Şampiy10
Magazin
Gündem

Gelin de damat da bu evliliği istiyor ama...

“İsmini vermeyeceğim ama geçmişte bir bakanınızın yaptığı gelin - damat benzetmesinden hareketle; damat, gelin ile evlenmeyi hâlâ istiyor.”

Dün öğle yemeğinde bir araya geldiğimiz Avrupa Birliği’nin (AB) Ankara Büyükelçisi Jean-Maurice Ripert, AB’nin Türkiye’yi istemediği yönündeki eleştirilere bu sözlerle yanıt verdi.



Büyükelçi Ripert, ‘gelin - damat’ benzetmesini yapan bakanın adını vermeyeceğini söyledi ama o eski bakan Kürşad Tüzmen‘di. Tüzmen 2010 şubatında Almanya’nın Köln kentinde yaptığı bir konuşmada, AB’nin bir ‘gelin’, Türkiye’nin de ‘yakışıklı, genç bir damat’ olduğunu söyleyip, “2003 yılında nişanlanan bu ikilinin nikâh tarihi bilinmiyor” demişti.



Ripert, “Gelin - damat benzetmesi, birlikte yaşama isteğini ifade ediyor ve yerinde bir örnek. Ortak bir irade var. Evet belki yavaş ilerliyor ama tekrar ediyorum, evet biz bu evliliği hâlâ istiyoruz. Bu evliliğin her iki tarafın da menfaatine olduğuna inanıyoruz“ dedi.



Hatırlattık:

- Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere birçok yetkili, AB’yi, “Maç devam ederken oyun kurallarını değiştirmek”le suçluyor...

AB Büyükelçisi yanıt verdi:

- Evet kurallar değişebiliyor ama bu Türkiye’ye özel bir durum değil. AB yaşayan ve değişen, dönüşen bir yapı. Kendi içinde kuralları değişebiliyor. Görülmesi gereken şu ki; Birliğin, üye ülkelerden istemediği bir şeyi aday ülkelerden istemesi gibi bir durum yok. Yani değişen kurallar da herkes için aynı şekilde geçerli.



Jean-Maurice Ripert gazetecilerle buluştuğu yemekte, (kendi ifadesiyle) ‘barış süreci’ hakkında da dikkat çekici ifadeler kullandı.

- Bu, öncelikle Türkiye’de vatandaşlar tarafından sahiplenilmesi gereken bir süreç. Atılan adımı memnuniyetle karşılıyor ve destekliyoruz. Sayın Başbakan’ın, Sayın Öcalan (Büyükelçi İngilizce, ‘Mister Prime Minister’ ve ‘Mister Öcalan’ ifadelerini kullandı) ile MİT aracılığıyla konuşulması kararını almış olması çok cesur bir adımdır. Umut ediyoruz ki bu süreç terörizmin de son bulması anlamına gelecektir. Bu süreçte, talep edilmesi hâlinde AB olarak biz her türlü desteği vereceğimizi zaten taahhüt etmiştik. Bu, üyelik öncesi maddi yardım da olabilir, Güneydoğu Anadolu’ya ekonomik, sosyal ve kültürel destek maksatlı yardımlar şeklinde de. Sürece sivil toplumdan da, sadece bölgeden değil ülke genelinden, yoğun desteğin var olduğunu görüyoruz. Sivil toplum ile siyaset arasında ortaya çıkan bu olumlu havanın yeni anayasa yapımına da katkı sağlamasını umuyoruz. Demokratikleşme, insan hakları, ifade ve basın özgürlüğü gibi konular elbette öncelikli öneme sahip.



Yemekte AB Büyükelçisi’ne, Fazıl Say’ın yargılanması, 1 Mayıs’ta İstanbul’da yaşanan olaylar ve devam eden davalardaki uzun tutukluluk hâlleri ile ilgili düşünceleri de soruldu.

