Şampiy10
Magazin
Gündem

Sosyal medyadan 4 müstesna örnek

Melih Gökçek (@06melihgokcek):

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı, zaten aktif olarak kullandığı Twitter’da, son dönemde adeta coştu.

140 karakterlik tweet’ler kifayet etmedi, Gökçek yeni bir adım attı. Başkan YouTube üzerinden görüntülü, sesli mesaj yayınlamaya başladı. Adeta bir ‘ulusa sesleniş’ formatındaki bu kayıtlarına İMGTUBE adını verdi. (İMG, İbrahim Melih Gökçek’in baş harflerinden oluşuyor.)

Geçmişte Twitter’a çok vakit ayırdığı yönündeki eleştirilere, “Gün içinde bir yerden bir yere giderken, yolda, makam aracımdan tweet atıyorum ya da gece yarısından sonra giriyorum Twitter’a” yanıtını veren Gökçek’in sosyal medya mesaisinin şimdilerde ulaştığı seviye ‘tam zamanlı’ya yaklaşmak üzere.

Twitter profilinde, “Birbirimize hakaret etmeden her şeyi korkmadan tartışmalıyız. İşte demokrasi budur...” yazan Melih Gökçek’in bazı takipçileri ile girdiği tartışmalarda kullandığı üslubun, profil açıklaması ile çelişmenin ötesinde AK Parti çevrelerinde de pek memnuniyet ile karşılanmadığını duyuyoruz.



Hüseyin Aygün (@HuseyinAygun62):

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Tunceli Milletvekili, rijit üslubuyla Twitter’da belki ‘provokasyon’ değil ama en kalitelisinden ‘ajitasyon’ yapmayı sürdürüyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan için sürekli aynı sıfatları kullanmakta ve Erdoğan’a ön adı ile hitap etme tercihinde ısrar ediyor. Böyle olunca da, kendisinin ‘eleştiri’ olarak gördüğü tavrın nesnelliği ortadan kalkıyor. Aygün’ün mesajları (en azından benim için) saygınlığını, inandırıcılığını, etkisini yitiriyor.

CHP yönetim kadrolarından edindiğim izlenim, Hüseyin Aygün’ün tavrının partisinde de rahatsızlık yarattığı yönünde.



Ömer Çelik (@omerrcelik):

Kültür ve Turizm Bakanı, Gezi protestolarının üçüncü gününde (2 Haziran 2013) art arda 17 tweet attı.

“Kuşkusuz, vatandaşlarımızın hakkı olan toplantı, miting, gösteri, protesto yoluyla iletilecek her mesaj iletildi şimdiye kadar. Mesajlar duyuldu, not edildi, değerlendiriliyor. Normal vatandaşlarımızın bu hakları kullanması doğaldır. Şu ana kadar her şey ifade edildi” diye başlayan bu seri tweet’lerde yaptığı tespitlerin gerçekçiliği sonraki günlerde daha net ortaya çıktı.

Ancak Başbakan Erdoğan, Kuzey Afrika seyahatine çıkarken, Bakan Çelik’in “Mesajlar duyuldu, not edildi, değerlendiriliyor” sözleri hakkında, “Bakanım ne mesaj aldı bilmiyorum...” dedi.

Ömer Çelik, işte o günden bu yana sessiz.



Ertuğrul Günay (@ErtugrulGunay):

Eski Kültür ve Turizm Bakanı, Gezi protestoları başladığı günden bu yana hükümetin bakış açısını ve icraatını eleştiriyor Twitter üzerinden.

Mesajlarında çok dikkatli bir üslup kullanıyor. Neredeyse her kelimesini özenle seçiyor. Dua, sure, ayet ve hadislere sık sık yer veriyor tweet’lerinde.

Sürekli olarak ‘iyi niyet’ ve ‘samimiyet’ vurgusu yapma ihtiyacı duyuyor. Ve yine sürekli olarak, “Ben bunları şimdi söylemiyorum, bakanlık görevindeyken de aynı görüşleri ifade ediyordum” diyor ama görünen o ki, bu sözleri insanları ikna etmeye yetmiyor. Zira yetse, herhâlde devamlı tekrar etme gereği duymazdı.

KEŞKE...

Hastanelerin yakınında klakson çalmamanın, asgari insan hassasiyetinin gereği olduğunu unutmasak.

