Şampiy10
Magazin
Gündem

Sandık

“(...) Ülke genelindeki toplam sandık sayısı yüz doksan dört bin üç yüz on. Rakamla, 194.310.

Ve bu yerel seçimde, öyle görünüyor ki asıl büyük tartışma, o 194.310 sandığın güvenliği konusunda yaşanacak.

Dilerim olmaz ama bugünden bakıldığında asıl gerginlik oy kullanma işlemi bittikten sonra başlayacak gibi bir görüntü var.”

Böyle yazmıştım seçimden 5 gün önce.



25 Mart 2014 tarihinde bu köşede yer alan o yazı (http://haber.gazetevatan.com/Haber/620759/4/Yazarlar) şöyle devam ediyordu:

“(...) Seçim günü, oy kullanma işlemi bittikten hemen sonra, daha oy sayım işlemi devam ederken; her iki taraftan da ‘atılan/yakılan oy pusulaları’na dair haberler, fotoğraflar, görüntüler çıkacağı konuşuluyor daha şimdiden.

Siyasi tarihimizin en gergin seçim kampanyasını yaşıyoruz.

Ve görünen o ki ortaya, siyasi tarihimizin en tartışmalı seçim sonuçları çıkacak.

Yani ülke gündemini kasıp kavuran gerginlik, 30 Mart akşamı itibariyle son bulmayacak, sadece boyut ve içerik değiştirecek.

Bugünden görünen durum bu.

Umarım yanılırım.

Umarım 30 Mart’a giderken orta yerde apaçık duran bu yöndeki işaretler sadece kafa karıştırmaya yönelik dedikodulardan ibarettir.

Umarım sonuçlara ilişkin itirazlar, tartışmalar her seçimde olabilecek, makul boyutlarda yaşanır.

Umarım seçimlerden iki gün sonra, her sene o gün olduğu gibi yine neşeli ‘1 Nisan şakaları’ yapıyor oluruz.

Umarım bu gerginlik biter.

Umarım...”



Yukarıda alıntı yaptığım yazının başlığı, “Bir umut: 1 Nisan’da şakalaşabilmek“ti.

Dikkat ettiniz mi, 1 Nisan’da şakalaşamadık.

Okul çocukları dışında birbirine şaka yapan neredeyse yoktu iki gün önce.

Şakalaşamadık çünkü zaten şaka gibi bir gerçeklik yaşıyoruz.

Sene olmuş 2014; Türkiye gibi bir ülke, üzerinden 4 gün geçmesine rağmen, başka bazı merkezler ile birlikte başkentindeki seçimin sonuçlarını netleştirememiş durumda.

Şaka gibi değil mi?

Değil işte maalesef.

Şaka değil.

Gerçek.



(Bu noktada açıkça ifade etmek gerekir ki; bazı seçim bölgelerindeki tartışmalar ve iddialar, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ülke genelinde elde ettiği sonucu gölgelemez.

İktidar partisinin aldığı oy, seçmenin tercihini tartışmaya yer bırakmayacak netlikte ortaya koymuştur.

30 Mart’ın sonucu, partiden de önce, şahsi olarak Başbakan Tayyip Erdoğan açısından bir zafer niteliğindedir.

Bu önemli notu düştükten sonra kaldığım yerden devam ediyorum.)



30 Mart yerel seçimine giderken iktidar partisi de, muhalefet partileri de aynı şeyi söylemişti ısrarla:

“Sandıklara sahip çıkmamız gerekiyor.”

Böyle demişti bütün liderler ve siyasetçiler.



Aklıma takılan, cevabını aradığım soru şu:

Bırakın gereklilik olmasını;

Sadece “sandığa sahip çıkmak” gibi bir kavramın varlığı bile, başlı başına yeteri kadar büyük bir sıkıntı, bir sorun değil midir?

KEŞKE...

Sandığın şeffaflığı, o sandığın yapımında kullanılan malzemeye paralel olarak artsaydı.

Yazının devamı...

Demek ki neymiş?

Seçimden çıkan sonuca bakınca...

- Demek ki, önemli olsa da, Twitter ve Facebook toplumun bütününü temsil etmiyormuş.