Ripert dedi ki:

- Piyanist Fazıl Say için yeni bir yargı süreci başlayacağını biliyoruz. Konu AB nezdinde çok ciddi bir ilgi uyandırdı çünkü bu bir fikrin ifade edilmesine ilişkin bir dava. Biz, her bireyin kendi düşüncelerini özgür biçimde ifade etmesi gerektiğine inanıyoruz.

- 1 Mayıs‘ta İstanbul’da ortaya çıkan manzaradan üzüntü duyduk. Toplanma, gösteri, yürüyüş özgürlüğü konusu AB açısından bir ‘insan hakkı’dır. Kolluk kuvvetlerine, ‘orantılı güç’ çağrımızı yineliyoruz.

- Adil, şeffaf yargılama, yargının bağımsızlığının sağlanması ve uzun tutukluluk süreleri konularında da bugüne kadar hep dile getirdiğimiz hassasiyetlerimiz aynen devam ediyor.

Yazının devamı...

İstifa

Türkiye’de bir şeyler değişiyor galiba. İyi yönde bir değişimden söz ediyorum.

Kesin olarak “değişti” demek için çok erken, biliyorum. Ama en azından bu yönde umutlanmak adına bazı örnekler gözleniyor son zamanlarda.

Alışkanlıklar, tavırlar değişiyor sanki.

Koşulların zorlamasıyla da olsa, medya ve dolayısıyla kamuoyu baskısıyla da olsa, henüz yeterli yaygınlık seviyesine ulaşmamış da olsa, var bir gelişme.



‘İstifa’ mekanizmasından söz ediyorum. Hani hep, “Bütün dünyada, benzer durumlarda yetkililer istifa eder, bizde ise binbir bahane ile koltuğa yapışılır ve istifa hiç akla gelmez” dediğimiz gelişmeler var ya... O tür ahval ve şeraitte ‘istifa’ haberleri görmeye başladık son zamanlarda.



Son örnek, iktidar partisinin Tokat Milletvekili Zeyid Aslan.

Meclis Genel Kurulu’nda, Kamer Genç’e yönelik galiz küfürler eden ve partisinin Meclis Grup Disiplin Kurulu’na sevk edilen Aslan, AK Parti üyeliği ya da milletvekilliğinden değil ama TBMM Yasadışı Dinlemeleri Araştırma Komisyonu başkanlığından istifa etti.



Futbol dünyasında benzer bir gelişme yaşanmıştı birkaç gün önce.

Beşiktaş İnönü Stadı’nın numaralı tribününde yaşanan ‘demir coplu saldırı’ sonrası, kulüp yöneticilerinden Tamer Kıran yönetim kurulu üyeliğinden ayrıldığını açıklamıştı.



Geçen yıldan bir örnek anımsıyorum...

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu üyeliğine atanan Profesör Mümtazer Türköne, yaşanan tartışmalar üzerine bu görevinden istifa etmişti.



Yine geçen yıl...

Borusan Holding bünyesinden Mini Cooper Marka Müdürü Haluk Bayülgen, “Baş örtüsü imajımızı zedeler” şeklindeki sözlerine gelen tepkiler üzerine istifa edip holding bünyesinden ayrılmıştı.



“Bu birkaç örnek yeterli değil” diyebilirsiniz.

“Koltuğunda oturmaması gereken daha kimler var” diyebilirsiniz.

“Saydıklarınız sadece o görevlerinden değil, tüm sıfatlarından ayrılmalıydı” diyebilirsiniz.

“Medeni dünyadaki örnekler ile kıyaslandığında, bu bahsettikleriniz devede kulak” diyebilirsiniz.

Büyük ölçüde haklı da olabilirsiniz bu cevapları vermekte.

Ben de şunu diyorum:

Tek taraflı bir irade beyanı olan ‘istifa’ konusunda memlekette gözlemekte olduğumuz durum, sözünü ettiğimiz bu gelişme, “Yetmez ama evet”.

