Şampiy10
Magazin
Gündem

‘Özür sonrası’ izlenimler...

DOĞU KUDÜS

İsrail’in Türkiye’den özür dilemesinin 5 gün sonrasında Kudüs’teyiz.

Resmi ifade ile “İsrail işgali altındaki” ya da “Filistin’in müstakbel başkenti” Doğu Kudüs’te...

Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu ile birlikte geldiğimiz (sebeb-i ziyaretimize ilişkin detayları VATAN’ın haber sayfalarında bulacaksınız) İsrail ve Filistin’deki ilk izlenimlerim şunlar:

- Filistinliler, Türkiye’nin başından beri haklı olduğu davada, kararlı tutumu ile İsrail’i dize getirdiğini düşünüyor.

- Filistin halkı, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın şahsında Müslüman dünyasının İsrail’e karşı elde ettiği siyasi zaferin gururunu yaşıyor.

- İsrail medyasında yer alan bazı haberlerde, Türkiye’ye ödemek zorunda kalınacak tazminat miktarı olarak “10 milyonlarca dolar” bilgisi yer alıyor. Bazı haberler ise “Türkiye’nin Mavi Marmara’da hayatını kaybedenler için kişi başı 1 milyon dolar tazminat talep ettiği, buna karşılık İsrail’in önerisinin her kişi için 100 bin Amerikan Doları olduğu” yönünde.

- Filistinliler, İsrail’in önerdiği söylenen 100 bin doları komik bulmakla kalmayıp, “Bir milyon dolar da az. Türkiye çok daha fazlasını istemeli” diyorlar.

İsraillilere gelince...

- Elbette istisnalar var ama İsraillilerin büyük çoğunluğu, Netanyahu’nun nihayet gerekeni yaptığı görüşünde. Yani İsrail’deki hâkim kanaat, Türkiye’den özür dilenmesinin doğru olduğu, hatta yöneticilerinin bu adımı atmakta geç bile kaldığı yönünde.

- İsrailliler, iki ülke arasındaki siyasi ve diplomatik gerginliğin zaten sokaktaki insanlara yansımadığını düşünüyorlar. En azından kendi cephelerinden bakıldığında...

- Konuştuğum birçok İsrailli, bu yaz tatil için yeniden Türkiye’ye gidebileceklerini ve bundan dolayı mutlu olduklarını söylüyor.

- Türkiye’den birçok seyahat acentası da daha şimdiden, İsrail’deki partnerleri ile bu yaz için neler yapabileceklerini konuşmaya başlamış.



Öldüren Türk askeri ölenler İsrailli olsaydı!

Başlıktaki ‘ünlemli’ soru, bir İsrailli’ye ait. Her şey tersine yaşansaydı...

Yani...

Mavi Marmara bir İsrail feribotu olsaydı...

İsrail feribotuna, üstelik uluslararası sularda operasyon düzenleyen, Türk SAT ve SAS timleri olsaydı...

Türk askeri, bir İsrail feribotunda 8 İsrail, 1 de Amerikan vatandaşını öldürseydi...

İsrail hükümetinin Ankara’ya tepkisi ne olurdu?

İsrailli yetkililerin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne yönelik olarak kullanacağı üslup nasıl olurdu? İsrail Başbakanı’nın Türk mevkidaşı ile ilgili seçeceği kelimeler hangileri olurdu?

Ve nihayet...

İsrail’i; hangi mahiyette bir özür ve Türkiye’nin tazminat olarak ödeyeceği hangi meblağ tatmin ederdi?

Gerçekten... Bir düşünsenize... Akdeniz’in uluslararası sularında her şey tam tersine yaşanmış olsaydı, neler olurdu.

KEŞKE...

‘Tecrübe’ye, her alanda hak ettiği saygıyı göstersek.

Yazının devamı...

Akil ‘adam’lar değil, ‘insan’lar

Gündemde, Akil ‘Adamlar’ Komisyonu var.

