Şampiy10
Magazin
Gündem

Gereğini yapın!

- Çocuklar ölmesin.

- Acının ideolojisi, partisi yoktur.

- Türkiye bu filmi daha önce gördü.

- Bugünlerde birlik beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.

- Şiddet şiddeti doğurur.

- Oyuna gelmeyelim.

- Analar ağlamasın.

- Olan hepimize oluyor, hepimiz kaybediyoruz.

- Provokatörlere dikkat etmek, tahriklere kapılmamak lâzım.

- Hiç kimse ölümler üzerinden siyaset yapmamalı.

- Geçmişten ders almalıyız.

- Ülkeyi karıştırmak isteyenler, kardeşi kardeşe kırdırmak isteyenler var.

- Şehit polis de bu ülkenin evladı, o polisin attığı gaz fişeği ile ölen gençler de.

- Empati şart.

- Sağduyu galip gelmeli.

- Bu ülke hepimizin.

- Bu sıkıntıları aşmak için hepimize düşen görevler var.

Yukarıdaki cümlelerin hepsinin altına imzanızı atarsınız değil mi?

Herkes atıyor.

Siz de, “Zaten ben de hep, işte tam da bunları söylüyorum” diyorsunuz değil mi?

Herkes öyle diyor.

Pekiyi neden sadece söylemekle kalıyorsunuz? Neden, zaten hep söylediklerinizin gereğini yapmıyorsunuz? Neden, altına imza attığınız sözleri hayata geçirmiyorsunuz?

Neyi bekliyorsunuz?

Sözün bittiği nokta neresidir sizce? Sadece konuşarak, sadece beylik, klişe cümlelerin altına imzanızı atarak geldiğimiz noktanın bu olduğunu idrak etmek o kadar mı zor?



Sadece söylemeyin, söylenmeyin; yapın.

Gereğini yapın.

Hep beraber yapalım.

Önemli not: “Gereğini yapalım” çağrısı hiçbir şekilde “Şuna oy verelim, buna vermeyelim” türünden sığ bir mesaj içermiyor. Bahsettiğim sadece ve sadece “insan” olmanın gereğini yapmak. İnsanlığın asgari standartlarını hayata geçirmek. Yaşamak ve yaşatmak...

Yazının devamı...

Bir çocuk öldü...

Sağlam, güçlü, kuvvetli.

Türk Dil Kurumu sözlüğündeki karşılığı bu “Berkin”in.

Büyüyebilse olacaktı belki de; sağlam, güçlü, kuvvetli.

Olamadı.

Büyüyemedi.

Öldü çünkü.



Gaz bombalarını en az 45 derecelik açıyla atmayıp, adeta bir sniper (keskin nişancı) gibi doğrudan insanları hedef alarak ateşleyen polislerden birinin kurbanı oldu çocuk.

‘Head shot’ (kafaya isabetli atış) bilgisayar oyunlarında bonus puan kazandırıyor olabilir ama gerçek hayatta kaybettiriyor. Göz kaybettiriyor, can kaybettiriyor!



Berkin Elvan son ve sembolleşen kurban. Çocuk çünkü her şeyden önce.

Çocuk. Ötesi yok.



Velev ki, ekmek almaya gitmiyordu.

‘Taş atan çocuklar’ gerçeğinin yaşandığı ülkede; velev ki elinde sapanla eyleme gitmişti.

Ne fark eder?

Öldü işte.

Ötesi var mı?



“Gaz bombasının kapsülü kafasına isabet eden...” diyor haberler Berkin’den bahsederken.

Sanki o kapsül kendi kendine gidip o çocuğun kafasına isabet etmiş gibi.

Sanki o kapsülün çıktığı namlunun arkasında, o tüfeği o çocuğun kafasına doğrultan ve tetiği düşüren biri yokmuş gibi.

Öldü gitti işte küçücük çocuk.

Öldürüldü.

Dört şehit...

Muhtemelen, ağır bir koku hâkimdi otobüsün içine. İçindekilerin alışıp duyarsızlaştığı, dışarıdan gelen birini rahatsız edecek türden bir koku...

Mütevazı kumanyadan yayılan ile yağmur - çamurun izlerini taşıyan üniformalara sinmiş olanın birleşmesinden oluşan kesif bir koku...

