Şampiy10
Magazin
Gündem

Sarıgül ekim sonu CHP’ye gider

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, VATAN’a verdiği röportajda

(http://haber.gazetevatan.com/gel-kardesim-onur-duyariz/565828/9/siyaset)

birçok farklı başlıkta önemli açıklamalar yaptı biliyorsunuz.

Röportajın en çok konuşulan kısmı ise Kılıçdaroğlu’nun Mustafa Sarıgül’e yaptığı “Gel kardeşim” çağrısı oldu.

Kemal Kılıçdaroğlu ve ardından Sarıgül ile yaptığım

(http://haber.gazetevatan.com/Haber/565981/1/Gundem)

görüşmelerin ışığında benim gördüğüm şu:

Önümüzdeki bir - bir buçuk ay içinde CHP’de çok büyük bir sürpriz yaşanmazsa, Mart 2014 yerel seçimlerinde ana muhalefet partisinin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Mustafa Sarıgül olur.

Edindiğim izlenim bu.

Peki Sarıgül’ün önce CHP’ye dönüş, sonrasında da İstanbul adaylığı süreci ne zaman başlar?

Görünen o ki, ekim sonunda.

Bütün işaretler o yönde.

Kılıçdaroğlu Gökçek’i istiyor!

Yerel seçim gündeminde en medyatik başlık şüphesiz “İstanbul adayları.”

İstanbul’un ardından da, Ankara ve İzmir’de yarışacak isimler geliyor elbette.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, henüz isim vermiyor ama İstanbul adayı Mustafa Sarıgül, İzmir adayı da mevcut başkan Aziz Kocaoğlu olacak gibi görünüyor.

Peki ya başkent?

“Ankara adayınızı en azından kafanızda netleştirdiniz mi?” diye sorduğumda, Kılıçdaroğlu’nun cevabı “Kafamızda tek isim yok, birden fazla isim var” oldu.

Hemen ardından da ekledi:

- Karşımızda rakip olarak Melih Gökçek’in olmasını isteriz tabii.

AK Parti’nin adayı bir kez daha Gökçek mi olacak henüz bilinmiyor ama Kemal Kılıçdaroğlu CHP’nin iddialı olduğu mesajını işte bu cümle ile verdi.

CHP’de Çankaya yarışı

CHP ve yerel seçim gündemine ilişkin başladık, aynı başlıkta devam edelim...

Ana muhalefet partisinin yerel seçimlerdeki kalelerinden biri Çankaya malum.

Her dönem ve garanti görülen her il ya da ilçede olduğu gibi, CHP’den Ankara Çankaya İlçesi belediye başkanı adaylığı için yine yoğun bir talep var.

Bülent Tanık’ın aday olup seçildiği 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde adaylık için 14 kişi başvurmuştu.

2014 seçimleri için talep iki katına yakın arttı.

Bu satırların kaleme alındığı dün akşamüstü saatleri itibariyle CHP’de Çankaya için adaylık başvurusu yapanların sayısı 26’yı bulmuştu.

Bu 26 aday adayının arasında:

Mevcut Başkan Bülent Tanık’ın yanı sıra, Kahramanmaraş Milletvekili Durdu Özbolat, eski Ürgüp Belediye Başkanı Bekir Ödemiş, eski başkanlardan Haydar Yılmaz, Parti Meclisi Üyesi Ekrem Kerem Oktay, eski başkanlardan Doğan Taşdelen’in oğlu Alper Taşdelen, eski Çankaya İlçe Başkanı Hamdi Fidan gibi isimler de yer alıyor.

Yani genel merkez yönetimini ve tabii Kılıçdaroğlu’nu zorlu bir karar süreci bekliyor.

KEŞKE...

‘Arkadaş’ ile ‘dost’ arasındaki farkın, ‘grinin tonları’ arasındakinden çok daha öte olduğunu unutmasak.

Yazının devamı...

ODTÜ Rektörü’nün yol sıkıntısı

“ODTÜ o yola, 20 yıl önce ‘Evet’ dedi. Karar 1993’te alınmış. Sonrasında da, en son 2011’de olmak üzere birçok kez “Tamam” dendi bugün tartışılan yola.”

Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Rektörlüğü’nden bugün (2 Eylül 2013 Pazartesi) yazılı bir açıklama yapılacak ve özetle işte böyle denecek.