- Demek ki, sürekli olarak medyayı toplumdan kopuk olmakla itham edenler, sosyal paylaşım ortamlarını hayatlarının merkezine koyup, gerçek yaşamı Twitter’dan, Facebook’tan ibaret saymak gibi bir hataya düşmüşler.

- Demek ki, siz ne derseniz deyin, ne anlatmaya çalışırsanız çalışın; asıl olan karşınızdakinin anladığı ve algıladığıymış.

- Demek ki, Türkiye’de seçmen; siyasete hâlen partiden öte, şahıs/lider eksenli bakıyormuş.

- Demek ki, Türkiye’deki her 2 kişiden biri hâlen, Tayyip Erdoğan‘ın alternatifi olabilecek bir siyasetçi görmüyormuş.

- Demek ki, Erdoğan’ın uyguladığı “en iyi savunma hücumdur“ taktiği sadece futbolda sonuç alan bir yöntem değilmiş.

- Demek ki, siyasi ve ekonomik istikrar kaygısı, seçmenin tercihinde başka birçok unsurdan daha belirleyiciymiş.

- Demek ki, başta ABD ve İsrail olmak üzere, yabancı güçler de Türkiye konulu derse daha iyi çalışmalıymış.



Balkondan aslında dedi ki...

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ‘balkon konuşması‘nda verdiği görüntü ve söyledikleri de en az sandıktan çıkan sonuç kadar önemli. Hatta belki daha fazla.

Çünkü...

- Görüldü ki Erdoğan, cemaati affetmiyor ve affetmeyecek.

- Görüldü ki Erdoğan, sadece cemaati değil, doğrudan ya da dolaylı cemaat ile aynı safta yer alanları da affetmiyor ve affetmeyecek.

- Görüldü ki Erdoğan, 17 Aralık - 30 Mart dönemine ilişkin, sadece ‘dış’a değil, ‘iç’e dönük bir hesap da kesecek.

- Görüldü ki Erdoğan, 17 Aralık sürecinde -büyük ölçüde- yalnız bırakıldığını düşünüyor, öyle hissediyor. (Aslına bakarsanız Başbakan, ‘sahiplenilme’ konusundaki beklentisini zaten gizlememişti.)

- Görüldü ki Erdoğan, partisinin içinden bazı isimleri de bu süreçte takındıkları (ya da takınmadıkları) tutum sebebiyle “hayal kırıklığı yaratanlar“ listesine dâhil etti. Bazıları bakan düzeyinde olan bu isimlerin yakın gelecekteki akıbetlerini de Erdoğan’ın bu düşüncesi belirleyecek.

- Görüldü ki Erdoğan, açık açık değil ama içten içe, “Her işte bir hayır vardır, bu vesile ile ben de çevremdekileri bir kez daha görmüş, tanımış oldum“ diyor.

- Görüldü ki Erdoğan, sadece ailesini ve çok az sayıdaki yakın ‘dava arkadaşı’nı hariç tutuyor bahsettiğim bu yalnız bırakılmışlık duygusundan.

- Ve iktidar partisinin içinde daha ilk 24 saat içinde konuşulanlara bakılırsa; görüldü ki Erdoğan’ın çalışma arkadaşları da bu bahsettiğim gerçeğin farkına vardı bile. Yani Başbakan’ın ‘yol arkadaşı’ - ‘dava arkadaşı’ ayrımını yapmış olduğu gerçeğinin.

Yazının devamı...

Balkondan gelen mesajlar

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın dördüncü balkon konuşmasıydı dün gece yarısı yaptığı.



Önceki üçünden çok önemli farkları vardı bu defaki konuşmanın.

Bu da gayet doğaldı çünkü önceki seçimlerden farklı bir gündem ve farklı bir atmosfer ile gidilmişti 30 Mart sandığına.



Balkon konuşması için kamuoyunun karşısına ailesi ile birlikte (özellikle de oğlu Bilal’i hemen yanına alarak) çıkması, hiç şüphesiz, Başbakan Erdoğan’ın yaşanan süreci ne derece ‘kişisel’ değerlendirdiğinin en somut göstergesiydi.