Kimi arkadaşıyla sohbet ediyor, kimi uyuyor, kimi cep telefonundan nişanlısı ya da eşiyle mesajlaşıyordu... Arkada sigara yakmış, türkü söylüyordu belki de içlerinden biri.



Otel ya da polis evinde konaklama maliyeti çıkmasın diye gece seyahat etmelerine karar verilmişti.

Bütün gün çalışmışlar, eski bir otobüsün koltuğunda birkaç saat kestirdikten sonra ertesi gün yine gece yarısına kadar çalışacaklardı.

Gerektiğinde bir emniyet müdürü ya da bir vali, “Ben tedbirimi aldım, çevre illerden destek kuvvet istedim” diyebilsin diye çıkartılan görev emri üzerine düşmüşlerdi yollara.

Civar illere gitmeye alışkınlardı ama bu defa uzaklara çıkmıştı görev. Kayseri çevik kuvvet polisi Muş’a gidiyordu.

Ülkede, ucuz biletler sayesinde herkes uçağa binebiliyor ama görevli polisler saatlerce otobüs ile seyahat etmek zorunda kalıyordu. Üstelik kış mevsiminde ve gece karanlığında...



Sabaha karşı 02.00 civarında, Kırşehir Mucur’da meydana geldi kaza. Muhtemelen kabaktı lastikleri Çevik Kuvvet otobüsünün.

4 polis memuru öldü.

Biri baba olmak için gün sayıyordu, biri evlenmek için. Diğeri ardında bir evladı bırakıp gitti...

O polislerin aile üyeleri, yakınları, sevenleri de matemde.



Evet, bir trafik kazasında öldü o dört polis.

Evet, zaten kendi iradeleri ile doğasında ölüm ihtimali olan bir mesleği seçmişlerdi en başından. Üniformayı giyerken göze almışlardı zaten ölüm olasılığını; üstelik kimsenin zorlaması olmadan.

Ne fark eder?

Öldüler işte.

Onlar da anne babalarının çocuklarıydı.

Onların anne babaları da ‘evlat acısı’ ile kavruldu.

Ötesi var mı?

Son söz

Bir yanda Ali İsmail Korkmaz’ın, Ethem Sarısülük’ün, Berkin Elvan’ın ölümü ile kahrolanlar...

Diğer tarafta şehit polislerin acısıyla yananlar...

Şöyle bir bakıyorum da; birbirlerinin acılarını hissetmek, anlamaya çalışmak bir yana, neredeyse “iyi olmuş” diyecek kadar uzaklaşmış, yabancılaşmışlar.

Bazen mezhep, bazen etnik köken, bazen başka gerekçelerle her geçen gün daha da kopuyorlar birbirlerinden.

Yaşadıklarından ve yaşayamadıklarından birbirlerini sorumlu tutup, iyice bileniyorlar karşılıklı.

Toplumun bazı kesimleri polisi, askeri adeta düşman gibi görecek noktaya gelmiş.

Üniformalılar da toplumun bazı kesimlerini öyle.

Asıl sorunumuz bu işte. Çözüm bulmamız gereken bu.

‘Can alıcı’ olmaktan öteye geçen, ‘can alan’ bir sorun!

Yazının devamı...

Dijital istihbarat tarlaları

Bugünün dünyasında, hemen her konuda olduğu gibi ‘istihbarat’ alanında da ‘bir numara’ şüphesiz ki ABD.

ABD’nin liderliği tartışılmaz ama “istihbarat” dendiğinde, tarihsel ve geleneksel olarak, İngiltere’nin yerinin ayrı olduğuna da sanırım kimsenin itirazı olmaz.

(Özellikle Türkiye’nin de yer aldığı coğrafyaya yönelik sürekli ve yoğun etkisi düşünüldüğünde...)



Son dönemde dinlemeler, takipler, kamera kayıtlarından başka bir şey konuşmaz olduk ya...

O kadar insan izleniyor, dinleniliyor, kaydediliyor ya...

“O kadar kayıt nerede tutulur, o kadar datanın depolanacağı bellekler, sunucular ne kadar yer işgal eder, nereye sığar onca dijital belge” soruları artık kahvehane sohbetlerine bile malzeme olmuş durumda ya...