‘Adamlar’...

‘Kadınlar’a yine yer yok yani.

En azından isminde yer yok kadına.

TÜSİAD gibi...

Türk Sanayicileri ve İş ‘adam’ları Derneği.

Eski başkanı bir ‘kadın’ olan iş ‘adamları’ derneği, TÜSİAD.

Ne tesadüf ki, o eski başkan Ümit Boyner’in adı, bu defa da, Akil ‘Adamlar’ Komisyonu için geçiyor.

Bir ‘kadın’ olarak, iş ‘adamlar’ından, akil ‘adamlar’a...

Sadece bu örnek bile, kurulacak olan komisyonun isminin, “Akil adamlar” değil, “Akil İnsanlar” olması gerektiğini anlatmaya yeter sanırım.



Komisyonda bir de şehit annesi olmalı

Komisyon üyeliği için adı telaffuz edilen tek kadın Boyner değil. Kulislerde seslendirilen başka isimler de var.

Zaten olmalı da...

Hatta...

İş dünyasından, medyadan kadınların yanı sıra, ‘akil’ bir şehit annesi de olmalı aralarında bence.

Duygularına olabildiğince gem vuracak, geçmişteki acı tecrübeleri -doğal olarak- unutmayacak ama asıl kaygıları geleceğe dair olan bir anne.

“Kadınlık = Annelik” diyenlerden, ‘anne’ olmayanı ‘kadın’dan saymayanlardan değilim.

Ama ‘şehit annesi’nin durumu farklı.

Komisyonun görev yapacağı konunun doğrudan tarafı çünkü.

En azından sürecin bu aşamasında görüşünün alınmasını, söz sahibi olmayı fazlasıyla hak ediyor çünkü.



Komutan siz olsanız ne yaparsınız?

Haydi gelin, kendinizi ülkenin güneydoğu sınırındaki bir karakolun ya da bölgede konuşlu bir taburun komutanının yerine koyun.

Birliğinizin bulunduğu noktanın birkaç yüz metre ötesinde bir hareketlilik tespit ediyorsunuz.

Aldığınız görüntüye baktığınızda, 100 PKK’lının o bildik kıyafetler içinde yürüyerek ya da kamyonetlerin kasalarında sınıra doğru gittiğini görüyorsunuz.

Örgüt üyelerinin ellerinde silah yok.

Muhtemelen ülkeyi terk ediyorlar...

Soru şu:

Dürbünün başındaki askere el sallayarak giden bu gruba müdahale edecek misiniz, etmeyecek misiniz?

Ne yaparsınız?..

a) Ateş emri veririm.

b) Askerim ile birlikte ben de el sallarım.

c) Kafamı başka bir yöne çeviririm.

d) Komutanlarımı arar, ne yapmam gerektiğini sorarım.



“Bu durumda ne yapılacağı”nın yanıtı şu an için yok.

En azından net, kesin, resmi bir şekilde yok.

Ben bölgede görev yapan bir subay olsam, kafam çok karışık olurdu açıkçası.

KEŞKE...

‘Güven’ ve ‘iyi niyet’ kavramlarının tek taraflı olmayacağını tam manasıyla idrak etsek.


Yazının devamı...

Peki onlar ne düşünüyor?

Gündem malum... Yaşanan sürece ilişkin hemen her kesimden görüş yer alıyor medyada.

Pekiyi konunun doğrudan muhatapları ne düşünüyor yaşanan sürece dair?

Şehit aileleri, gaziler ve yıllar boyu ‘iç güvenlik harekât bölgesi’nde terörist ile mücadele eden güvenlik güçleri nasıl bakıyor gelinen noktaya?

Herkes rahat konuşsun diye, ‘isim vermeden’ yazacağımı söyledim konuştuğum kişilere...