Oldum olası “Siyasi rakiplerim bana her şeyi söyleyebilir ama aile üyelerini karıştırmayın” hassasiyeti bilinen Tayyip Erdoğan’ın bu noktadaki hissiyatını tahmin etmek güç değil.



Daha önceki üç balkon konuşmasında da “Seçim öncesi söylenenler seçim öncesinde kalır” şeklinde özetlenebilecek bir tavır sergileyen Başbakan bu defa öyle davranmadı.

17 Aralık sonrasında ve seçim kampanyası boyunca miting meydanları ile televizyon ekranlarında sergilediği duruşu devam ettirdi Erdoğan.

Pensilvanya’ya öfkesinde bir değişiklik yoktu Tayyip Erdoğan’ın. Değil bir yumuşama, aksine “İnlerine gireceğiz” söylemindeki ısrarı tam bir kararlılık gösterisiydi.

Ancak yine de, ‘Pensilvanya’ olarak adlandırdığı odak ile sandıktaki rakiplerini bir nebze de olsa ayrı yerlere koydu. ‘Siyaset’, ‘demokrasi’ ve ‘sandık’ kavramlarına yaptığı vurgudan anlaşılan buydu.

Tabii tam da bu noktada, rakiplerine bulunduğu “Muhalefet anlayışınızı değiştirmeniz gerekiyor” tavsiyesini de göz ardı etmemek gerekiyor.



Başbakan’ın, Dışişleri Bakanlığı’ndaki Suriye toplantısının tele-kulak kaydını diğerlerinin hepsinden ayrı bir yere koyması gecenin en kayda değer notlarındandı. Çünkü bu nokta, Erdoğan’ın ‘devlet adamlığı’ mesajını içeriyordu.

Bir sonraki sandık randevusunun Cumhurbaşkanlığı seçimi olduğu düşünüldüğünde, Tayyip Erdoğan’ın bu ayrıntıyı yerinde ve bilinçli bir tercih ile öne çıkardığı açıkça ortada.



Şimdi Başbakan Erdoğan’ın çevresinde yer alanları ilgilendiren bir soru var iktidar partisi için. O da şu:

Kimler Tayyip Erdoğan’ın yol arkadaşı, kimler dava arkadaşı?

İktidar partisinde yeni dönemin iç gündemini bu soru belirleyecek.

Yazının devamı...

Üç buçuk ay önceki o fuar...

Aşağıdaki yazıyı, 5 Aralık 2013 tarihinde yazmıştım. Yazının yayınlanmasından sadece 12 gün sonra, ’17 Aralık vakası’ yaşandı.

O günden bu yana da vakalar vakaları izledi, izliyor. Her yeni vaka, gündemi bir kez daha şekillendirdi. Aslında yıllardır bazı kurumların ve birçok kişinin kaderini şekillendirdiği gibi.

Son dönem gündeminin anlam ve önemine binaen bir kez daha okuyalım istedim üç buçuk ay önceki bu yazıyı.

Tabii aşağıda yer alanların, konunun sadece küçük bir kesiti olduğunu unutmadan.

Buyurun...

“Ajanların böcek mesaisi

Emniyet İstihbarat, Jandarma İstihbarat ve MİT’ten (Milli İstihbarat Teşkilatı) onlarca istihbarat görevlisi ile yabancı ülkelerin Ankara büyükelçiliklerinde görevli istihbarat elemanları bir aradaydı dün Ankara’da.

5 yıldızlı bir otelin küçük bir salonundaki ‘spesifik bir fuar’da.

‘Özel güvenlik ekipman fuarı’ doğrudan istihbarat faaliyetinde bulunan kişi ve kurumlara hitap eden bir çalışmaydı.

‘Fuar’ dediysem öyle günlerce süren, büyük bir organizasyon değil.

Dün sabah başlayıp akşamüzeri biten, günübirlik bir fuar.

İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği’nin organize ettiği, sadece İngiliz firmalarının yer aldığı küçük bir tanıtım faaliyeti.

Amerika Birleşik Devletleri’nin bütün dünyayı dinlediği gerçeğinin ortaya çıktığı şu dönemde, yakın tarihte ‘istihbarat’ denildiğinde dünya çapında üne sahip İngilizler, küçük çaplı bir ‘gösteri’ yaptı Ankara’da.