Dünyadan iki örnekle somutlaştırayım dedim mevzuyu.

Biri Amerika Birleşik Devletleri, diğeri de İngiltere’den iki örnekle...



İngiltere Güvenlik Teşkilatı, biliyorsunuz; MI5. “Emayfayf” diye okunuyor malum.

Gizli İstihbarat Servisi de MI6. Emaysiks...

Bir de GCHQ’su var İngilizlerin.

Dört harflik bu kısaltmanın açılımı, Government Communications Headquarters. Türkçesi, Hükümet İletişim Merkezi. Ya da İletişim ve Dijital İstihbarat Kurumu.

İngiltere’de devletin gözü kulağı... Elektronik, dijital her türlü takip, dinleme, kayıt vb. faaliyeti yürüten GCHQ’da tam 6 bin kişi çalışıyor.

Birleşik Krallık’ın elektronik istihbarat servisi, Atlantik Okyanusu’nun altından ABD’ye uzanan fiber optik kablo hattının çıkış noktasını oluşturuyor.

İnternetin Avrupa ile ABD arasındaki ana atardamarı olan o hattan her türlü veri izlenebiliyor, istenenler kaydedilebiliyor.

Telefon görüşmeleri, e-mail trafikleri, internet ortamındaki yazışmalar, banka bilgileri... Aklınıza ne gelirse.

Bu kadar çok veri nerede saklanıyor pekiyi?

GCHQ merkez binasının altında, tam 10 dönümlük bir alanda.

Binlerce dev sunucunun (server) yan yana istiflendiği, tam 10 dönümlük bir alanda. Bir tür elektronik tarla yani.

10 dönüm!

100 metrekarelik bir apartman dairesini gözünüzün önüne getirin. 10 daire bir dönüm ediyor.



Gelelim, okyanusun altından geçen Avrupa - ABD fiber optik kablo hattının diğer ucundaki faaliyetin boyutlarına.

ABD’de Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (National Security Agency NSA) nasıl bir donanıma sahip olduğunu tahayyül etmek için farklı bir bilgi var elimizde.

NSA’deki (Türkçe okunuşu enesey) elektronik cihazlar ve bilgisayar sisteminin soğutulması için Maryland’teki nükleer santralin ürettiği enerjinin üçte birinin kullanıldığını söylesem!..

Düşünün işte. Artık nasıl bir bilgisayar ve server ağı varsa; bir nükleer santralden elde edilen enerjinin 1/3’ü, sadece onları soğutabilmek için tüketiliyor.



Diyeceğim şu...

‘Dijital istihbarat’ çağında yaşıyoruz.

Dünya devlerinin bu alana yaptığı yatırım, bu konuda ulaştığı nokta yukarıda anlattığım boyutlarda.

Devletler ulusal güvenliklerini garantiye almak için yabancı istihbarat teşkilatları ile rekabet / mücadele etmek zorunda. Bu iş de artık çok ciddi bir mesai ve ekonomik güç gerektiriyor.

KEŞKE...

Burnumuzu başkalarının işlerine bu kadar çok sokmasak.

Yazının devamı...

‘Suriye ile ilgili konuşmalarımız acaba kimlerin eline geçti?’

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu: Hassas konuları artık telefonla konuşmuyoruz... Örneğin Suriyeliler uçağımızı düşürmüş. Başbakanımızı bilgilendiriyorum. Bir sürü özel bilgi paylaşmışız. Orada konuşulan şeyler acaba kimlerin eline geçti?

Yerel seçim sürecinde yurtiçi gezileri sürdüren Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bir taraftan da yurtdışındaki temaslarda bulunuyor. Davutoğlu, önceki gün Roma’da, Libya’ya destek için yapılan Uluslararası Bakanlar Konferansı’na katıldı. Davutoğlu, yolda beraberindeki gazetecilerin sorularını yanıtladı:

- İç gündem dış temaslarınızda karşınıza çıkıyor mu?