Ankara’nın kent gündeminde, Büyükşehir Belediyesi ile ODTÜ arasındaki ‘yol’ tartışması var biliyorsunuz. Ama tartışma Belediye ile ODTÜ yönetimi arasında değil. Öğrenciler itiraz ediyor, bir bölümü üniversite arazisinden geçmesi planlanan karayoluna. Ve o yolun yapılmasına engel olmak için eylem sürüyor.



ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Ahmet Acar ile karşılaştık, Çankaya Köşkü’ndeki 30 Ağustos Zafer Bayramı Resepsiyonu’nda.

Üniversitenin web sitesinden bugün bir açıklama yapılacağını da Prof. Acar’dan öğrendim.

Hoca sıkıntılıydı.

Rektör Acar’ın sıkıntısı, yıllardır var olan ve onaylanmış bir projeye, bugünün konjonktüründe böyle bir reaksiyonun ortaya çıkmış olması.



Rektör Ahmet Acar yol projesinin safahatını şöyle özetledi:

- Bugün eyleme konu olan, tartışılan o yola tam 20 yıl önce ‘Evet’ demişiz biz ODTÜ olarak.

- İlk olarak 1993 yılında alınan bu karar sonradan birçok kez konuyla ilgili bütün tarafların yer aldığı toplantılarda da teyit edildi. 2007, 2008, son olarak 2011’de...

- Geçen bu 20 yıl içinde o arazinin kamulaştırmaları yapılmış. Ama yol bunca yıldır yapılmayınca, Çiğdem Mahallesi’ndeki kısmına vatandaşlar gelip, yıllar sonra tekrar yerleşmiş. Söz konusu yol projesinin sadece 2 - 2 buçuk kilometrelik bir bölümü ODTÜ arazisi.

- Hatta 1993’te böyle bir karar alındığı için, yolun geçeceği o güzergâhta, son 20 yılda herhangi bir ağaçlandırma faaliyeti bile yapılmamış. Bugün kesileceği söylenenler de, bölgede kendiliğinden yeşermiş ve çok az sayıdaki ağaç.

- Çevreyi ve yeşili koruma konusunda ODTÜ’nün duyarlılığını kimsenin tartışabileceğini düşünmüyorum. Biz şu anda ODTÜ Ormanı’nı ve Eymir Gölü’nü korumak için yoğun bir çalışma yürütüyoruz.

- Yolun üniversite arazisini ‘böleceği’ söyleniyor. Böyle bir durum yok. ODTÜ’nün sahip olduğu arazinin bütünü içinde değerlendirildiğinde, yola verilecek olan çok ama çok küçük bir parça ve yanımızdan geçiyor. Ama buna rağmen biz yolun bu kısmının yerin altından, bir tünel şeklinde yapılması gerektiğini söylüyoruz. Aslına bakarsanız, Konya Yolu, Eskişehir Yolu, Bilkent Yolu ve Turan Güneş Bulvarı zaten hep ODTÜ topraklarını bölmüş olan yollar.



ODTÜ Rektörü Acar, durum böyle iken şimdi öğrencilerin bu yolun inşasını engellemek için eyleme başlamış olmasının sıkıntısını yaşıyor.

Soruyorum:

- Sadece ODTÜ’lüler mi yapıyor eylemi?

- Bizim öğrencilerimiz de var, başka üniversitelerin öğrencileri de.

- Pekiyi konunun -az önce anlattığınız- geçmişini eylemcilere izah edemez misiniz?

- Biz de bunu istiyoruz zaten. ODTÜ camiasının nitelikleri, özellikleri, duyarlılıkları ortada. Bunu bilmeyen yok. Ama takdir edersiniz ki, 20 yıldır “Tamam” dediğimiz bir şeye, şimdi kalkıp “Hayır” dememiz de düşünülemez.

- Peki başlayan bu eylemde, moda tabiri ile ‘Gezi ruhu’nun etkisi var mı?

- Evet, öyle görünüyor. Tabii şimdi eylem yapanların sayısı az. Okul açılıp da diğer öğrenciler de geldiğinde sanırım eyleme destek verenler de çoğalacak. Biz ODTÜ olarak demokratik her türlü eylemin öncelikli ve geleneksel adresiyiz. Ama üniversitelerin herhangi bir siyasi partinin yanında ya da karşısında yer almasını da doğru bulmuyorum.

- Yani siz gündemdeki yol mevzuunda öğrencileriniz ve camianızdan anlayış bekliyorsunuz. Doğru mu anlıyorum?