KEŞKE...

“Hiç kimse bir başkasının yaşam biçimine ve tercihlerine müdahale etmesin, herkes dilediği gibi yaşasın” cümlesi, söylendiği kadar kolay uygulansa.



GELDİĞİMİZ NOKTA

Bir Türk (etnik köken itibariyle değil, TC vatandaşı olarak yani)(*) çıkıp, dünyayı kurtarsa; hemen ikiye bölünmeye hazırız:

- “Bu işin arkasında dış güçler var. ABD ‘kurtar’ dedi, öyle kurtardın” diyenler

ve

- “Bana mı kurtardın? Kurtarmasaydın” diyenler olarak.

Toplum olarak geldiğimiz nokta budur !

(*) Böyle bir izahata ihtiyaç duyuyor olmamı da bir ara ayrıca tartışalım.

Yazının devamı...

Gazistan-bul

Ne anlamak mümkün, ne kabul edebilmek.

1 Mayıs ‘bayram’ının (!) İstanbul’daki ‘kutlanış’ (!) şeklini gördük hep beraber.

Sürpriz mi yaşananlar?

Kesinlikle hayır.



Göz göre göre geldi 1 Mayıs. Bağıra bağıra geldi.

Bir tarafta İstanbul Valiliği ve nihayet, bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’dan gelen açıklamalar...

Diğer yanda işçi sendikaları ve CHP’nin yöneticilerin ısrarlı beyanları...

1 Mayıs’ta İstanbul’da yaşanacakları, hepimiz biliyorduk yani.



İyi de...

30 yıldır ülkeyi kana bulamış, dünyanın en vahşi terör örgütlerinden biri ile bile konuşarak anlaşılabilinen bir ortamda; hükümet ile sendikalar ve ana muhalefetin ‘1 Mayıs’ konusunda bir noktada buluşamamış olmasını nasıl izah edeceğiz?

Taksim, 1 Mayıs; ama, fakat, lakin...

‘1 Mayıs’ ve ‘Taksim’, bir nevi mütemmim cüz. Birbirinden ayrılmaz iki parça yani.

1 Mayıs tarihinde Taksim Meydanı’nın sembolik anlamını bilmeyenler, açıp yakın tarihte yaşananları okuyabilirler.

Bir “Google”lık iş.

Dolayısı ile...

“Neden Taksim’de ısrar ediliyor?” sorusunu sormak bir tür cehalet.



Ama diğer yandan...

Bu 1 Mayıs’ta, o Taksim Meydanı’nın hâli de ortada.

Bu seneye özel bu durumu görmezden gelmek de iyi niyetli bir yaklaşım değil doğrusu.



Ve fakat...

Taksim, bundan sonraki 1 Mayıslara da kapalı olacaksa; bunun da bir çaresi bulunmalı. Konuşarak, anlaşarak çözülmeli mesele.



Lâkin bir de şu var:

1 Mayıs işçinin, emekçinin ‘bayramı’ ise...

O işçinin, emekçinin haklarını korumak için var olan sendikaların yöneticileri de artık gereğini yapmalı.

‘Bayram’ gününü, ‘yıllık olağan kalkışma şovu’na dönüştüren, 1 Mayıs’ı ‘geleneksel polis ile çatışma günü’ olarak gören o metropol teröristlerini aralarına almamak, tek hedefi ‘çatışma’k olan o gruplardan ayrışmak da sendikalara düşüyor.

Bu temizliği yapmak şart.

Aksi hâlde “Biz sadece güvenlik güçlerine saldıran marjinal grup mensuplarını hedef aldık” diyen İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü’nün karşısına geçerli bir argüman ile çıkmanız çok zor.



Hem zaten...

1 Mayıslar; sloganlar, pankartlar, dövizler, konuşmalar, anmalar ile ‘kutlanır’ ise anlamlı.

Maskeler, taşlar, sapanlar, demir bilyeler, sopalar, molotof kokteylleri ile sokak çatışmalarıyla yaşanırsa değil!