Türkiye önemli bir ülke, ekonomik ve siyasi gelişmeler ilgi çekiyor ama kimse bana, “Türkiye’de ne olacak kaygılıyız” yaklaşımıyla soru sormuyor. Her demokraside türbülanslar olur. Örneğin 4 yıl içinde İtalya’da bu benim temas ettiğim 5’inci Dışişleri Bakanı.

- Son yaşananlar Türkiye’nin dış algısı, yumuşak güç etkisi ve çevresinde yarattığı motivasyonda erozyona yol açtı mı?

Kredibilite anlamında realist bir değerlendirme yaptığınızda, geçen sene bugünlere göre, Türkiye’de olanlar biraz daha merakla izleniyor. Geçen sene daha takdir öndeydi, bu sene merak da var. Gezi, 17 Aralık olayları, yeni faktörler... Bir kaygı değil, daha çok merak. Benzer sıkıntılar başka ülkelerde de yaşandı. Dinlemeler var, ama bizimki ölçeğinde, ulusal güvenliği tehdit boyutunda dinleme yok dünyada. Her yerde var ama bunların çoğu uluslar arası dinlemeler. Bizde ise ulusal güvenliği doğrudan ilgilendiren ve içeride yuvalanmış bir yapının yaptığı dinleme söz konusu. Bu gerçekten bizim için kaygı verici. Önümüzde 3 seçim var. Türkiye’nin istikrarı sadece kendisi açısından önemli değil. Türkiye hem istikrar adası hem çevresine de sağladığı bir istikrar var. Türkiye birinci kategori ülke. Vizyon üretiyor ve karar alıyor. Son olaylar Türkiye’nin karar alma kabiliyetini yani siyasi istikrarını kırılgan hale getirme veya böyle bir şey varmış gibi görüntü vermeye yöneldiği için tehlikeli ve bir ulusal güvenlik sorunu. .

- Kozmik görüşmelerde ne ölçüde güvenlik açığı söz konusu. Bir hasar tespiti yaptınız mı?

Çok ciddi bir ulusal güvenlik zafiyeti... Artık bazı şeyleri olağanüstü şekilde yapıyoruz. Normalde telefonla konuşabileceğim bir konuyu önceki gece Başbakan’la saat 12.00’de yanına giderek konuştum. Hassas bir konuydu, risk almadım. Hassas konuları artık telefonla konuşmuyoruz. İkimiz farklı şehirler ya da yurtdışındaysak eskiden kriptolu telefonla konuşuyorduk, şimdi yapamıyoruz. Böyle bir şüphe, Türkiye’nin karar alma kabiliyetini yavaşlatan bir şeydir. İnsan geriye doğru düşünüyor, kritik anları düşünüyor. Örneğin Suriyeliler uçağımızı düşürmüş. Ben Ankara’dayım. Başbakanımız Latin Amerika’dan geliyor. Başbakanımızı bilgilendiriyorum. O sırada Genelkurmay Başkanımızla konuşmuşum. Bir sürü özel bilgiyi paylaşmışız. Orada konuşulan şeyler acaba neye sebebiyet verdi? Kimlerin eline geçti? Geçen sene bir Suriye uçağını Ankara’ya indirdiğimizde konuşulan şeyler. Ben Atina’dayım, Başbakanımız Ankara’da. Başbakanımızla, MİT Müsteşarımızla, Genelkurmay Başkanımızla konuşuyoruz. Bunların hepsinin tedbirleri alınacak. En büyük devletler de bu tür zaaflar gösterebilir. Biz zaafları ortadan kaldıracağız.

- 30 Mart sonrası hukuki bir süreç başlayacağı söyleniyor...

Hukuk devletinde her eylemin bir hukuki sonucu doğar. Nasıl günlerdir bakanlarla ilgili fezleke konusu gündeme getiriliyor. Onu hukuki süreç olarak görenlerin, bu dinlemeler de dahil olmak üzere ulusal güvenlikte açılan zafiyetten kimler sorumluysa onlarla ilgili hukuki sürecin işletilmesini de doğal görmesi lazım. Burada hesap verilmesi gereken bir durum var. Bir daha buna cüret edilemesin.

‘Okul sınırı içinde kalsalar hiçbir ayrım olmazdı’

- Abdullah Gül’ün Dışişleri Bakanlığı döneminde yurtdışı temsilciliklerimize cemaat okullarının desteklenmesi yönünde talimat verilmişti. Bakanlık seviyesinde bu konuda yeni durum nedir?

