Şampiy10
Magazin
Gündem

Germinal’den Soma’ya

“(...)Ben, Montsou’luyum, ismim Bonnemort(*)’dur.

Hayrete düşen Etienne sordu:

‘Takma bir ad mı bu?’ İhtiyar keyifle gülümsedi ve Voreux ocağını gösterdi:

‘Evet, evet...’ dedi, ‘Beni, oradan, tam üç kere paramparça çıkardılar. Birincisinde saçım sakalım baştan aşağı yanmıştı. İkinci sefer gırtlağıma kadar toprağa gömüldüm, son defa ise karnım, su ile şişmişti... Ölmeye niyetim olmadığını anlayınca, alay olsun diye adamı Bonnemort koydular.’

Arabacı şimdi daha fazla neşelenmişti, yağsız bir makara gıcırtısına benzeyen gülüşü, feci bir öksürük krizine dönüştü. (...)

Boğazı kazınırmış gibi bir öksürükten sonra, yerde siyah bir leke bırakan bir tükürük attı. Etienne, ona ve kirlettiği toprağa bakıyordu.

‘Madende uzun zamandan beri mi çalışıyorsunuz?’ diye sordu.

Bonnemort, kollarını açtı:

‘Hem de çok uzun zamandan beri!’ dedi. ‘Maden ocağına, hem de şu Voreux’ye ilk defa indiğim zaman daha 8 yaşında bile yoktum ve şimdi tam 58’imdeyim. Hesap edin... Orada her işi yaptım, önce çıraklık, sonra sürücülük, on sekiz yıl da kazıcılık. Sonunda, şu Allah’ın cezası bacaklarım yüzünden, beni toprak işçisi, tesviyeci, tamirci olarak kullandılar ve en sonunda doktor, bir gün çukurun dibinde kalacağımı söyleyince beni yer altından çıkarmak zorunda kaldılar. İşte, beş yıldır arabacılık yapıyorum... Nasıl, iyi mi? Kırk beşi yerin altında geçen, elli yıl madencilik!’

Konuşurken, arada sırada sepetten dışarı dökülen kor parçaları, soluk yüzünü parlatıyordu.

‘Bana, artık dinlenmemi söylüyorlar,’ diye devam etti. ‘Ben istemeyince de, beni aptal sanıyorlar!... Altmışıma gelinceye, 180 franklık emekliliğe hak kazanıncaya kadar, nasıl olsa dayanırım. Bugün çekilsem, bana hemen 150’yi verirler. Ne kadar da kurnazdır, namussuzlar!.. Zaten, bacaklarım bir yana, oldukça sağlamım. Madende her gün suyun içinde kalmaktan günlerce, ayağımı bile kımıldatamaz hâle gelirdim.’

Bir öksürük krizi, yine sözünü kesti.

‘Bu, size öksürük de mi yapıyor?’ diye sordu Etienne. Arabacı, şiddetle başını sallayarak ‘hayır’ demek istedi, sonra, tekrar konuşabilecek hâle gelince:

‘Hayır, hayır, geçen aydan beri gribim’ dedi. ‘Hiç öksürmezdim, halbuki şimdi, öksürükten baş alamıyorum... Ve en garibi tükürdüğüm şu meret...’

Boğazından bir hırıltı yükseldi, yere siyah bir tükürük attı.

Sonunda sormaya cesaret eden Etienne:

‘Kan mı tükürüyorsunuz?’ dedi.

Bonnemmort, elinin tersi ile ağzını siliyordu. ‘Hayır, kömür...’ dedi. ‘Ciğerlerimde, beni hayatımın sonuna kadar ısıtacak

kömür var. Halbuki beş yıldır çukura bir kez bile inmedim. Herhâlde, farkında

olmadan içime depo etmişim. Boş ver! İnsanı korur bu kömür.’ (...)

Zaten, ne yaparsın? Çalışması lâzımdı. Babadan oğula bu işi yapıyorlardı, başka

bir iş de olabilirdi bu. Oğlu, Toussaint Maheu, şimdi ocakta canını tüketiyordu,

şu karşıki mahallede oturan torunları da, bütün akrabaları da aynı şeyi yapıyorlardı. Yüz yıldır hep aynı patron için çalışıp didiniyorlardı.”