- Konunun, size anlattığım gibi 20 yıllık bir geçmişi var. Ama bu kadar gecikince, sanırım detaylar unutulmuş. Ben bu konuda herkesin durumu bilmesini ve bu gerçekler ışığında tutum belirlemesini rica ediyorum.

Yazının devamı...

TSK’dan emekli olurken ‘temiz kâğıdı’ şartı

Türk Silahlı Kuvvetleri’nde (TSK) terfi ve tayinler 30 ağustoslardan geçerli olarak resmiyet kazanıyor, biliyorsunuz.

TSK’da istifa ve emeklilik işlemleri ise yılın ikişer aylık iki döneminde yapılabiliyor. Orduda personelin istifa ya da emeklilik dilekçesi verebildiği dönemler ocak - şubat ve temmuz - ağustos ayları.

Yani dilekçe vermek isteyenler için yarın (31 Ağustos) son gün.

Emeklilik için başvuran subay ve astsubaylardan, bağlı bulundukları kuvvet komutanlığının emeklilik işleri şubesi tarafından, dilekçeleri ile birlikte yaklaşık 15 de belge isteniyor.

“İstekle emeklilik / malulen emeklilik / istifa müracaat belgeleri listesi”nde emekli personel bilgi formu, OYAK emeklilik evrakı, mal bildirimi beyanı, nüfus cüzdanı tıpkıçekimi (TSK fotokopi sözcüğü yerine bunu kullanıyor), SGK kişisel bilgiler formu ve şahsi silah ruhsat formu gibi 15 kadar belge yer alıyor.

Konunun içindeki ‘haber unsuru’ da işte tam bu noktada.



Belki bilenleriniz vardır ama ben ilk kez duydum ve hayret ettim...

İstenen o 15 civarındaki belgeden biri ne biliyor musunuz?

Sıkı durun...

‘Cumhuriyet savcılığından adli sicil belgesi’!

Bildik adıyla, ‘sabıka kaydı’.

Yani ‘temiz kâğıdı’.

Şaka yapmıyorum.

TSK’dan emekli olmak için başvuran bir subay ya da astsubay, adliyeye gidip, savcılıktan ‘temiz kâğıdı’ getirmek zorunda.



Biraz araştırınca öğrendim ki, ‘adli sicil kayıt belgesi’, silah ruhsat formu ile birlikte isteniyormuş.

Yani yıllar boyunca üniformalı olarak kullandığı silahına sivil hayatında -ruhsatlı olarak- sahip olmaya devam edecek olan TSK mensubu, savcılıktan ‘temiz kâğıdı’ almak zorunda.

Meslek hayatı boyunca silah taşıyan, kariyerinin belli dönemlerinde, dağlarda PKK ile mücadele ederken her türlü silahı kullanan subay ve astsubayların, üniformayı çıkarıp sivil hayata geçerken, beylik tabancasına sahip olabilmesi için ‘sabıka kaydı’nın olmaması gerekiyor.

Bu durum karşısında, “E, ne var bunda? Onlar da artık sivil vatandaş statüsüne geçiyor. Bizler için geçerli olan her kural, tabii ki onlara da uygulanacak” diyebilirsiniz.

Böyle düşünenler olarak teoride ‘haklı’sınız. Ama insan şu soruyu sormadan da edemiyor:

O askeri personel, o temiz kâğıdını aldığı gün itibariyle zaten hâlâ muvazzaf olduğuna göre...

Silah ruhsatı almasında sakınca olacak biri TSK’da görev yapıyor olabilir mi?

Yani bir subay ya da astsubayın silah ruhsatı almasına engel bir adli sicili olması mümkün mü?

Sonuç olarak...

Neresinden bakarsam bakayım, bu uygulama bana bir garip, bir tuhaf geldi.

KEŞKE...

Hayatın, farklı pencerelerden baktıkça daha da güzelleştiğini fark edebilsek.

Yazının devamı...

Kimyasal tehdide karşı ne önlemimiz var?

Öyle bazılarının iddia ettiği gibi ‘birkaç gün içinde’ değil belki ama haftalar ile ifade edilecek kadar yakın zamanda Suriye’ye yönelik bir hava harekâtı artık ‘kesin’ görünüyor.

Suriye vurulacak.

Pekiyi.

Hangi noktalar hedef olacak hava bombardımanlarına?

Uzman olmaya gerek yok. Vurulacak olan, komşu ülkenin ‘stratejik’ noktaları. Askeri üsler, radarlar, hava savunma sistemleri, uçaksavar bataryaları, mühimmat depoları vb.

Pekiyi.