Sonuçta...

Rusya’dan Bangladeş’e, Yunanistan’dan Güney Kore’ye, dünyanın dört bir yanından ‘1 Mayıs’ törenlerini izledik dün ekranlarda.

Dünya da “bizim 1 Mayısımız’ı izledi.

KEŞKE...

Akıl öğretmeye meraklı olduğumuzun yarısı kadar da, akıl almaya hevesli olsak.

Yazının devamı...

Yeni anayasa PKK istedi diye yapılmayacak

Başlık, Ak Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal’ın sözlerinden çıkan sonuç...

Yeni anayasa yapım süreci, uzadıkça uzadı.

Süreç uzadıkça, ‘yeni anayasa’ bir başka gündeme de malzeme oldu.

Terörist PKK’nın silah bırakma şartlarından birine dönüştü.



“(...) Türkiye’nin demokratikleşmesini sağlayacak, Kürt halkının inkârını sona erdirecek, varlığını ve özgürlüğünü kabul edecek, tüm kimliklerin, inançların ve mezheplerin hak ve özgürlüklerini garanti altına alacak, eşitliğini sağlayacak olan yeni demokratik bir anayasanın yapılması hayatidir.”

Terör örgütü PKK’nın Kandil sorumlusu Murat Karayılan geçen hafta yaptığı açıklamada, silah bırakma sürecinin ‘ikinci aşama’sı olarak bunları söyledi.



Başbakan’ın beyin takımındaki isimlerden Grup Başkanvekili Mahir Ünal ile Kızılcahamam Kampı’nın ardından, MYK toplantısına girmeden hemen önce konuştuk.

Ünal’a, Karayılan’ın (yukarıdaki) sözlerini hatırlatıp “Kamuoyunda, en azından bir kesimde, anayasa başlığında da PKK’nın istediklerinin yapılacağı gibi bir algı oluşmuyor mu?” diye sordum.

Mahir Ünal net konuştu:

- AK Parti bir Türkiye vizyonu ile hareket ediyor. Bu vizyonu 11 yıldır, hem her seçim öncesi seçim bildirgeleriyle hem de hükümet programlarıyla kamuoyu ile paylaşıyor. Demokratikleşme ve sivil anayasa, bizim kendi gündemimiz ve buna devam ediyoruz. Birilerinin açıklama yapması bizim gündemimizi değil saptırmak, değiştirmek, etkilemez bile. Ama eğer sahnede birileri bu süreç ile ilgili rol kapmaya çalışıyorsa, “Yeni anayasa bizim zorlamamızla, bizim çabamızla oluyor” gibi bir algı yaratmaya çalışıyorsa, bu onların sorunudur. Bizim sorunumuz değildir çünkü biz ilk günden beri ne yaptığımızı hem biliyoruz hem de halkımız ile bunu paylaşıyoruz.



- Süreç çok uzadı. Gelinen noktada da yine bir tıkanıklık var gibi görünüyor?..

- Tıkanıklık olarak görmüyorum ben onu. Nihayetinde TBMM’nin inisiyatifinde olan, Meclis Başkanı’nın bizzat rol aldığı bir aşamadayız. Taslak üzerinde bir çalışma yürütülüyor şu anda. Burada şu önemli: AK Parti anayasanın bir uzlaşma ile çıkması için elinden gelen bütün çabayı gösterecek. Ama bu uzlaşı oluşmazsa, kamuoyuna verdiği sözü yerine getirmek için elinden geleni yapacak.



- Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, “Meclis’te 367 bulunsa bile yeni anayasa halk oyuna götürülmeli” açıklaması hakkında ne diyorsunuz?