“O atkı beni altüst etti”

Kendisini, “Ülkesini seven sıradan bir Türk vatandaşı” olarak niteleyen, orta yaş üstü Karadenizli bir erkek, önceki gün İstanbul Şişli’de gittiği bir banka şubesine girerken kapıda bir genç ile karşılaştığını anlattı.

“Adamın boynunda, sarı - kırmızı - yeşil renkli, bir tarafında Apo’nun resmi, bir tarafında PKK’nın amblemi olan bir atkı vardı. Evet barış olsun, evet akan kan dursun ama İstanbul’un göbeğinde, boynunda o atkıyla gözümün içine baka baka geçti gitti işte. Kendince gururlu, kendince zafer kazanmış bir havayla yürüyordu. Ya da bana öyle geldi, bilemiyorum... Ama kan beynime sıçradı. Hiçbir şey yapmadım. Yapacak bir şey yok çünkü. O atkı beni altüst etti. Çok sinirlendim ama yuttum işte.”

“Namlunun ucundakiler”

Yıllarını dağlarda geçirmiş bir emekli subay, “Hiç duygusal bakmıyorum ben bu konuya” diye başladı söze. Ve devam etti:

“Başının üstünden mermi geçmiş, insan ölümlerine şahit olmuş hiç kimse savaşın ya da savaş benzeri çatışma ortamlarının devamını istemez. Bu işin bitmesini herkesten önce asker ve o PKK’lı çocuklar ister. Yani en çok namlunun ucundakiler ister. Yalnız şöyle bir sorun görüyorum ben: Evet bitsin, bu iş bitsin ama bu sürecin tüm safhaları hukuka aykırı. Devam eden görüşmelerden, bugün (dün) Diyarbakır’da yaşanan görüntülere kadar her aşama... Ve hukuka aykırı bir temel üzerine kurulan bu yapının kalıcı olamayacağından endişe ediyorum. İnsanlarımız kandırılıyor diye düşünüyorum. Milyonlarca insan umutla ve olumlu bakıyor yaşananlara ama örgütten hiç kimseden, “Biz 30 yıl boyunca silahlı mücadele verdik, şimdi biz bunun yanlış olduğunu anladık ve silah bırakmaya karar verdik” şeklinde bir cümle duymadım ben. Umarım yaşanacaklar beni haksız çıkarır. Umarım ben yanılıyorumdur.”

“Hükümet iyi niyetli ama”

Bir Güneydoğu gazisi anlatıyor:

“Yaşanan süreci hiç tasvip etmiyorum. Devlet terörist ile müzakere etmemeli. O kadar insan neden öldü? O kadar şehidi neden verdik? Ben neden hayatımın geri kalanını bu şekilde yaşamaya mahkûmum?.. Terör elbette bitmeli ama yolu bu mu olmalı? Terörist ile masaya oturmak mı bitirmenin tek yolu? Bu sürecin sonunda da bu işin biteceğine pek inanmıyorum doğrusu. Biz gaziler ve şehit yakınları olarak çok büyük oranda feryat ediyoruz ama kendi internet sitelerimiz dışında sesimizi duyurabileceğimiz bir mecra bulamadık, bulamıyoruz. Zaten bu süreçte bizi muhatap alan da olmadı. Benim gördüğüm şu: Sürekli taviz veriliyor. Hükümetin bu işi bitirme konusunda kararlı ve iyi niyetli olduğuna inanıyorum. Hepimiz inanıyoruz. Hükümet iyi niyetli davranıyor ama karşı tarafta bir iyi niyet yok. Hükümet diyor ki, ‘İnsanları kazanalım, bölge gelişsin’ ama örgüt ve yanlıları her gün daha çok, her gün yeni yeni tavizler isteyecek. O yüzden umutlu olamıyorum.”



Sonuç olarak görünen o ki:

Bu ülkede yaşayanların bir bölümünün, devam eden sürece dair ciddi endişeleri var.

Kimilerinin ise içine sinmiyor yaşananlar.

