Şampiy10
Magazin
Gündem

Şu ‘zırh’lıya bir “alo” daha deseniz

Adam, Talimhane’nin göbeğinde, elinde ‘zırh’ ile insanlara saldırdı. Birini yaraladı, birini ‘zırh’ ile tokatlayıp(!), üstüne sırtından tekmeledi.

Savcı tutuklanmasını istedi, hâkim “Gerek yok, tutuksuz yargılanabilir” dedi.

Kamuoyu ve hükümetten gelen tepkiler üzerine savcılık itiraz etti, mahkeme de bu kez “Tamam tutuklansın” dedi.

“Talimhane ‘zırh’lısı” için yakalama kararı çıkartıldı.

Ne gerek var ki?

‘Yakalama’, ‘kaçan’ kişi için söz konusudur. Gözaltına alındığında, polise verdiği ifadede ne diyordu arkadaş?

“(...) evime gidip üzerimi değiştirdim. Polis aradı. ‘Gelmen gerekiyor’ dedi.”

Yani...

Polis arayıp, “Gelmen gerekiyor” deyince geliyor ya...

Davete icabet ettiğine göre yine gelir herhâlde.

Çok zor değil.

Bir “Alo” yeter!

Haydi telefonla bir daha arayıverin arkadaşı da, o da yine kalkıp geliversin!

Not: Ankara Dikmen’de elinde döner bıçağı ile sokağa çıkan ‘delikanlı’ da Ankara Emniyeti’nden bir “Alo” bekliyor olabilir mi acaba?

Karşılıklı güvensizlik esası

“(...) Ankara’da hiçbir şey olmaması ihtimalini de göz ardı etmeden yürüyoruz. Çünkü PKK tecrübeli bir örgüttür. Şunu iyi biliriz: Tarihin her döneminde devletler Kürtleri kandırmıştır. Onun için yeterince tecrübeliyiz. Böyle bir oyuna imkân vermeyecek kadar tecrübeli (...)”

Henüz bir buçuk ay önce (23 Mayıs 2013’te) Kandil Dağı’nda Murat Karayılan, Cemil Bayık ve Sabri Ok ile yaptığı 5 saatlik mülâkatta Karayılan, gazeteci Hasan Cemal’e böyle diyordu.

Bilmem anlatabiliyor muyum?

Bilmem anlayabiliyor musunuz?

Örgüt devlete güvenmiyor.

Tabii devlet de örgüte..

Süreç, PKK ile devlet arasında karşılıklı güven değil, mutlak bir ‘güvensizlik esası’na göre yürüyor.

Sorun da bu zaten.

Şaka mı bu?

KCK yeniden yapılanmış.

Kandil’de revizyon olmuş.

PKK süreç ayarı yapmış.

Vs... Vs...

Murat Karayılan’ın yerine eş başkanlar Cemil Bayık ve Bese Hozat getirilmiş.

Yazılar, yorumlar, analizler...

Şahin, güvercin benzetmeleri...

Bütün dünyada ‘barış’ın sembolü olan ‘güvercin’in, dünyanın tescil ettiği teröristleri tanımlamak için kullanılıyor olması garabeti bir yana;

Bu insanların hepsi “önderliğe (!) kayıtsız şartsız biat ettiklerini” defalarca ilan etmişken...

Öcalan’dan gelen talimatların dışına çıkmadıkları ve çıkmayacakları gün gibi ortadayken...

İsimler değişse de İmralı iradesinin belirleyiciliği değişmeyeceğine göre neyi konuşuyor, neyi yorumluyor, neyi analiz ediyorsunuz anlayabilmiş değilim.

KEŞKE...

Şu Ankara’nın gündemi, bir yaz mevsiminde de havadan daha sıcak olmasa.

Yazının devamı...

PKK çekiliyor mu güçleniyor mu?

Başlıktaki soruyu sormak şart oldu çünkü; Son dönemde Ankara’ya gelen haberler, PKK’nın özellikle bazı bölgelerde değil çekilmek, ‘kış hazırlığı’ yapmaya başladığı yönünde.



