Şampiy10
Magazin
Gündem

Çok aşağılandık!

“Çok aşağılandık, hâlâ da aşağılanıyoruz. Daha fazla tahammül edemedim ve ağustos gelmeden istifa ettim. ‘Sabrın sonu’ diyebilirsiniz benim bu kararıma.”

Müstafi Tuğamiral Gündüz Alp Demirus işte böyle diyordu dün telefonda.



Deniz Kuvvetleri Komutanlığı (DKK) Lojistik Başkanı Tuğamiral Gündüz Alp Demirus‘un istifa haberi önceki gün duyuldu.

Dün telefonla ulaştım üniformalı hayata veda eden Demirus’a.

Ben sordum, Bahriyeli komutan yanıtladı.

Yorumsuz, virgülüne dokunmadan aktarıyorum:

- Aslında, geçen yıl, Oramiral Nusret Güler’in istifasının ardından sizin de istifanızı verdiğiniz ancak Kuvvet’teki ihtiyaç sebebiyle bir yıl daha görevde kalmanız yönündeki talebi kabul ettiğiniz konuşuluyor. Öyle mi oldu gerçekten?

- Tam olarak öyle değil. İşin aslı şu. Nusret Paşa’nın istifası sonrası ben resmi olarak dilekçe vermedim ama Nusret Oramiral ile aynı noktadaydım.

(Yazarın notu: Donanma eski Komutanı, emekli (müstafi) oramiral Nusret Güler’in istifa gerekçelerini içeren veda mesajına, yaklaşık bir buçuk sene önce, 30 Ocak 2013 tarihinde bu köşede yer vermiştim. http://haber.gazetevatan.com/Haber/510122/4/Yazarlar )

Beni tanıyanlar çok iyi bilir; meslek hayatımda da, özel yaşantımda da çok sabırlı biriyimdir. Doğrusu o günden beri de tahammül etmeye devam ettim. Doğru sözcük ‘tahammül’, maalesef.

- Bugüne, o günlerden geldiniz yani...

- Nusret Güler oramiralimin başlıca istifa gerekçesi de, biliyorsunuz, bu İzmir’deki casusluk davasıydı. Ben, yanılmıyorsam Eylül 2012’de, İzmir’de savcıya ifade verdim ve sonra o iddianamede ben de sanık olarak yer aldım. O tarihten bu yana süren bir aşağılanma var. Çok aşağılandık. Hâlâ da aşağılanıyoruz.

- İstifa gerekçeniz de bu hissiyatınız o zaman, öyle mi?

- Bakın, Anıtkabir’e giderseniz, benim dedemin adı orada yazar. İstiklal Savaşı’nı veren bir dedem var. Babam Kore’ye gitmiş gelmiş bir asker. Biz 3 nesil askeriz. Böylesi bir aşağılanmaya daha fazla tahammül edemedim ve ağustos gelmeden istifa ettim.

- Yanılmıyorsam sizin geçen yıldan da bir temditiniz var. Bu yılki Yüksek Askeri Şura’dan beklentiniz neydi?

- Geçen yıl görev bekleme sürem bir yıl uzatılmıştı. Bu sene, görevde kalsam ne olurdu bilemem. Terfi mi ederdim, yine temdit mi alırdım, emekli mi edilirdim bilemem. Onu büyüklerimiz bilir ama bunun hiçbir önemi yok. Konumuzla ilgisi de yok. Benimki bir tahammülün sonu artık.

- Bir davada şahsen sanık olarak yer almak mı sizi bu noktaya getiren?

- Kesinlikle hayır. Bakın, bizden daha önce bu tarz tertip davalara kurban edilen yüzlerce komutanımız, silah arkadaşımız, kardeşimiz var. Hepsi için bir oyalama, bir öteleme güdülüyor. Sürekli değişen gündem içerisinde kaybolup gidiyor bu konu. Büyüklerimizin, arkadaşlarımızın, kardeşlerimizin kimisinin 4 senedir zindanda çürümesi, kimisinin hastalıklarla mücadele etmesi, kimisinin hayatını kaybetmesi... Belki de böyle olması isteniyor. Birileri böyle olmasını istiyor belki de. O insanların hepsinin aileleri diyor ki, “Bu hafta o hafta”. Her pazartesi böyle diyorlar fakat cumaya geliyoruz ve bu haftanın da o hafta olmadığını görüyoruz maalesef. Bütün bunlara tahammül ederek geliyoruz senelerdir. Her sabrın bir sonu var. Benim kararımı da bu çerçevede değerlendirmenizi rica ediyorum. Ve diyorum ki, Allah herkese aklıselim ve akıl sağlığı versin.

Yazının devamı...

Mangalda Endonezya kömürü, göbek taşında Balili natırlar

Geçen hafta Bodrum - Milas bölgesindeydim. Evin ihtiyaçları için alışverişe çıktım.

Her zamanki gibi Bodrum’u değil, Milas’ı tercih ettim.

