ergin’le görüşmeler yaptığına ilişkin olduğunu aktardı. Bila, şöyle yazdı: “Bu konuda bizzat çalıştığı vurgulandı. Uzun tutukluluk sorununu çözmek amacıyla hazırlanarak, Meclis’e sunulan ve yasalaşan reform paketlerindeki düzenlemelerde, Genelkurmay Başkanlığı’nın görüşleri ve çabalarının katkısının olduğu da söylendi. Keza 28 Şubat davasında gerçekleşen 38 tahliye ile Balyoz davasında ve temyiz aşamasında emir-komuta altındaki, görece düşük rütbeli sanıklar lehine verilen kararlarda, Genelkurmay’ın bilgi, belge ve görüşlerinin hukuki ve yasal dayanak oluşmasına katkı verdiği de yanıt mahiyetindeki değerlendirmeler arasındaydı.”



Hakimler: Vicdanımız rahat

Ergenekon kararına imza atan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin hakimleri, özetle şunları belirtti: “Davayla ilgili konuşanların dediklerine bakınca, kimsenin dosyanın içeriğini bilmediğini görüyoruz. Bizi eleştirenler için, keşke gerekçeli kararımızı bekleseler diyorum. Kişilerin durumlarını hasas terazide tartar gibi tek tek inceleyerek değerlendirdik. Verdiğimiz karar noktasında vicdanen çok rahatız. İsabetli ve çok hukuki, yerinde bir karar verdiğimizi düşünüyoruz.”



Hükümet ve Köşk ne diyor?

Adalet Bakanlığı yetkilileri, Genelkurmay Başkanı’nın bakanlığa herhangi bir ziyarette bulunmadığını ancak yine başta MGK olmak üzere ikilinin bir araya geldiği toplantılarda Özel’in Bakan Sadullah Ergin ile görüşmesinin gayet doğal olduğunu söylüyor.

Başbakanlık kaynakları da aynı şekilde Başbakan ile Genelkurmay Başkanı’nın her konuda olduğu gibi bu mevzuda da görüş alışverişinde bulunmalarının normal olduğunu belirtiyor. Çankaya’dan gelen bilgiler de benzer... Köşk kaynakları sorulara, “Genelkurmay Başkanı’nın MGK toplantıları ve haftalık olağan görüşmelerde birçok konuyu Cumhurbaşkanı Gül’ün dikkatine sunduğu” yanıtını veriyor.

Yazının devamı...

Şu uyuşturucu mevzuu

Ünlülere yönelik uyuşturucu operasyonu var ya gündemde...

Bu kişilerin toplum, özellikle de gençler için ‘rol model’ niteliği taşıdığını söyleyip kişisel olarak artık bu sanatçıların ortaya koyduğu ürünlere itibar etmeyeceğimi söyledim.

Tepkime aldığım karşı tepkiler düşündürücü boyutta.

“Uyuşturucu kullanan kendisine zarar veriyor. Sana ne bundan?” diyen mi istersiniz, “O zaman sigara ve alkol kullananlara da aynı tepkiyi ver” diyen mi?

“Onlar sanatçı kardeşim” diyen mi istersiniz, “Senin çocukların da örnek alacağı insanları doğru seçsin” diyen mi?



Sanırım 7-8 sene önceydi...

Dönemin Ankara Emniyet Müdürü Ercüment Yılmaz ile sohbet ediyorduk.

Söz uyuşturucu ve polisin uyuşturucu ile mücadelesinden açılmıştı.

Ercüment Yılmaz, uyuşturucu tacirlerinin artık ilkokullara bile yöneldiğini söylediğinde irkildiğimi hatırlıyorum.

“Uyuşturucu artık 10-11 yaşındaki çocuklara bile ulaşıyor. Kullanım yaşı buralara kadar indi” dediğinde ürpermiştim.



Dün Twitter üzerinden yaşadığım ‘uyuşturucu diyalogları’ esnasında, karşılıklı tweet’leri takip eden bir arkadaşım mesaj gönderdi.

“Uyuşturucu ile mi savaşıyorsun, uyuşturucu satanlarla mı, kullananlarla mı, kullanan ünlülerle mi, kullanıp yakalanan ünlülerle mi?” diye.

“Çünkü şunu bilmelisin” diye devam etti arkadaşım:

“Alenen torbacılık yaptığını bildiğin insanları bizzat karakola gidip şikâyet ediyorsun, ‘Biliyoruz, takipteyiz’ diyorlar ama icraat yok.”

“Okul önünde, mahalleli olarak adeta devriye geziyorsun, suçüstü yapması için polis çağırıyorsun, ‘Bilgimiz dâhilinde, izliyoruz’ diyorlar, gelen giden olmuyor.”

