Şampiy10
Magazin
Gündem

Toraman, Sivas ve biz...

Cumartesi akşamı 4 Eylül Stadı’nda Sivasspor-Beşiktaş maçı oynandı.

Sahadaki 22 oyuncudan biri tribünlerin hedefindeki isimdi yine.

“Yine” diyorum çünkü son yıllarda Sivas’ta oynanan her Beşiktaş maçında aynı isme tepki gösteriyor tribünler.

O oyuncu, Beşiktaş’ın Kaptanı İbrahim Toraman.

Toraman Sivaslı.

Memleketinde yuhalanıyor.

Hemşehrilerinden küfür işitiyor.



Aradım Toraman’ı dün, “Nedir mevzu” diye sordum:

- Niye böyle bir tepki var sana Sivas’ta?

- Vallahi ben anlamıyorum bunu. Diyorlar ki; bizim şampiyon olduğumuz sene, Sivas’ın da şampiyonluğa oynadığı o yıl, ben Sivas’taki maçta çok hırslı oynamışım, çok sert oynamışım! Buymuş yani tepkinin sebebi. İnsanlar ne düşünüyor, bu nasıl bir anlayıştır bilemiyorum.

- Ben mi yanlış hatırlıyorum?.. Sen 58 numaralı formayı giymedin mi Beşiktaş’ta yıllarca?

- Beş sene giydim 58 numarayı ben. Ama sonra, o maçtan sonra yani, tepkiler olunca çok üzüldüm, kırıldım. Forma numaramı da değiştirdim.

- Küstün mü Sivas’a?

- Yok, olur mu öyle şey? Memleketim benim. Küsmek diye bir şey olmaz. Bizim şehrimiz orası. Bizim insanlarımız... Ama üzüldüm neticede. Kırıldım tabii biraz.

- Gördüğüm kadarıyla maçlar sırasında tribünlerde sergilenen tavır sokakta geçerli değil...

- Aynen öyle. Şehre geldiğimizde, kaldığımız süre boyunca, sokakta herkes bağrına basıyor. Sevgi gösteriyorlar. Ama maçta durum değişiyor. Ben istiyorum ki, hemşehrilerim bir Sivaslı’nın Beşiktaş gibi bir takımda oynuyor olmasından mutluluk duysun, gurur duysun. Ne bekliyorlar bilemiyorum... Ne yapacağım yani, Sivas maçlarında oynamamam mı lazım? Bilerek kötü mü oynamam lazım? Olur mu hiç öyle bir şey?..



İbrahim Toraman sonuna kadar haklı bence. Üstelik Sivas ve Beşiktaş ikili örneğinde çok çarpıcı bir durum da var.

Sivasspor’un teknik direktörü kim?

Rıza Çalımbay.

Çalımbay nereli?

Sivaslı.

Peki Rıza Hoca yıllarca hangi takımın kaptanlığını yaptı?

Beşiktaş’ın.

Cumartesi akşamı 4 Eylül’ün tribünlerinde Toraman’a küfredenlere başka sorum yok!



Konu sadece Sivas-Beşiktaş hattı ile sınırlı değil. Toraman da tek örnek değil, Sivas tribünlerindeki birkaç bin kişi de.

Başka birçok oyuncu da İbo ile aynı kaderi paylaşıyor bu ülkenin farklı köşelerinde.

Ve bu, sadece futbola özgü bir durum da değil.

Meseleyi bu sütuna taşımamın nedeni de, bu ülkede var olan bir ‘anlayış’ı sorgulamak, eleştirmek.

Sorun ‘biz’im hoyratlığımız.

‘Biz’im bencilliğimiz problem.

‘Biz’im tahammülsüzlüğümüz, anlayışsızlığımız, bilinçsizliğimiz mesele.

Mesele ‘biz’iz aslında.



Kızıp küfür etmeden önce bir düşünün.

KEŞKE...

‘Adab-ı muaşeret’ kavramını bu kadar unutmuş olmasak.