(*) Dokuz canlı



Lise yıllarında okumuştum Germinal’i.

Emile Zola’nın kömür madencilerinin dramatik hayatını anlattığı Germinal’in başlarından bir bölüm aktardım yukarıda.

Soma’da arkadaşlarına mezar olan madenden kurtulan bir işçinin, “3 - 4 sene daha çalışmam gerekiyor. Kredilerim var, borçlarım var” sözleri...

Arkadaşlarına ağlayan bir başka madencinin kömür karası gözleri... Ve onlardan süzülen kararmış gözyaşlarını görünce geldi aklıma Germinal.

Montsou ve Soma...

Aynı.



Zola’nın gerçek yaşam öykülerinden oluşan romanının geçtiği Montsou ve Soma’daki maden işçilerinin kaderi aynı evet.

Pekiyi ya dönem?..

Tarihler?..

Germinal’de anlatılanların yaşandığı dönem 1860’ların sonu. Romanın yazıldığı tarih 1885.

Soma, 2014!

Yazının devamı...

Cezalara şartlı destek

Hükümet yeni yargı paketini Meclis’e sevk ediyor.

Bakanlar Kurulu üyelerinin imzasını taşıyan kanun tasarısının idari yargı ile ilgili düzenlemeler kısmı ve Yargıtay kanununda yapılan değişiklikler bölümü hakkında hukukçuların söyleyecek sözü muhakkak olacaktır.

Tasarının içeriğini ve maddelerin detaylarını VATAN’ın haber sayfalarında bulacaksınız.

Beni ise öncelikli olarak tasarının, “Ceza hukuku alanındaki düzenlemeler” başlığının altındakiler ilgilendiriyor.


Yani; kadınlara ve özellikle çocuklara yönelik şiddet, cinsel istismar vb. suçların karşılığı olan cezaların ağırlaştırılması. Keza hırsızlık ve uyuşturucu kullanımı konusundakilerin.



“Son dönemde kadın ve çocuklara yönelik şiddet arttı, oluşan toplumsal hassasiyet karşısında hükümet çözümü cezaları artırmakta buldu.” Sıradan ve genel değerlendirme böyle. Ama işin aslı tabii ki bu değil.

İşin aslı şu:

Ensest dâhil, çocuk ve kadına yönelik cinsel istismar, devamında da şiddet ve cinayet, Türkiye’de maalesef hep çok yaygındı. Üstelik öyle zannedildiği gibi ülkenin sadece belli bölgelerinde de değil. Neredeyse her yerde.

Son dönemde değişen, medyanın bu konudaki net ve takipçi tavrı oldu. Hep var olan bu acı gerçek, artık duyulur, görülür oldu. Fark burada.

Toplumsal duyarlılık da bu sayede oluştu bir nebze.



Kesin çözüm elbette cezaları artırmak değil. Kesin çözüm, bu dramatik gerçeği yaratan nedenleri doğru tespit edip, o zemini ortadan kaldırmak.

Fakat bu uzun soluklu işi başarıncaya kadar, kısa vadede caydırıcı cezaları hayata geçirmekten başka çare yok.

O yüzden, cezaları ağırlaştırma formülüne destek verilmesinden yanayım. Ama şartlı bir destek...

“Cezaları ağırlaştırıp caydırıcı hâle getirdik, bu iş bitti” denilecekse bir anlamı yok.

Caydırıcı cezalar ancak geçici bir etki yaratabilir. Bu nedenle yapılan düzenlemeyi, ‘zaman kazanmak’ olarak görüp, cezaların caydırıcı olacağı süreyi iyi değerlendirmek şart.

Kampanyalardan da öte bir seferberlik ilan edip, topluma hızlandırılmış bir eğitim vermekten söz ediyorum.

Sadece devlet kurumlarının değil; sivil toplum örgütlerinin, kanaat önderlerinin, medyanın ve gücü olan herkesin elini taşın altına koyacağı bir çalışma başlatılması gerekiyor.