- Tabii, Anayasa Mahkemesi Başkanı; böyle bir referandum tavsiyesinde bulunmuş olması önemlidir. Konuyu yetkili organlarımızda henüz değerlendirmedik. Gündemimize gelirse konuşur ve bir görüş oluştururuz.

KEŞKE...

Tribünlerdeki küfür ve şiddetin yasalarla değil, insan gibi davranmakla ortadan kalkacağını idrak edebilsek.

Yazının devamı...

Daha önceleri neredeydiniz?

Kastamonu, İzmir, Buldan (Denizli), Samsun, Elazığ, İzmit (Kocaeli), Malatya, Karabük, İskenderun (Hatay), Aksaray, Zonguldak, Nevşehir.

Bunlar, ‘akil insanlar’ heyetlerinin tepkiyle, protestolarla karşılandığı kentler ya da ilçeleri.



Küfür ve şiddete başvurulmadıkça, her türlü protesto, doğal hak. Buna kimsenin söyleyecek sözü olmamalı.

‘Akil insanlar’ı; barış için elini taşın altına koyan, sorumluluk alan kanaat önderleri olarak görüp takdir edenler olduğu gibi, bu heyetin üyelerini hıyanet ile suçlayıp tepki gösterenlerin olması da tabii bir durum.



Ama...

Birkaç istisnai nümayiş dışında...

Zamanında, şehit cenazeleri art arda gelirken; teröre, terörist PKK’ya karşı neden sokağa dökülmedi insanlar?

Bu ülkenin barıştan yana insanları, zamanında sokaklara dökülüp, teröre, teröriste karşı sesini yükseltseydi; bugün protesto edeceği ‘akil misafirler’i olur muydu acaba?

Merak ettiğim bu.

Yazının başlığındaki meşhur şarkı sözünde olduğu gibi yani.

SOKAKTAKİ İNSAN SORUYOR

Yolda önümüzü kesen soruyor.

Manavda, markette, restoranda, berberde; tezgâhtar, kasiyer, garson, kuaför soruyor.

Maçta tribünde taraftar, sanat galerisinde sergi açılışında ressam soruyor.

Farklı ortamlarda karşılaştığımız hemen herkes, farklı sözcüklerle ama aslında hep aynı soruları soruyor.

Herkesin kafasında benzer sorular uçuşuyor:

“Ne oluyor?”

“Sadece birkaç ay içinde, ne oldu, nasıl oldu da bu noktaya gelindi?”

“PKK silah bırakmayı nasıl kabul etti?”

“Öcalan’a ne vaat edildi de örgütüne silah bırakıp çekilme talimatını verdi?”

“30 senenin sonunda gelinen bu noktada, şimdi kim kazanmış, kim kaybetmiş oldu?”

“Öcalan Mandela mı olacak?”

“Tabii ki terör dursun, kan akmasın ama PKK ne karşılığında vazgeçiyor mücadelesinden?”

“MHP ne yapacak?”

“Genel af mı çıkacak? Öcalan ile Ergenekon ve Balyoz sanıkları hep birlikte af mı edilecek?”

“Türkiye bölünecek mi?”



Sorulara aklımız erdiğince, dilimiz döndüğünce cevap veriyoruz; kimseyi tatmin edemiyoruz.

“İyi ama...” diye başlayan yeni sorular geliyor art arda.

Başbakan’ın, bakanların, konuyla ilgili yetkililerin açıklamalarını hatırlatıyoruz; “Bakın bu sorduğunuz konuda, ilgililer şunları söylüyor” diyoruz, kimseyi ikna edemiyoruz.

“Öyle derler ama...” diye başlayan güvensizlik ya da tereddüt dolu ifadelerle yeni sorular sıralanıyor ardı ardına.

Sokaktaki insan ‘gerçekte ne olup bittiğini’ anlamakta zorlanıyor.

Biz de elimizdeki bilgiler ışığında anlatmakta.

Sohbetler hep, “Hayırlısı” diye bitiyor. “Bazı şeyleri de yaşayarak göreceğiz” diye...