Hepimizin ‘böcek’ takma adı (!) ile bildiğimiz takip ya da dinleme cihazları...

Ses, görüntü ya da veri aktarma sistemleri...

Sinyal kesiciler, yani ‘jammer’lar...

Kriminal incelemelerde kullanılan parmak ve avuç içi izi ile ıslak imza tespit aygıtları...

Gece görüş sistemleri...

İngiliz firmalarının yetkilileri, ‘işin ehilleri’ne uygulamalı şekilde anlattı yeni teknoloji ürünü donanımları.



Tesadüfen görüp girdiğim salonda, bir gazeteci olarak (hatta galiba tek gazeteci olarak) benim dikkatimi çeken ise böcekler ile böceksavarların aynı salonda buluşmuş olduğuydu.

Bir masada ‘sıva altı’ tabir edilen, yani ‘tesisat içi’ cihazlar... Yani duvar ve benzeri yapıların içine yerleştirilen ‘gizli ortam dinleme’ faaliyetlerinde kullanılan vericiler; bir başka masada, o dinleme cihazlarını tespit etmeye yarayan dedektörler sergileniyordu.

Zehrin yanında panzehirinin satışa sunulması misali...



Herhangi bir mekânda gizli dinleme cihazı bulunup bulunmadığını belirleyen dedektör sisteminin, MİT ve Emniyet İstihbarat’ın envanterinde bulunduğunu duydum salonda.

Hatta Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Ankara Subayevleri’ndeki konutunda yer alan ofisinde bulunan böceğin de bu ekipman ile yapılan arama sonucu tespit edildiğini...



Dün ajanlar ‘böcek mesaisi’ndeydi yani Ankara’da.

Salon, dünyada istihbarat faaliyetlerinin geldiği noktanın ve bu iş yapılırken kullanılan teknolojinin ulaştığı boyutun gözler önüne serildiği bir laboratuvar gibiydi.

Unutulmaması gereken de şuydu bence:

Sergilenen ve tanıtılanlar yalnızca görünen, herkesin görebildiği kadarıydı. İşin, görülmesinde sakınca olmayan ve sektörün satış yapmak için masaya koyduğu kısmı.

Göremediğimiz, dolayısı ile de bilemediğimiz daha neler var onu bilmiyoruz.

Bilmediğimizi biliyoruz.”

Yazının devamı...

‘Böyle bir insan tipine ihtimal vermedik’

Bakan Yıldız tepkisinin Gülen ve kurmay heyete olduğunu vurguladı. Yıldız özeleştiri de yaptı: “Bu yapı, son 11 yılda güçlendi. Bunu biz yarattık...”

“Cemaat, himmet adı altında insanlarımızdan para toplarken, o toplantılarda, o ildeki bazı polis müdürlerinin, savcıların da hazır bulunduğunu öğrendik. Düşünebiliyor musunuz, nasıl bir baskı ortamı? Ne işi var o polislerin, yargı mensuplarının ya da başka devlet görevlilerinin orada? Neyi izliyorlar? Neden oradalar? Orada olmaları ne anlama geliyor?”



Bu sözlerin sahibi Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız.

Bakanı Yıldız ile birlikte, memleketi ve seçim bölgesi Kayseri’deydik önceki gün. Önce Yeşilhisar İlçesi’ndeki mitingi yerinde izledik, ardından da gündemi konuştuk.

Bakan, Gülen cemaatine tepkisini çok net ifadelerle seslendirdi. Yalnız bu noktada, cemaati bir bütün olarak görmediğini de özellikle vurguladı. Enerji Bakanı’na göre, Gülen hareketi içinde bir ‘hayırsever, inanan gönüllüler’ var, bir de yapının üst yönetimini oluşturan kadro. Bakan tepkisinin Fethullah Gülen ve bu kurmay heyete yönelik olduğunun altını çizdi.

Bülent Ağabey’e itiraz

Yazının başındaki olayı anlatınca, Yıldız’a, “Böyle bir durum olduğunu hep biliyor muydunuz yoksa yeni mi öğrendiniz?” diye sordum.