Ve bu konuda hemen adım atılmalı. Yarın bile değil, hemen bugün.



KEŞKE...

Hz. Muhammed‘in “İnsan, iki nimet hakkında yanılgıdadır; sağlık ve boş vakit” hadisini her gün hatırlasak.



Bakın, görün, buyurun

Siyasetin, devlet meselelerinin, takım elbiseli hayatın dışında bir yaşam da var aslında bu ülkede. Dışında ve ötesinde...

Üstelik en az o ‘ciddi’ dünya kadar ciddi bir yaşam. Ama o kadar asık suratlı değil. Somurtmak yerine gülümseyen ya da ağlayanların şekil verdiği bir yaşam.

Düşünen, dert edinen, çözüm üreten, her konuda daha iyisini arayan insanların renklendirdiği bir yaşam.

Farklı etnik kökenlere sahip, bambaşka sektörlerde para kazanan, öncelikleri değişik olsa da dünyaya bakışları ortak insanların; rol kestikleri değil, rol aldıkları bir yaşam.

İçinde büyüdükleri kültürel atmosfer itibariyle farklı dünyaların insanlarının ortak nefes aldıkları bir yaşam.

Öz güven ile ukalalık arasındaki ince çizginin ayrımındakilerin çekinmeden konuştuğu bir dünya.

Ön yargıları olsa da, yargısız infazlara hayır diyenlerin çifte standartları reddeden, farkındalık ve içtenlik eksenli dünyası.



Politikacıları, devlet adamlarını, yöneticileri akılcı argümanlarla eleştiren ama aşağılamayan...

Hukuk insanlarını, güvenlik yetkililerini; hakaret ederek değil, evrensel kriterlere göre tenkit eden...

Spor, sanat ya da medya dünyasının önde gelenlerinin yanlışlarını, ortaya çıkan sonuçlar üzerinden ileten ama topyekûn karalamayan...

İdeolojik farklılıkları ayrışma ya da düşmanlık vesilesi değil başka dünyaları görmeyi sağlayan pencereler olarak algılayanların oluşturduğu bir yaşam.

Günlük ezberlerin dayattığı hayatı yaşarken belki fark edemiyoruz ama bahsettiğim gibi bir dünya da var bu ülkede.

Biraz daha dikkatli, biraz daha özenli gözlerle görebileceğiniz...

Sadece bakarak değil, görmek isterseniz görebileceğiniz...

Ve eğer isterseniz; içinde kendinize rahatlıkla yer bulabileceğiniz bir dünya.

Yazının devamı...

Başbakan’ın adaylığı ne zaman açıklanır?

Yazının başlığı bile gelinen noktayı özetliyor aslında.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nde soru evrildi.

Bir süre öncesine kadar “Başbakan Erdoğan aday olacak mı” diye sorulurken, artık “Erdoğan’ın adaylığı ne zaman açıklanacak” şeklinde seslendiriliyor.

İktidar partisinin önde gelen isimlerinden kiminle konuşsak, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın adaylığı konusunda farklı ifadelerle aynı yanıtı alıyoruz:

“Kesin gibi...”

“Çok büyük ihtimalle...”

“Yüzde 99...”

“Öyle görünüyor...”



Kızılcahamam’da gelenekselleşen parti içi istişare toplantıları bu hafta sonu Afyonkarahisar’da yapılacak.

Erdoğan’ın aday olup olmamasının ötesinde, Başbakan’ın adaylığının ardından izlenecek yol haritası konuşulacak Afyonkarahisar kampında.

Bir başka önemli toplantı da gelecek hafta Ankara’da yapılacak.

16 Mayıs Cuma günü il başkanları Genel Merkez’de buluşacak. İl başkanları toplantısı, Cumhurbaşkanlığı adaylığı ile ilgili istişare sürecinin son randevusu niteliğinde olacak.



Gelelim yazının başlığındaki soruya...

Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye Cumhuriyeti’nin 12’inci Cumhurbaşkanı olmak için adaylığı ne zaman açıklanacak?