Suriye’nin elinde -müdahaleye de gerekçe olan- ‘kimyasal silah’lar olduğunu bildiğimize göre... O kimyasal silahlar ve mühimmat, hava akınlarıyla imha edilmesi hedeflenecek askeri tesis ve depolarda olduğuna göre...

O hedefler vurulduğunda, söz konusu kimyasal mühimmat da patlamayacak mı?

Bu korkunç soru konusunda içimizi rahatlatmaya yönelik açıklamalar geliyor yabancı kaynaklardan.

“Kimyasal silahların bulunduğu depolar vurulmayacak” türünden...

Ne kadar güvenilir bilemiyorum bu sözlere.

Bu depolardan biri ‘yanlışlıkla’ vurulursa ne olur mesela?

Ya da şu anda Suriye’de kimyasal ve kimyasal olmayan mühimmat aynı binalara taşınıyor, birlikte depolanıyorsa?

Haydi diyelim ki, bunların hiçbiri olmadı. Yanlışlık da olmadı ve kimyasal silahların bulunduğu hedefler, gerçekten, söylendiği gibi, vurulmadı.

Peki ya Baas yönetimi, o sağlam kalan kimyasal silahları Türkiye’ye karşı kullanırsa!



Yani sonuç olarak, bir şekilde, Türkiye’nin güney sınır bölgesi, komşudan kaynaklı bir ‘kimyasal serpinti’ye maruz kalır veya bir ‘kimyasal saldırı’ya hedef olursa?..

Kimyasal ve/veya biyolojik silah ya da gaz tehlikesine karşı alınması gereken önlemler hakkında kaçımızın bir fikri var acaba?

Daha önemlisi, devlet kurumları bu konuda halkı bilgilendirmek ve tabii korumak için ne yapıyor ya da herhangi bir şey yapıyor mu?



Çok net hatırlıyorum. Hatta haberini yapmıştım...

‘İkinci Körfez Savaşı’ olarak da adlandırılan ABD’nin Irak’ı işgalinden (2003) yaklaşık iki yıl önceydi.

Amerika’nın kararlı olduğu açıklanıyor, operasyona hazırlık yaptığına dair haberler birbirini kovalıyordu.

Ve o ABD, Ankara Büyükelçiliği’nin de aralarında bulunduğu bölgedeki bütün diplomatik temsilciliklerinde görev yapan personeline birer ‘sağlık kiti’ dağıtmıştı.

Herkesin çekmecesinde olası bir kimyasal ya da biyolojik saldırı durumunda kullanmak üzere; gaz maskesi, ilaç, enjeksiyon seti vb. parçalardan oluşan bir çanta hazır bulunuyordu.

Çalışanlara, yaşanabilecek bir tehlike anında yapmaları gerekenler konusunda brifingler ile eğitim verilmiş, acil durum nöbet listeleri yapılmış, sığınaklar yeniden düzenlenmişti. Hatta yanılmıyorsam, tatbikatlar bile yapılmıştı.



Diyeceğim o ki, Amerikalılar; askerleri bir operasyona hazırlanırken, sivillerini muhtemel tehdit ve tehlikelerden korumak için her türlü önlemi almışlardı. Neredeyse 12 sene sonra şimdi, eminim yine benzer tedbir faaliyetleri vardır, başta riskli bölgeler olmak üzere, dünyanın dört bir yanındaki Amerikan diplomatik misyonlarında.

Keza İsrail...

Hem içeride hem dış temsilciliklerinde, İsrail de ABD ile benzer önlemleri alıyordur muhakkak.



Peki ya biz?

Biz ne yapıyoruz işin bu boyutu ile ilgili olarak?

Umarım gerekenler yapılıyordur, yapılan birçok şey vardır da bu yazı benim bilgisizliğimin eseridir!

KEŞKE...

Hayatın doğal akışında yer alan gerginliğe, bir de insan ilişkileri ile ekstra stres kalemleri eklemesek.

Yazının devamı...

Gözyaşından siyaset analizi

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, katıldığı canlı yayında yer verilen ‘Mısırlı babanın Adeviyye Meydanı’nda öldürülen kızı Esma’ya yazdığı mektup’ üzerine gözyaşlarını tutamadı. Ağladı...

Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın ağlamasını siyasi bağlamda değerlendirdi, “Çaresizlik ve zavallılık” olarak gördüğünü söyleyip eleştirdi.

Siyaset böyle bir şey işte... Her türlü ‘insani’ gerçekliğin önüne geçiyor.