Türkiye’nin tanıtımına, itibarına katkı yapan herkese yardımcı olduk. Her okulun açışlında karşılaşılan problemleri, Cumhurbaşkanımız, başbakanımız en üst düzeyde dile getirdi. Hep devreye girdiler, yardımcı oldular. Okullar sınırı içinde kalmış olsalardı, hiçbir ayrım olmazdı. Ama gelinen aşamada, bu iyi niyetli, samimi insanların katkıda bulunduğu yapının yanında, bir başka yapı açıkça kendini ortaya koydu. Türkiye’de siyaseti bürokrasi üzerinden yönlendirmeye dönük bir yapı. Diğeri ne kadar desteğe mazhar ise siyaseti bürokrasi üzerinden yönlendirmeye çalışan ve bu açıdan network (ağ) kuran bir yapı da o ölçüde engellenmeye müstehak bir yapıdır. Bu ayrımı yapmak zorundayız. Aksi takdirde Türkiye’de siyasal sisteme güven olmaz...

Yazının devamı...

Sandık nöbeti

www.sandikbasindayiz.org internet ortamında doğan bir sivil inisiyatif.

Bir ‘gönüllülük hareketi’.

Facebook ve Twitter’da da varlar.

Dertleri ne, kimlerden oluşuyor, neler yapıyor, neyi hedefliyorlar? Ve tabii nihayet, insanlardan ne istiyorlar?..

İnternet sitelerinde olabilecek en yalın şekilde şöyle anlatmışlar kendilerini başlık başlık:

Nedir?

Seçimlerin adil ve şeffaf olması için çalışan bağımsız bir gönüllü girişimidir.

Bu insanlar kim?

‘Sandık Başındayız Bağımsız Seçim Gönüllüleri’;

18 yaşını doldurmuş, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, seçme ve seçilme hakkı ve seçmen kütüğünde kaydı bulunan, aktif olarak çalışan, çalışmayan, üniversite öğrencisi veya emekli birçok vatandaştan oluşur. Başındayız Bağımsız Seçim Gönüllüleri’ni bir araya getiren ortak değer; demokrasilerin bel kemiğini oluşturan adil ve şeffaf bir seçim sürecine olan inançları ve bu sürece katkıda bulunma istekleridir.

Gönüllüler hiçbir siyasi partiyi temsil etmez veya herhangi bir siyasi oluşumun üyesi değildir. Kamuoyunu seçim süreci hakkında bilgilendirir ve her seçmenin oy kullanmasını destekler. Seçim günü, sandık başında oluşabilecek ihlallerin tespitine katkıda bulunarak, gerekli işlemlerin yapılması için çalışır.

Hedefleri

Kamuoyunu seçmenlik işlemleri ile ilgili bilinçlendirmek.

Sandık başında bağımsız gönüllülerin gözlemci olarak görev almaları.

Seçimlerde olası ihlallerin tespiti ve gereken yasal işlemlerin yapılması.

Çalışmaları

- Kamuoyunu Bilinçlendirme Kampanyaları:

- Seçmenlerin oy kullanmaya teşvik edilmesi,

- Seçmen bilgilerinin kontrol edilmesinin sağlanması,

- Hatalı oy kullanımının önlenmesi.

- Sandık Başı Gönüllülerinin Eğitim ve Organizasyonu:

- Sandık başı gönüllülerinin eğitimi, görev dağılımı ve organizasyonel süreç.

- Olası İhlalleri Önlemeye Yönelik Çalışmalar:

- Olası ihlallerle ilgili verilerin bir araya getirilip toplanması,

- İhlal tespit edildiği takdirde gerekli yasal işlemlerin yapılması.

Ne yapabilirsiniz?

- Sandık başında görevli olabilirsiniz.

- Sandık başına ekipler organize edebilirsiniz.

- Eğitimci olabilirsiniz.

- Tanıtım ve duyuru yapabilirsiniz.



‘Sandık Başındayız’ hareketinden yakın bir arkadaşım sayesinde haberdar oldum. 8 ay önce çıkmışlar yola. Gönüllü avukatların da desteğini almışlar.