KEŞKE...

Bir köşe yazısını okuduğumuzda öfkeleniyorsak, tepki göstermeden önce bir kez daha okuyup üzerinde bir defa daha düşünsek.

Yazının devamı...

Bir röportajın satır araları

VATAN’da son iki gün çok önemli bir röportaj yayınlandı.

Ruşen Çakır ve İlker Akgüngör çok başarılı bir habercilik örneği verdiler. PKK’nın en önemli isimlerinden Duran Kalkan ile görüştüler.

Şimdi size bu önemli röportajdan bazı kesitler sunacağım.

“Satır araları” hep çok önemlidir. Satır aralarını okumak da, işin özünü kavramak açısından öyle.

Buyurun...



Ruşen Çakır soruyor: “Son dönemde açıklamalarınızda hep bazı tereddütler vardı. Anlaşılan bunlar kalmamış.”

Duran Kalkan cevap veriyor:

- Evet kalmadı. Aslında bizim o açıklamalarımız gerillanın ikna edilmesine dönüktü. Yıllardır oluşmuş bir sistem, bir çalışma ve mücadele var. İnsanlar oralara kolay gitmemişler, bir amaç uğruna gitmişler. Bunu tersine çevirmek bir anda, öyle kolay olacak bir iş değil. Bir de salt, kuru bir emirle de olmuyor. Askerdirler tabii ama bir amaç uğruna mücadele ediyorlar, yani mecburi askerlik yapmıyorlar. Onları ancak Önder Öcalan ikna edebilirdi. Bu nedenle biz, “İmralı’dan daha çok çağrı, mesaj gelmeli” dedik; bunlar yerine geliyor.



Kalkan, röportajın bir başka yerinde, aynı konunun devamı olarak bakın ne diyor...

- Üst yönetimimizde sorun yoktur. (...) Orta kademe komuta, savaşçı güç süreci anlamakta biraz zorlanıyor. (...) Bir de “Gerçekten Önder Apo böyle söylüyor mu? O zaman biz de görmek istiyoruz” diyenler de vardı. Çekilme başladıktan sonra Önder Apo’nun önü açılır, daha etkili hitap etme imkânları artarsa ciddi bir sorun çıkmaz. Eğer Önder Apo’nun gerillaya hitap etme imkânı olmazsa biz bu gücü yönetim olarak çekemeyiz. Çekilme başlayacak ama herkes bir şeyleri görmek isteyecek. Apo’nun örgüte doğrudan hitap etme imkânları geliştirilirse, Meclis’in siyasi demokratikleştirme çalışmaları gelişirse sorun kalmaz.



Aynı röportajdan bir başka bölüm... Ruşen’in, “Süreçten umutlu musunuz?” sorusuna Duran Kalkan şu cevabı veriyor:

- Kürt sorununun demokratik yollarla çözümü bizim için ilkesel bir yaklaşım, temel bir tercihtir. Bu anlamda heyecan yaratıyor. Ama her şey çözüldü diye de bakmıyoruz. Özellikle önderliğin (Öcalan’ın) durumu bizim için temel bir konu.



Devam...

Duran Kalkan:

- Biz mücadelenin yöntemlerini değiştiriyoruz. Yöntem değiştikten sonra toplumun tüm demokratik kesimlerine mücadeleye katılma imkânı ve görevi ortaya çıkıyor.



Ve Kalkan’ın VATAN ’a verdiği röportajdan son bir alıntı:

- Artık şunu biliyoruz: Birileri bize hazır bir şeyler vermeyecek. Bizler yöntemi değiştirerek mücadele edeceğiz ve kazanacağımıza da inanıyoruz.



Duran Kalkan’ın sözlerinin satır arası mesajlarının altını çizdim çünkü; bilin istiyorum.

Bilelim ki; evet, terör bitiyor. PKK silahla mücadele vermeyecek artık.