Milas, Anadolu çünkü.

İlçenin güzelliği bir yana, insanı içten...

Çarşı içinde küçücük bir esnaf lokantası var bir de Milas’ı gözümde cazip kılan.

Enfes ızgara köfte ve ciğer yapıyor. Yanında bugüne kadar içtiğim en güzel ev yapımı ayran.

Ocakçı ile sohbet ediyoruz...

Bölgede arazisi olan herkesin gündeminde 2B var.

“Abi sen bilirsin...” diye başlayan sorular...

“Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığı’na aday olacak mı?”

“Muhalefet kimi aday gösterecek?”

“Erdoğan aday olursa ilk turda kazanır mı?”

Ankara gündeminden uzaklaşmaya çalışan ben, kontr sorularla karşı atağa geçiyorum...

- Beni bırak sen ne diyorsun bunlara? Oyu verecek olan sensin.

Konuyu değiştiriyor bizim usta ızgaranın başında:

- Abi soğan istiyor musun?

Gülüşüyoruz...

- Ustam, ızgaraya kömürü nereden alıyorsun?

- Şu hemen aşağıda bi kömür deposu var. Oradan.

Bir porsiyon ciğer, bir porsiyon da köfteyle midemi şenlendirdikten sonra hesabı ödeyip vedalaşıyorum.

Şehirler arası yollarda kamyoncuların yediği lokantaları tercih eden anlayışın mensuplarından biri olarak, esnafın kömür aldığı odun - kömür deposunda duruyorum dönüşte.

İthal mangal kömürü

Mangal kömürü alıyorum...

Büyük marketlerde kutular ya da naylon torbalarda satılan fabrikasyon kömürlerden hazzetmeyen her mangalcı gibi, toptan odun - kömür de satan büyük depo doğru adres.

Tozu az, büyükçe parçalarardan oluşan, için için ve uzun yanan kaliteli odun kömürü... Mangal için ideal.

Esnaf lokantasının da tercihi olan kömürün parasını öderken, “Meşeden değil mi bunlar?” diye soruyorum kömürcüye.

“Bilmiyorum abi” diyor.

Cevabına şaşırdığımı gören kömürcü, aldığım kömürün, ‘yerli’ olmadığını söylüyor !

- Nasıl yani? Milas bölgesinin mi değil?

- Yok be abicim, ithal kömür bu.

- İthal mi?

- Evet abi, Endonezya kömürü bu.

İçeride istiflenmiş kutudaki kömürleri gösteriyor deponun sahibi... “Made in Indenosia” yazıyor kutuların üzerinde.

Mangalda yaktığımız odun kömürü Endonezya’dan ithal olduğunu işte böylece öğreniyorum!

Kilosu 2 buçuk TL’ye ithal mangal kömürü.

Türk hamamında Balili natırlar

Ankara’ya döndüm, bir haftadır “Bodrum nasıldı?” diye soran herkese ‘Endonezya kömürü’nü anlatıyorum. Herkes şaşırarak dinliyor. Biri hariç...

Yakın arkadaşlarımdan Bülent’e de anlattım. Bülent Seçkiner, başkent’in 2 önemli otelinin spor ve sağlık merkezlerini işletiyor.

Bir tek o şaşırmadı. Bülent, kendine göre normal, genel kabule göre sıradışı biridir.

Ama şaşırmaması böyle olduğundan değişmiş.

Bakın ne anlattı:

- Dünyada biliyorsun trend masajlar var. İsveç, Thai, Bali gibi... Türkiye’de uzun süredir gözde olan Bali masajı. Bizim piyasada da (SPA merkezleri) çok sayıda Balili masöz çalışıyor. Şimdi ne var biliyor musun? Bizim Ankara’da bile var... Hamamda keseyi Balililer yapıyor.

- Anlamadım? Benim bildiğim, Türk hamamında keseyi Tokatlı tellaklar atar her yerde.

- Öyle... Tellaklar Tokat’tan hâlâ. Natırlar da Bali’den işte artık.

Güldük...

Geldiğimiz nokta budur işte.

Türk geleneği ‘mangal’ı Endonezya’dan ithal odun kömürü ile yakıyor...

Türk geleneği ‘hamam’da, göbek taşında, Endonezya’nın Bali Adası’ndan ithal natırlara kese attırıyoruz.

Ben yazıyı bitirirken, Bülent, “Bu gidişle, bizim Türk geleneği yağlı güreşlerin sonu ne olur, onu bilemem...” diyordu gülerek.

Yazının devamı...

Okur mektubunun böylesi!

Okurlarımdan birinin mektubu var aşağıda. Yıllardır yazılarımı okuyup bana yazan, benim de yazdıklarını okuduğum, orta ölçekli bir iş adamı...



“Murat Bey,

Herkes birbirine soruyor ya, “Ekonomi ne olacak” diye...