Öyle ki; kişilik özellikleri bakımından belki de en ‘hassas’ politikacılardan biri olan Kılıçdaroğlu bile, siyasi rakibinin gözyaşlarının samimiyetine inanmıyor.

Kılıçdaroğlu’nun gözyaşları

Başbakan Erdoğan’ın son televizyon programından önce en çok gözyaşı döktüğü gün 8 Ekim 2011’di.

Annesi Tenzile Erdoğan’ı son yolculuğuna uğurlarken çok ağlamıştı Erdoğan.

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun geçmişinde de var elbette gözyaşı döktüğü olaylar.

Yakın geçmişten iki örnek...

Mesela 2011 martında, kayınpederi Ali Hıdır Özdağ’ın cenazesinde gözleri yaşlıydı Kılıçdaroğlu’nun.

Mesela 2012 mayısında, Cumhuriyet Gazetesi’nin kuruluş yıldönümü resepsiyonunda, CHP İstanbul Milletvekili Sabahat Akkiraz’ın, Mustafa Balbay için söylediği “Bu da gelir bu da geçer” türküsünü dinlerken yine gözleri dolmuştu.

Ve çok eskilerden, çok acı bir anı. Hatta en acısı:

(Kılıçdaroğlu’nun Hürriyet’ten Faruk Bildirici’ye 2010 haziranında verdiği mülâkattan.)

“Hayatımın en acı günü ilk oğlumuz Devrim Fırat’ı kaybettiğimiz gündü. Ben askerdeyken eşim babamların yanına Ağrı’nın Patnos ilçesine gitti, orada doğum yaptı. Oğlumuzu İstanbul’da sarılıktan kaybettiğimizde daha bir yaşını doldurmamıştı.”

Acıların en büyüğü, tarifsizi... Evlat acısı. Allah kimseye yaşatmasın.

Kemal Kılıçdaroğlu, “Hayatımın en acı günüydü” dediği o gün çok ağlamıştı eşi ile birlikte.

Gözyaşı üzerinden bile bölünmek

Kılıçdaroğlu’nun “Erdoğan’ın canlı yayında ağlaması” hakkında yaptığı değerlendirmenin sebebi, o gözyaşlarının samimiyetine inanmıyor olması.

CHP’den, Kemal Kılıçdaroğlu’na yakın kaynaklar böyle diyor.

Ne acı...

Tamamen ‘insani’ bir refleks olan ‘ağlamak’; yerine, zamanına ve kişisine göre içten olup olmadığı sorgulanabilecek bir fiile dönüşmüş durumda artık.

Siyasette gelinen noktanın en somut, en net, en çarpıcı sonucu bu olsa gerek.

Tavanda, liderler boyutunda karşımıza çıkan bu durum; tabanda, vatandaş düzleminde de hiç farklı değil.

Tavandaki tablo mu tabanda yaşanan ayrışmanın sonucu yoksa taban mı tavanın aynası, o tartışılır ama “Esma’ya ağladın, Ali İsmail’e neden ağlamadın?” cümlesiyle özetlenebilecek vahim bir ‘karşıtlık’ ruh hâlinin sarmalında yaşıyoruz toplum olarak.

Her olayda böyle üstelik.

“Sen ben”, “Siz biz”, “Biz onlar”...

Gözyaşlarımızı bile bu kamplaşmaya göre ayırır olduk artık.

Daha kötüsü ne biliyor musunuz?

Bu ayrışmanın var olduğu konusunda hepimiz hemfikiriz.

Hemfikiriz ama bu durumdan kendimizi hiç sorumlu tutmuyoruz. Suç hep karşımızdakinde!

Her zaman, her konuda olduğu gibi yani.

KEŞKE...

Birilerinin bazen, ateş olmayan yerden de duman çıkartabileceğinin farkına varsak.

Yazının devamı...

İnsan olmak

Fazla söze gerek yok.

Kısacık yazacağım.

Gördünüz değil mi Suriye’de öldürülen o çocukların yan yana sıralanmış cansız bedenlerini?

“Hunharca bir katliam” nitelemesinin bile hafif kaldığı bu olay karşısında sesini yükseltmeyenleri anlamak mümkün mü?

O manzara karşısında ayağa kalkmak için o ya da bu taraftan olmak değil, sadece ‘insan’ olmak gerekiyor.

Kimyasal silah unsuru elbette işin boyutunu daha da vahim bir noktaya taşıyor ama beni ‘nasıl öldürüldükleri’nden öte ‘öldürülmüş olmaları’ ilgilendiriyor.