Yasal prosedürü tamamlamak adına, gönüllülerin, bir bağımsız adayın sandık gözetmenleri olarak görev yapması yoluna gitmişler. Hareketin içinde yer alan müzisyen Selen Gülün aday olmuş.

Gülün’ün adaylık ücretini de hiçbir yerden maddi destek almayıp, aralarında para toplayarak yatırmışlar. Ama görünen o ki, özellikle sosyal medyada yazıp çizen, atıp tutan, ahkâm kesenlerin büyük kısmı; iş aktif katılıma, sorumluluk almaya gelince ortadan kayboluveriyor.

Arkadaşım şöyle ifade etti bu durumu:

“Bizim gibi çaba sarf eden, örneğin ‘Oy ve Ötesi’ hareketi var. Muhtemelen www.oyveotesi.org ile bir güç birliği yapacağız çünkü klavye kahramanlığı yapan çok da, sandıkta gönüllü çalışmak isteyen yok. Sadece İstanbul’da örgütlenebildik. Toplamda 33 bin gönüllü lâzım ama ancak 5 bin civarında gönüllü toplanabildi 8 ay sonunda. Söylenmeye gelince herkes var, çalışmaya gelince kimse yok.”

Pek de haksız değil galiba. Bilin istedim.

İsterseniz bir göz atıverin www.sandikbasindayiz.org ve www.oyveotesi.org adreslerine...

Yazının devamı...

Öyle bir kulis bilgisi ki...

Meşhur bir söz vardır. Derler ki; “Ordular nadiren savaşa girer ama istihbarat örgütleri her gün savaşır.”

İstihbarat örgütlerinin savaşları hep rakipleri ile olur. Yabancı rakipleriyle...

Yani en azından olması gereken budur.

Türkiye’de ise durum biraz farklı görünüyor.



Durum şu... Ve tabii sorun.

Türkiye’de on yıllardır, yönetime gelen iktidarlar, öncelikle ülke içinden istihbarat ile ilgilenmiş, MİT’ten çoğunlukla ‘iç iş’ istemiş.

Devleti yöneten irade istihbarat teşkilatından, ‘dış istihbarat’tan önce, ‘içeride ne olup bittiğini, kimin ne yaptığı’nı öğrenmeyi beklemiş.

Teşkilat da hareket tarzını bu talebe göre belirlemiş, şekillendirmiş.

Dış istihbarat faaliyetlerini büyük oranda ikinci plana atmış, ‘iç’e yoğunlaşmaya öncelik vermiş.



Yıllardır kamuoyundaki ‘MİT algısı’nda ciddi bir sıkıntı olmasının ardında yatan neden işte bu.

Şimdi bir düşünün... Neredeyse hepimiz için geçerli bir kabul var.

Türkiye’de insanların, hepimizin zihnindeki MİT algısı ‘mit’lerden oluşuyor.

Ama durup dururken değil elbette.

Algının böyle biçimlenmesinde ‘şehir efsaneleri’nin etkisi büyük. Lakin o şehir efsanelerinin ortaya çıkmasında rolü olan birçok gerçeğin varlığı da herkesin malûmu.

Kabul edelim ki; yıllar içinde daha da kemikleşen bu negatif algının ürünü olan kötü bir repütasyonu var istihbarat teşkilatının.



Gündemdeki yeni MİT yasası, bu kötü şöhreti bertaraf edecek sonuçlar doğurur mu bilemiyorum.

Ama bildiğim bir şey var; o da hiçbir şeyin tek taraflı olmadığı.

Şöyle ki...

Ankara’da; güvenlik ve istihbarat kulislerinde seslendirilen bir cümle var.

Kulislerde; bir MİT mensubunun şu ifadeyi kullandığı konuşuluyor:

“O kadar yıl Afganistan’da, İran’da örtülü durdum(*), ülkemdeki kadar takibat ve tacize maruz kalmadım.”



Özellikle son dönemde, Emniyet ve İstihbarat teşkilatları ile yargıda yaşananların ulaştığı noktanın vahametine dikkat çekmek isteyen yetkililerin örnek olarak verdiği cümle bu.

İnsanın inanası gelmiyor.