“Yeni öğrendik” dedi. “17 Aralık’tan sonra... Cemaatten hâlen muhabbet beslediğimiz, görüştüğümüz, inandığımız arkadaşlarımız var; onlar anlattı” diye ekledi.

Tam bu noktada, Enerji Bakanı Yıldız’a, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın “Gülen’e saygım da, Zaman Gazetesi aboneliğim de devam ediyor” şeklinde bir açıklama yaptığı hatırlatıldı.

Taner Yıldız’ın, bahsettiğim net tepkisi de işte bu aşamada, şu ifadelerle geldi:

“Bülent Ağabey (Arınç) bu tercihi yapmış olabilir. Ben, açık söyleyeyim... Benim saygım devam etmiyor. Gazete aboneliğim de yok. Bu kadar açık söylüyorum; eğer Başbakanıma, AK Parti Hükümeti’ne bu kadar ağır hakaretler yapılıyorsa, hak etmediği cümleler söyleniyorsa ben abone olmuyorum. Bülent Ağabey’in kastettiği şu olabilir; benim de konuştuğum, görüştüğüm, çok samimi arkadaşlar var bu camianın içerisinde. Tertemiz insanlar var. Belki Bülent Ağabey bunu kastetmiş olabilir. Ama bu komplonun içinde olup da, bu işi yapanlara benim saygım kesinlikle olamaz. Böyle komploları gözleyip de yazılı ve görsel basında bunu tasvip edenlere benim saygım olamaz.”

‘Fazla konuşmuyor musun?’

Bakan Yıldız’a meslektaşlarımızın yönelttiği sorulardan biri de, “Başbakan’a herkes sizin kadar sahip çıkmıyor, bazı arkadaşlarınız sessiz kalmayı tercih ediyor. Bu duruma ne diyorsunuz?” şeklindeydi.

İşte Yıldız’ın yanıtı:

“17 Aralık’tan sonra bizim bakanlarımızın, milletvekillerimizin aynı seviyede konuşmadıkları tespiti doğrudur. Hiç konuşmayanlar da var. Açıkçası ben Başbakanımın bugün yanında olmazsam, hiçbir zaman olmamam lâzım. Bu sıkıntılı anda, kendini böyle hissettiği bir anda ben her yönüyle arkasında durmanın gerekliliğine inanıyorum. Hatta bazı arkadaşlardan, ‘Sen fazla konuşmuyor musun’ diyenler oldu bana. Ben de dedim ki, ben iyi gün dostu olmam, olamam. Benim yetişme tarzım bunu kaldırmaz. Bazı askerler gibi emekli olduktan sonra konuşacak pozisyonda değilim ben.”

Bir uyarı ve bir itiraf

Taner Yıldız’ın Kayseri’deki görüşmemizde seslendirdiği tahmini ise aynı zamanda bir uyarı gibiydi.

“Bakın şu anda seçim sonuçlarını bulandırmaya çalışıyorlar. AK Parti bütün bu komplolardan zerre zarar görmeyecektir. 30 Mart’tan sonra bunun böyle olduğunu görenler hırçınlıklarını başka mecralara taşıyabilirler.”

Ve son olarak hükümetin bir bakanından gelen özeleştiri. Hatta bir itiraf:

“Bu yapı, son 11 yılda güçlendi ve bu noktaya geldi. Bunu biz yarattık. İyi niyeti bu kadar suistimal edebileceklerini düşünememekle biz de hata etmişiz. Böyle bir insan tipine ihtimal vermedik. Bu da bizim hatamız oldu.”

Var ya da yok olma meselesi

Enerji Bakanı, “Ne oldu da, 16 Aralık’taki dostlar, 17 Aralık itibariyle düşman oldular?” sorusuna da dikkat çekici bir yanıt verdi:

“ Aslında son iki buçuk üç yıldır işaretleri vardı. Taşan bardağın son damlası dershane meselesi olmuştur. Ama konu dershane değildir. Bu yapının tek gayesi, ‘her şey benim olsun’dur. Yargı, emniyet, bürokrasi; hepsi benden olsun anlayışı. Üç yıldan beri siz hala uzun adamın ölümüne dua ediyorsunuz. Ama hâlâ ayakta. Demek ki samimi dua etmiyorsunuz.”