Yazının devamı...

Haberler ve sorular

- Haber bu: Cumhurbaşkanı’ndan Başbakan’a, Başbakan Yardımcısı’ndan İçişleri Bakanı’na kadar devlet yönetimindeki hemen herkes, “Gezi Parkı eyleminin ilk gününde polisin şiddetli müdahalesi yanlıştı” diyerek hata yapıldığını kabul etti.

Soru şu: Polisin (üstelik de süreci doğrudan etkileyecek boyutta) hata yapma hakkı varsa, eylem için sokağa çıkan vatandaş da zaman zaman hatalı davranma hakkına sahip midir?

- Haber bu: İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın, maiyetindeki polis memurlarının son dönemdeki çalışma koşullarını şu sözlerle açıkladı: “Arkadaşlarımız 40 saatte 4 saat uyuyabildi. 18 günde ancak 1 kez evine gitti.”

Soru şu: Çapkın bu süre içinde, bahsettiği bu tablonun önüne geçmek için ne yaptı? Sokaklarda görev yapan polisin ahval ve şeraitine çözüm bulmak için örneğin İstanbul Valisi, örneğin İçişleri Bakanı ya da doğrudan Başbakan nezdinde ne gibi girişimlerde bulundu? Ya da sıralı amirleri ile bu konuda herhangi bir teması oldu mu?

- Haber bu: Son üç haftadaki eylemleri bastırmak maksadıyla o kadar çok kullanıldı ki, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün biber gazı stokları tükenme noktasına geldi.

Soru şu: Çevik Kuvvet polisi biber gazı kullanımı hakkında yeterli bilgi ve eğitime sahip mi? Eğer değilse, gaz stoklarının tükenme noktasına gelmesinde bu bilgi eksikliğinin etkisi var mı?

- Haber bu: Başbakan Tayyip Erdoğan, salı günkü Meclis grup toplantısında, “Polisimizi daha da güçlendireceğiz. Her yönüyle daha da güçlendireceğiz. Ki bütün bu olaylar karşısında çok daha müdahale gücünü artıracağız” diye konuştu.

Soru şu: Polisin ‘her yönüyle’ daha da güçlendirilmesi çalışmasına, ‘toplum psikolojisi’, ‘öfke kontrolü’, ‘empati kurma’ vb. başlıklarda eğitimler ile sendikal haklar, çalışma koşullarının iyileştirilmesi gibi konular da dâhil olacak mı yoksa güçlendirme sadece silah, mühimmat gibi lojistik boyutunda mı söz konusu olacak?

Hakaret ve küfür özgürlüğü!

Başta Twitter ve Facebook olmak üzere, insanların ‘doğrudan temas’ kurabildiği sosyal medya siteleri, ‘eylem gündemi’ ile çok öne çıktı ama bu ortamlara ilişkin sıkıntı sadece bugünün mevzuu değil.

Bir Twitter kullanıcısı olarak, ilk günden beri, bu platforma bir şekilde bir ‘ayar’ verilmesi gerektiğine inananlardanım.

Evet, ‘spam’ bildirme ve ‘engelle’ seçenekleri bir yere kadar çözüm oluyor ama bazı durumlarda yetersiz kalıyor.

Sizin “Siz” diye hitap ettiğiniz kişilerin size inatla “Sen” şeklinde seslenmesine karşı alınabilecek bir tedbir yok biliyorum ama en azından ‘hakaret’ ve ‘küfür’ edenleri caydıracak bir yol bulunmalı.

Ve tabii, yalan yanlış haber ve fotoğraflar ile ‘infial’e yol açmayı hedefleyenler hakkında “bir şey yapmalı”.

Yapılması gerekeni değil belki ama ‘yapılmaması’ gerekeni biliyorum:

Topyekûn yasaklamak.

KEŞKE...

İçinde ‘fikir’ sözcüğü yer alsa da, ‘sabit fikir’in muteber olmadığını idrak edebilsek.

Yazının devamı...

Mesajlar açıklamanın satır aralarında

Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone, dün Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) Genel Merkezi’nde, Ankara Milletvekili ve Başbakan Erdoğan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan ile bir araya geldi.