Beklenen açıklama bu ayın son haftasına kalmayacak gibi görünüyor.

19 Mayıs ile başlayan hafta içinde, yani iki hafta sonra Erdoğan’ın Köşk’e aday olduğu bilgisi kamuoyu ile resmen paylaşılacak. İktidar partisi kulislerindeki beklenti bu yönde.

Tebrikler Melo!

Galatasaray’ın Türkiye Kupası’nı kazandığı maçın sonundaki madalya ve kupa merasiminde, Melo’nun, Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) Başkanı Yıldırım Demirören‘e karşı sergilediği tavrı izlemiş ya da okumuşsunuzdur.

Bahsettiğimiz, Sarı Kırmızılıların futbolundan ziyade tutum ve davranışlarıyla gündemden düşmeyen oyuncusu Felipe Melo.

Yani; Galatasaraylıların ‘nevi şahsına münhasır’ olarak görmeyi tercih ettiği ancak evrensel sportmenlik ve ahlak bağlamında, nesnel olarak değerlendirildiğinde -en hafif tabiriyle- terbiye zafiyeti içindeki futbolcu Melo...

Fenerbahçe, Beşiktaş ya da bir başka takımın formasını giyiyor olsa, Galatasaraylıların da yerden yere vuracağı, tıyneti malum bir şahsiyet.

Melo, daha önceki bir vukuatı üzerine kendisini eleştiren Demirören’in elini havada bırakarak kendince TFF Başkanı’nı protesto ediyor.

Ve her zaman olduğu gibi, futbol ve futbolculuk dışı bir gündem oluşturup başrolü kapıyor.

Protesto bir haktır şüphesiz.

Ancak protesto, o tavrı sergileyen kişinin kim olduğuna göre bir ciddiyet, bir ağırlık ifade eder.

Protesto eylemini gerçekleştiren eğer;

Takım arkadaşını soyunma odasına kilitleyip döven...

Saha içinde rakiplerine tüküren...

Eller, kollar, diller, jestler, mimikler... Yaptıklarıyla tribünleri, sosyal medyada yazdıklarıyla rakip camiaları tahrik eden...

Hakkındaki haberlere, “Yine Melo, yine olay“ türünden başlıkların atılması sıradanlaşmış biriyse... O vakit, o eylemin bir ciddiyeti, bir ağırlığı olmuyor maalesef.

Çünkü bu tiplerin tek hedefi gündeme gelmek, adından söz ettirmek.

Bir gün kendi takım arkadaşıyla, başka bir gün kendi teknik direktörüyle, kendi başkanıyla, rakip oyuncuyla, rakip tribünle, hakemle ya da TFF Başkanı’yla... Fark etmiyor bu tipler için.

Gerginlikten, çatışmadan beslenen bu tipler, karşısındakinin kim olduğunu önemsemiyor. Kendisi gündemdeyse mesele yok bunlar için.

Üzücü olan ise... Nasıl anılarak gündemde olduğunun da bir kıymeti yok.

Gündemde olsun yeter!

Felipe Melo yine gündemde işte.

Tebrikler!

Yazının devamı...

CHP’nin yeni vitrini

Cumhuriyet Halk Partisi’nde (CHP) vitrin değişiyor.

Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu dünkü Merkez Yönetim Kurulu (MYK) toplantısında iki yıldır birlikte çalıştığı arkadaşlarına, “Benden duyun” dedi ve hepsine teşekkür ederek, kadroda değişikliğe gideceğini açıkladı.

CHP’de MYK, toplam 18 kişiden oluşuyor. Genel Başkan ve Genel Sekreter’in yanı sıra 16 da genel başkan yardımcısı üye var.

MYK’nın en az yarısı yenileniyor

Dün gün boyu kaynayan CHP kazanından, akşam saatlerinde netleşen bilgilere göre, MYK üyelerinden en az 8, en fazla 10 isim yenilenecek.

Elbette yeni kadroyu Kemal Kılıçdaroğlu’nun bugün ya da yarın yapacağı açıklama ile birlikte öğreneceğiz ama kulislerde yeni kadro hakkında kapsamlı bilgiler var.