Yaşananları içine sindiremeyenlerin büyük kısmı, ‘pişmiş aşa su katmak’ endişesi ile susuyor ya da “Pişmiş aşa su katma” derler diye susması gerektiğine inanıyor.

Evet, tabii ki herkes “Barış ve huzur gelsin” diyor.

Büyük çoğunluk; hükümetin iyi niyetli bir çözüm arayışında olduğuna inanıyor ancak o ekseriyet de bu iyi niyetin karşılık bulduğundan ve bulacağından ciddi şüphe duyuyor.

KEŞKE...

Birbirimize inanabilsek.

Yazının devamı...

O an!..

Beşiktaş, 110’uncu yılını kutladı ya önceki gün... 19. 03. 2013 tarihinde, saat 19.03’te BJK İnönü Stadı’nda ortaya çıkan tabloyu tüylerim diken diken, gözlerim nemli izledim ben de.

Gecenin en özel bölümü , Beşiktaş’ın yaşayan efsanesi, Onursal Başkan Süleyman Seba’nın tribündeki Kartallar ile hasret giderdiği dakikalardı benim için.

Binlerce Beşiktaşlı’nın Seba’ya yönelik sevgi gösterisi, 15 sene öncesine götürdü beni. Çünkü...



Tam 15 yıl önceydi. 29 Mart 1998...

Beşiktaş Kulübü’nün 52’nci Genel Kurulu’nda, Süleyman Seba, “son defa” diyerek, 8’inci dönemi için başkan seçildi.

Rakibi, listesinde camianın devlerinin yer aldığı İhsan Kalkavan’dı.

Kongre üyeleri, bir anlamda, “vefa” dedi ve mütevazı yönetim kurulu listesine rağmen Seba’yı tercih etti.

Ben de, o mütevazı listenin en çömez ismi olarak, henüz 28 yaşında, gönül verdiğim kulübün yöneticisi olma onuruna eriştim o gün.



Hafta içinde mazbatalarımızı aldık. İlk toplantımızı yaptık.

Seçimin 6 gün sonrasında ise yeni dönemin İnönü’deki ilk maçını izlemek için ‘Mabet’ teydik.

Rakip Bursaspor’du. Şeref Tribünü’ne girerken içim içime sığmıyordu.

Beni kucağına aldığı ilk anda, “Çişini söyleyecek kadar büyüse de Beşiktaş maçına götürsem” diyen bir babanın evladıydım ne de olsa.

Henüz 2 yaşında, babamın omuzlarında tanıştığım Siyah - Beyazlı tribünlerde büyümüş, Yeni Açık’ta serpilmiş, deplasmanlara savrulmuş, Kapalı’da olgunlaşmış bir Beşiktaşlı olarak; Dolmabahçe’ye, bu defa, 28 yıllık yaşantımın en büyük gururu olan “BJK Yöneticisi” sıfatı ile gelmiştim.

Şeref Tribünü’ne çıkan kapıdan geçerken, bir yandan babamın benimle nasıl gururlandığını düşünüyor, bir yandan da içimden “Allah her Beşiktaşlı’ya bu duyguyu nasip etsin” diye geçiriyordum.

İşte böylesi bir duygu seli içinde çıktım Şeref Tribünü’ne.

Takımlar sahada ısınıyor, tribünler dolmaya devam ediyor, ben de üzerinde ismim yazılı olan koltuğumu arıyordum.

Ve bir anda (burada detaylı şekilde yazamayacağım) hakaret ve küfür dolu bağırışlar ile irkildim. Aşağıya baktım, Numaralı Tribün’den bir grup gözümün içine baka baka küfür ediyordu henüz 6 gün önce seçilmiş yönetime. Bana da tabii.

Anlamadım önce...

Şaşırdım.

Şaşkınlığım üzüntüye, üzüntüm büyük bir hayal kırıklığına dönüştü.

O gün başlayan hayal kırıklığım bir buçuk yıl kadar sürdü.