Herkes tutturmuş bir döviz - faiz... Bunlar işin görünen, konuşulan, medyatik tarafı.

Ekonomideki durumu konuşan değil yaşayan biri olarak, durumun vahametini bilin istedim.

Biri enerji, biri kuyumculuk, diğeri de kozmetik alanında olmak üzere 3 farklı sektörde faaliyet gösteren 3 şirketim var.

Piyasa bilgim ‘Kapalıçarşı eğitimi’ ile pekişti benim. Bizim Kapalıçarşı, Türkiye ekonomisinin vitrinidir. Ekonomiye dair her şey çok daha net görünür buradan.”

Anormalleşme ve piyasaya yansıması

“2008 senesinden itibaren Türkiye’de her şey ama her şey anormalleşmeye başladı. Tüketim, inşaat, yatırımlar, lüks, kârlılık ve rekabet anlayışı... Her şey anormalleşmeye başladı.

Mesela biz 2004 senesinde, enerji sektöründe faaliyete başladığımızda, Türkiye’de bu alanda kimsenin pek bir şey bildiği yoktu. Biz de zaten şirkette hiç olmayan sermayeyi artırmak için, o zamanlar kimsenin gitmeye cesaret edemediği Irak ve Afganistan’da elektrik işleri yapmaya başladık. 2004 - 2006 döneminde, 3 sene boyunca işi bilen, uzmanlaşmış, doğru yatırımcılarla çok iyi işler yaptık. Kâr ettik, büyüdük. HES’ler ek işimiz hâline geldi. 2006 itibariyle enerji alanına ilgi arttı. Ancak özellikle 2008 - 2009 döneminden itibaren bizim işin tadı kaçmaya başladı çünkü Türkiye’nin temel sıkıntısı olan ‘dinamik ama bilinçsiz girişimcilik’ anlayışı, hemen her yerde olduğu gibi bizim sektörde de devreye girdi. Sonuçta, mesela biz son 2 yıldır HES işi almıyoruz. Zaten son dönemde yapılan HES yatırımlarının çoğu da yatırımcısının yüzünü pek güldürmedi.”

Kuyumcu sayısı da anormal

“2’nci şirketimiz ile kuyumculuk sektöründe faaliyet gösteriyoruz.

Kuyumculuk, 15 - 20 yıl önce çok cazip bir iş alanıydı. Şu an ise diplerdeyiz. Bu durumun nedeni basit:

Bizdeki kuyumcu sayısı, ziyaretçi turisti ve turizm geliri Türkiye’den kat be kat fazla olan ülkelerde bile yok. Bu sektörü de çöküşe doğru götüren, bahsettiğim o cahil, bilinçsiz, uzmanlıktan yoksun girişimciler oldu maalesef.”

Tehlike sürüyor

“3’üncü şirketimle ise kozmetik alanında çalışıyorum. Kolonya, kurumsal koku vb ürünler... Son 3 senedir, sektörde bilinen bir markanın kurumsal yetkili satıcısı olmak için uğraştım ve nihayet bunu başardım. 1 TL’den 100 TL’ye kadar kaliteli ürün, yurt dışı satış imkânı, sürekli tükenen bir ürün olması gibi özellikleri sebebiyle şimdilik işlerim iyi gidiyor ama endişem o ki, faaliyet gösterdiğim diğer 2 sektörde olduğu gibi bu alan da çok yakında bilinçsiz girişimcilerin akını sonucu hezimete uğrayacak.”

Ve sonuç...

“2008’de, krizlerle disipline olmuş ekonomik yapımız kesinlikle bozuldu ve maalesef büyük bir sıkıntıya doğru gidiyoruz.

Son 3 aydır bütün işletmeler ‘günü kurtarma’nın derdinde. Katma değerli hiçbir şey üretemiyoruz. Lüks düşkünlüğü, çılgınlık seviyesine ulaşmış durumda. Anlı şanlı girişimcilerimiz yurt dışına açılamıyor ve içeride patlayıp, girdikleri sektörleri de imha ediyorlar. Sürekli kendimizi kandırıyoruz. Girişimcilerimizin neredeyse tamamı kopyacı. Hem de acemi kopyacı.

Şimdi bu durumun faturasını herkes doğal olarak devlete çıkartacaktır. Ama kesinlikle bu faturadaki büyük pay, yanlış yatırım yapan müteşebbislerin, lüksü alışkanlık haline getirenlerin ve kopyacı girişimcilerin.

Bu anlayış değişmezse, korkarım bizi çok daha kötü günler bekliyor.

Saygılarımla, iyi çalışmalar dilerim.”



Bugüne kadarki tespit ve görüşleri zaman içinde hep doğru çıkan bu okurumun bu son mektubunu siz de okuyun istedim.

Yazının devamı...

Dikkat! Yine sahte rakı!

Yaz tatillerinin en gözde bölgelerinden biri Bodrum...