Bu satırların kaleme alındığı dün akşam itibariyle, tablo “çok büyük olasılıkla” kaydı düşülerek şu şekilde ortaya çıktı.

Kimler gidiyor?

Genel Sekreter Bihlun Tamaylıgil görevinden ayrılıyor. Yerine MYK üyelerinden Nihad Matkap‘ın getirileceği söyleniyor.

Genel Başkan Yardımcılığı görevine veda edecek isimler de şöyle sıralanıyor:

Sencer Ayata, Emrehan Halıcı, Adnan Keskin, Umut Oran, Bülent Tezcan, Perihan Sarı ve Yakup Akkaya. Bu 8 ismin yanı sıra, Haluk Koç ve Gökhan Günaydın‘ın da parti yönetimindeki koltuklarını devredebilecekleri konuşuluyor.

Değişecek üye sayısının en az 8, en fazla 10 olduğu bilgisi de bu iki ismin durumu hakkındaki belirsizlikten kaynaklanıyor.

Kimler kalıyor?

MYK’da görev yapmaya devam edecek isimler ise şunlar:

Nihad Matkap, yukarıda belirttiğim gibi, genel sekreterlik görevine kaydırılıyor.

Genel Başkan Yardımcıları’ndan Erdoğan Toprak, Gürsel Tekin, Şafak Pavey, Faruk Loğoğlu ve Faik Öztrak da koltuklarında kalıyorlar.

Kadın ağırlıklı gençleştirme operasyonu

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, MYK’yı yenileme niyetinde olduğu, parti içinde bir sır değil.

MYK’nın kadınlar ve gençlerin ağırlıklı olduğu bir yapıya bürünmesini isteyen Kılıçdaroğlu, zaten var olan bu niyetini, 30 Mart yerel seçimlerinde alınan sonucun ardından, şimdi icraata döküyor.

Parti yönetimi, iki yıllık mesainin sonunda bir yenilenme ihtiyacı doğmasının normal olduğu görüşünü savunuyor.

Kemal Kılıçdaroğlu’na yakın isimler vitrinde gidilen bu değişikliğin, “30 Mart’ın faturası kesildi” şeklinde değerlendirilmemesini istese de sadece kamuoyunda değil, parti içinde de genel kabul bu yönde.

Yeni isimler

Kılıçdaroğlu’nun CHP MYK’ya taze kan olarak getireceği isimler de yine “kuvvetle muhtemel” şu şekilde:

Burhan Şenatalar, Gaye Usluer, Bülent Kuşoğlu, İlhan Cihaner, Veli Ağababa, Candan Yüceer, Aytun Çıray, Sena Kaleli, Ekrem Kerem Oktay ve Oğuz Oyan.

Bu 10 ismin içinden en az 8’inin yeni genel başkan yardımcıları olmasına kesin gözüyle bakılıyor. Belki 9, belki de tümünün...

Örgüt kime teslim edilecek?

Yeni MYK ile ilgili en önemli soru da işte bu.

Parti yönetiminde hangi isim örgütten sorumlu olacak?

Kulislerde, Adnan Keskin’den boşalacak bu görev için öne çıkan isim, Gürsel Tekin.

Örgütten sorumlu genel başkan yardımcısının ilk icraatı da İstanbul ve Ankara il başkanlarını değiştirmek olacak gibi görünüyor.

Ankara konusunda henüz net bir isim konuşulmasa da, CHP İstanbul İl Başkanlığı için Çetin Soysal’ın adı geçiyor.

Yazının devamı...

Herkes kirli, biz temiz!

Hakkında iddia olanlar, bu iddiaların gerçek olduğunu, iddia sahiplerinin ispat etmesini bekliyor.

İddia sahipleri ise iddiaların gerçek olmadığını, hakkında iddia olanların kanıtlamasını istiyor. Türkiye’de sistem uzun süredir böyle işliyor.

Genel kural ikincisi aslında. Yani, “iddiayı, iddia sahibinin ispat etmesi gerekir” şeklinde. Lâkin bizde durum maalesef farklı.



Birine “hırsız” diyorsunuz.