“PKK gerçekten çekiliyor mu?” diye sormak şart oldu çünkü;

Son dönemde Ankara’ya, örgütün dağlardan indirip sınır dışına gönderdiklerinin, sadece yaşlanmış, yıpranmış, hasta vb mensupları olduğu bilgileri

geliyor.



PKK’nın gerçekten silah bırakma ile sonuçlanacak ‘samimi’ bir süreçte olup olmadığını sor(gula)mak şart oldu çünkü;

Bölgeden gelen istihbari duyumlar, çekilme süreci ile birlikte son dönemde örgüte katılımlarda ciddi bir artış yaşandığı na işaret ediyor.

Kış hazırlığı

Örgütün bir yandan ‘çekiliyor’ görüntüsü verirken, diğer taraftan kritik bölgelerde kurulu düzenini koruduğu ve her yıl bu dönemlerde olduğu gibi, ‘kış hazırlığı’na başladığı yönünde yerel istihbarat bilgileri var.

Bu hazırlığın yoğun şekilde yapıldığı bölgeler şöyle: Şırnak kırsalında, özellikle de Gabar, Cudi ve Kato dağları ile örgütün yıllardır yoğun şekilde üslendiği Besta Dereler bölgesi. Hakkari kırsalında, özellikle de sınıra yakın, Çukurca ve Şemdinli kırsalı.

PKK, başta bu bölgeler olmak üzere yıllardır varlığını sürdürdüğü birçok kesimde kış aylarına yönelik lojistik hazırlık çalışmalarını sürdürüyor.

Bu faaliyet, örgütün en azından bu kışı da dağlarda , bilinen bölgelerde geçirmeye hazırlandığı anlamına geliyor.

Dağdan inenler kimler?

Ellerinde silahları, sırtlarında çantalarıyla dağlardan inen ve sınır dışına çıkan PKK’lılara gelince...

Birincisi, ‘çekilen’ örgüt üyesi sayısı öngörülen ya da beklenenin çok altında. (Bu noktada, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın önceki hafta, Âkil İnsanlar Heyeti ile yaptığı toplantıda, “Henüz yüzde 15’i gitti” dediğini hatırlatmakta fayda var.)

İkincisi ve belki daha önemlisi ise istihbarat birimlerinin elindeki bilgilere göre mevzilerinden çıkıp gidenlerin çok büyük bölümü, yaşlı, yıpranmış ya da hasta olan militanlar.

Bir başka deyişle, zaten artık işe yaramayan, örgüte adeta yüke dönüşmüş olanlar.

Yani PKK bu vesile ile vakti gelen mensuplarını bir anlamda emekliye sevk ediyor.

Katılım neden artıyor?

Örgüt yaşlı ve hasta üyelerinin yarattığı yükten kurtulurken, bir yandan da yeni katılımlar la insan gücünü takviye ediyor.

Yani PKK aslında gençleşiyor, tazeleniyor. Bölgede, ‘çekilme süreci tamamlandığında, devletin dağdan inenlere iş imkânı yaratmak gibi birçok avantaj sağlayacağı’ görüşü hakim. Bu beklentinin, son dönemde PKK’ya katılımları artırdığı bilgisi de istihbarat raporlarında yer alıyor.

Birçok gencin, “Örgüte katılalım, birkaç ay sonra dağdan iner ve bu işten kazançlı çıkarız” şeklinde özetlenebilecek bir düşünceyle hareket ettiğinden söz etmek mümkün.

Bölge halkında var olan bu düşünceyi örgütün de bir propaganda malzemesi olarak kullanmasıyla birlikte, dağa çıkanların sayısında son haftalarda kayda değer bir artış gözlendiği belirtiliyor.



Şimdi...

Kamuoyu önünde “Barış istiyorum” diyen, “Çekiliyorum” diyen bir örgüt, geri planda yukarıda aktardığım hazırlık ve çalışmalar ı yürütüyorsa... Aynı örgüt (ve siyasi uzantısı olarak işlev gören BDP) “Biz üzerimize düşeni yaptık, birinci aşama bitti. Şimdi ikinci aşamaya geçilmeli ve hükümet (devlet) üzerine düşeni yapmalı” dediğinde, buna kimin ve nasıl inanmasını bekliyor olabilir acaba?