Okullar henüz kapanmadığından, sezon tam açılmış değil Bodrum ve çevresinde. Yabancı turistler ve okul çağında çocuğu olmayanlar, Temmuz - Ağustos dönemine kıyasla, sakin Bodrum’un tadını çıkartıyor.

Biz de sezonu erken açanlardan olduk.

Bir haftalık izinden, çok önemli bir haber ile döndüm.


Sahte rakı alarmı


Bodrum bölgesindeki tanıdık esnafın hemen hepsinden aynı uyarıyı duydum.

Restoran işletmecileri ve market sahipleri aynı ciddi tehlikeye dikkat çekiyor:

“Bu sene piyasada yine çok sahte rakı var.”

Geçmiş yıllarda can yakan, ardından alınan bandrol ve bilyeli kapak önlemleri ile çözüldüğünü bildiğimiz ve unuttuğumuz tehlike hortlamış.

“Özellikle 35’lik rakıda sahte çok” diyor esnaf.

- Nereden geliyor pekiyi sahte rakı? Kim getiriyor?

- Tanımadığımız insanlar kamyonetlerle geliyorlar. Restoranlarını ya da otellerini kapattıklarını, stoklarında kalan rakıyı getirdiklerini söyleyip, nakit paraya ihtiyaçları olduğu için piyasa fiyatının yüzde 30 - 35 altına vermeyi teklif ediyorlar.

- Bandrol ve bilyeli kapak çözüm olmadı mı yani?

- İlk zamanlarda oldu tabii ama işte belli ki çözmüşler o işleri de. Bilmiyor musun abi bizim insanımızı?

- Alıyor musunuz bu rakılardan?

- Abi biz almıyoruz ama birileri alıyor tabii nihayetinde. O yüzden herkese söylüyoruz, “Bilmediğiniz yerden - özellikle de küçük - rakı almayın, bilmediğiniz mekanda içmeyin” diye.

- E madem biliyorsunuz bu durumu, neden şikayet etmiyorsunuz resmi makamlara?

- Doğru söylüyorsun abi, haklısın da, ne bilelim işte... Etmek lazım tabii...

Kocadon: “Siz yazın, herkes uyanık olsun.”

Esnafın verdiği alarmın boyutunu ve bu konuda ne yapılıp yapılmadığını sormak için Bodrum Belediye Başkanı Mehmet Kocadon’u aradım.

Konuyu anlattım, Kocadon’un ilk cümlesi “Bize şu ana kadar yansıyan bir şey yok” oldu.

Doğrusu bu ilk cümle üzerine, sohbetin devamında “Şimdi bu konuyu yazmayın. Tatilciler gereksiz yere endişelenir, esnafın işi de olumsuz etkilenir” türünden sözler duyacağımı düşündüm.

Ama Başkan’ın hemen sonraki cümlesinde kaygımın gereksiz olduğunu anladım ve yaklaşımına şapka çıkarttım.

Bodrum Belediye Başkanı’nın sözleri aynen şöyleydi çünkü:

- Murat Bey, aslında sahte ya da kaçak içki konusu doğrudan belediyenin görev alanına girmiyor ama bu konuya değinirseniz çok iyi olur. Tam sezonun başında bu hayati konuda herkesi uyarmış olursunuz. Bahsettiğiniz türden olaylar yaşanırsa, toptan içki satmak isteyenler olursa, esnafımız da, vatandaşımız da hemen zabıtaya ya da doğrudan belediyeye bildirsin. 155 polis ya da 156 jandarmaya da ihbar edebilirler.

- Sezon başında bu konunun gündeme gelmesinden rahatsızlık duymazsınız yani...

- Olur mu? Aksine. Siz yazın ki vatandaş da uyanık olsun, işletmeciler de, bizler de. Yeter ki haberimiz olsun. Biz de, polis de, jandarma da hemen gereğini yaparız. Yazın ki herkes duysun ve bilgi sahibi olsun. Bizde biliyorsunuz, maalesef bir olay olduktan sonra o konuda yazılıyor çiziliyor. O zaman da iş işten geçmiş oluyor, bir kıymeti olmuyor.



Mehmet Kocadon işte böyle dedi telefonda.

Takdire şayan bir yaklaşım bu. Olması gereken aslında.

Umarım Başkan’ın yaklaşımındaki hassasiyet, icraatına da aynı şekilde yansır. Tabii sadece ihbar üzerine harekete geçmekle sınırlı değil, süreklı sıkı denetimler boyutuyla da.

Ben Bodrum - Milas bölgesini yazdım.

Eminim ‘sahte / kaçak alkollü içki’ tehdidi sadece bu tatil yöreleriyle sınırlı değildir.

‘Uyanık’ olma gerekliliği turistik her bölge için geçerli.

Yazının devamı...

Soma ve Almanya örneği

“Mesela grizu... Neden hep bizi vuruyor. Almanya’da grizu patlaması sebebiyle yaşanan en son ölümlü kazanın hangi yıl olduğunu biliyor musunuz?.. Ben söyleyeyim: 1946!”