O kişi “Hayır değilim” diyor.

Cevabınız hazır: “Olmadığını kanıtla!”



Gıyabında, “O yalancı” diyorsunuz biri hakkında.

Yanınızdakiler, “Hangi yalanını biliyorsun, peşinen karalama” diyor.

Cevap yine hazır: “Siz onun avukatı mısınız?”



Böyle yaşanıyor bizde vaziyet.

Herkes hırsız, herkes yalancı.

Peşinen kabul ediyoruz başkaları hakkındaki iddiaları.

Yargısız infazlara ortak olmaya pek bir meraklıyız. Hatta dünden hazırız yargısız infazcılara alkış tutmaya.

Dayanak noktalarımız da o meşhur atasözlerimiz:

“Yani gözümle görmedim tabii ama... Malum; ateş olmayan yerden duman çıkmaz.”

“Şimdi, günahını almak da istemiyorum ama... Ne demişler, insanoğlu çiğ süt emmiş.”

“Vallahi ne bileyim... İnanmak istemiyorum ama... Şu hayatta babana bile güvenmeyeceksin demişler.”



Peşinen belirteyim; bu yazıyı dün TBMM’de, 4 eski bakan hakkındaki soruşturma önergesi gündemini kastederek yazmıyorum. Sadece Meclis kulislerindeki sohbetlerin çağrışımı ile böyle başladım.

Meclis, Türkiye’nin bir yansıması.

Vekiller ne ise asiller de o. Ya da tam tersi; asiller öyle olduğu için vekilleri de böyle.

Meclis kulislerindeki sohbetler ile Anadolu’nun herhangi bir kentindeki kahvehanede yapılanlar arasında pek bir fark yok.



Sorunumuz şu...

Başkaları hakkında konuşulanlara inanmaya bu denli teşne iken, kendimiz ya da ailemizden, yakın çevremizden biri hakkında söylenenlere karşı nasıl da sert tepkiler veriyoruz.

İddialar şahsen bize ya da bizden birine dair ise eğer; bu defa o iddiaları seslendirenler yalancı, hain, kumpasçı, riyakâr oluveriyor nezdimizde.

Herkes olağan şüpheli, biz tertemiziz.

Herkes potansiyel suçlu, biz pirüpak.



Böyle bir ortamda...

Asıl bile değil, tek ihtiyacımız olan; gerçekten adil olduğuna inandığımız bir adalet sistemi.

Bu da anormal bir talep, lüks bir beklenti olmasa gerek.

Sadece ‘olması gereken’i istiyoruz, fazlasını değil.

Yazının devamı...

Benim güzel çocuğum

Bir çocuk...

Simitçi.

Simit satarak, kuruş hesabıyla para kazanıyor.

Kim bilir kaç kardeşinin karnı doyuyor onun kazandığı kuruşlarla.

1 Mayıs eylemlerine polisin müdahalesi ile ortaya çıkan o can sıkıcı, can yakıcı manzaraların arasında ‘acı ve çaresizliğin fotoğrafı‘ olarak kazındı zihnimize simitçi çocuğun hâli.



Ne olay yerinin bir önemi var, ne çocuğun isminin.

Merak etmedim, araştırmadım.

Önemli değil çünkü.

Önemli olan şu:

Ekmek teknesi o tabla.

Karnını doyurmak, evine ekmek götürmek, yaşamak için simit satmak zorunda o çocuk.

Kuruş kuruş sürülen yaşamını devam ettirebilmek için.



“Başka bazı yaşıtları gaz bombası kapsüllerine hedef olup hayatını bile kaybederken, o tablasındaki simitleri kaybetti; dolayısıyla kendini şanslı hissetsin” türünden ahkâm kesecek olanınız çıkmaz öyle değil mi?

O göz yaşlarını, o hüznü, o çaresizliği bu tarz bir bakış açısı ile yok saymazsınız değil mi?

Çünkü bazı başka yaşıtları da özel okullarda okuyor, markalardan marka beğenemiyor giysilerini ayakkabılarını seçerken, yediği önünde - yemediği arkasında bir yaşam sürüyor.