Yazının devamı...

Zırh talimhanesi!

“İş yerime saldırı olunca ben de müdahale etmek için dışarı çıktım. Göstericiler 2 aydır bizi iş yapamaz hâle getirmişlerdi. Saldıranlar arasında bayanlar da vardı. Küfür de ediyorlardı. Bayanlardan biri bana saldırıp beni yaraladı. Ben de onu engellemek için zırhın (pala) ortası ile tokat atar gibi vurdum. Onun dışında hiç kimseye vurmadım. Bu sırada da çevik kuvvet geldi, ‘İçeri geçin’ dedi. Biz de iş yerimize girdik. Polise direnmedik. Zaten polisle aramızda herhangi bir sorun yaşanmadı. Daha sonra evime gidip üzerimi değiştirdim. Polis aradı. ‘Gelmen gerekiyor’ dedi.”

Bu sözler, Talimhane’de elinde ‘zırh’ ile göstericilere saldıran Sabri Çelebi’nin polise verdiği ifadeden... Kamuoyunda kullanılan yaygın ifade ile ‘palalı’ saldırganın.



Yukarıdaki ifadeyi veren Çelebi, arkadaşlarıyla birlikte, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

Olayın görüntüleri ortada.

Zanlı, bir kadına, önce elindeki ‘zırh’ ile vuruyor, ardından da aynı kadının sırtına tekme atıyor. Sonra da zırhı gelişi güzel sallayarak etrafta koşuşturuyor.



Yanıt bekleyen birkaç soru var herkesin aklında:

1) İfadesinde “Bayanlardan biri bana saldırıp beni yaraladı” diyen bu kişinin nasıl bir yarası var? Yaralanan insan evine gidip üzerini mi değiştirir yoksa yarasını mı tedavi eder ya da ettirir?

2) Sabri Çelebi, elinde zırh ile insan kovalarken polis geliyor ve “İçeri geçin” diyor. Onlar da iş yerlerine giriyorlar.

Sokakta, elinde koskoca kesici bir alet ile sağa sola koşturan birini gören polisin sergilemesi gereken tavır bu mudur?

3) Çelebi evine gidip üzerini değiştirdiğini, bu arada polisin arayıp “Gelmen gerekiyor” dediğini söylüyor.

Polis gözaltına alacağı herkesi evinden ya da cebinden arayıp davet mi ediyor? Rutin uygulama bu mudur? Yoksa, şafak operasyonları ile evlerinden alınan onlarca, yüzlerce kişinin de telefon ile davet almak için birer ‘zırh’ edinmeleri mi gerekiyor?

4) Savcı söz konusu kişiyi tutuklanması talebiyle mahkemeye sevk ediyor, mahkeme ise tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıyor.

Bu kararı veren hâkim hakkında ne düşünmeliyiz? O zırhın (pala) ve o tekmenin hedefindeki kişi kendi evladı olsa ve bir meslektaşı bu kararı verse, o hâkim ne hisseder, ne düşünürdü mesela?



Kendine münferitler

Eylemci, polise molotofkokteyli atıyor; eylemi destekleyenler “münferit” diyor.

Polis eylemciyi kasten ve doğrudan hedef alarak çekiyor gaz bombası atan tüfeğin tetiğini; eyleme karşı olanlar “münferit” diyor.



Eylemci Başbakan Erdoğan’a galiz küfürler ediyor; hükümet karşıtları “münferit” diyor.

Polis, elindeki gaz bombası tüfeğini havaya kaldırıp eylemcilere ana avrat sövüyor; hükümetin ve devletin yanında duranlar “münferit” diyor.



Olaylar, örnekler değişiyor; her iki tarafın da bu ‘kendine münferit’ tutumu değişmiyor.