“Kafenin önünden geçerken koku buram buram dışarı geliyor. Polisler kapı önünde oturup çay içiyor.”

“İşte bu yüzden, üç tane neden meşhur olduğunu bile bilmediğim insanın çarşaf çarşaf, ‘kullanıcı’ diye afişe edilmesi beni hiç ilgilendirmiyor.”

Siz söyleyin ne cevap vermeliyim bu arkadaşıma.



Dün Twitter üzerinden gelen cevapların çok büyük bölümünde, “Nereden biliyorsun ki kullandıklarını?” sorusu vardı.

“İtiraf etmişler kullandıklarını” diyecek oldum; “Satıcı değil sadece içiciyim” diyenler serbest bırakıldığından, “Kurtulmak için ‘Kullanıyorum’ demiş olamazlar mı?” diye soran bile oldu.

“Ne malum müptela oldukları?” diyenlere,

“Gözaltına alınan o ünlülerden birini, daha geçen hafta (yani operasyondan birkaç gün önce) Ayvalık bölgesinde tatil yaptığı otelde üstelik de orta yerde, alenen uyuşturucu tüketirken gören bir arkadaşım var” desem bilmiyorum bir anlamı olur muydu?

Bu arada, gelen cevapların yine birçoğunda, ‘polise ve yargıya güven’ noktasındaki zafiyet göze çarpıyordu. Bunu ayrıca not etmek gerekiyor.



Uyuşturucunun (özellikle de esrarın) büyük şehirlerde (özellikle de bazı iş kollarında) çok yaygın olduğunu bilmeyenimiz yok.

Esrarın tamamen organik bir ‘ot’ olduğu, içinde yüzlerce kimyasal madde bulunan sigaradan daha az zarar verdiği, alışkanlık da yapmadığı şeklindeki propagandanın etkisi var mıdır bilmiyorum ama kullanımının her gün daha da yaygın hâle geldiğini biliyorum, hatta görüyorum.

“10 senedir kullanırım, alışkanlık yaptığını görmedim” diyen bile duydum!

Her gün düzenli içme ihtiyacı duymadığından dem vuranların, “İster misin?” teklifine “Hayır” dediklerini de hiç görmedim.



Uyuşturucu kullanmak elbette kişinin kendi tercihi.

Tanınmış kişilerin yarattığı özendiricilik yani popülaritenin çevre üzerinde yarattığı etki gücü gibi etkenleri yok sayarsak zararı da kullananın kendisine tabii.

İnsanların uyuşturucu kullanma özgürlüğü varsa benim de kullananlara karşı durma hakkım olabilmeli diye düşünüyorum.

Uyuşturucuyu sıradan, zararsız bir keyif enstrümanı gibi gösterenler değil de, benim gibi buna karşı çıkanlar garipseniyorsa bu işte bir terslik yok mu sizce de?

KEŞKE...

Uyuşturucu ve kullananlara karşı sahip olduğumuz tolerans seviyesinin yarısını başka alanlarda da gösterebilsek.

Yazının devamı...

Firari sanıkların adlarını anan yok

Ergenekon davasında, mahkemenin verdiği kararları konuşuyoruz.

Kimi ‘insafsız’ buluyor cezaları, kimine göre ‘az bile’.

Şahsi görüşlerin gelip takıldığı engel, “Bağımsız yargının verdiği kararlara saygı duymak zorundayız” cümlesi.

Gerçi daha Yargıtay’da temyiz süreci var ama...



Bugün itibariyle ortada iki somut gerçek var.

1) Hüküm giyen ve cezaevinde kalan sanıklar bir bayramı daha ailelerinden, sevdiklerinden ayrı geçirecek. Onlar demir parmaklıklar ve dört duvarın arasında, yakınları ise dışarıda aynı acıyı yaşamaya devam edecek.

2) Ergenekon davasının firari sanıkları ile ilgili nedense pek konuşan yok. Davanın, haklarında yakalama kararı bulunan firardaki sanıkları Emekli Tümgeneral Mustafa Bakıcı, Yeditepe Üniversitesi kurucusu Bedrettin Dalan, AK Parti eski Milletvekili Turhan Çömez’in dosyaları ayrıldı.

Ayrıldı da...

Bu isimlerin bulundukları ülkelerden alınıp getirilmeleri, yargılanmaları ve nihayet suçlu ya da suçsuz olduklarına karar verilmesi için kim ne yaptı, yapıyor veya yapacak?

Yüzlerce kişi kaçmayı akıllarından bile geçirmeden, üstelik güvenmediklerini söyledikleri adalete kendi ayakları ile teslim olmuşken, kaçıp gidenlerin bu yaptıklarının yanlarına kâr kalması bir tek benim mi içime sinmiyor?