Yazının devamı...

Vefa ABD’de 51. eyaletin adı

Mustafa Akarsu...

1 Şubat 2013 Cuma günü, Amerika Birleşik Devletleri’nin Ankara Büyükelçiliği’ne yönelik intihar saldırısında şehit olan güvenlik görevlisi.

Belki bizler daha üzerinden bir ay bile geçmeden unuttuk bile ama Amerikalılar unutmadı Akarsu’yu.

Amerikalıların Mustafa Akarsu için başlattığı iki ayrı kampanya var.



Giden elbette geri gelmiyor ama...

ABD’nin Ankara Büyükelçiliği; 7’sinde Akarsu için Kur’an okutup, helva dağıttığı Mustafa Akarsu’nun ailesine yasal hakkı olan maddi tazminatı ödemekle yetinmedi. Elçilik çalışanları, Akarsu için açılan hesaba yardım yapmaya devam ediyorlar. Hesap yaklaşık 2 ay daha yardımlara açık.



Bu kadar da değil...

İnternette http://www.indiegogo.com adresli bir site var. Bir ‘fon’ sitesi... İnsanların yardım toplamak, maddi kaynak oluşturmak için kullandıkları bir site.

Mustafa Akarsu’nun da içinde yer aldığı Ankara Büyükelçiliği Güvenlik Bölümü’nün başındaki Amerikalı yetkili, ‘indiegogo’da “Mustafa Akarsu Family Fund” (Mustafa Akarsu Aile Fonu) başlığıyla bir sayfa açtı.

Dünyanın dört bir yanındaki Amerikan temsilciliklerine de duyurulan bu sayfaya http://www.indiegogo.com/projects/mustafa-akarsu-family-fund?c=home adresinden ulaşan herkes, Akarsu ailesine yardımda bulunabiliyor.

Önemli olan toplanan yardım miktarı değil elbette ama yine de belirtmekte fayda var: Dün öğleden sonra, bu yazının kaleme alındığı dakikalarda fonda 90 bin 735 ABD Doları birikmişti.

İnternet üzerinden maddi destek için 43 gün daha süre var.



Amerikan ya da yabancı hayranlığı değil yaptığım.

‘Vefa’ kavramına ve insani duyarlılığa dikkat çekme çabası sadece.

Ve tabii; binlerce şehit vermiş bu ülkede, benzer tek bir örnek dahi hatırlayamıyor olmanın üzüntüsünü paylaşmak.



Nihayet hatırladık

Medyamız (ve dolayısıyla kamuoyu) PKK’nın kaçırdığı ve aylardır elinde rehin tuttuğu insanları nihayet hatırladı.

15 Şubat’ta bu köşenin başlığı “Hatırlayan var mı?”ydı. (http://haber.gazetevatan.com/Haber/514711/1/Gundem)

BDP heyetinin İmralı Adası’na gittiği gün de (23 Şubat 2013 Cumartesi) VATAN “Onları Unutmayın” manşetiyle çıktı. Konunun genel gündeme taşınması ise maalesef, Öcalan’dan gelen mesaj ile mümkün oldu. Acı ama öyle!

Şimdi haberlere bakıyorum; “Örgütün elinde asker, polis, öğretmen, kaymakam adayı var” diyor medya.

Doğru ama eksik. En azından iki kişi daha var. 15 Şubat’ta bu köşeden duyurduğum, Şırnaklı iki korucu ailesinin çocukları Abdülvahap İlhan ve Ramazan Özdemir de terör örgütünün elinde. Onları da listeye eklemek için Öcalan’ın hatırlatmasını beklemesek diyorum!



KEŞKE...

Yollardaki beyaz çizgilerin; ortalanarak değil, aralarında seyredilmesi maksadıyla çizildiğini idrak edebilsek.

Yazının devamı...

İçişleri Bakanı’nın çözüm reçetesi

“Burası Türkiye. Kriz her zaman olur. Ayrıca biz alışığız krizlere. Önemli olan karşımıza çıkan krizler değil, o krizleri iyi yönetmek. Bizim de bunu başaracağımızdan kimsenin şüphesi olmasın.”