Ama yine bilelim ki; bir dönemin sonu, aynı zamanda bir başka dönemin başlangıcı anlamına geliyor.

KEŞKE...

Trafikte yayalara yol veren sürücüler olarak, arkadan klakson sesleri eşliğinde küfürler işitmek durumunda kalmasak.


Yazının devamı...

Başbakan’ın makamında sigara içen ikinci kişi

Geçenlerde, Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış’ın resmi temaslarını izlemek üzere Belçika ve Lüksemburg’a gittik.

Bu seyahatte, Lüksemburg Başbakanı Jean Claude Juncker’in, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın makam odasında sigara içebilen nadir kişilerden biri olduğunu öğrendik.



AB Bakanı Bağış, Juncker’in Erdoğan nezdinde neden ayrıcalıklı olduğunu şöyle anlatmıştı:

- Lüksemburg Başbakanı; 3 Kasım 2002 seçimi sonrası henüz milletvekili ve başbakan değilken yaptığımız ziyaret sırasında Tayyip Bey’i uçağın kapısında karşıladı. Başbakan veya devlet başkanı protokolü uygulamalarının nedenini sorduğumuzda da Sayın Juncker, “Ben demokrasiye inanırım. Benim için esas olan, sandıktan birinci çıkmış partinin genel başkanıdır” cevabını vermişti. Bu yanıt Tayyip Bey’i çok etkilemişti.



Bağış, Juncker’in Erdoğan’daki yerinin o gün itibariyle bambaşka olduğunu anlatmaya şu anı ile devam etti:

- Lüksemburg Başbakanı, 2011 eylül ayında Türkiye’ye geldi. Tayyip Bey kendisine: “Henüz başbakan değilken bana yaptığınız jesti unutamam” dedi.

Juncker 1989’da bir trafik kazası geçirmiş. 18 gün komada kalmış. O günden sonra da, bir anlamda ikinci hayatını yaşadığını söylüyor. Çok fazla da sigara içiyor.

O resmi ziyaretinde, Başbakanlık’taki görüşmede: “Benim sigara içmem lazım. Burada içmeme izin verir misiniz, yoksa dışarı mı çıkayım” diye sordu.

Sayın Başbakan’ın sigara konusundaki hassasiyetini bilmeyen yok. Fakat konuğunun bu isteği üzerine Tayyip Bey hemen kül tablası getirtti, Sayın Juncker de sigarasını içti. Lüksemburg Başbakanı, Tayyip Bey’in makam odasında sigara içebilen ‘nadir insanlar’ arasındadır.



Bakan Bağış, Juncker’in Başbakan Erdoğan’daki yerinin farklı olduğuna örnek olarak bu anekdotu anlattığı anda zihnimde oluşan soru şu oldu:

“Erdoğan’ın yanında sigara içebilen acaba başka kim var?”

Bağış’a sordum, “Bilmiyorum” yanıtını aldım.

O günden beri araştırıyorum, Başbakan Erdoğan’ın makamında sigara içme ayrıcalığına başka kim sahip oldu diye.

Ve yaklaşık iki haftanın sonunda dün ulaştım aradığım cevaba.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ ın makamında sigara içen ikinci kişi, eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök olmuş.

Aldığım bilgiye göre, Emekli Orgeneral Özkök, Genelkurmay Başkanı olarak görev yaptığı dönemde, gündemin çok sıkıntılı başlıklardan oluştuğu bir görüşme sırasında Başbakan’dan sigara içmek için izin istemiş ve Erdoğan -Juncker örneğinde olduğu gibi- Özkök için de masaya bir kül tablası getirtmiş.



Başbakan’a yakın isimlere bu durumu sorduğumda aldığım yanıt şu oldu:

“Evet, Beyefendi tam bir sigara karşıtı. Bu konudaki tavrı çok net. Ancak ortamına göre, konuklarının rahat etmesi için hiç tereddüt etmeden ne gerekiyorsa yapar. Bu gibi durumlarda çok anlayışlıdır.”