En kibar slogan “Ahmet dursun, Seba gitsin”di o dönem.

Süleyman Seba’ya yönelik, ‘sin-kaf’lı “Git” tezahüratlarını da duyduk o 2 sezon boyunca.



Seba gitti...

Küserek gitti. Küstürülerek.

Serdar Bilgili geldi ardından.

Bilgili de gitti. Öyle ya da böye; küserek, küstürülerek gitti. Gönderildi.

Yıldırım Demirören başkan oldu sonra.

Demirören de aynı akıbete uğradı.



Ve...

Beşiktaş tribünü önceki akşam Süleyman Seba’yı bağrına bastı.

KEŞKE...

Beşer şaşmasa.


Yazının devamı...

Bunlar da hakem heyetinin sorunları!

Tüketici Sorunları Hakem Heyeti’ne düştü yolum geçen hafta.

Ankara’da, Çankaya Kaymakamlığı’na bağlı bu birimin çalışmak zorunda kaldığı fiziksel koşulları görünce, bu yazıyı yazmak şart oldu.

Tüketicinin ‘sorun’larına çözüm bulmak üzere kurulmuş olan birimler, kendi ‘sorun’larına çare arar durumda.



Çankaya için rakamlar ve vaziyet şöyle:

- 2012 yılındaki başvuru sayısı, yaklaşık 42 bin.

- Başvuruların yüzde 70 - 80’ini bankalar hakkındaki şikâyetler oluşturuyor. Bunları elektronik ürünler ve iletişim abonelikleri ile ilgili problemler izliyor.

- Bu yıl, 15 Mart itibariyle yapılan başvuru sayısı 9 bin 713.

- Yasaya göre Tüketici Hakem Heyetleri’nin, yapılan başvuruları 3 ay içinde sonuçlandırması gerekiyor ama örneğin Çankaya Hakem Heyeti, şu anda daha geçen yılın eylül ayında verilen dilekçeleri işleme koymakta.

- Çankaya Kaymakamlığı Tüketici Sorunları Hakem Heyeti’nin çalıştığı eski binada dosyaları koyacak yer kalmamış. Binlerce dosyanın istiflendiği odalardan biri ‘asma’ ve çökme tehlikesi ile karşı karşıya.

- Günde ortalama 200 başvuru dilekçesinin verildiği merkezde; kadrosu Çankaya Belediyesi’nde olan, 5’i raportör, 3’ü işçi, toplam 8 kişi, geçici görevle çalışıyor.

Yani sonuç olarak...

Eğer önlem alınmazsa; yargının iş yoğunluğunu azaltmak maksadıyla kurulan yapı yakında, ‘iş yoğunluğu ve yetersiz personel’ sebebiyle kilitlenecek gibi görünüyor.



Algı yönetimi nedir?

Pazar günü Kanaltürk canlı yayınında, “Algı ile olgu arasında ciddi farklar var” dedi Adalet Bakanı Sadullah Ergin.

Bakan haklı. Üstelik sadece görev alanındaki konulara ilişkin olarak değil, gündemdeki hemen her konuda geçerli bu durum.

Algı, olgunun hep önünde.

Ve gündem de, ‘olgu’dan ziyade, ‘algı’ya göre şekilleniyor.

Zaten bunun için modern dünyada, ‘algı yönetimi’ diye bir kavram var.

Algıyı yönetmek, gündemi de yönetmek/yönlendirmek demek çünkü.

Yalnız bu noktada gözden kaçırılmaması gereken, ‘algı (ya da algılama) yönetimi’ kavramının çıkış noktası.

Şöyle ki...