Peki bu tek taraflı bakış açılarımızla, bu çifte standartlarımızla uzlaşmamız, çözüme ulaşmamız mümkün mü?

KEŞKE...

Üzen olmak yerine üzülen olmayı göze alanları en azından fark edebilsek.

Yazının devamı...

Sabiha Gökçen tamam da...

BDP’li Altan Tan, İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı’nın isminin değiştirilmesini istiyor.

Tan -özetle- Sabiha Gökçen’in, 1938 Dersim isyanının bastırılması sürecinde öldürülen insanların katillerinden biri olduğu savıyla karşı çıkıyor havaalanının ismine.

BDP’li Tan -belki daha geçenlerde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yaptığı açıklamanın da verdiği güvenle- “Havaalanının adı Hacı Bektaş-ı Veli olsun” diyor.

Ve bu öneriyi getirirken,

“Alevi vatandaşlarımız, İstanbul Boğazı’na yapılacak üçüncü köprüye ‘Yavuz Sultan Selim’ adının verilmesine tepki gösterirken, daha yeni katliamları gözardı ediyorlar” şeklinde bir de eleştirisi var Altan Tan’ın.



Peki...

Diyelim ki, baktığı pencereden gayet makul bir talep ve tutarlı bir bakış açısı Tan’ınki.

O zaman...

Bir başkası da çıkıp:

“Madem, ‘daha yeni katliamları gözardı etmemek’ gerekiyor, o zaman 1938’e kadar da geri gitmeden önce, şu son 30 yıla bir bakalım...

Kimi BDP’li belediyelerin il veya ilçelerindeki bazı sokak ya da parklara, PKK’lı teröristler ve örgüt kamplarından bazılarının isimlerini vermesi de, toplumun başka kesimlerini rahatsız/rencide ediyor.

Buralara verilen isimler de, Kürt vatandaşlarımız için kıymetli -ama teröre bulaşmamış- aydın ya da sanatçıların adlarıyla değiştirilsin” dese mesela?

Bu itiraz ve öneri de Tan’ınki gibi ‘kendi baktığı pencereden makul ve tutarlı’ görülür mü?

Şimdi hemen, “İyi de, biri devletin verdiği isim, diğeri bir belediyenin” diyenler olacak.

‘Devlet’ dediğiniz -sonuç olarak- seçilmişler ve seçilmişlerin tercihi olan atanmışlar eliyle işleyen bir mekanizmanın adı değil mi?

Yani aynı ‘belediye’ gibi.

İnandırıcı bulamıyorum

- 1998’in kasım ayı başında RTÜK’ü protesto maksadıyla öğlen “Başladım” dediği açlık grevini, ikindi kahvaltısı saatinde bitirerek yani sadece bir öğün bile aç kalmayarak, “dünyanın en kısa açlık grevi yapan insanı” olarak tarihe geçen Levent Kırca’yı;

- Üç gün önce yayınlanan yazısının, -başta “Polis beni dövdü” başlıklı kısmı olmak üzere- neredeyse tümü ile küfür, hakaret ve nefret alanlarında kariyer rekoru kıran Yeni Akit’in akil Genel Yayın Müdürü Hasan Karakaya’yı;

- Başbakan Tayyip Erdoğan’ı, ‘herkesin başbakanı’ olmamakla itham ederken kendisi sürekli ve sadece etnik köken ile mezhep temelli siyaset yapan CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ü;

- Twitter’ı bir sosyal paylaşım ya da iletişim ortamı değil, bir tartışma, hatta kavga aracı olarak kullanan ve bu mecraya neredeyse asli görevi olan belediye başkanlığından daha fazla mesai vermeye başlayan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’i; ne yaparlarsa yapsınlar, ne söylerlerse söylesinler samimi ve inandırıcı bulamıyorum.

KEŞKE...

Muradına eremeyen sabreden dervişler, birleşip bir kulüp ya da dernek kursa.

Yazının devamı...

Asıl ‘biz’ hangisiyiz?

Zaman değişiyor, gündem maddeleri değişiyor, ülkeyi yönetenler değişiyor ama sıkıntılı her dönemde tespitler, teşhisler hep aynı.