Cümle yine aynı uzmandan. Maden Mühendisi Mustafa Suvar’dan.

Soma’da 301 insanın yaşamını yitirdiği facianın, bir ihmal zincirinin sonucu geldiği artık aşikâr.

Suvar’ın, özelde Soma, genelde ise Türkiye’de kömür madenciliği alanına dair anlattıklarını son iki yazıda (http://m.gazetevatan.com/Columnists/Article?ID=638972 ve http://m.gazetevatan. com/Columnists/Article?ID=639678) aktarmıştım.

Bugün noktalıyorum Mustafa Suvar ile görüşmemizden aldığım ‘hayati’ notları.

Almanlar grizu ile hamam suyunu ısıtıyor

Mustafa Suvar anlatıyor:

- Mesela grizu... İşin gereğine uygun çalışmadığımız için metan gelip bizi vuruyor grizu patlamalarıyla Zonguldak’ta. Bakın Almanya’da 1946’dan bu yana grizu patlaması sebebiyle ölümlü kaza yok. Bu nasıl oluyor?

- Nasıl oluyor?

- Grizu dediğimiz bir brüt gaz. Yüzde 90-95’i metan. Kömür üretiminin güvenliğini sağlamak için metan riskini ortadan kaldırmamız lâzım. Bunun yolu da metan drenaj sistemi. Bütün dünyada var, bizde yok. Metan hem ciddi bir enerji kaynağı hem de atmosferi diğer kirleticilere oranla 25 kat fazla kirletiyor. Bu sebeple ocak dışına çıkartıp atmosfere vermek yerine bunu bir enerji kaynağı olarak değerlendirip, kojenerasyon kurarak ocaklardaki su ısıtılıyor. Hatta elde edilen sıcak suyun fazlasıyla da elektrik üretip yine tesisinizde kullanır, fazlasını satar gelir bile elde edersiniz. Almanya yer altından emdiği metan gazını, doğalgaz sistemine entegre edip soyunma - giyinme bölümleri ve işçi için en önemli yerlerden biri olan hamamın sıcak suyunu üretmek için kullanıyor. Sadece Almanya değil, bütün dünyada madenlerdeki sistem bu.

- Bizde neden yok bu sistem? Ya da yapılamaz mı?

- Elbette yapılabilir. Yapılmalı da. Bakın, yetkililer benim söylediğimi de dikkate almasın. İki Alman uzmanı istihdam etsinler. Gidip Almanya’ya baksınlar. Almanların neyi nasıl yaptıklarını görüp uygulasınlar yeter. Orada çalışıyor işte sistem.

Müfettişin bakması yetmez, görmesi lâzım

Geliyoruz, Soma ile birlikte gündemin ilk sırasına yerleşen ‘madenlerin denetimi’ konusuna...

Yıllarca müfettişlik de yapmış olan Suvar bu noktayı da en sarih şekilde izah ediyor:

- Havza kontrolü için iki disiplin vardır. Çalışma Bakanlığı, iş yasası ve İSG yasası yönünden denetler. Teknik denetim ise Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın Maden İşleri Genel Müdürlüğü, MİGEM’dedir.

- Denetimin üç ayağı var. İlki şirket bünyesinde görevli teknik elemanların (fenni nezaretçiler) hazırladığı yıllık faaliyet raporları. (Not: Bu süreçte sıkça konu edilen maaşlarını şirketin ödediği söylenen denetçiler bunlar.) Madenin projesi ve yıllık faaliyet raporu her yıl mart ayında Enerji Bakanlığı’na gönderilir. Her türlü teknik detay da bunun içinde vardır. İşletme izni bu teknik denetim sonucunda verilir. Bu aşamada da ihmal olma ihtimali var.

- Denetimin ikinci ayağı Çalışma Bakanlığı’nın iş müfettişleri. 3 denetçiden oluşan heyetler hâlinde, yılda 2 defa, önceden bildirilen tarihlerde gelirler. Bütün masrafları bakanlık tarafından karşılanır. İş sağlığı ve güvenliği boyutunu denetleyen bu heyetin öyle söylendiği gibi gelip, madeni ve şantiyeyi görmeden, yerin altına inmeden ezbere rapor düzenlemesi söz konusu olmaz.

- Ama bakmak ile görmek arasındaki fark ve ‘ihtisas’ kavramı da işte bu noktada ön plana çıkıyor. Yani bir müfettiş, galeriye girdiğinde, o kömürün niteliğini ve buna bağlı olarak tahkimatın ağaçtan değil çelikten olması gerektiğini bilmiyorsa o denetimin ne anlamı kalır? Kömürün niteliği, geometrisi yapılması gerekenler ile yapılmaması gerekenleri değerlendirebilecek donanım ve tecrübeye sahip değilse o denetimi yapsa ne olur?