Bu cümleler İçişleri Bakanı Muammer Güler’e ait.



Krizlerle yaşamaya İstanbul Valiliği döneminden fazlasıyla alışık olduğunu söyleyen yeni İçişleri Bakanı Güler ile dün telefonda sohbet ettik.

O bildik dinamizmi yine sesine yansıyordu Güler’in.

‘İmralı’ ya da ‘Çözüm’ adıyla anılan süreç ve son birkaç günde Karadeniz Bölgesi’nde yaşanan gelişmeler öncelikli gündem maddesiydi İçişleri Bakanı’nın.



İşte Muammer Güler’in ülke gündeminin bir numaralı maddesi olan o sürece ilişkin açıklamalarının satır başları:

- Önemli olan krizleri iyi yönetmek, sonuçlarını olabildiğince tolere etmektir.

- Bu ülkede herkes istediği her şeyi söyleyebilecek. Absürt (saçma) şeyler de söyleyebilecek insanlar. Hepimiz de dinlemeyi, anlamayı, beğenmesek de saygı göstermeyi öğreneceğiz.

- Kimse kimsenin çok affedersiniz kafasını gözünü kırmayacak. Herkes birbirini anlayışla karşılayacak, herkes birbirine tahammül edecek.

- Biz de görevimizi hukuk çerçevesi içinde yerine getireceğiz.

- Bu toplum, kendi sorununu kendisi çözecek. Başkası değil, biz çözeceğiz. Hep beraber çözeceğiz. El ele verip çözeceğiz.

- En alttaki vatandaşından en üst kademelerde yer alanlara kadar bütün vatandaşlar, hep birlikte hareket edecek, herkes üzerine düşeni yapacak.

- Çözüme birlikte ulaşabilmek için de herkes sorumlu davranacak. Herkes söylemleriyle de, eylemleriyle de sorumlu davranacak.



Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, İçişleri Bakanı Muammer Güler’in yukarıdaki reçetesi ‘olması gerekenler’den oluşuyor. ‘İdeal’den yani.

Pekiyi, ‘olması gerekenler’in ne kadarı oluyor ya da olacak?

‘İdeal’in bütünüyle hayata geçmesi mümkün değil ama o ‘ideal’e ne kadar yaklaşılabilecek?

Mesele de bu zaten.

Aslında iş dönüp dolaşıp yine o bildik soruda düğümleniyor:

Üzüm mü yiyeceğiz yoksa yine -bugüne kadar hep olduğu gibi elimizde sopalar, bağcıların peşinde mi koşacağız?..

KEŞKE...

Türkiye; Paris’e giden insanlarının PËre Lachaise Mezarlığı’nı ziyaret etmek zorunda kaldığı bir ülke olduğu gerçeğinden ders alsa.

Yazının devamı...

Gel de sorma

- Güneydoğu illerine gitmekten imtina ettiği dönemde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin bu tercihini “sağduyulu ve doğru” olarak değerlendirenler, BDP heyetinin Karadeniz turu için ne diyor olabilirler?

- BDP’li Sırrı Süreyya Önder, önceki gün Samsun’dan çıktığı CNN Türk canlı yayınında, kendilerine tepki gösteren gruptaki birçok kişinin ‘beyaz bere’ taktığını söyledi. Bu açıklamayı doğrulayan ‘beyaz bereliler’ görüntü ya da fotoğraflarını ben mi görmedim?

- Başbakan Tayyip Erdoğan’ın muhalefete yönelik, “Sivas’ın ötesine geçemiyorlar” sözleri ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “Adam gibi adamsan, git bu konuşmayı Rize’de yap bakalım” cümlesi arasında ne gibi bir fark var?