Olsa olsa 15 - 20 TL’lik bir sermaye çocuğun kaybettiği.

Bazı başka çocukların günlük harçlığından az bir rakam.

Bazılarımız için bir öğle yemeğinde hesabın üstüne bırakılan bahşiş. Bazıları için o bile değil.

Ama bir çocuğun dünyası o tabladaki 20 - 30 simit. O gün için ‘her şey‘i.

Çaresizliği ondan zaten.

Gözünden yaşlar süzülürken, eline sünger alıp, yerden topladığı simitleri silip, temizlemeye çalışması da ondan.



Neredeyse her gün bir çocuğumuzun başına bir kötülük geliyor son dönemde.

Neredeyse her gün bir çocuğumuz ağlıyor. Ve maalesef birine biz ağlıyoruz.

Daha kötüsü...

O çocuk başkasının çocuğu olduğu sürece kafasını başka yöne çeviriyor çoğunluk.

Çoğumuz insanlık dışı bir duyarsızlığa teslim olmuş gidiyoruz.

O çocuğun bizim çocuğumuz olabileceği ihtimalini hiç aklımıza getirmeden.

Aslında o çocuğun bizim de çocuğumuz olduğunu hiç düşünmeden.

Ne yazık ki böyle...

Yazının devamı...

Bağış, “içim şişti” demiş

“Ben rüşvet almadım, korktuğum bir şey de yok. Gerçi ortada iddianame bile yok ama ben hakkımdaki iddiaların hepsinin ne kadar deli saçması olduğunu çıkıp anlatmak istiyorum. İçim şişti artık!”

Aldığım bilgiye göre, eski Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış, kendisinin de aralarında bulunduğu 4 eski bakan hakkındaki soruşturma önergesinin yenilenmesi aşamasında, partisinin grup yöneticilerine işte böyle demiş.

17 Aralık sabahı yapılan operasyonun ardından koltuklarına veda etmek zorunda kalan 4 eski bakan; Egemen Bağış, Muammer Güler, Zafer Çağlayan ve Erdoğan Bayraktar, yeni önergeye haklarındaki bütün iddiaların açık şekilde yazılmasını kendileri istemişler.

Bakanlar özetle, “Biz çıkıp konuşmak, anlatmak, kendimizi savunmak ve nihayet aklanmak istiyoruz“ demişler.



İktidar partisi kulislerinde konuşulanlara göre, 4 eski bakan ile ilgili soruşturma önergesinin yenilenerek, isnat edilen suçların açık ve detaylı şekilde yazılması konusunda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘a da görüşü sorulmuş.

Erdoğan da, partisinin Meclis grup yönetimine, “Her konu, her iddia araştırılsın, soruşturulsun. Arkadaşlarımızın kendilerini savunma ve aklanma talebine de fırsat verelim“ demiş.



Adalet ve Kalkınma Partisi kulislerinde, aynı konuda yapılan değerlendirmeleri şöyle özetlemek mümkün.

Parti yetkilileri;

- 4 eski bakanın haklarındaki iddialara cevap verebilmeleri için öncelikle ne ile suçlandıklarını bilmeleri gerektiğine dikkat çekiyorlar.

- Kamuoyunda konuşulan ve medyada yer alan iddiaların herkesin malumu olduğunu belirtiyor ancak ortada henüz bir iddianame bulunmadığının altını çiziyorlar.

- İddianamesi hazırlanmadan Meclis’e fezleke gönderilmesinin, geçmişte örneği bulunmayan bir uygulama olduğunu fakat buna rağmen iddiaları soruşturmak üzere bir komisyon kurulmasını istediklerini söylüyorlar.



Yenilenen soruşturma önergesi gelecek hafta Meclis Genel Kurulu’nda kabul edilecek ve 4 eski bakan hakkındaki iddiaları soruşturmak üzere bir komisyon kurulacak.

Bağış, Güler, Çağlayan ve Bayraktar Meclis’te kendilerini savunacaklar.