- İç denetim mekanizması, yani şirketin kendi ilgili kadroları vasıtasıyla ve sürekli olarak yaptığı, daha doğrusu yapması gereken denetim faaliyeti de konunun üçüncü ayağı.

- Denetim mekanizmalarının hepsi için şart şu: Müfettişin konuyu bilmesi lâzım. Bilmeyen insan, karşısındaki ne söylerse onu gerçek kabul eder.

KISA BİR MOLA

Bana biraz müsaade... 3 Haziran Salı buradayım. Görüşmek üzere.

Yazının devamı...

Her an yeni “Soma”lar yaşanabilir!

“Birçok başka madende de şu anda Soma ile aynı tehlike var. Çünkü sektörde ihtisas eksikliği had safhada. Eğer gerekenler acilen ve tam olarak yapılmazsa Soma maalesef son olmayacak.”

Maden Mühendisi Mustafa Suvar işte bu kadar açık ifade ediyor tehlikenin boyutunu.

Önceki gün bu köşede yazdıklarıma (http://haber.gazetevatan.com/Haber/638972/4/Yazarlar) bugün yine aynı uzman kaynaktan devam ediyorum.



Türkiye’de kömür madenciliği konusundaki en yetkin isimlerden biri Mustafa Suvar. Soma dâhil, hemen her havzayı, oralarda farklı pozisyonlarda görev yaptığı için bizzat biliyor.

“İhtisas” kilit sözcük Suvar için.

Soma’da yaşanan ama aslında gerekenler yapılsa yaşanmayacak olan trajediyi konuşuyoruz yine.

Mustafa Suvar gayet net ve basit anlatıyor:

- Bakın, biz Türkiye olarak kömüre mahkûmuz. Petrol ve doğalgazımız yok çünkü. Soma’da da, Zonguldak’ta da, diğer bölgelerde de bu kömürü çıkarmaya devam edeceğiz. Elimizde her havzanın özellikleri ve geometrisi var. İhtisas kadrolarının görevi, çalışılan bölgede bütün havzayı dikkate alan bir anlayışla hareket etmektir.

- Yani?..

- Yani... Yer altındaki planlamanızı birbirinden kopuk yaparsanız, bunların birbiriyle bağlantılarını iyi düzenleyemezseniz böyle kazalara açıksınız demektir. Mesela Soma kömürünün yanma özelliği çok yüksek. Hızlı tutuşur. Dikkat edilmezse açık yangına dönüşebilecek özellikte. Ekip bunu bilecek. Proje ve uygulama bu gerçeğe uygun yapılacak.

- Proje hatası mı var Soma’da sizce?

- Evet bu belli. Bunu nasıl biliyoruz?.. Çok kolay. Böyle özellikleri olan kömür damarları çalışılıyorken, en azından bir ana yolunuzun, kömürün altından, kömürle ilişkisi olmayan bir kayaç içerisinden sürülmesi şarttır. Bunun maliyeti yüksektir ama bir kez yapılır ve Çayırhan örneğinde olduğu gibi hayat kurtarır.

- Tamam ama bugün yoksa, Soma işletmeleri özelleştirilmeden önce, yani o havza devlet tarafından işletilirken de yoktu demek ki bahsettiğiniz o yol...

- Devletin işlettiği dönemde yüzeye yakın bölgelerde çalışılıyordu. Risk o zaman da vardı fakat devletin kadroları daha ihtisası olan kadrolardı. Ortak akıl ürünü projelendirme ve uygulamalar vardı. Zaman içinde yüzeye yakın kömür çıkarıldıktan sonra özelleştirildi ve derine inilmeye başlandı. Özel sektörde maliyeti düşürmek odaklı çalışma anlayışı vardır ama burada yeterli ihtisasa sahip olmayan teknik kadrolarla çalışıldığı çok açık. Hayati risk oluşturmadan maliyeti düşürmenin yolları da vardır.

“Bilmiyordum, fark edemedim” olmaz

Mustafa Suvar, asıl kusurun ‘insan unsuru’nda olduğu görüşünde:

- Madende karbonmonoksit seviyesi birden yükseldi diyelim. Sürekli okuyor (sensörler vasıtasıyla takip) olmaları lazım. Bu kömürün tutuşma sıcaklığı düşük... Yanıcı maddenin oksijen ile temasını kesmiyorsanız bu açık yangına dönüşür. Ocak bunun sinyallerini aylar öncesinden verir zaten. Eğer sen bu kömür havzasında çalışıyorsan, bu kömürün özelliklerini biliyorsan “Bilmiyordum” olmaz. Proje hatasının bir başka boyutu da bu işte. Bağımsız iş yerleri ve bağımsız havalandırma sistemi bu noktada önemli ve gerekli. Yangın riski olduğunda orayı kapatıp, diğer bölümde çalışmaya devam edersiniz. Üretimde devamlılık ancak bu sayede sağlanabilir. Dediğim gibi, sistem alarmı vermiştir ama belli ki hafife aldılar. Sensörler ve bilgisayar sistemi yalan söylemez. O sistem hep kovalar. “Ben fark etmedim” diyemezsin. Bu anlayış ve kadrolarla her an yeni bir kaza bekleyebilirsiniz Soma’da da. (Sürecek)


YARIN:

- Grizu neden Almanya’da değil de bizde tehlike?