Ve buradan bildiğim bütün bedduaları ediyorum o manzaranın sorumlularına.

Her gece kabusunuz olsun o küçücük çocukların kefenler içindeki görüntüsü!

NOT: Lütfen bana, başka yerlerdeki başka ölümlerden örnek verip, “Bunlara da aynı tepkiyi gösterdin mi?” türünden bildik saçma soru cümleleriyle gelmeye kalkmayın. Katilin ‘öyle’si, ‘böyle’si olmaz. Katil katildir ve hak ettiği sadece lanetlenmektir.

BİZ DİGİTURKZEDELER

Meğer ne çokmuşuz...

Ne kadar çok Digiturkzede varmış memlekette.

Digiturk mağdurları olarak, adeta bir STK’ymışız (Sivil Toplum Kuruluşu) da haberimiz yokmuş.



“Tebrikler Digiturk !” diye yazdım ya dün; öyle bir geri dönüş oldu ki...

Arayanlar, e-mailler, SMSler, facebook mesajları, tweetler...

Mesele bir futbol maçı yayını için talep edilen ekstra ücret değil.

Konu 50 ya da 25 TL değil.

Karşımızda duran; karşı çıktığımız bir ‘zihniyet’ meselesi.



Digiturk’ün, müşteriyi ‘velinimet’ değil ‘yolunacak kaz’ görme zihniyetine gösterdiğim tepkiye gelen destek ve katkı mesajlarından birini paylaşıyorum şimdi:

“Dijiturk ile 7-8 sene evvel bir davet üzerine, genel müdür yardımcılığı gibi bir pozisyon için (headhunter daveti ile) iş görüşmesine gitmiştim. Mülâkat 2 saat civarında sürdü. ‘Abone sayımız 900 bin, hedefimiz 1 milyon 200’e ulaşmak. Bunun için ne yapalım? Hemen bir şey düşünür müsünüz?’ dediler. İş görüşmesi... 2 fikir verdim. Yaklaşık bir ay sonra aradılar, ‘O pozisyona içeriden birini yükselttik’ gibi bir cevap... Sevgi, saygı, hoşçakalın nazikçe... Bir ay sonra da, o görüşmede verdiğim fikirlerden birini ‘Komşunu davet et’ kampanyası olarak hayata geçirdiler. Ardından da diğerini; ‘Yan odaya Digiturk’ diye. Mahkemeye versen ne yapacaksın, nasıl ispatlarsın? Öyle bir pozisyon hiç yoktu belki; belki ülkedeki iyi tiplerden ‘fikir çalma’ masası yarattılar, bilemiyorum. Kapitalizm işte...”

(Önemli Not: Arkadaşımın da dediği gibi; bunun bir ‘fikir çalma’ operasyonu olduğunu kanıtlamak elbette mümkün değil. Belki masum bir ‘esinlenme’dir yaşanan, kim bilir? Belki de aynı 2 fikir, orada çalışan bambaşka birinin de aklına gelmiştir. Dolayısı ile bu anekdotu aktararak, Digiturk’ü kurumsal olarak itham etmek gibi bir maksadım yok, olamaz da. İddia edildiği şekilde bir olay yaşandıysa bile, bu, o kurumda çalışan bir kişinin şahsi, münferit bir uygulaması da olabilir elbette.)



Aslına bakarsanız, ‘müşteriye saygı ve sadakat’ başlığında sicili bozuk olan tek kurum Digiturk değil elbette.

Farklı hizmet sektörlerinden onlarca örnek var aynı sıkıntıyı bizlere yaşatan.

Kimse merak etmesin; yeri, zamanı geldiğinde onlara da aynı tepkiyi gösteriyoruz, yine gösteririz.



Bu arada unutmadan...

Gelen tepki ve destek mesajlarından başka örnekler aktarmamamın nedeni, yer darlığı.

Değil bu köşenin yetersiz kalması; Digiturk ile müşteri olarak ‘kötü anı’ sahibi olanların mesajlarını aktarmak istesem, bizim gazetenin neredeyse ayrı bir ‘ilave’ yayınlaması gerekir!

KEŞKE...

Yaşadıklarımızın bazılarını hemen unutabilsek, bazılarını ise hiç unutmasak.

Yazının devamı...

Tebrikler Digitürk!

İlk zamanlarından beri, sanırım 12- 13 yıldır Digiturk üyesiyim.