“Algılama yönetimi kavramı ilk kez ABD Savunma Bakanlığı tarafından kullanılmıştır. Pentagon’un algı yönetimi tanımı şöyle:

- Algılama yönetimi, yabancıların her seviyedeki istihbarat birimleri ve liderleri de dâhil olmak üzere, bu ülkedeki geniş kitleleri kendi (ABD) hedefleri doğrultusunda tavır almaları ve resmi adımlar atmalarının sağlamak amacıyla, seçilmiş bilgi akışını ve somut belgeleri yönlendirerek ya da reddiyesini oluşturarak, kitlelerin hislerini, güdülenmelerini, düşünce sistemlerini etki altına almaya çalışmak için yürütülen eylemlerin tamamıdır.

- Algılama yönetimi, çeşitli yolları kullanarak, gerçekleri yansıtma, operasyon güvenliğini sağlama, gerçeği gizleme ve çarpıtma, psikolojik operasyonları yönetme gibi unsurların bileşkesinden oluşur.

- Bu tanımdan hareketle algılama yönetimi; yabancı ülkelerdeki hedef kitlenin, görüşlerini etkilemek için yapılan aktivitelerin tamamını içerir.”

Bilin istedim...

KEŞKE...

Zarfa baktığımızın yarısı kadar mazruf ile de ilgilensek.

Yazının devamı...

İki ayrı dünya

Geçen haftayı iki ayrı dünyada geçirdim.

İki ayrı coğrafyaya art arda yaptığım iki seyahat, aynı yer küreyi paylaşan insanların, aynı çağda nasıl farklı dünyalarda yaşadıklarını göstermesi açısından çok çarpıcıydı.

Özellikle de kadınların...



Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın resmi gezisini izlemek üzere Suudi Arabistan‘a ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne gittik önce.

Ankara’ya döndük, yazlık kıyafetleri bırakıp kışlıkları aldık ve bu defa Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in gezisini takip etmek için Almanya’nın başkenti Berlin’e hareket ettik.

Bahsettiğim ‘iki ayrı dünya’ bunlar işte: Suudi Arabistan ve Almanya.



Suudi Arabistan’da ‘kadın’ olmak diye bir gerçeklik var. Simsiyah bir gerçeklik.

Eşlerini başka kadınlarla paylaşmak zorunda olduğu, tek başına otomobil kullanmasının yasak olduğu, alışveriş merkezlerinde ancak paravanların ardında yani tecrit edilmiş bölümlerde yemek yiyebildiği; hasılı erkeklerden ayrı ama onlardan bağımsız olamayan bir hayatı var Suud kadınının.



Kutsal topraklardaki ziyaret duraklarımızdan biri, ‘Uhud Savaşı’nın yaşandığı bölgeydi örneğin.

Küçük bir pazar yeri kurulmuş. Hurma, tespih gibi yerel ürünler satılıyor.

Satıcılar kadın. Baştan ayağa simsiyah çarşafın içindeki kadınlar...

Gözlerini dahi göremediğiniz, sadece seslerini duyduğunuz kadınlar...

Birinin fotoğrafını çektim tezgâhının arkasında otururken.

Ve o anda...

Fotoğraf çektiğimi fark ettiği anda, kucağındaki çantası ile yüzünü kapattı kadın. Sanki yüzü görünüyormuş gibi!

Uzaklaştım hemen, rahatsız etmekten duyduğum rahatsızlıkla... Sessizce özür diledim elimle yaptığım hareketle mahcubiyetimi göstererek.

Ve zihnimde, işte bu refleksin tokat gibi etkisiyle gittim Berlin’e.

Detay vermeye gerek yok...

Bir kadının yönetimindeki Almanya’da kadın; sadece giyim kuşamı ile değil, toplum hayatındaki yerinden, erkeklerle ilişkilerine kadar her noktada bildiğimiz gibi.



‘Kadın’ın Suudi Arabistan’daki yaşamı, o coğrafya için ‘normal’.

Aynı ‘kadın’ın Almanya’daki hayatı da, o coğrafya için aynı şekilde ‘normal’.

İki farklı coğrafyanın ‘normal’leri arasındaki fark ise öylesine ‘anormal’ ki...

KEŞKE...