- Madenlerin denetim mekanizmasında kim ne yapıyor, ne yapmıyor, ne yapmalı?

- Ölüm kömür işçisinin kaderi mi?

Yazının devamı...

Aslında 21 yıl önce başarmışız

“Kamu ya da özel sektör, işin kimin tarafından yapıldığının hiçbir önemi yoktur, önemli olan nasıl yapıldığıdır ve bu da bellidir.”

Bu cümle Maden Mühendisi Mustafa Suvar‘a ait. Suvar, 1982’den 2000 yılına kadar Türkiye Kömür İşletmeleri’nde (TKİ) mühendis, başmühendis, bölge ve müessese müdürü olarak çalışmış, Türkiye’deki birçok havzayı ve tabii Soma’yı da bilen bir isim. 2000 - 2010 TEAŞ Elektrik Üretim AŞ’de, sonraki 2 yıl da özel sektörde, Amasra Kömür Havzası’nda görev yapmış bir uzman.

Konunun üretim aşamasında da, denetim aşamasında da yıllarca hizmet vermiş olan Mustafa Suvar’ın çok net ve çarpıcı tespitleri var.

Aynı Ergün Soğlalı gibi...

Maden Yüksek Mühendisi Soğlalı’nın kariyerinde, TKİ’de ocak mühendisliği ve Etibank var.

Üstelik Ergün Soğlalı, uzun yıllar Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu Başdenetçisi olarak görev yapmış bir uzman.

Birazdan okuyacaklarınız, işte böylesine yetkin iki ismin anlattıklarından harmanladığım değerlendirmeler.

Çayırhan en çarpıcı örnek

Mustafa Suvar anlattı:

- TKİ zamanında, 1993’te Çayırhan’da, Soma’dakine benzer bir olay yaşadık. Soma’da tahkimatın olmaması gerektiği şekilde ağaçtan yapıldığını biliyoruz. Bunun çelik tahkimat olması gerekiyordu. 21 sene önce Çayırhan’da tahkimat çelik olmasına rağmen, biriken kömür tozlarının alev alması sonucu açık yangın çıktı. Karbonmonoksit seviyesi çok hızlı şekilde yükseldi. Sensörler vasıtasıyla erken uyarı sistemi alarm verdi. Kumanda merkezindekiler, yer altı iletişim sisteminden yaptıkları anonslarla, aşağıda çalışanlara acilen ferdi gaz maskelerini takmalarını ve hemen alt katmanda yer alan alternatif kaçış yoluna geçmeleri talimatını iletti.

Herkes talimatlara uygun hareket etti, maskelerini takıp kömür katmanının altında yer alan, içinde temiz hava olan ve yüzeye çıkışı bulunan o alternatif yola indi. İçeride 200 kişi vardı. Peki kaç kişi öldü biliyor musunuz? 1 kişi... Sadece bir işçimiz öldü. O da anonslara rağmen ters yöne gittiği için hayatını kaybetti.

Suvar’ın anlattıkları sonunda ortaya çıkan soru şu değil mi?

Çayırhan örneği, bizim tam 21 yıl önce Soma benzeri bir faciayı yaşamamayı başardığımız anlamına gelmiyor mu?

Soma yaşanmazdı

Mustafa Suvar ve Ergün Soğlalı’nın dün Ankara’da yaptığımız görüşmede anlattıkları aslında son derece basit ve net...

Diyorlar ki:

Soma kömürünün yanma özelliği, ülkenin diğer başka havzalarındakilerden çok daha yüksek. Yani tutuşma ısısı çok daha düşük. Bu durum, sektördeki herkesin bildiği, bilimsel bir gerçek.

Dolayısı ile Soma’da projenin de, uygulamanın da bu gerçeğe uygun olması gerekiyor.

Yine diyorlar ki:

1) Kömürün yani yanıcı yapının içinde olmayan, farklı bir katmandaki bir kayaç içinden geçen alternatif bir ana yol olsaydı.

2) Bağımsız üretim panoları (iş yeri) ve bu panoların havalandırmaları da birbirinden bağımsız olsaydı.

3) Ağaç tahkimat yerine tamamen çelik tahkimat yapılmış olsaydı.

4) Her işçinin karbonmonoksit ferdi gaz maskesi üzerinde ve çalışır durumda olsaydı.

5) Erken uyarı sistemi çalışsa (ki çalışıyordur) ve kumanda merkezi personeli görevini gereği gibi yapsaydı.

6) İçerideki haberleşme (anons) sistemi sağlıklı çalışsaydı, Soma’da bu acıyı yaşamazdık.