İmkânsız olduğunu bile bile...

- Nokta kadar menfaat için virgül gibi eğilmediğimiz,

- Geriye kalan günlerde karşılıklı birbirimize hoyrat davranıp, birbirimizi kırıp, birbirimize küsüp, sonra da barışmak için bugünü beklemediğimiz,

- Karşımızdakilere tamamen egoistçe, saygısızca, hatta adeta sadistçe davranmadığımız,

- Atasözlerinden sadece kendimize uygun olanları, işimize gelenleri sanki evrensel ve bilimsel geçerliliği olan verilermişçesine seslendirmediğimiz,

- Sonsuz anlayış ve sabır beklediğimiz karşımızdakilerden anlayış ve sabrın zerresini esirgemediğimiz,

- Sadece kendi çocuklarımızın geleceğini düşünmediğimiz,

- Dünyanın tek merkezi olmadığımızın farkına vardığımız,

- Verdiğimiz sözleri tutamadığımızda rahatsız olduğumuz,

- Bize dokunmayan yılanların değil bin, bir yıl yaşamasını bile dert ettiğimiz,

- Başka yerlere düşen ateşler ile de yandığımız,

- Tanımadığımız kişilere “Sen” değil, “Siz” diye hitap etmenin, medeniyetin asgari gereklerinden biri olduğunu idrak ettiğimiz,

- Trafikte geçiş üstünlüğünün bazen karşımızdakilere de ait olabileceğini düşünebildiğimiz,

- Sahip olduklarımızın kıymetini, onları kaybetmeden önce de bildiğimiz,

- Karşıdan beklediğimiz iyi niyetin aslında ‘karşılıklı’ var olması gerektiğini unutmadığımız,

- Dürüstlük, sadakat ve vefa kavramlarının alkışlanması gereken, sıra dışı, özel hasletler olmadığını görebildiğimiz,

- İnsanlara hak ettiklerinden fazla değer vermenin çok da gerekli olmadığına ikna olduğumuz,

- Hedefi sadece hesap sormak ya da intikam almak olanların yaşadıklarına “hayat” demenin pek anlamlı olmadığını anladığımız,

- Sadece maruz kaldığımız kötülükleri değil, muhatap olduğumuz iyilikleri de unutmadan yaşamanın çok daha hakkaniyetli olduğunu bildiğimiz,

- Damdan düşmeden de halden anladığımız,

- Önyargılar ve yargısız infazlara uydurduğumuz kılıfların aslında hep dar ya da bol geldiğinin farkına vardığımız bir bayram olsa.



Size de iyi bayramlar.

Yazının devamı...

Hava’da yine tek ‘or’ kalacak

Ankara’da askeri kulislerde konuşulan şu:

Hava Kuvvetleri Komutanlığı görevinden alınıp, Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) üyeliğine atanan Orgeneral Mehmet Erten birkaç hafta içinde emekliliğini isteyecek.

Bu gelişmeyi bir ‘tahmin’ ya da ‘söylenti’ olmaktan öteye taşıyacak bir bilgi var elimde.

Emekli bir orgeneralin yakın çevresine anlattığına göre Erten, bu hafta sonu Ankara’da emekli kuvvet komutanlarının da ikamet ettiği lojmanlarda daire bakmaya gitmiş.

Bu durum tek başına emeklilik habercisi sayılmaz elbette çünkü görevinden ayrılan Erten Hava Kuvvetleri komutanlık lojmanını zaten boşaltmak durumunda.

Ama ‘söylenti’yi ‘bilgi’ye çeviren, lojman ziyaretinin ötesinde, Mehmet Erten’in müstakbel komşularına, bu ay içinde emekliliğini isteyeceğini söylediğine dair konuşulanlar.



Orgeneral Mehmet Erten, iki yıl önce beklenmeyen bir dizi gelişme ve istifanın ardından Hava Kuvvetleri Komutanı olmuştu.

Orgeneral rütbesine yükseldiği ilk yıl, doğrudan kuvvet komutanlığına getirilen Erten, bu görevde iki yılını tamamladı ve son YAŞ toplantısında alınan kararla yerine Orgeneralliğe terfi eden Akın Öztürk atandı.

Mehmet Erten 2 yıllık kuvvet komutanlığı görevini tamamladı ve bu görevden alındı ama emekliye sevk edilmedi çünkü generalliğin her rütbesinde görev süresi 4 yıl.

1948 doğumlu olan Mehmet Erten için ise bu sürenin ancak 3 yılı geçerli. Erten 65 yaşını doldurduğunda, yani orgeneralliğinin 3’üncü senesinde üniformasına veda etmek zorunda.

Bu da Erten’in en fazla bir yıl daha görevde kalabileceği anlamına geliyor. Erten 2014 ağustosunda yaş haddinden emekli olmak durumunda.