Ne kadar ararsak arayalım,

buzağıları öküzlerin altında bulamayacağımızı anlasak.

Yazının devamı...

Hangisi doğru bakış açısı?

Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni (BAE) kapsayan gezisini izliyoruz dört gündür.

Cidde, Mekke, Medine ve Riyad durakları ile tamamlanan Suudi Arabistan ayağının ardından BAE’ye geldik.

Abu Dabi ve Dubai‘deki temasların ardından, siz bu yazıyı okurken biz Türkiye’ye dönmüş olacağız.



Elinizdeki (ya da ekranınızdaki) gazetenin haber sayfalarında detaylarını okuyacağınız bir gelişme yaşandı gezinin Riyad durağında.

BDP Hakkâri Milletvekili Esat Canan’ın Riyad Ritz Carlton Oteli’nde sergilediği ‘Türk bayrağı hassasiyeti’...

Bayrak duyarlılığı takdire şayan. Bu tamam.

Ancak yaşanan gelişme karşısında insanın zihninde bazı sorular beliriyor ister istemez.

Şöyle ki...

- Eğer bu tavrından dolayı Canan’ı “bayrağa duyarlı” diye alkışlamalıysak, alkışlayacaksak, o zaman bayrak eksikliğini fark etmeyen diğer heyet üyelerini de “bayrağa duyarsızlar” diye eleştirmemiz, yermemiz mi gerekiyor?

- Heyette yer alan AK Parti, CHP ve MHP milletvekillerinin, bakanlık personelinin, iş adamlarının, geziyi izleyen gazetecilerin ve organizasyondan sorumlu tur şirketi çalışanlarının karşısına, “Siz neden fark edip, gereğini yapmadınız?” sorusuyla dikilmeli miyiz?

- Gültan Kışanak’ın partisinin Siirt il kongresindeki tavrından sonra karşılaştığımız bu ikinci örnek, acaba devam eden süreçte BDP’lilerin belirleyip uyguladıkları bir ‘duyarlılık mesajı verme’ stratejisinin ürünü mü? BDP’liler, “Bundan sonra gittiğimiz her yerde Türk bayrağını takip edelim” diye bir karar mı aldılar?

- Başka parti ya da ideoloji mensuplarının şaşırtan tavırlarını hemen ‘takiye’ diye yaftalayanlar, BDP’nin Türk bayrağına gösterdiği ilgi hakkında ne düşünüyorlar?

- BDP’li milletvekilleri bunca yıldır değil saygı göstermek, yok saydıkları Türk bayrağını neden şimdi hatırladılar ve baş tacı ettiler?

- Hangisi doğru bakış açısı?..

BDP’lilerin sergilediği bu tavır değişikliğini eleştirmek yerine takdir etmek ve “Geç de olsa iyi bir gelişme” diyerek desteklemek mi, yoksa “Türk bayrağına saygı bir jest ya da lütuf değil, olması gerekendir” diyerek fazla da önemsememek mi?

Ve son soru...

- Geçmişte (19 ve 22’nci dönemlerde) önce ANAP, ardından CHP’den milletvekili olmuş (her ikisinden de istifa etmiş), BDP sıralarında yer aldığı bu son dönemde ise önce Habur’daki karşılamayı, son olarak da teröristler ile kucaklaşmayı eleştiren Esat Canan, ‘klasik BDP çizgisi’nde bir isim olarak görülebilir mi?



Çağlayan’a dair gözlemlerim

Yıllardır tanırım ama ilk kez bir dış gezisinde yer aldım Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın.

Gözlemlerim şunlar:

- Dinamizmine, hızına yetişmekte değil birlikte seyahat ettiği milletvekilleri, iş adamları ve gazeteciler, yakın çalışma arkadaşları bile zorlanıyor.