Böyle olunca da insan ister istemez düşünüyor;

Ne kadar kolay yönlendiriliyoruz güç odakları tarafından diye.

Ne kadar çabuk kullanılıyoruz yabancı güçlerce.

Ne kadar basit, alet olmamız karanlık güçlerin gizli emellerine.

Ne kadar hızlı etkileniyoruz bizi amaçları doğrultusunda dezenforme ve manipüle edenlerden.

Ne kadar sorgusuz sualsiz giriveriyoruz provokatörlerin dümen suyuna.

Ne kadar kolay geliyoruz iç ya da dış güçlerin oyunlarına.

center>***

Peki ama...

Ben mi yanlış biliyorum? Bize yanlış mı öğretildi bunca yıldır?

Müthiş, hatta eşsiz bir sağduyuya sahip olan.

Sandıkta hep en doğru tercihleri yapan ve her partiye hak ettiği oy ile birlikte mesaj da veren.

Kayıtsız şartsız egemenliğin sahibi olan.

Sarsılmaz iradesi, çalışkanlığı, gücü, imanı, yardımseverliği, dürüstlüğü, misafirperverliği, kadirşinaslığı, aklı, zekâsı ve bunlar gibi daha sayısız üstün özellik ile meziyeti bünyesinde barındıran da aynı ‘biz’ değil miyiz?



Bu nasıl oluyor, biri bana anlatır mı lütfen?

Ama bilin ki, “E canım ne var bunda? Öyle olanımız da var, böyle olanımız da” türünden basmakalıp cümlelerden daha yaratıcı, daha gerçekçi, daha inandırıcı ve daha ikna edici cevaplar bekliyorum.

BİR KÖŞE YAZISI: “Sokakta öpüşmeyen tecavüzcüler”

Murat Menteş’in önceki gün Yeni Şafak’ta kaleme aldığı yazının başlığı buydu.

(http://yenisafak.com.tr/yazarlar/Murat_Mentes/sokakta-opusmeyen-tecavuzculer/38408)

Menteş, Güney Afrikalı romancı dostu Verenia Keets ile yaptığı çarpıcı bir sohbeti aktarmış.

Bence en can alıcı olan kısmını paylaşmak istedim. Okuyun ve üzerinde biraz düşünün diye...

“(...)

- Murat, 80’den fazla ülkede bulundum. Ve dindarlar dünyanın her yerinde cinselliğin sıradan tezahürlerine sert itirazlar yöneltiyorlar. Fakat cinsel şiddet içeren olaylar karşısında susuyorlar. Neden sence?

- Bilmiyorum, Verenia. Her şeyi bilemem.

- Sanırım, hazzı günah saymanın doğurduğu baskıdan kaynaklanan korkunç sonuçların sorumluluğundan kaçıyorlar.

- Tam anlamadım?

- İki kişinin sokakta küçücük bir veda öpücüğü vermesi tepki toplamıyor mu?

- Immm, evet?

- Fakat yetim yurdundaki çocuklara veya savunmasız genç kızlara tecavüz edilince kimse kılını kıpırdatmıyor. Haksız mıyım?

- Haklısın. Şimdi sen böyle söyleyince, kulağa hakikaten çok berbat geliyor. Sözlerin, toplumsal stratejinin tecavüzlere geçit veren bir iğrençlik içerdiğini düşündürüyor. (...)”

Okuyun ve üzerinde biraz düşünün lütfen.

Biraz.

KEŞKE...

Lafa gelince sürekli, “Derdimiz bağcıyı dövmek değil üzüm yemek olmalı” diyenler, her fırsatta sadece bağcıların peşinde koşmaktan artık yorulsa.

Yazının devamı...

Utancın 20’nci yıldönümü

Tam 20 yıl geçti üzerinden Sivas Madımak Oteli katliamının. Alevler hâlâ sıcak.

2 Temmuz 1993... Bir cuma günü...

Sivas, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne ev sahipliği yapıyor.