Esas olan ihtisas

Mustafa Suvar, yaklaşık 2 saatlik görüşmemizde dönüp dolaşıp hep aynı sözcüğün altını çizdi: “İhtisas”.

İşçi eğitimsiz olsa bile, koordinasyon ve yönlendirmeyi sağlayacak olan kurmay teknik kadronun ihtisas sahibi olması gerekiyor.

Suvar’ın sözlerinden çıkan sonuç şu:

Soma kömür madeninin projesi ve uygulama, havzanın yapısal gerçeklerine uygun olsa, o çok tartışılan yaşam odalarına bile gerek duyulmayacaktı. Çünkü bahsedilen ve olması gereken, kömür damarının altındaki alternatif yol zaten yaşama çıkış yolu olacaktı. Aynı 21 sene önce Çayırhan’da olduğu gibi.

Suvar’ın şu sözleri ile -bugünlük- bitirelim:

“Amerika’yı yeniden keşfetmemiz gerekmiyor. Bakın mesela Çayırhan’da, Türkiye Cumhuriyeti adına görevlendirilmiş TKİ, Alman Rag-Montan firmasıyla ortak çalıştı. 70’li yılların sonundan itibaren Çayırhan’ın projeleri bu ortaklık tarafından çizildi ve hiçbir problem yaşanmadı.”

“Bugünlük” dedim çünkü Soma’nın kader olmadığına ilişkin uzman görüşlerine devam edeceğim.

Yazının devamı...

Kelimeler kifayetsiz

Soma‘da, kömür madeninden kazanmaya çalıştığı hayatını orada kaybedenlerin sayısı 282’ydi bu satırları yazdığım sırada.

282 can, yerin yüzlerce metre altında yitip gitti.

Toprağın altından çıkartılan cansız bedenleri, dualar eşliğinde yine o toprağın altına yerleştirmeye devam ediyordu aileleri, yakınları...



Bir çocuk ağlıyordu babasının tabutunun başında...

Bir eş yutkunamıyordu.

Bir baba donuk donuk bakıyordu pınarları kurumuş gözleriyle evladının içinde yattığı tabuta...

Bir anne ağıt yakıyordu artık çıkmayan sesiyle.

Bir abla dua ediyordu kardeşinin ruhuna, bir ağabey beddua; bu acı kaderi yaratanlara.



“Göğsüm daralıyor, yüreğim kanıyor“ diye mırıldanıyordu bir kardeş içinden... “Olmasaydı sonumuz böyle.”



Ne ilçesine gelip giden siyasetçiler bir şey ifade ediyordu Ayşe Ana‘ya, ne aralıksız canlı yayın yapan medya.

Birkaç güne kalmaz hepsinin birer birer ayrılıp gideceğini biliyordu yetim kalan Mustafa.

Ekmek kapısı maden ve ‘kara baht‘ları ile baş başa kalacaklarının farkındaydı evinin direğini uğurlayan Gülsüm...

Birkaç gün, en iyi ihtimal ile birkaç hafta daha konuşulur... Ankara’da birkaç yönetmelik değişir, madende birkaç yeni tedbir alınır... Sonra unutulup giderlerdi nasılsa.

Bir sonraki grizu patlaması, göçük ya da yangına kadar.

Bir daha ölünceye kadar unutulup giderlerdi.

Hepsi biliyordu böyle olacağını.



Bir tek Zonguldak’tan gelen kader ortaklarının yeri ayrı gönüllerinde.

Sessiz sedasız gelip, ocağın ağzında gözden kaybolan 40 - 50 kişilik uzman ekipten...

Yerin altındaki kömür rezervinin bile dolduramayacağı büyüklükteki mangal yürekleriyle, madenci kardeşlerini düşüp kaldıkları yerden çekip çıkarmak için canını dişine takan arama - kurtarma ekibinden söz ediyorum.

Yardıma koşan 500’den fazla görevli ya da gönüllünün hepsinin çabası kutsal elbette ama Zonguldak’tan gelen ve neyi, nasıl yapması gerektiğini bilenlerin her biri birer kahraman Soma’nın acılı insanının gözünde.



Haberlere dikkat edin; herkes var, sadece arama - kurtarma sürecinin kahramanları yok.

Görüntülerde yer alan; fosforlu üniformaları, maskeleri ve baretleriyle çalışanlardan söz etmiyorum. Elbette onlara da müteşekkiriz hep birlikte ama asıl yerin altında, madenin içinde çalışanlardan bahsediyorum.

En son onları göreceğiz.

Son kayıp işçi bulunup çıkarıldıktan sonra tanışacağız onlarla.

Medyada kaçı, ne ölçüde yer alacak bilemiyorum; göreceğiz.

Kameralar vasıtasıyla tanışacaklarımız neyi, ne kadar anlatacak bilemiyorum.

Ama gerçek kahramanların konuşmak yerine çalıştıklarını, gereğini yaptıklarını biliyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.