Yalçın Akdoğan - Francis Ricciardone görüşmesine dair dikkat ve not edilmesi gerekenleri şöyle sıralayabilirim:

1) Konuk Büyükelçi’ye, AK Parti Genel Merkezi’nde ve MKYK toplantısının yapıldığı (dolayısıyla medyanın tam kadro kapıda olduğu) bir saatte randevu verilmesi, bence ‘bilinçli’ bir tercih. Ve yine bence, görüşmenin yaratacağı etki ve kamuoyunda oluşacak algıyı yönetmek açısından ‘doğru’ da bir tercih.

2) Unutulmamalı ki Yalçın Akdoğan, danışmanı sıfatı ile doğrudan Başbakan Tayyip Erdoğan adına iletti görüşmedeki mesajları.

3) ABD’ye mesajların, Büyükelçi’nin Dışişleri Bakanlığı’na çağrılması yöntemiyle verilmemesi de, Akdoğan’ın görüşmenin içeriğine ilişkin herhangi bir açıklama yapmaması da dikkate değer. Hükümet bu randevunun en azından resmi olarak -“Türkiye ABD’ye ayar verdi” ya da “Ankara Washington’a rahatsızlıklarını iletti” şeklinde yorumlanmasını istemiyor. Daha çok, “İki dostun dertleşmesi” gibi görülmesinden yana. Ama bu durum, görüşmenin içeriğinin ifade ettiği gerçeği değiştirmiyor.

4) Görüşme sonrası yaptığı açıklamada (daha önceki birçok örneğin aksine) Türkçe değil kendi dilinde konuşmayı tercih etmesi, Ricciardone’nin de hassasiyetinin göstergesi.

5) Büyükelçi Ricciardone’nin açıklamasında özellikle vurguladığı noktalara bakarak, görüşmede Akdoğan’ın (dolayısıyla Başbakan Erdoğan’ın) kendisine ilettiği hassasiyet noktaları hakkında net bir fikir sahibi olmak mümkün.



Buna göre, belli ki ABD’ye -mealen- şu mesajlar verildi:

- Bu bizim kendi içimizde yaşadığımız bir mesele ve artık bitti. İlk günlerdeki durum değişti, Türkiye normale döndü.

- ABD makamlarından (daha dün bile) yapılan açıklamalar ve bu açıklamalarda kullanılan “polis şiddeti” gibi ifadeler ya da “itidal tavsiyesi” gibi çağrılar, bu normalleşmeye katkıda bulunmuyor.

- Taksim Meydanı’nda yanan tek bir ateş fotoğrafına bakarak sanki Türkiye yanıyor gibi bir sonuca varmak doğru bir yaklaşım değil. Sağlıklı olan, bütüne, büyük fotoğrafa bakmak ve değerlendirmeleri buna göre yapmaktır.

- Türkiye, ABD ile ilişkilerine ‘uzun soluklu’ bir boyutta bakıyor. İki müttefik olarak sadece siyasi ve diplomatik alanlarda değil, ekonomik konularda da birlikte yapacağımız daha çok iş var.

- İlişkiler küçük bir fotoğraf karesi üzerinden kurgulanırsa bu, Türkiye’ye haksızlık olmasının ötesinde, aynı zamanda iki tarafın da zarar görmesi sonucunu doğurur. Artık geçmiş, bitmiş bir olay üzerinden sağlıksız değerlendirmelerde ısrar etmek, iki ülke ilişkilerinin geleceğini olumsuz etkilememekten başka bir işe yaramaz.



Dediğim gibi, Büyükelçi Francis Ricciardone’nin görüşme sonrası yaptığı açıklamanın satır aralarını okuyunca, içeride kendisine verilen mesajların yukarıdaki şekilde olduğu sonucu çıkıyor ortaya.

Yazının devamı...

Gündemdeki sorulara, İçişleri Bakanı’nın cevapları

“Görüntüler ortada... Bir polisin kendisini korumak adına silah kullanmak zorunda kaldığı bir durum var orada. Şimdi bir yandan o görüntüler inceleniyor, bir yandan da, vefat eden şahsın (Ethem Sarısülük) ölümüne neden olan o mermi çekirdeğinin balistik incelemesi sürüyor. Şu ana kadar sadece otopsi yapıldı. Cumhuriyet savcıları soruşturmayı devraldılar. Gerçek ancak, bahsettiğim bu iki inceleme sonunda tam olarak ortaya çıkacak.”