KEŞKE...

Taleplerimize başkalarından beklediğimiz cömertliği, bize gelen talepleri karşılarken de sergileyebilsek.

Yazının devamı...

Görelim bakalım kim ne istiyor?

Fenerbahçe UEFA Avrupa Ligi yarı finalinde.

Rakibi, Portekiz’in güçlü ekibi Benfica.

İstanbul’daki ilk maçın rövanşı, 2 Mayıs Perşembe akşamı Lizbon’da oynanacak.

Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) Başkanı Yıldırım Demirören, Süper Lig’deki bütün kulüplerin başkanlarını, Lizbon’daki mücadelesinde Fenerbahçe’ye destek vermek için Portekiz’e davet etmiş.

Başta da, sarı lacivertli kulübün ezeli rakiplerinden Galatasaray’ın başkanı Ünal Aysal’ı.

Aysal “Seve seve” deyip kabul etmiş daveti.

Beşiktaş Başkanı Fikret Orman o tarihlerde umre ziyaretinde olacağını söyleyip, dönüşünü ayarlayabilirse katılacağını söylemiş ama eklemiş, “Çok iyi düşünmüşsünüz” diye.

Diğer kulüp başkanlarından da olumlu yanıtlar gelmeye başlamış.



Şimdi...

Fenerbahçe ile kıyasıya rekabet içinde olan Galatasaray’ın Başkanı “Seve seve” diyor...

Yine aynı rekabeti paylaşan Beşiktaş’ın Başkanı “Çok iyi düşünmüşsünüz” diyor...

Aysal ve Orman belki ‘kerhen’ sergiliyorlar bu olumlu tavrı.

Belki içten içe mutlu olmuyorlar ezeli rakiplerinin Avrupa’da kendilerinden daha başarılı olmasını.

Muhtemelen de böyledir.

Velev ki böyle...

Olsun!

Bir başlangıçtır nihayetinde.

Kerhen de olsa bu yaklaşım çok önemli.

İçlerinden gelmese de, samimi duyguları bu olmasa da çok önemli sergiledikleri bu tutum.

Kendi camialarından gelmesi muhtemel tepkileri göze alarak attıkları bu adım çok önemli.



Lâfa gelince, “Dostluk, kardeşlik...”

Kime sorsanız, “Futbolda kavga dövüş olmasın...”

Her ağzını açan, “Ezeli rekabet, ebedi dostluk...”

Kimse mangalda kül bırakmıyor.

Haydi buyurun... İşte fırsat...

‘Sözde değil özde’ centilmen olanların diğerlerinden ayrışması için fırsat.

Kerhen de olsa ‘centilmenlik mesajı’ vermek isteyecek olanlar için fırsat.



TFF’nin attığı örnek bir adım. Bir ilk adım.

Muhataplarının sergilediği de (en azından şimdilik) örnek bir tutum.

Taraftarlar için de bir turnusol kağıdı bu gelişme.

Kim ne kadar ‘dostluk’tan yana, kim ne kadar ‘centilmenlik’ istiyor, kim ne kadar ‘içten’, kim ne kadar ‘iyi niyetli’; görelim bakalım.



“Tribünlerdeki küfür, futboldaki şiddet ortamı sebebiyle çocuklarımızı, eşlerimizi maçlara götüremiyoruz” diye ağlaşanlar; bırakın bahane bulmayı, bırakın mazeret üretmeyi...

Gelin siz de destek verin bu gelişmeye.

Verin ki, sonradan yine şikâyet etmeye hakkınız olsun.

Yapın bunu.

Kerhen de olsa yapın lütfen.

KEŞKE...

Sokakta; bu kadar çok tıp doktoru, bu kadar çok siyasetçi, bu kadar çok yargıç, bu kadar çok teknik direktör olmasa.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.