Digiturk IQ’nun yanı sıra biri Digiturk Plus olmak üzere iki de ‘yan oda’ üyeliğim var. Üç HD cihaz ve her birinde farklı farklı paket abonelikleri. Spor paketi, yani Lig TV dahil tabii.

Toplamda 178 TL aylık fatura ödüyorum Digiturk’e. Yılda 2 bin 136 TL.

Digiturk Play aboneliği, yurt içi ya da dışında tablet üzerinden ekstra ödeme yaparak maç izleme vb de cabası.

Genel olarak gayet de memnunum bu dijital platformun verdiği teknolojik hizmetlerden.

Ama...



Şimdi, on binlerce Digiturk abonesi, bir ilk ile karşı karşıyayız.

Bu akşam Beşiktaş’ın UEFA Avrupa Ligi Play Off maçı var. Norveç temsilcisi Tromsö ile oynuyoruz.

Maçı Lig TV yayınlıyor. Ve Digiturk, bu maç için, biz üyelerinden ekstra 25 TL istiyor. (Ücret aslında 50 TL de, Lig TV abonelerine yüzde 50 indirimli !)

Tepki gösteriyoruz ama beyhude çabaladığımızın farkındayız.

Digiturk bu maçın yayın hakkını (tek maç olarak) ayrıca satın almış. Üyelerine bu kupadaki maçları yayınlamayı taahhüt etmiş de değil. Yani hukuken ek bir ücret talep etme hakkı var.

Peki ya etik?

Müşteriye saygı?

Kurumsal sadakat?

Bu kavramların bir anlamı kalmıyor mu, söz konusu ‘para’ olduğunda?



Digiturk belli ki bir ‘deneme’ yapıyor.

Yolunacak kaz muamelesi yaptığında müşterisinin buna ne tepki vereceğini ölçüyor.

Ama bunu yapmak, yani ekstra para istemek yerine, durumu izah eden bir kampanya eşliğinde, “Bu maçın yarattığı ekstra maliyeti biz üstleniyoruz” diyerek “Digiturk’ten üyelerine hediye” diye reklam yapamaz mıydı mesela?

Bir defaya mahsus, para yerine futbol sezonunun başında sporseverlerin sempatisini toplamayı yeğlese ne kaybederdi?



Evet, naklen yayın hakları için bugüne kadar yüz milyonlarca Dolar ödedi bu kurum. Bir dönem Süper Lig’in isim hakkı sponsorluğu da dahil bunca senedir Türk futboluna gerçekten çok büyük bir kaynak yarattı.

Ama bu arada kendisi de kazandı elbette.

Türkiye’de futbolun marka değerine katkı sağlarken, kendi marka değerini de çok yukarılara taşıdı.

Yani yaptığı yatırımın karşılığını aldı.



Digiturk yetkililerine bir sorum var:

“Bu maç, size taahhüt ettiğimiz spor yayınlarının içinde yer almıyor” diyor ve ekstra para istemeyi biliyorsunuz ama futbol ve basketbolda maçların olmadığı Haziran, Temmuz ve Ağustos’un ilk yarısında, yani 2 buçuk aylık tatilde de, sezondaki abonelik ücretini aynen almaya devam ediyorsunuz.

Bu durumun adı sizce nedir?

KEŞKE...

Saygınlığın paradan daha kıymetli olduğunun farkına varabilsek.

Yazının devamı...

Dön bakalım dön bakalım eve rahat dön bakalım

Önceki akşam İstanbul Olimpiyat Stadı’ndaydık. Onbinlerce Beşiktaşlı ‘sevgili’ ile buluşmaya koştu.

Beşiktaş sezona başladı. Bayağı da iyi başladı doğrusu.

Semt’ten stada gidiş ve dönüş için karayolunu değil, metroyu seçtik dostlarla.

6 saat içinde neler yaşadık neler...

Eski Köyiçi’ne yeni adet

21.45‘te başlayacak maça gitmek için Beşiktaş Köyiçi’nden kalktığımızda saat 19’u biraz geçiyordu. Yani daha iki buçuk saatten fazla vardı ilk düdüğün çalmasına. Ama eski Köyiçi’ne (geçici de olsa) yeni adet gelmişti. Yolumuz uzundu.

İlk etabımız geleneksel ‘Dolmabahçe yürüyüşü’ydü. 150 yıllık çınarların gölgesinde Semt’ten Mâbed’e...

Lâkin bu defa son değil, ilk duraktı BJK İnönü. Kabataş’tan metroya binecektik zira.