- Aynı bünyede; bir iş adamının takipçilik ve elastikiyetini, bir sivil toplum kuruluşu başkanının toparlayıcılığı ve denge unsuru oluşunu, bir siyasetçinin ise sıcak ilişki kurma, çok yönlü düşünme ve farklı mesajlar verebilme özelliklerini buluşturmuş bir bakan portresi çiziyor.

- Yıllardır öyleydi ama isim ve olay/detay hafızasının kuvvetli oluşunu, şu anda yapmakta olduğu görevde daha da bir avantaja dönüştürmüş durumda. Karşılaştığı kişilerin sadece kendilerine adlarıyla hitap etmekle kalmıyor, o kişilerin eşlerinin, çocuklarının hâlini hatırını bile isimleriyle soruyor. Ve tabii bu durum karşısındaki üzerinde çok olumlu bir etki yaratıyor.

Yazının devamı...

Obama İstanbul’a geliyor

Hemen söyleyeyim; başlıktaki Barack değil, Michelle Obama.

ABD Başkanı Barack Obama ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Beyaz Saray buluşmasının tarihi henüz netleşmedi.

Erdoğan ABD’yi ziyaret edecek ve Obama ile bir araya gelecek ama bu görüşme için Washington’dan randevu bekleniyor.

Ankara Barack Obama’dan haber beklerken, İstanbul Michelle Obama’yı ağırlamaya hazırlanıyor.

Eğer son anda bir değişiklik olmazsa, ABD’nin First Lady’si Michelle Obama, 30 Nisan‘da İstanbul’da olacak.



“Ben caz ile büyüdüm. Çocukluğum boyunca, Chicago’da hep caz vardı hayatımızda. Büyükbabam, evinin her odasına bir hoparlör yerleştirmişti. Böylece evin her köşesinde ve gün boyu, sürekli caz ezgileri duyulurdu.“

Bu sözler Michelle Obama’nın caz müziği ile ilişkisinin en net göstergesi.

Beyaz Saray’ın kapılarını caz ve blues yapan genç müzisyenlere açan Obama bakın ne diyor:

“Demokrasiye, muhtemelen, bir caz orkestrasından daha iyi örnek olamaz. Bireysel bağımsızlık ama bir grup olmanın da sorumluluğu...“

Ve bunları söyleyen Michelle Obama -programında o güne kadar bir değişiklik olmaması hâlinde- 30 Nisan Dünya Caz Günü‘nü ‘Ev Sahibi Kent‘ İstanbul’da kutlayacak.



Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü UNESCO, 2013 Uluslararası Dünya Caz Günü kutlamasının ‘Ev Sahibi Kent’inin İstanbul olacağını açıklandığı 2011’in kasım ayından bu yana merakla takip ediyorum 30 Nisan ile ilgili somut haberleri.

İstanbul’un ev sahipliği yaklaşık bir buçuk yıl önce belli oldu ama konu gündemde neredeyse yok.

Süreci -ilginçtir- Kültür ve Turizm değil Dışişleri Bakanlığı yürütüyor(du) başından beri.

“Yürütüyor-du” diyorum çünkü yeni bakan Ömer Çelik‘in göreve başlar başlamaz bu konuya el attığını öğrendim.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Namık Tan ile görüşen Bakan Çelik, bakanlık bürokratlarını 30 Nisan için seferber etmiş.

İstanbul’un 30 Nisan hazırlıklarını şimdi iki bakanlık birlikte yürütüyor.

Michelle Obama’nın İstanbul ziyareti ile ilgili gelişmeleri de bizzat Washington Büyükelçisi Tan takip ediyor.



Dünya Caz Günü, dünyanın dört bir yanından insanları caz müziği ile buluşturmak, bu müziğin kökenleri hakkında bilgilendirmek ve farklılıkları aşan bir iletişim biçimi olarak sahip olduğu önemli rolü vurgulamak amacıyla bir araya getiriyor.



KEŞKE...

İnsanlar tevazu sahibi olma konusunda bu kadar mütevazı olmasa.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.