İçişleri Bakanı Muammer Güler, dün öğleden sonra yaptığımız telefon görüşmesinde işte böyle dedi.

Bakan Güler, Ethem Sarısülük’ün hayatını kaybetmesine neden olan merminin, o polisin silahından çıkıp çıkmadığının henüz bilinmediğini, bu konuda spekülasyon yapmak yerine devam eden iki incelemenin sonuçlarını beklemek gerektiğinin altını çizdi.

İçişleri Bakanı’na gündemdeki diğer başlıklara ilişkin sorduğum sorular ve Muammer Güler’in yanıtları da şöyle:

Çarşı diye özel bir hedef yok

- Sayın Bakan, polisin elinde kabarık bir şüpheli listesi olduğu ve yeni gözaltıların olacağı konuşuluyor. Bu noktada durum nedir?

- Şu anda adli soruşturma devam ediyor. Ben herhangi bir sayı veremem.

- Eylemler başladığı günden beri, Beşiktaş’ın taraftar grubu Çarşı gündemin hep ön sıralarında oldu. Şimdi de Çarşı Grubu’nun tanınmış isimleri gözaltında. Herkes, “Çarşı özellikle hedef mi alınıyor” diye soruyor...

- Murat Bey, bakın size açıkça söyleyeyim; özellikle Çarşı Grubu’nun hedef alınması gibi bir durum söz konusu değil. Öyle özel bir durum yok. Ama tabii, kitleleri tahrik eden, yönlendiren, yakıp yıkan, kırıp döken o kişiler arasında, bu grup ile bağlantılı olanlar varsa onu bilemem. Biz, kim hangi gruba üye ya da değil, ona bakmayız. Bir suç unsuru var mı, suç işleyen var mı, ona bakarız. Bu kişiler arasında, Çarşı Grubu’na dâhil olanlar varsa bilemeyiz, ilgilenmeyiz de.

Gazlı su inceleniyor

- TOMA’lardan sıkılan su, ilk günlerdekinden farklı. İnsanların vücutlarında yanıklar oluştu. Polislerin TOMA’nın depo kısmına mavi bidonlar ile bir madde eklediğine dair görüntüler de medyada yer aldı. Nedir bu işin aslı?

- Polisin kullandığı maddeler ile ilgili belli standartlar var. Bunun dışına çıkılmaz. Herkes bir şey söylüyor, insanlar da bunlara inanıyor. Artık buluttan değil, neredeyse güneşten nem kapıyor insanlar. Bakın, polis olayın mahiyetine göre, karşısındaki kitlenin özelliklerine göre bazen tazyikli su kullanır, bazen de daha şiddetli ve etkili müdahale gerektiren durumlarda, ‘gaz sıkıştırılmış su’ kullanır. Olay bundan ibaret. Tutmuş, “Kimyasal kullanılıyor” diyenler var. Polisin kullandığı ‘kimyasal’ olur mu hiç? Bu mümkün mü? Ama yine de, her şeye rağmen talimat verdim, incelettiriyorum o suyu ve kullanılan maddeyi. Biz gayet net biliyoruz, söz konusu olan ‘gaz sıkıştırılmış su’ ama yine de laboratuvar incelemesi yapılacak.

Müsamaha gösterilmeyecek

- Sayın Bakan, görünen o ki, başta Taksim ve Gezi Parkı olmak üzere, tabii diğer şehirlerdeki belli merkezlere, yani insanların son üç haftadır toplandıkları noktalara tekrar gelmelerine artık müsaade edilmeyecek. Öyle mi?..

- Aslına bakarsanız, bugüne kadarki durum zaten kanunlara aykırıydı. Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu gayet açık. Genel yollar üzerinde, parklarda, bahçelerde bu tür izinsiz gösteriler, yürüyüşler, toplantılar yapılması zaten yasak.

Yazının devamı...

Çevik neden bu kadar öfkeli?

“Abi” dedi genç polis...

- Biz de insanız.

“Tabii ki” dedim.

- Aksini iddia eden mi var?

- Yok da... Biz Çevik olarak insanlıktan çıktık be abi.

Hemen söyleyeyim, bu 5 satır, ‘hayali’ bir diyalog.

Ama...

Bakın Çevik Kuvvet Polisi’nin (kendi açısından) durumu ne?