Bizim mesleğin temeli ‘şüphecilik’. Dolayısıyla bu örnek gerçek mi, değil mi bilemem.

Ancak kulislerde bu örneğin konuşulması, hükümetin MİT yasası ile ilgili tutumu hakkında bir fikir verebilir diye düşündüğüm için aktarmak istedim.

(*) İstihbarat terminolojisinde ‘örtülü durmak’: Kimliği gizli şekilde görev yapmak.

Yazının devamı...

Devlette devamlılık esastır!

“Milli Güvenlik Kurulu 26 Şubat 2014 tarihinde olağan toplantısını yapmıştır. Toplantıda;

A.

Ülke genelindeki güvenliği ilgilendiren hususlar ve yürütülen çalışmalar değerlendirilmiş; bu kapsamda halkımızın huzurunu ve ulusal güvenliğimizi tehdit eden yapılanmalar ve faaliyetler görüşülmüştür.

Ayrıca, önümüzdeki dönemde icra edilecek olan mahalli idareler seçimlerinin, huzur ve güven içinde gerçekleşmesine yönelik tedbirler gözden geçirilmiştir.(...)”

***

Yukarıdaki satırlar, önceki gün Çankaya Köşkü’nde yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısının ardından kamuoyuna açıklanan basın bildirisinin ilk kısmını oluşturuyordu.

Özellikle 17 Aralık 2013 itibariyle ülkenin neredeyse tek gündem maddesinin, AK Parti hükümeti ile Fethullah Gülen cemaati ya da diğer adıyla ‘Hizmet Hareketi’ arasındaki gerginlik olduğu düşünüldüğünde, yukarıdaki açıklamada öne çıkan, hiç şüphesiz, “halkımızın huzurunu ve ulusal güvenliğimizi tehdit eden yapılanmalar ve faaliyetler” cümlesi oldu.

Bu cümle açıkça; artık sadece hükümetin değil, devletin de Gülen cemaatini ‘ulusal güvenliğe tehdit’ olarak gördüğünün kayda geçirilmesi anlamına geliyor.

***

Başbakan Erdoğan, 17 Aralık’tan bu yana Fethullah Gülen ismini hiç anmadı ama her konuşmasında hedefini daha net adlandırdı.

En son dün Burdur mitinginde, “Hoca” diye seslenen ve “Pensilvanya’da oturma” diyen Erdoğan, Gülen’in bir tek adını telaffuz etmemiş oldu.

Dolayısı ile MGK bildirisindeki o cümlenin hedefi de fazlasıyla açık ve net.

***

Muhabirlik yıllarımda onlarca MGK basın bildirisini canlı yayınlarda aktarmış bir gazeteciyim.

O metinlerde defalarca farklı ifadelerle aynı adrese yönelik cümlelerin yer aldığını biliyorum. Herkes biliyor.

Özellikle 1995, 96, 97, 98, 99 yıllarında yapılan hemen her MGK toplantısında, ‘iç tehditler’ ana başlığının altındaki ‘irticai tehditler’ bölümünde Gülen cemaati de masaya gelirdi.

Hatta...

O dönemlerde şimdiki gibi iki ayda bir değil, her ay yapılan toplantılardan birinde ele alınan raporun başlığının, “Gülen irtica” olduğu yönündeki haberlerin gazetelere yansıdığını hatırlıyorum.

***

Diyeceğim şu...

Tarihî 28 Şubat 1997 bildirisi de dâhil hiçbir MGK bildirisinde adı anılmasa da, 1995-2000 döneminde ‘tehdit’ olarak görülen yapı, neredeyse her toplantıda ele alınırdı.

Cemaatin adı anılmazdı ama yapılan açıklamalarda yer alan bazı cümlelerden neyin ne olduğunu herkes anlardı.

Aynı bugünkü gibi...

***

Galiba...

Devlette -gerçekten de- devamlılık esas!

***

Unutmadan...

Bugün 28 Şubat 2014.

Yakın tarihin en kritik MGK toplantısının, o meşhur 28 Şubat 1997 toplantısının 17’nci sene-i devriyesi.

KEŞKE...

Tarih, bu kadar da tekerrürden ibaret olmasa...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.