Detayları biliyorsunuz ama o günün izi hiç silinmesin diye tekrar yazıyorum. Hiç silinmesin ki, benzerleri bir daha hiç yaşanmasın diye ülkemde...

Madımak Oteli’nin önünde toplanan büyük kalabalık oteli ateşe verdi. İçeride insanlar varken. İçeride insanların var olduğunu bile bile.

Yani aslında otel değildi ateşe verdikleri.

Çoğu kentteki şenliklerin davetlisi 33 yazar, düşünür ve ozan. Hemen hepsi Alevi.

2 otel çalışanı ile göstericilerden de 2 kişi öldü o akşam Sivas’ta...

Toplam 37 can...

Göz göre göre.

Cinsiyet, ırk, din ya da mezhebin ne önemi olabilir ki?

İnsanlar, başka insanları diri diri yaktı işte. Daha ötesi var mı?

Ne adına olduğunu da biliyoruz maalesef.

Tam 20 yıl geçti üzerinden bu vahşetin.

Dava sürecini gördük. Sonrasında yaşananları da.

Ve şimdi 20 yıl sonra bugün...

20 yıl önce o gün Sivas’ta gereken tedbirleri almayan kolluk kuvvetleri, başta Ankara Dikmen olmak üzere yurdun birçok yerinde, ‘Sivas katliamının yıldönümü sebebiyle yapılması muhtemel gösteriler’e karşı önlem alıyor.

8383’ten tatil mesajları

8383, Milli Eğitim Bakanlığı’nın Mobil Bilgi Servisi.

Eğitim öğretim yılı boyunca, velisi olduğunuz öğrencinin ders notlarını ve okula devamsızlık durumunu, cep telefonunuza kısa mesaj olarak gönderiyor bakanlık.

Gayet faydalı bir uygulama...

Okullar kapandı ama 8383’ten mesajlar gelmeye devam ediyor.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın tatil döneminde gönderdiği mesajlar, yıl boyunca gelenlerden daha da faydalı bence.

İşte Bakanlığın velilere SMS ile gönderdiği tavsiyelerden bazıları:

- Çocuğunuzun ilgi ve odaklarını yönlendirmeyin. Elektronik eşyalardan, bilimden, legolardan keyif alıyor ve onları ilginç buluyorsa, bırakın boş zamanını onlarla değerlendirsin. Bu tip ilgi alanları meslek seçimini etkileyebilir.

- Çocuğunuza, suçluluk duygusuna kapılmadan hata yapabilme olanağı tanıyın. En önemli şeyin bir işi başarmak için çaba sarf etmek olduğunu, başarının zamanla kazanılabileceğini açıklayın. Yeri geldiğinde kendi hatalarınızı anlatmaktan ve örnek vermekten kaçınmayın. Herkesin hata yapabileceğini, hatayı düzeltmenin daha önemli olduğunu benimsetin.

- Pasif - agresif durum geliştiren insanlar, tepkilerini sözle değil davranışlarıyla gösterirler. Çocuğunuz size, “Tamam yapacağım” dediği hâlde, o iş bir türlü yapılmaz. Çocuğunuz böyle bir tutum içerisindeyse, “Yap” veya “Yapma” gibi emir ifadeleri kullanmayın. “Seni kızgın görüyorum, sebebini konuşalım” gibi açık iletişim kurup duygu ve düşüncelerini ifade etmesini sağlayın. Kızgınlığın sebebi ne olursa olsun ona kızmayacağınızı söyleyin ve kızmayın.

- Çocuklar büyüdükçe, problemlerinden kaçmak için kendilerini rahatlatacak alışkanlıklar edinirler. Yemek yemek bunların başında gelir. Aç olmasa da karbonhidrat ağırlıklı gıdalara yönelen çocuğunuz ile dertleşmeniz onu yemekten alıkoyabilir.

- Çocuğunuzdan bir şey isteyeceğiniz zaman, “Getiremezsin zaten ama...” veya “Şimdi sen sözümü dinlemezsin ama...” gibi olumsuz cümleler kurmayın. Yapacağı varsa da yapmayacaktır.