Yıkım faaliyetinin sürdüğü stada yönlenen hüzünlü bakışları, hemen karşısındaki Dolmabahçe Bezmiâlem Valide Sultan Camii ile ilgili ‘Gezi gündemi’ bağlantılı yorumlar takip etti.

Aktarmalı yolculuk

Metro yolculuğumuz Kabataş’tan başladı. Saat 20’ye yaklaşıyordu.

Başakşehir bölgesindeki Olimpiyat Stadı’na ulaşabilmek için yolda iki aktarma yapmamız gerekiyordu.

Aksaray’da indik. Birkaç dakika yürüyüp bir başka duraktan bu kez Kirazlı hattına geçtik.

Kirazlı’da indik, bu defa da ‘Olimpiyat’ hattına yöneldik.

Tezahüratlar ile renklense de bir saat civarında sürdü raylar üzerindeki yolculuk.

Son durak ‘Olimpiyat’ta indikten sonra biraz daha yürüyüp nihayet stada ulaştık. Tribündeki yerimize vardığımızda takımlar sahaya çıkıyordu. Beşiktaş’tan çıkışımızın üzerinden iki saatten fazla vakit geçmişti. Maça ucu ucuna yetiştik.

Dönüşte yaşanan tehlikeler

Maç bittiğinde saat 23.30’u geçmişti.

Bizim gibi otomobille gelmek yerine metroyu kullanan binlerce insanla birlikte istasyona yöneldik. Beşiktaş maçı kazanmış, bizim de keyfimiz yerindeydi.

Ama daha dönüş yolunun başında, istasyonun peronlarında oluşan görüntü o keyfi alıp götürdü.

Can güvenliğini önemsemeyen yüzlerce insan, yerdeki sarı çizgiyi yok saymış, rayların üzerindeki beton bölümü son noktasına kadar doldurmuştu.

Kabalık, ellerinde megafonlarla uyarılarda bulunan güvenlik görevlilerini duymuyor, “Biraz geriye çekilin” ikazına aldırış bile etmiyordu.

Art arda gelen trenlerin her iki tarafındaki kapılar da açılıyor, insanlar karşılıklı olarak adeta birbirlerini ezerek içeri dalıyor, çoğu içeride, bazıları da kapılarda sıkışıyordu.

Yolcu kapasitesi 321 kişi olan vagonların herbirinde neredeyse 500 kişi, balık istifi yola çıkıyordu. Treni beklerken sınır çizgisini aşarak ilk tehlikeyi yaratanlar, vagonları kapasitesinin çok üzerinde doldurarak yine risk oluşturuyordu. Bu yetmezmiş gibi vagonun duvarları ve tavanına vurarak yapılan yoğun tezahüratın melodisine uygun şekilde herkes zıplıyordu. Vagon aynı anda 4 yöne birden sallanıyordu. Hem sağa sola, hem yukarı aşağı.

Yani...

Camlarındaki yoğun buğu sebebiyle dışarıdan görünmeyen içinde kan - ter içinde erkekler, fenalık geçiren kadınlar (klimalar çok geç çalıştırıldı), ezilme tehlikesi ile karşı karşıya kalan çocukların bulunduğu vagonlar hareket halindeyken de sallanmaya devam ediyor ve neredeyse devrilecekmiş hissi uyandırıyordu.

Suç hepimizin

Evet, Olimpiyat Stadı’nın yapıldığı yer (kaba tabirle) adeta dağın başı.

Evet, metronun kapasitesi daha yüksek olabilir. Eleştirecek birçok şey bulabiliriz istersek, evet.

Ama...

Bütün bu bahsettiklerimin yaşanmasının asıl sebebi biziz.

Bu tehlikeli seyahatin mimarı hepimiziz.

Çok afedersiniz ama ‘insan’ gibi hareket etmediğimiz için karşı karşıya kalıyoruz her dakika başka bir hayatî tehlike ile.

Not: Taksim tarafına döndüğümüzde saat sabahın 2’sini bulmuştu. Üstelik biz yarıda metrodan inip yola taksi ile devam ettiğimiz hâlde.

Yani Beşiktaş’tan maça gidip gelmek (maç dahil) toplamda 6 saatten fazla sürdü. Yorgunluğunu ve masrafını kabulleniyoruz ama maça gidip gelirken ‘hayatî tehlike’ sınırında seyahat etmeyi göze almamız da gerekmesin artık.

Çok şey mi istiyorum?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.