- “PKK bu barış görüşmelerinde engelse, biz PKK’nın yakasına yapışırız” diyen BDP Milletvekili Sırrı Sakık’a; Ahmet Türk’ün daha bir buçuk ay önce gazeteci Ahmet Hakan’a söylediği, “Karar verecek olan Abdullah Öcalan’ın kendisidir. Bizler karar alıcı değiliz” sözlerini hatırlatıp, “Yakaya yapışma kararını kim, nasıl alacak?” diye sormak abartılı mı olur?



Siyasetçi sanatçının ayağına gider

Sezai Karakoç...

Şair, düşünür, felsefeci, siyasetçi.

Refik Erduran...

Gazeteci, yazar.

Yaşar Kemal...

Edebiyatçı, siyasetçi.

Beğenirsiniz - beğenmezsiniz, seversiniz - sevmezsiniz, ideolojilerini benimsersiniz - benimsemezsiniz...

Ama bu üç ismin de saygınlığına, üstat oluşuna kimsenin söyleyecek sözü olamaz.



Sezai Karakoç, Refik Erduran ve Yaşar Kemal; Ömer Çelik’in Kültür ve Turizm Bakanlığı koltuğundaki ilk üç haftasında bir araya geldiği üç isim.

“Kültür Bakanı sanatçıyı ayağına çağırmaz; şairin, yazarın, sanatçının ayağına gider” diyor Ömer Çelik.

Yeni bakanın görüştüğü bu üç isimden faydalanması bir yana, salt verdiği bu mesajı bile önemsemeliyiz bence.

Her dönem, “Sanatı ‘siyaset üstü’ görmek lazım” diyenlerin, Bakan Çelik’in bu tavrını herkesten çok önemsemesi ve desteklemesi gerekiyor.

Ama bakıyorum; Sezai Karakoç ya da Refik Erduran veya Yaşar Kemal çıkıp, “Bugüne kadar bir kültür bakanı kapımızı çalmadı” dese, bu sitemi manşetlerine taşıyacak olanlar, iş bırakın destek vermeyi sadece yapılanı görmeye geldiğinde kafalarını başka yöne çeviriveriyorlar.



KEŞKE...

Lafa geldiğinde söylediklerimizin tümünden geçtim- yarısını uygulayarak yaşasak.

Yazının devamı...

Süt izni istiyorum!

“(...) Türkiye’de çocuğa bakmakla yükümlü tek kişi anneymiş gibi bir algı var, erkeklerle ilgili neredeyse hiç düzenleme yok. Baba, memur ise 3 gün izin alabiliyor, işçi ise o da yok. ‘Doğum izninin 24 haftaya çıkarılması, kadın istihdamını olumsuz etkiler’ diyen Prof. Kadriye Bakırcı ekliyor: ‘Çünkü işveren uzun süre izin yapan eleman çalıştırmak istemiyor. Kadının izin süresini uzatmak yerine AB’deki gibi ebeveyn izni getirilmeli. Doğum izni, kadının lohusalık dönemi için öngörülen izindir, ebeveynlik izni ise çocuk bakımı için hem kadına hem erkeğe verilir. Erkek izinlerini kadına devredemez. Çocuğa birlikte bakarlar, kadın iş hayatından kopmaz, mağdur olmaz.’

Prof. Bakırcı, ebeveynlik izninin babalık izninden farkını şu sözlerle anlatıyor, ‘Babalık izni, doğumdan sonra, babanın eşi ve çocuğu ile zaman geçirmesi için verilir. Ebeveynlik izni ise annenin lohusalık izni bittikten sonra verilir. AB Adalet Divanı kararı der ki, kullanmak istiyorsa babaya da süt izni verilir. Çalışan kadın emzirmek dışında sütünü sağarak biberonla da besleyebilir bebeğini. Bunu baba da yapabilir.’ (...)”

Bu satırlar, Akşam Gazetesi’nin önceki gün manşetine taşıdığı bir köşe yazısının en can alıcı bölümü.

Başlık, “Babalara da süt izni”.