Bakan Yıldız’ın, hükümetin Gülen Cemaati ile yaşadıkları hakkındaki tespiti şöyle:

“Bu tamamen bir var olma - yok olma meselesi haline geldi. Biz bunu böyle hissetmesek de, karşımızdakiler böyle görüyor. Adam, ‘Siz olmayacaksınız’ diyor.”

Pekiyi Yıldız’a göre Cemaat’in sandıktaki gücü belirleyici oranda mı?

“Cemaat’ten çok samimi olduğum bir arkadaşım oylarının yüzde 1 nokta 6 olduğunu söylemişti. Bu ne kadar sinerji oluşturur, illere göre 2 midir,3 müdür,4 müdür bilemem. Bazı yerlerde bu sinerjinin oluşturulmaya çalışıldığı malum ancak tamamının birlikte hareket edeceği de kesin değil.”

Yazının devamı...

Bir umut: 1 Nisan’da şakalaşabilmek

Elli iki milyon altı yüz doksan beş bin sekiz yüz otuz iki.

Bu pazar günü oy kullanma hakkına sahip Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının toplam sayısı bu. Rakamla, 52.695.832.



Kadın seçmen sayısı, erkeklerden biraz fazla.

Yirmi altı milyon yedi yüz dört bin yedi yüz elli yedi kadın,

yirmi beş milyon dokuz yüz doksan bir bin yetmiş beş erkek seçmen var Türkiye’de.

Rakamla; 26.704.757 kadın, 25.991.075 erkek.



Ülke genelindeki toplam sandık sayısı ise yüz doksan dört bin üç yüz on. Rakamla, 194.310.

Ve bu yerel seçimde, öyle görünüyor ki asıl büyük tartışma, o 194.310 sandığın güvenliği konusunda yaşanacak.



Dilerim olmaz ama bugünden bakıldığında asıl gerginlik oy kullanma işlemi bittikten sonra başlayacak gibi bir görüntü var.

Oy pusulalarının sayımı ve ardından sandık sonuç tutanağının düzenlenmesi aşamasında sandık başındaki herkes pür dikkat, hatta diken üstünde olacak.



“Asıl gerginlik pusulaların sayılması ve sonrasında yaşanacak” dedirten şu:

Belki de ilk kez sadece muhalefet değil, iktidar da sandıkta kendisine bir oyun oynanabileceğini düşünüyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 16 Mart’ta Manisa mitingindeki şu sözleri, iktidar partisi açısından durumu özetlemeye yetiyor da artıyor:

“(...) Aman ha sandıklara sahip çıkın. Bunlar her türlü numarayı yaparlar. Bunlarda takiye, yalan, iftira var, her şeyi yaparlar. Onun için sandıklar bizim namusumuzdur diyeceksiniz, bunlara sahip çıkacaksınız. Kuş uçurtmayacağız, kuş. Bunlara dikkat edeceğiz (...)”

Muhalefet iktidardan şüpheleniyor, iktidar da ‘paralel yapı’ olarak adlandırdığı cemaatten.



Seçim günü, oy kullanma işlemi bittikten hemen sonra, daha oy sayım işlemi devam ederken; her iki taraftan da ‘atılan/yakılan oy pusulaları’na dair haberler, fotoğraflar, görüntüler çıkacağı konuşuluyor daha şimdiden.

Siyasi tarihimizin en gergin seçim kampanyasını yaşıyoruz.

Ve görünen o ki ortaya, siyasi tarihimizin en tartışmalı seçim sonuçları çıkacak.

Yani ülke gündemini kasıp kavuran gerginlik, 30 Mart akşamı itibariyle son bulmayacak, sadece boyut ve içerik değiştirecek.

Bugünden görünen durum bu.



Umarım yanılırım.

Umarım 30 Mart’a giderken orta yerde apaçık duran bu yöndeki işaretler sadece kafa karıştırmaya yönelik dedikodulardan ibarettir.