Kimin ne kadar tatmin olup olmayacağı ayrı mesele ama 4 eski bakan, gündemi altüst eden o çarpıcı iddialar hakkında ilk kez ayrıntılı ve açık açık konuşacaklar.

Biz de dinleyeceğiz bakalım...

5 ay önce...

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 1915 olayları ile ilgili ‘Tarihi taziye mesajı’ gündemi yeniden şekillendirdi.

O açıklama üzerine, “Bu nereden çıktı” türünden cümlelerle şaşkınlık ifade edenlere, 21 Kasım 2013 tarihinde bu köşede yer alan yazımın ilk bölümünü hatırlatmak isterim.

5 ay önceki o yazının başlığı “Sıradaki açılım Ermenistan mı?“ şeklindeydi.

Bir göz atın isterseniz...

http://haber.gazetevatan.com/siradaki-acilim-ermenistan-mi/585740/4/yazarlar



KEŞKE...

Kıymetimizi bilenlerin kıymetini bilsek.

Yazının devamı...

Hepimiz çocuğuz

Muharrem Taş

Caner Çerit

Yusuf ve Bilal Tarhan

Talha Kuyumcu

Pamir Dikdik

Serpil ve Bilal Bayhan

Berkin Elvan

Yunus Sapmaz

Ece Su Yılmaz

Necati Sarı

Ali Can Öz

Ahmet Demir

Ömer Faruk Eren

Ve adlarını duymadığımız diğerleri...

İsimlerini bilmediğimiz diğer yüzlercesi...



Dün gülemediler arkadaşlarıyla birlikte.

Koşup oynayamadılar yaşıtlarıyla beraber.

Göremediler bu 23 Nisan’ı.

Yoklardı çünkü.



Kimi kaza,

kimi hata,

kimi ihmal,

kimi sorumsuzluk,

kimi vahşi saldırılar sonucu...



Kimi evinde,

kimi hastanede,

kimi sokakta,

kimi kaçak çalıştığı iş yerinde...



Öldüler onlar.

Çocuklar öldü.



Öyle ya da böyle...

Koruyamadık,

kollayamadık onları.

Sözde ve görüntüde hep üzerlerine titredik ama...

Başaramadık yüzlerce bebeğimizi, çocuğumuzu yaşatmayı.

Yaşatamadık yüzlerce evladımızı sonuç olarak.



Sorun şu ki; herkes, sadece kendi çocuğunu düşünüyor.

Başkasının çocuğunun da çocuk olduğunu düşünmüyoruz hiçbirimiz.

Maddi - manevi her şeyin en iyisini istiyoruz kendi çocuklarımız için.

Peki başka çocuklara, başkalarının çocuklarına karşı nasıl bu kadar ilgisiz, nasıl bu denli duyarsız olabiliyoruz?

Ve nasıl oluyor da işin bu boyutunu hiç düşünmüyoruz bile?



Çocuklarını özel okullarda okutup, özel bakıcılar yardımıyla büyütenler; mesela marketten verdiği siparişi kapıya getiren çocuğun gözlerine hiç bakmış mıdır acaba?

Bir giydiğini bir daha giymeyen çocuğunun küçülen giysilerini, ihtiyaç sahibi bir başka çocuğa ulaştırmak gibi bir derdi olmuş mudur mesela aynı ebeveynlerin?

Lüks otomobili ile trafikte durduğunda aracına doğru gelen kir pas içindeki ufaklığı görünce ilk aklına gelen camı kapatmak olanlar; hiç düşünmüş müdür acaba yaklaşan o çocuğun nasıl bir kaderi yaşamakta olduğunu?



Dün 23 Nisan’dı.

Yüzlerce çocuğumuz göremedi bayramı.

Bayramın tadını kaçırmak pahasına da olsa böyle bir yazıyı tercih ettim.

Bilerek ve isteyerek...

Çünkü hem kaybettiğimiz çocuklarımızı anmak boynumuzun borcu; hem de bayram coşkusunu yaşayan çocuklarımızın sahip olduklarının farkına varması, ellerindeki imkânların kıymetini bilmesi gerekiyor.

KEŞKE...

Hepimiz, hep çocuk kalsak.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.