Polis açısından, biber gazı kullanımının asıl amacı, uzun ve yorucu mesai saatlerinin yarattığı yıpranmayı bir nebze hafifletmek.

Çünkü polise göre eylemci bir kalabalığa karşı biber gazı kullanırsan, topluluk hemen dağılır, amir memur normale döner.

Bugüne kadar da hep böyle oldu aslında. Doğru yani.

Bu sefer farklı ama... Polis biber gazını kullandıkça kitle hem daha çok bileniyor hem de çoğalıyor.



Görünen o ki, polisin asıl sorunu ‘iç kanama’.

Çevik Kuvvet Polisi’nin asıl derdi, kanayan yarası kendi içinde. Kimsenin bilmediği, kimsenin ilgilenmediği sorunları var polisin:

Eylemcilerin karşısına çıkan ‘Çevikçi’lerin çoğu belki de, üç gün öncesine kadar birlikte görev yaptığı devre arkadaşının ‘bir şekilde’ KOM’a (Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele) ya da Narkotik’e gitmesine duyduğu tepkinin yarattığı hırsla hareket ediyor.



‘Hayali diyalog’ var ya yukarıdaki...

Biraz daha devam edeyim. Yine ‘hayali’ dedi genç polis:

- Bizim devreden bazı arkadaşlar adamını bulup, torpili koyup Kaçakçılık’a, Narkotik’e geçti.

“Pekiyi” dedim.

- Ama bunun konuyla ne ilgisi var?

- Var abi. Çok ilgisi var. O şubelere giden arkadaşlarımız taltif alıyor. Biz ise işte buralarda, bu hâldeyiz. İnsan isyan ediyor.

- ‘Taltif’ nedir? Onlar daha rahat koşullarda çalışıp, sizden daha mı çok maaş alıyor?

- Çevik kaç gündür hangi koşullarda çalışıyor ortada. Mesela (taban maaştan) birer maaş taltif verilebiliyor bizde böyle ekstra efor sarf edilen görevlerde. Bunun örnekleri var başka şubelerde. Biz işin hamallığını, riskli kısmını yapıyoruz, ama taltifler başka şekillerde, başkalarına gidiyor.

- Çalışma koşullarınızın zorluğunu kabul ediyorum ama bu durum orantısız güç kullanımına bahane olabilir mi?

- Abi akşam yemek saati 7’dir, 8’dir değil mi?.. Geçen gece saat 01.30’da geldi kumanya. O saate kadar aç beklenir mi? Yiyoruz tabii dışarıdan. Hepimiz en az 100-150 Lira içeri girdik şu bir haftada. Bir de o kumanyanın parası bizden kesiliyor biliyor musun? Sosyal hizmet yardımı olarak. Yani bir de üste para veriyoruz. Sabaha karşı görev bitti, eve gideceğiz, servis yok mesela. Uzak semtlerde oturan arkadaşlarımız birleşip taksi tutmak zorunda kalıyor.

- Bunların hepsi tamam ama yine de bütün bunların acısını eylem yapan vatandaştan çıkartmanız kabul edilebilir mi?

- Mantıklı düşününce tabii edilemez ama dedim ya abi, biz de etten kemikteniz. İnsanlıktan çıktık. Zaten evdeki eşini, çoluğunu çocuğunu düşünüyorsun. Maaşını ayrı düşünüyorsun, taltifini ayrı, göstergesini, emekliliğini ayrı. Bu yüzden ‘sendika’ istedik bir ara. Pek gündeme gelmedi ama sendika talebimiz kabul edilmediği gibi, ibreti âlem olsun diye, bazı arkadaşlarımız teşkilattan ihraç edildi.

Yazının devamı...

Karşılamada karşılaşma ihtimali

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Kuzey Afrika gezisinden yarın (bugün) akşam dönüyor. Erdoğan’ın havalimanında (âdet olduğu üzere) yapması muhtemel basın toplantısında gündeme dair takınacağı tutum ve söyleyecekleri çok önemli.

Fakat bir de şu konu var:

1) Günlerdir sokaklarda olan iktidar ve Tayyip Erdoğan karşıtı gruplardan bazılarının, ‘Erdoğan’ı protesto ile karşılamak’ gibi bir düşüncesi olduğu konuşuluyor.