Umarım sonuçlara ilişkin itirazlar, tartışmalar her seçimde olabilecek, makul boyutlarda yaşanır.

Umarım seçimlerden iki gün sonra, her sene o gün olduğu gibi yine neşeli ‘1 Nisan şakaları’ yapıyor oluruz.

Umarım bu gerginlik biter.

Umarım...

Yazının devamı...

Başarılı sporcular destek bekliyor

Bu ülkedeki en meşhur soru nedir? Tartışmasız; “Ne olacak bu memleketin hâli” sorusu.

Bu ülkede neredeyse siyasetten bile daha çok konuşulan konu nedir?

Tartışmasız; özelde futbol, genelde ise spor.

Pekiyi bu ülkede, konu spor olduğunda en çok sorulan soru nedir?

Tabii ki; “Neden Türkiye’den dünya şampiyonu, olimpiyat rekortmeni sporcular çıkmıyor, çıkıyorsa da neden bu kadar az başarılı sporcuların sayısı” sorusu.

O zaman biraz dertleşelim bu konuda...



Konunun ‘taraftar fanatizmi’ ve ‘sporda şiddet’ başlıklarını -bu yazıda- bir tarafa bırakıyorum...

Spor ile yatıp spor ile kalkan, ata sporu olarak adlandırdığı dallarda sicili olabildiğince parlak bir ülke Türkiye.

Ancak, toplumsal ilgiye oranla ve dünyanın gelişmiş ülkeleri ile kıyaslandığında, ülkedeki lisanslı sporcu sayısı çok az.

Böyle giderse daha da azalacak.

Neden mi?



Dünyanın bütün güçlü, gelişmiş ülkelerinde, devlet başarılı sporcularına pozitif ayrımcılık uygular. Bu durum daha fazla başarılı sporcu yaratmanın anahtarıdır. Bu sistem ‘cesaretlendirici ve özendirici’dir çünkü.

Okulların spor bursları en basit örnektir buna.

Misal, NBA’in (Amerikan Profesyonel Basketbol Ligi) milyarlarca dolarlık bir bütçeye ulaşıp bir dünya markasına dönüşmesinin temelinde de aynı zihniyet yer alır.

‘Amatör spor dallarının altyapılarına yönelik cazip koşulların sağlanması ve çocukların, gençlerin önünün açılması’ anlayışından söz ediyorum.



Tüm bunların ardından gelelim sadede...

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) 2013 yılında ilk açıkladığı SBS kılavuzunda uluslararası yarışma ve sınavlarda ülkemizi temsil edenlere, yüzde 7 ile 10 arasında ek puan verileceğini duyurdu. Bu, yıllardır süren bir uygulamaydı. Ve tabii olması gereken.

Ancak kısa bir süre yapılan yeni düzenleme ile yine 2013 yılındaki SBS’de geçerli olmak üzere “sadece TÜBİTAK koordinasyonundaki uluslararası olimpiyatlarda (sadece matematik olimpiyatı, bilim olimpiyatı gibi) Türkiye’yi temsil edenlere” ek puan verileceği açıklandı. Yani sporcular ek puan uygulamasından çıkartıldı.

2013 yılında son SBS yapıldı. Bu yıl TEOG (Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş) sistemi getirildi, durum değişmedi. Sporcular yine ek puan uygulamasının dışında tutuldu.



MEB çevrelerinde bu duruma gerekçe olarak geçmişteki bazı suistimaller gösteriliyor ama doğrusu konunun detaylarına hâkim olan ve meseleye ilgi gösteren pek yok.

Oysa, bahsedildiği gibi geçmişte sıkıntılı bazı durumlar yaşanmış olsa bile kılavuza eklenecek somut maddeler ile başarılı ve/veya milli sporcuların önünün açılması hiç de zor değil.

“Uluslararası spor müsabakaları ve yurt dışındaki yarışma/şampiyonalarda Türkiye’yi temsil eden sporcular ile milli forma giyenler” için eski uygulamaya dönülmesi, binlerce gence bambaşka bir gelecek yaratabilir.

Ve böylece; sadece o çocukların, gençlerin geleceği değil, Türkiye’nin dünya sporundaki yeri de değişmiş olur.