Farkındayım, mesajların üslup ve tonlamasında biraz ‘çok bilmişlik’ var ama işin o boyutuna takılmayın derim.

Bir veli olarak, Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu tür mesajlarını almaktan memnunum.

Uyguladığımda görüyorum ki, çocuklar da bu yaklaşımlar ile muhatap olmaktan öyle.

KEŞKE...

Sahip olduklarımızın kıymetini, onları kaybetmeden de bilebilsek.

Yazının devamı...

Cizre’deki yaramaz yumurcaklar!

“Birkaç gün önce Cizre’de olduğu iddia edilen bir grup genç tarafından askeri tören görüntüsü verilerek bir asayişin kurulmuş olduğu belirtilmiştir. Hem bu töreni gerçekleştirenlerin çizdikleri görüntüyle, hem de Türk basını tarafından olayın yansıtılış biçimi hareketimizin şehirlerde farklı bir oluşuma gittiği yönünde belirlemeler yapılmış ve bazı siyasi çevreler de buna dayanarak yorumlar yapmışlardır.

Kesinlikle hareketimizin bu türden herhangi bir yeni oluşumu geliştirme gibi bir kararı ve planlaması yoktur. Görüntüsü verdirilen tören ve orada sergilenen pratikle ilgili herhangi bir bilgimiz ve herhangi bir kararımız söz konusu değildir. Belli ki yerel, herhangi bir gençlik biriminin uyguladığı bir pratik olmaktadır. Çok çeşitli çevreler bu olayı abartarak sürece karşı yapılmış bir sabote girişimi gibi değerlendirmektedir. Ancak bu olay, herhangi bir örgüt kararı sonucu gelişen bir olay olmadığı gibi, sabote etmeye dönük bilinçli tasarlanmış bir olay olduğunu da sanmıyoruz. Daha çok bir grup gencin doğru ve yerinde olmayan çocukça bir davranışı olduğu görülmektedir. Bu olaydan hareketle yapılan abartılı, başka yöne çekmeye çalışan değerlendirme biçimleri doğru değildir.”



Yukarıdaki açıklama KCK’dan geldi.

KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı (gerçi resmi ve kabul edilebilir bir kurummuş gibi böyle yazmak bir türlü içime sinmiyor ama artık maalesef kabullendik hep birlikte) Cizre’de sahnelenen (yaşandığı iddia edilen) görüntüler hakkında, “Bir grup gencin doğru ve yerinde olmayan çocukça bir davranışı” diyor.

Yani?..

Ne yapılacak o zaman?

Kulaklarını çekip, “Çocuklar bir daha yapmayın yoksa sizi bir daha burada oynatmayız” mı diyeceğiz?

Yoksa,

“Sizin yumurcaklar yaramazlık yaptı” diye velilerine mi şikâyet edeceğiz?



Bu ülkede barış süreci hakkında söz söyleyebilecek yüzlerce, belki binlerce kişi sürece olumsuz etki etmemek adına susarken, negatif eleştirilerini yutkunup içlerine atarken...

İnsanlar sözlerinden öte, neredeyse bakışlarında bile hassasiyet sergilerken “Cizre’deki bir grup genç” sokaklarda her istediğini yapabilecek ve abi/hamileri buna “çocukça” deyip geçecek öyle mi?

Zannedersiniz mahallenin gençleri uzun eşek ya da birdirbir oynarken biraz fazla gürültü yapmış!

Sonuçta...

KCK’nın yukarıdaki açıklaması, Türkiye kamuoyu ile dalga geçmek maksatlı değilse, olsa olsa ‘komik’ diye nitelenebilir.

Ama bilmiyorum hatırlatmaya gerek var mı... Süreç de konu da komikliği kaldırabilecek türden değil.

KEŞKE...

Atasözlerimizin bazıları hiç söylenmemiş, hiç yazılmamış olsaydı.

Yazının devamı...

O otomobilin plakası

Cizre’den gelen (ya da Cizre’den geldiği iddia edilen) görüntüleri gördünüz değil mi?