Çalışma Bakanı Faruk Çelik’in, 16 hafta olan doğum izninin 24 haftaya çıkarılacağını açıkladığı, ana muhalefetin “24 de yetmez 28 hafta olsun” diye kanun teklifi verdiği günlerdeyiz.

Hükümet çok çocuk yapan anneye erken emeklilik hakkı tanımaya, annelerin yarı zamanlı çalışabilmesine imkân sağlayan düzenlemeleri hayata geçirmeye hazırlanıyor.

İlk bakışta bunların hepsi olumlu adımlar.

Ama öznesi sadece ‘anne’ olan adımlar. “Bebeği, çocuğu büyütmek sadece annenin işidir” algısının, “Sorumluluk sadece anneye aittir” peşin kabulünün tezahürü adımlar.

Alt temizlemek, beslemek, büyütmek kadının sorumluluğu...

Erkeğe düşen ise sadece bez ve mama parasını kazanmak, bir de akşam eve gelince sevip koklamak. O kadar.



İlk çağlardaki düzen, mantık olarak bugünün Türkiye’sinde (hatta dünyanın çoğu yerinde) devam ediyor sanki: “Erkek dışarıda avlanır, kadın yuvada pişirir”.

İşin ilginç yanı bu gibi konularda erkeklerden geçtim -kadın milletvekillerinden de- ses seda çıkmıyor.

Kadın akademisyenlerden, kadın köşe yazarlarından, kadın kanaat önderlerinden bu tür mevzularda kalem oynatan, sesini yükseltenler parmakla gösterilecek kadar az.



Yazının başında alıntı yaptığım köşe yazısını kaleme alan Özlem Akarsu Çelik’in eşiyim ben. Ama bu durumun öncesinde ve ötesinde, hayata bakışına ve haberciliğine çok saygı duyduğum bir meslektaşım Özlem.

Dile getirdiği ‘doğru ve haklı’ bir beklenti. Yani gündeme taşıdığı konuya verdiğim destek ‘eş durumu’ndan değil.

Olması gerektiğine inandığım için ben de -bir baba olarak- ‘süt izni’ istiyorum.



KEŞKE...

Sıfatı ‘yönetici’ olan herkes gerçek manada yönetebiliyor olsa.

Yazının devamı...

Hatırlayan var mı?

PKK’nın elinde kaç kişi var?

Bunların kaçı sivil, kaçı asker?

Hepsi hâlâ hayatta mı?

Sağlık durumları nasıl?

Hangisi, tam olarak nerede tutuluyor? İstihbarat ve güvenlik güçleri bu insanları geri alabilmek/getirebilmek için ne yapıyor? (Ya da herhangi bir şey yapıyor mu?)

Bu tür soruları çoğaltabiliriz ama asıl bir başka soru var yanıt bekleyen...

Bu soruların cevaplarını kesin olarak bilen var mı? Asıl soru bu!



Devletin resmi kaynaklarında kesin, detaylı ve güncel bilgiler vardır muhakkak. Aylar önce, örgütün kaçırdığı bir astsubay ile bir kaymakam adayı gündemdeyken, konuyu bir bakana sormuştum.

“Terör örgütünün kaçırdığı ve alıkoyduğu bütün vatandaşlarımızı, üstelik de anlık olarak takip ediyoruz. Hepsi ile ilgili her türlü bilgiye sahibiz” demişti konuştuğum bakan.

Ama kamuoyuna bu konudaki detaylar yansımıyor.

Gerçi görünen o ki, kamuoyunun da konuyla pek ilgilendiği yok.



Güçlükonak’ın Gümüşyazı ve Yatağankaya Köylerinden iki kişi de örgütün elindeymiş mesela. “Elindeymiş” diyorum zira düne kadar bilmiyordum, Abdülvahap İlhan ve Ramazan Özdemir adlı iki vatandaşın yaklaşık 7 aydır PKK’nın elinde olduğunu.

İnternette araştırdım, hiçbir yerde haber de olmamış bu olay. (Ya da belki ben görmedim.) İlhan ve Özdemir’in özelliği, ‘korucu’ ailelerinin çocukları olmaları. Babaları korucu.