Milli Eğitim Bakanlığı ve ilgili diğer tüm makamlar bu konuya eğilmez ve mevcut durum değişmezse; sportif bir kariyer için çabalayan gençler, karşılarına dikilen bu duvarla hayallerinden vazgeçmek zorunda kalacak. Aileler çocuklarını bir spor kulübüne göndermek yerine, mecburen dershaneleri (ya da dershanelerin yerini alacak okula destek kurumlarını) tercih edecek.

Biz de buradan sormaya devam edeceğiz; “Neden biz dünya çapında başarılı sporcu yetiştiremiyoruz” diye.

Yazının devamı...

Güven-sizsiniz

Bazılarımız, Meclis Genel Kurulu’nda oturumu yöneten TBMM Başkanvekili’ne güvenmiyor.

Bazılarımız, Meclis Genel Kurulu’nda söz alıp kürsüye gelen iktidar partisi grup başkanvekiline.

Bazılarımız, Meclis Genel Kurulu’nda oturumu yöneten başkanvekiline isyan eden muhalefetin grup başkanvekillerine güvenmiyor.

Bazılarımız, Meclis Genel Kurulu’nda yaşananları canlı yayınlayarak kamuoyuna aktaran Meclis TV’yi yönetenlere.

Bazılarımız, Meclis Genel Kurulu’nda olan biteni yorumlayan gazetecilerin bazılarına; bazılarımız, o gazetecileri yayınlarına konuk eden televizyon kanallarının bazılarına güvenmiyor.

Bazılarımız, Meclis Genel Kurulu’nda tartışma yaratan fezlekelerde adı geçen bakanlara.

Bazılarımız, o fezlekelere konu olan soruşturma dosyasını oluşturan polislere ve soruşturmayı yürüten savcılara güvenmiyor.

Bazılarımız, topyekûn siyaset kurumuna.

Keza emniyete, silahlı kuvvetlere, yargıya da.



Siyaset kurumuna, medyaya, yargıya, emniyet teşkilatına güvenini tamamen yitirmiş kayda değer bir kitle var ülkede.



Güvenilirlik noktasında:

Mesela, akademi dünyasının, üniversitelerin durumu çok mu iç açıcı peki?

Ya da spor âleminin vaziyeti?

Veya sanat camiasının?

İş dünyasının, finans sektörünün?

Denetim mekanizmalarında yer alanların?



Futbol hakemlerinden, mahkeme hâkimlerine kadar kime karşı güven sorununuz yok?



Tıp başta olmak üzere bilim insanlarına güveniyor muyuz gönül rahatlığıyla?

Sendikaları, sivil toplum örgütlerini, meslek kuruluşlarını güvenilir buluyor muyuz?

Patronlar çalışanlarına, çalışanlar patronlarına tam manasıyla güveniyor mu?

Pazarda, markette satılan ürünlerin kalitesine, etiket üzerindeki bilgilerin gerçekliğine güveniniz tam mı?



Bırakın tüm bunları...

Mahallenizin bakkalına güveniyor musunuz?

Ekmeğinizi aldığınız fırına?

Apartman görevlinize?

Kapı komşunuza mesela?

Güveniyor musunuz?

Sokakta elini açmış gelen dilencinin gerçekten muhtaç olduğuna inanıyor musunuz?



“Babanın oğluna güvenmeyeceksin bu dünyada” sözünün bu kadar sıradanlaşması normal mi? Bu söz ne anlama geliyor, hiç düşündünüz mü?

Ya da “Babana bile güvenmeyeceksin bu hayatta” sözü!

Yeni nesilleri bu veciz sözlerle eğitmiyor muyuz?

Bu anlayışla yetişmiyor mu çocuklarımız?

“Aman evladım kimseye güvenme!”



Hiçbir kuruma güvenmiyoruz.

Hiç kimseye inanmıyoruz.

Ama...

Güvenilmek istiyoruz.

Başkalarının bize güvenmesini, kurumların bize inanmasını, devletin bizden emin olmasını bekliyoruz.

Nasıl olacak peki bu?

Hele kendimize de güvenmezken!

Nasıl olacak?..

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.