PKK terör örgütünün sözde Asayiş Teşkilatı’ndan söz ediyorum.

Yüzlerini poşularla kapatmış, kendilerine Yurtsever Demokratik Gençlik Hareketi adını veren, önünde ve arkasında Öcalan’ın resmi ile birlikte “YGD-H / Asayiş” yazan tişörtlerini üniforma olarak kullanan, ellerinde telsizlerle sokaklara çıkan örgüt üyelerinin şovundan yani.

Şırnak Valiliği o sahnelerin Cizre İlçesi’nde yaşanmadığını açıkladı. “Başka bir yere ait olduğunu değerlendiriyoruz” dedi.

Umarım öyledir. Umarım Valilik haklıdır.



Lâkin dikkat çekici bir detay var o görüntülerde.

Konuyla ilgili verilen haberlerde, örgüt üyelerinin Cizre’nin Nusaybin ve İdil caddelerinde araçları durdurarak kimlik kontrolü yaptığı bilgisi var.

Bu bilginin yanında da, o kontrollerden birine ait olduğu söylenen bir fotoğraf karesi.

Beyaz bir otomobil var o karede.

Plakası 73. Yani Şırnak.

73 FE...

Harf kodu neden önemli biliyor musunuz?

Baktım, birçok ilde olduğu gibi Şırnak’ta da plaka serileri ilçe ilçe dağıtılmış.

FA 001 FZ 999 arası plakaların ait olduğu ilçe de Cizre.

Yani 73 FE... plakalı araç, Cizre Trafik Tescil’e kayıtlı.

Elbette, “Ne var bunda? Şırnak Cizre’den plaka almış bir otomobil bir başka kente gitmiş olamaz mı? Dolayısıyla bu fotoğraf bambaşka bir yerde çekilmiş olamaz mı?” diye sorabilirsiniz.

Olabilir tabii.

Yalnız, o ‘başka yer’in, ülkenin bir başka kenti veya ilçesi olması da yetmez.

Bu görüntülerin ancak yurt dışında yaşanmış olması kurtarır durumu.

Dedim ya... Umarım öyledir!



GÜRKAN ZENGİN’İN ‘KAVGA’SI

Gazeteci Gürkan Zengin’in yeni kitabı var elimde.

İsmi “Kavga”.

Konu, “Arap Baharı’nda Türk dış politikası.”

Zengin, “Arap Baharı’nda Türkiye’nin verdiği büyük bir kavgadır” diyor ve şöyle devam ediyor:

“Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayan sömürgeci güçler, Ortadoğu’ya kendilerine göre yeni bir düzen vermişlerdi. Neredeyse yüz yıldır bölge halklarına büyük acılar yaşatan bir düzendi bu. Arap Baharı ile yıkılmakta olan işte o düzendir. Türkiye’nin verdiği kavga, kendi coğrafyasının kaderine, o coğrafyanın insanlarıyla birlikte sahip çıkmanın kavgasıdır.”

Gürkan Zengin Arap Baharı’na dair tartışmada şu sözlerle taraf oluyor:

“Türkiye bu ‘kavga’ya girmek zorundaydı ve girmiştir. Eğer büyük hatalar yapılmazsa, kuvvetle muhtemel bu kavgadan galip de çıkacaktır. Zira öyle görünüyor ki, tarihin akışı bu kavgada Türkiye’nin yanındadır.”

İnkılâp Yayınları’ndan çıkan 296 sayfalık kitapta; Washington Moskova hattından, Ankara Şam temaslarına, Kahire, Tel Aviv, Tahran, Bağdat ve diğer bölgesel güç odaklarının pozisyonlarına kadar dikkat çekici detaylar var.

Ve sonunda, “Hakan Fidan: Hedefteki adam” başlıklı bir bölüm.

Hasılı, “ilginç ve önemli” bir çalışma olmuş “Kavga”.

KEŞKE...

Asansör ve toplu taşıma araçlarına binerken, önceliği inenlere vermemiz gerektiğini hatırlasak.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.