İstemesi durumunda bir yıl daha 4 yıldızlı lacivert üniformayı giymesi mümkün olan Mehmet Erten’in bunu tercih etmemesinin nedeni, kuvvet komutanlığından alınıp YAŞ üyesi olarak görevlendirilmesinin, kibarca verilen bir “Emekli ol” mesajı taşıması.

Komuta kademesi ve hükümet eğer Erten’den bir yıl daha istifade etmeyi düşünseydi, ataması (yine bir havacı orgeneral olan) Bilgin Balanlı’nın tutuklanmadan önce görev yaptığı ve hâlen boş bulunan Genelkurmay 2’nci Başkan Yardımcılığı’na yapılabilirdi.

Oysa Mehmet Erten için uygun görülen (sadece) YAŞ üyelerinin herhangi bir karargâhta bir makam odası dahi bulunmuyor. Yani tamamen atıl bir görev.

Erten’in işte bu sebeple yaklaşık iki hafta sonra (görevi yeni komutana devretmesinin ardından) emekliliğini isteyeceği konuşuluyor.

Böylece Hava Kuvvetleri’ndeki orgeneral sayısı yeniden bire inecek.



Bu arada kulislerde, kendisinden kıdem olarak düşük olan Akın Öztürk’ün orgeneralliğe terfien Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na getirilmesi üzerine, bu yıl görev süresi uzatılan Korgeneral Abidin Ünal’ın da istifasını verip emekliliğini istemesinin şaşırtıcı olmayacağı konuşuluyor.

Yazının devamı...

Hani otobüs durağı bile halka sorulacaktı?

“Bölgeyle ilgili iki seneden beri yapmakta olduğumuz bir çalışma vardı. 500 bin metre karelik Çırpıcı Çayırı‘nın arkasından Veliefendi Hipodromu da tescillenip yapı yapılamaz hâle geldiğinde, bölge bir milyon metre kare kadar alana kavuşmuş olacak. Burada Central Park ve diğer Avrupa merkezlerinde gördüğümüz gibi önemli bir park inşa edeceğiz. Sayın Başbakanımız ile görüşüp desteğini aldım. Central Park’tan daha büyük bir park yapıyoruz. Birkaç ay içinde kamulaştırmayı tamamlarız.”

Açıklama İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’tan geldi.

Ardından Başbakan Erdoğan projenin ‘Central Park’ şeklinde adlandırılmasına tepki gösterdi, Topbaş da ertesi gün Erdoğan’ın işaret ettiği isimle yani ‘Şehir Parkı’ olarak anmaya başladı çalışmayı.



İstanbul’a böyle bir park kazandırılmasına kimsenin “Hayır” diyeceğini sanmıyorum.

Kişisel olarak Veliefendi Hipodromu’nu kaybetmek içime sinmez. Üzülürüm. Ancak yapılacak olan, Manhattan’daki Central Park’ın bir benzeri olacaksa; içime sinmese de, üzülsem de Hipodrom’un kent merkezlerinin dışında bir alana taşınmasına itiraz edemem doğrusu.

Fakat aklıma takılan bir nokta var...

“Düğmeye bastık, yapıyoruz” diyen, hatta “İlk kamulaştırmayı gelecek hafta içinde gerçekleştiriyoruz” diyen Başkan Kadir Topbaş’ın 20 Haziran 2013 günü yaptığı bir açıklama vardı hatırlıyor musunuz?

Aynen şöyleydi o açıklama:

“(...) Bütün projeler halkla paylaşılacak, halka anlatılacak ve görüşleri alınacak. Artık bir otobüs durağının yeri değişse bile halka sorulacak (...)”

Zeytinburnu’nda çok güzel, doğru ve yerinde bir adım atıyorsunuz ama “Artık bir otobüs durağının yeri değişse bile halka sorulacak” açıklamanızı daha 40’ı bile çıkmadan unutmanıza ne demeliyiz Sayın Başkan?



Yanlış anlaşılmasın...

Bütün bunları yazarken, Başkan Topbaş’ın Şehir Parkı projesini neden halka sormadan başlattığını sorgulamıyorum.

Çünkü doğrusu bu.

Yanlış olan, “bir otobüs durağının yeri konusunda bile halkın görüşüne başvurulması” anlayışıydı.

Yanlış olan, uygulanabilir olmadığını bile bile öyle bir açıklama yapmaktı.

Koskoca İstanbul’da, (sembolik anlamı olan bazı konularda belki ama) belediye atacağı her adımı, yapacağı her işi vatandaşa sorabilir mi? Mümkün mü bu? Olabilir mi böyle bir şey?

KEŞKE...

Olmayacak dualara “Amin” demesek.


Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.