2) AK Parti teşkilatından, İstanbul’a dönüşünde Başbakan Erdoğan’a (Davos’tan gelişinde olduğu gibi) özel bir karşılama töreni ile destek verilmesi yönünde yoğun bir talep var.



Bu iki düşüncenin de hayata geçmesi hâlinde ortaya çıkacak manzarayı tahayyül edebiliyor musunuz?..

Aynı yerde; bir yanda Tayyip Erdoğan destekçisi Ak Partililer, diğer tarafta iktidar ve Erdoğan karşıtları.

Ve tabii yüzlerce, belki binlerce polis...



Pekiyi böyle bir durumun vuku bulması mümkün mü?

1) Protestocuların Atatürk Havalimanı’na gidip gitmeyeceği, bugün (dün) itibariyle bilinmiyor(du).

Bence çok düşük bir ihtimal ama bu yönde bir hareket olursa da, İstanbul Polisi’nin buna izin vermeyeceği açık.

Tek olasılık, küçük grupların münferiden gitmesi havalimanına.

2) AK Parti İstanbul İl Başkanlığı, gelen yoğun talebe rağmen, Başbakan’ı karşılamak için bir program yapılmayacağını söylüyor. Hatta aksine, partililere, Yeşilköy’e karşılamaya ‘gitmemeleri’ yönünde telkinde bulunulduğunu da.

Ama küçük gruplar hâlinde münferiden gidenler olursa, il yönetiminin buna engel olması da pek mümkün değil gibi.



Durum bu...

Bu durumda görünen ise şu:

Erdoğan’ın yurda döneceği saatlerde; İstanbul Atatürk Havalimanı’na gelen yollarda, havalimanı sınırları dâhilinde ve nihayet Başbakan’ın Yeşilköy’den evine gideceği güzergâhta olağanüstü güvenlik önlemleri alınacağını tahmin etmek güç değil.

Muhtemel bir ‘karşılama karşılaşması’nın yaşanmaması için ne gerekiyorsa yapılacağı aşikâr.

Aslında olması gereken, tarafların bu tür ihtimallerin konuşulmasına bile zemin hazırlamaması ama...

KEŞKE...

Bazı meslektaşlarımız, ekrandaki tarz ve tavırlarını görmek için, yaptıkları programı kaydedip, sonradan kendilerini bir izleseler.



Görmüyor olabilir mi sizce?

Sizce,

Recep Tayyip Erdoğan gibi bir kişi, bir siyasetçi;

- kullandığı sözcüklerin kitleler üzerinde yaratacağı etki ve tepkiyi öngöremez mi?

- Önce bir bakanının, ardından da Cumhurbaşkanı’nın “Mesajı aldık” sözlerini, “Ne mesaj aldılar bilmiyorum” şeklinde boşa çıkarmasının yaratacağı atmosferi tahmin edemez mi?

- “Evlerinde zor tuttuğumuz bir yüzde 50 var” dediğinde alacağı reaksiyonu düşünemez mi?

Olabilir mi bu?..

Bugüne kadar her tartışmadan, her krizden kazanarak çıkan bir Başbakan, ‘Gezi Parkı gündemi’ni tesadüfen ya da yanlışlıkla böyle şekillendirmiş olabilir mi?

Mümkün mü?..

Sizce böyle bir ihtimal var mı?

Bir düşünün...



Gül, Arınç, taban...

Benimki sadece merak...

Yaşanan süreç, iktidar partisinin tabanına nasıl yansıyor olabilir acaba?

Başbakan Erdoğan’ın tavrı, açıklamaları, durduğu yer...

Cumhurbaşkanı Gül’ün tavrı, açıklamaları, durduğu yer...

Başbakan Yardımcısı (ve Vekili) Arınç’ın tavrı, açıklamaları, durduğu yer...

Ak Parti teşkilatı ve seçmeni bu üçgenin ‘iç açı’larının toplamını nasıl hesaplıyor acaba?

Yazının devamı...

Gazeteci soru sorar

Mesut Yılmaz’a, “Ne olacak bu memleketin hâli” sorusunu yöneltirken de aynı güdü ile hareket etmiştim, rahmetli Bülent Ecevit’e, Fethullah Gülen hakkındaki görüşlerini sorarken de...