Abdülvahap İlhan ve Ramazan Özdemir, geçen yıl Temmuz’da Suriye’de kaçırılmış PKK’lılar tarafından. Cizre’nin hemen karşı tarafına düşen Andivar Köyü’nden. Ailelerine haber yollamış örgüt; “Babaları gelsin, oğullarını bırakalım” diye.

Korucu babalar “Hayır” demişler.

Anneler görmek istemiş evlatlarını.

Mahmur Kampı’na gidip görüşmüşler çocuklarıyla. Onlara da aynı şeyi söylemiş PKK’lılar Mahmur’da; “Babaları gelmezse çocuklarınızı bırakmayız” demişler.

Yine 2012’de, Eylül ayı başında AK Parti Hakkari İl Başkanı‘nı kaçırmıştı örgüt, hatırlarsınız.

PKK’nın bir ay boyunca rehin tuttuğu Mecit Tarhan, serbest bırakıldıktan sonra Abdülvahap İlhan ve Ramazan Özdemir’in Kandil’de olduğu bilgisini iletmiş ailelerine. Yine, “Babaları giderse, ikisini de bırakacaklar” notu ile birlikte... Ailelerin elindeki bilgi, çocuklarının hâlâ Kandil Dağı’ndaki PKK kampında olduğu yönünde.



Sonuç olarak...

PKK’nın elinde bu ülkenin insanları var. Bilinenler var, bilinmeyenler de var belki... Bu insanlarını akıbetini merak eden, konuyla ilgilenen ise -aileleri dışında- neredeyse hiç yok.

Durum budur.

KEŞKE...

Etrafta bu kadar çok ‘heyecanını kaybetmiş insan’ olmasa.

Yazının devamı...

Kılıçdaroğlu’ndan Erdoğan ve Baykal yorumları

CHP lideri, Başbakan’ın PKK’ya yönelik attığı adımlara karşı tepkileri dengelemek için Saygun’u ziyaret ettiği kanısında. Kılıçdaroğlu, “Eğer samimiyse cezaevindeki subay ve aydınlar için de düzenleme yapsın” diyor.

Tümüyle gayriciddi bir suçlama ve bir başbakana yakışmayacak bir ifade.”

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın önceki gün grup konuşmasındaki sözlerine böyle yanıt verdi.

Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nu eleştirirken şöyle demişti:

“Herhalde sıkılmasa, bir müddet sonra, ‘Bu terör örgütü nerede, söyleyin gidip ona üye olayım’ diyecek. Eğer DHKP-C’ye Kılıçdaroğlu’nun üye olduğunu duyarsanız hiç şaşırmayın. Bunu da yapar. Legal olmadığı için böyle bir sıkıntı yaşıyor olabilir.”

Kılıçdaroğlu’na, Londra’ya hareketinden önce İstanbul Atatürk Hava Limanı’nda ulaştım telefonla.

İlk soru olarak, Başbakan’ın Salı günkü sözlerini hatırlatıp yorumunu istedim.



CHP Genel Başkanı’nın yanıtı şu oldu:

- Tümüyle gayrı ciddi bir suçlama ve bir başbakana yakışmayacak bir ifade. Zaten Başbakan’ın sağlıklı bir ruh hali yok. Her eleştireni terörist olarak görüyor. Kendisini eleştiren gazeteciyi de, akademisyeni de, siyasetçiyi de öyle görüyor. Bakın dünyanın her demokrasisinde iktidarlar eleştirilirler. Bu gayet doğaldır. Ayrıca, bir hukuk ihlali varsa, ilk önce bizim eleştiririz. Muhalefet eleştirir. Demokrasilerde bu eleştirilerin normal karşılanması gerekir. Ama bizdeki durum ortada işte.

Erdoğan’ın Ergin Saygun’u ziyareti

Kemal Kılıçdaroğlu’na ikinci sorum, Erdoğan’ın o çok tartışılan hastane ziyareti ile ilgiliydi.

- Başbakan, Emekli Orgeneral Ergin Saygun’u ziyareti hakkında, insani görevini yapmanın mutluluğu içinde olduğunu söyledi. “Başkası olsa onu da ziyaret ederim” dedi. Sizce de gayet normal ve insani bir tavır değil mi bu?

- Bakın ben grup konuşmamda bu konunun insani boyutu hakkındaki görüşümü söyledim. Tayyip Erdoğan ‘insani boyut’ konusunda samimi ise hapishanede Mehmet Haberal da var. Fatih Hilmioğlu da var. Yine Silivri Devlet Hastanesi’nde, benim telefonla görüşmek istediğim ama görüşmeme izin verilmeyen Yalçın Küçük hoca var mesela. Samimi ise onu da ziyaret edebilir.

- Yani siz bunun samimi ve insani bir tavır olduğuna ikna olmadınız, öyle mi?

- Buradaki amaç insani boyutun ötesinde, Başbakan’ın bilinçli olarak, belli olayları dengelemek için yaptığı bir girişim ve bunu sadece biz değil, herkes görüyor, biliyor. Samimi olsaydı bakın ne yapardı biliyor musunuz?

Genelkurmay Başkanı, askerler, bilim insanları içerde terörist diye tutuluyor. Kendisi bundan şikayet ediyor. Peki ben de soruyorum: MİT Müsteşarı için soruşturma izni istendiğinde tavrı ne oldu Başbakan’ın. Apar topar Parlamento’dan yasa çıktı bu konuda. Eğer samimi ise içeridekiler ile ilgili de aynı tavrı sergilesin. Getirsinler Meclis’e, biz de destek verelim, çıkaralım. Burada, Tayyip Erdoğan’ın yaptığının, son dönemde PKK’ya yönelik attığı adımların kamuoyunda çektiği tepkiyi dengeleme çabası olduğunu herkes görüyor, biliyor.

Baykal’ın konuşmasından faydalanırız

Kemal Kılıçdaroğlu’na uçağa binmeden hemen önce telefonda yönelttiğim son soru, CHP’nin iç gündemine ilişkindi.

- Deniz Baykal’ın dün (önceki gün) grupta konuşması... Farklı yorumlar yapılıyor, biliyorsunuz. Siz nasıl bakıyorsunuz selefinizin attığı bu adıma? Toplantının o bölümüne katılmamanız bir tavır mı?

- Bizim Sayın Baykal ile aramızdaki diyalog sonucu böyle bir grup toplantısı yapıldı. Bir görüş farklılığı değil yani. Ben, Salı günü grup konuşmam olduğunu ve bunun için hazırlık yapmam gerektiğini söyledim. “Cuma günü olursa ben de katılırım” dedim. O da, benim katılmamamı da telafi edeceğini söyledi. “Bir sorun olmadığını ben söylerim konuşmamda” dedi. Yapılan toplantının çerçevesi ikimizin de bilgisi dahilindeydi yani.

- Konuşmanın içeriği de bilginiz dahilinde miydi?

- Hayır. İçeriği değil. Konuşma yapacağı ve benim o bölüme katılmayacağım.

- Peki içeriğini nasıl buldunuz Baykal’ın yaptığı konuşmanın?

- Toparlayıcı bir konuşma. Partinin ayrışma değil, bir arada olmasını öngören bir konuşma. Tümüyle belli bir tarihsel süreç içinde, CHP’nin oluşumundan, Türkiye Cumhuriyeti kurulurken verdiği mücadeleye kadar... Partinin Türkiye için ne kadar önemli bir görev üstlendiğini ve bugün ülkenin içinde bulunduğu koşullarda ne kadar önemli bir işlevi olduğunu söyledi.

- “Ne gerek vardı şimdi böyle bir konuşma yapmasına” demediniz yani?..

- Hayır. Rahatsız olunacak bir konuşma değil. Olumlu, faydalanılacak bir konuşma.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.