Süleyman Demirel’e, Çiller hükümetinin istifasının iki saat sonrasındaki canlı yayında bu konuyu sorarken de aynı güdü ile hareket etmiştim, rahmetli Necmettin Erbakan’a, krizli Kaddafi görüşmesi ile ilgili soruları yöneltirken de...

Bahsettiğim, ‘habercilik’ güdüsüdür.

2004’ün 28 Şubat’ında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a -yine salt habercilik güdüsü ile- sorduğum soruya aldığım yanıt ülkenin gündemine oturmuştu (Hatta muhalifleri hâlâ aleyhine kullanıyor Erdoğan’ın o sözünü). “Maaşım yetmediği için ticaret yapıyorum” demişti Başbakan, neden ticari faaliyetlerine devam ettiğini sorduğumda.

Birkaç yıl sonra (12 Haziran 2007) yine Erdoğan’a, yine çok hassas olduğu bir konuyu aynı güdü ile- sormuştum. ‘Oğlunun, aldığı rapor ile askerlikten muaf olması’ mevzuunu... Başbakan’ın verdiği cevabı da yazmıştım ertesi güne.



Yukarıdaki örnekleri neden hatırlatma gereği duydum biliyor musunuz?..

Dün, Başbakan Tayyip Erdoğan’a sorular soran Reuters Haber Ajansı’nın İstanbul Muhabiri Birsen Altaylı adeta bir kahramana dönüştü.

Bir gazetecinin sadece işini yapıp soru sorması alkışlanacak bir duruma dönüşmüşse; biz medya mensuplarının bu manzara karşısınca ciddi ciddi düşünmesi gerekiyor bence.

Kişisel olarak hiçbir dönemde, hiçbir yetkiliye soru soramamak gibi bir sorunum olmadığı için rahatım.

Hep sordum, hep de yanıt aldım sorularıma.

Fakat...

Şahsen değil ama mesleğim adına huzursuzum, mutsuzum.



Gazeteci; doğru zamanda, doğru soruları ve tabii doğru üslup ile sormaktan çekinmemeli.

Gazetecinin sorusu hoşa gitmeyebilir, muhatabını rahatsız edebilir. Genelde de eder. Aslında zaten ‘iyi’ soru, rahatsız edendir.

Ve bu durum sadece siyasetçiler için geçerli değildir.

Gazeteci sorusunu sorar, yanıtını bekler. Tartışmaz, polemiğe girmez.

Ya da en azından olması gereken budur.



“Ben gazeteciyim. Haberciyim. İşime gücüme bakarım: İşim soru sormak. Gücüm, haber alma hakkı, kutsal ve anayasal güvence altında olan haktır.”

Böyle diyebilmeliyiz.

Böyle olmalı.

Tabii sadece bugün değil; hep böyle olmalıydı ve her dönem böyle olmalı.

NOT: Akıl ya da ders vermek gibi bir niyetim yok. Sadece uzunca bir süredir unutulduğu için hatırlatmak istedim mesleğin evrensel özelliklerini.

OLDU...

Şu son birkaç günde...

- Taksim’de günlerdir tek bir kişi bile inşaat çalışmaları sebebiyle mağdur olmayınca, Taksim Meydanı’nın 1 Mayıs kutlamalarına kapatılma gerekçesinin geçersizliği tescil,

- ÇARŞI’nın sadece ‘Beşiktaş taraftar grubu’ olmadığı, bunun çok ötesinde bir bilinç ve güç ifade ettiği, bu gerçeği bilmeyenler için de görünür,

- Biber gazı solumamış olmak bir statü eksikliği gibi algılanır,

- Polisin içinde de, ciddi manada psikolojik tedaviye ihtiyaç duyanlar bulunduğu belli,

- İçişleri Bakanlığı’ndan hangi personel ile ilgili nasıl bir tasarrufta bulunulduğuna dair açıklama beklenir,

- Sadece ‘haber’ vermesi gerekenler görevini yapmayınca, misyonu parti propagandası olan yayın organları ‘haberci’,

- Beşiktaş ve Dikilitaş’ta sokak aralarında, kafalarında motorcu kaskı olan ve ellerindeki sopalarla eylemcilere saldıranların kimlikleri sır,

- Tamamen saf duygularla sokaklara çıkanlar ‘mağrur’ ama aynı zamanda ‘mağdur’ da oldu.

KEŞKE...

Sadece işimize gelenleri görüp duymasak.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.